30 Eylül 2013 Pazartesi

AY PARAMPARÇA

Sen demiyorum. Sen diyemem.
Bir gün Şavşat'ta bir gün Bozkır'da
Bir gün burda sen desem
Ay paramparça

Sen demiyorum. Sen diyemem.
Ekmeğimi bölsem. Suyumu içsem son bir kez.
Çünkü umuyorum. Çünkü ummuyor muyum
Sessizliği. Yeterli değil. Daha değil. Diyemem.
Şu caddeye çıksam. Bu sokağı çabucak geçsem.
Ne lanete uğrasam ne şaşırsam ihanete.
Kâr ve zarar hesaplarına marketlerin.
Yazarkasa fişleri ceplerimde. Z raporları. Disketler.
"Askerliğe elverişli değildir" diye bir belge.

Bütün adamlar öldüler. Hepsi birden.
Bütün kadınlar öldüler. Hepsi birden.

Sen desem hiç olmayacak şimdi.
Çocuklar da olmayacak. Oyun oynamayacak
Hiç biri. Gülmeyecek. Ağlamayacak. Sokaklardan
Korkuyorum. Evlerden. Dolaplardan. Raflardan.
Bütün kitaplardan korkuyorum. Ve giyeceklerden
Korkuyorum. Aklımı alacaklardan.
Aklıma gireceklerden.

Bütün adamlar öldüler. Hepsi birden.
Bütün kadınlar öldüler. Hepsi birden.

Sen demeyeceğim. Diyemem.
Bir gün Bursa'da bir gün Ankara'da
Gördüm. Sarı sabırlar. Süsenler. Sevmedim.
Hiç kaybolmadım bu sokaklarda.
Hep olduğum yerdeydim. Burada
Sen desem: Bütün borçlarım ödenecek gibi.
Diyemem hiç: Dilim sana niçin dönmez
Niçin sende hiç kaybolmaz ki?

Kitapları Yusuf'a sattım. Hepsini birden.
Sen demeden güldüm. Sen gelmeden.
Bu kadar yolu yürüdüm. Sen dedim
Bu kadar yolu. Korkunç. Bankalar vardı.
Büyük anıtlar. Çatısı uçmuş binalar. Antenler. Ağaçlar.
Kadınlar ve aşk. Bu kadar yolda. Ne diyecekler şimdi:

Ay paramparça.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Jön Türkler Jön Kürtlere karşı...


Son yıllarda popüler entelektüel kavram dağarcığının asla vazgeçemediği kelimelerin başında gelir ‘öteki’ ve ‘ötekileştirme’. Bu kelime kullanıldığı andan itibaren bu kelimeyle muarızını suçlayanı bir kutsallık halesiyle kuşatır, onun söylediklerini neredeyse bir dokunulmazlık zırhıyla kaplar, bütün iyilikleri onda, bütün kötülükleri de ötekileştirdiği iddia edilen tarafta toplar. ‘Ötekileştiren’lerin, nasıl ötekileştirildiği ise hep gözden kaçırılır.
Oysa bu popüler entelektüel kelimeye atfedilen iyilik ve kötülükleri belirleyip söyleme ve tartışmaya katılanlara iyilik ve kötülükten paylarını dağıtma gücünün kendisinin de sorunlu, yanları bu kelimenin kendine dönüşlü yapısının doğurduğu yeni tartışma alanlarının netameli boyutları nedense bu tür tartışmalarda hep görmezden gelinir.
Otantik halklar
Sosyolojiyi, felsefe ve tarih okumaları olmaksızın okutulan sosyolojinin bir ‘teknoloji’ olduğu konusunda ısrarcı bir sosyoloji profesörü olan Arslan’ın Açık Görüş’te yayınlanmış yazı ve söyleşilerinden tertip edilmiş bir kitap Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakarlar. Etiği ontolojiye önceleyen Yahudi filozof Emmanuel Levinas’a çok şeyler borçlu Arslan’ın metinleri. Demokratik açılım tartışmalarıyla birlikte son aylarda Türkiye gündemini bütün cesametiyle kaplamış Kürt sorununa dair söylenenlere ilişkin bir yapısökme girişiminin en güzel örneklerini taşıyor sorumluluk etiğiyle birlikte yazılarına Arslan.
Onun yazdığı şu satırlar üzerinde ısrarla durulması ve tekrar be tekrar düşünülmesi gereken şeyin ne olduğunu da gösteriyor: “Halkların elitleri adam ettiği görülmüştür; fakat tersi, kısa dönem ve diktatörlükler hariç vaki değildir. ‘Reel’ ihtiyaçlar, ‘ideolojik’ ihtiyaçların yok edicisidir... Türkiye Cumhuriyeti Devleti, otantik Kürt halkların demokratik ihtiyaçlarını ‘demokratik’ kılıfıyla sunulan Kürt Siyonizmi’nin taleplerini reddetmelidir. Bu öncelikle otantik Kürt halklar için gereklidir. Siyonist Kürtçülük, reel, otantik Kürt halkların zehridir, ilacı değil.”
Arslan’ın entelektüel bakış açısını geliştiren dilin Alman felsefe geleneği olması metnin dikkatlice okunmasını da gerektiriyor. Kitapta yer alan yazılar her ne kadar aforizmik, minik çekiç darbeleriyle yazılmış görünse de felsefi ima ve içerimleri bakımından günlük siyasette karşılaştığımız tartışmaların fevkinde kendine özgü ve ancak rahatça anlaşılabilir bir jargonu geliştirmeye de imkan tanıyor.
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

Kabe’nin böğründeki mızrak

İnsan ile mekan arasındaki girift ilişkilerin niteliği, toplumlar halinde yaşamak zorunda olan insanları barındıran mekanların organizasyonel boyutları, kültürel değerlerin belki de en temel maddi görünümlerinden birini oluşturur. Kültürler ve medeniyetler arasındaki nitel farklılaşmaların ortaya çıktığı bağlamların başında şehirler ve bu şehirlere ilişkin mimari düzenlemelerin geldiği kuşkusuzdur. Mekansal düzenlemelerin beşeri ihtiyaçlara uygun bir şekilde yapıldığı ne kadar doğruysa, bir süre sonra o beşeri ihtiyaçları da karşılıklı etkileşim içerisinde dönüştüren en önemli süreçlerin mekanın tarihsel ve kültürel organizasyonuyla iç içe geliştiği ileri sürülebilir.
Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez, Hz. Peygamber döneminden başlayarak Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar geçen uzunca bir süreç içerisinden seçip detaylı bir şekilde incelediği şehirler üzerinden İslam medeniyetinin görülen yüzünü gösteriyor “İslam Şehirleri” adlı eserinde...
Mekan ile onu şekillendiren insan arasında karşılıklı özne-nesne ilişkisi bulunmakta olup medeniyetin buradan doğduğunu belirtiyor Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez. Medeniyet öznesi insan ile medeniyet kurarken nesne konumundaki mekan arasında inkar edilemez bağların bulunduğunu ifade eden Prof. Dr. Söylemez, medeniyetin görünen yüzünü temsil eden mekanın, tamamen pasif bir nesne olmadığını, çünkü onun da öznesi olan insanın kendini oluşturmasına katkı sağlayarak bizzat kendisi özneye dönüştüğünü vurguluyor. Söylemez’e göre “Özne konumundaki Müslüman, nesne konumundaki mekanı dizayn ederken kendisini var kılan düşünsel arka plandan hareket eder.”
Medine Medine olurken...
Müslümanlar tarafından inşa edilen veya fethedilip zaman içerisinde yeniden tüm şehirler ilk Müslüman şehri olarak kabul edilen Medine’yi bir şekilde örnek alırlar. Hz. Peygamber’in Yesrib’e gelip ilk olarak mescit ve ikamet edeceği evi inşa etmesi ile birlikte Medine bir şehir olma yolunda ilk adımı atmış olur.
Din, medeniyet ve şehir arasındaki kavramsal, toplumsal ve tarihsel ilişkiler üzerine yaptığı çözümlemelerle birlikte Söylemez eserde Vâsıt, Merv ve Meyyâfârikîn gibi Müslümanların fethederek yerleştiği eski kentlerle ilgili yazdığı makalelerin yanı sıra bunlara nispetle daha yeni sayılabilecek özellikle salnamelerden yararlanarak Çorum, Ginç ve Kiğı kazalarının incelediği makalelerine de yer veriliyor.
Mehmet Mahfuz Söylemez, bu noktada günümüzde Mekke’de inşa edilmiş olan Zemzem Tower’la ilgili görüşlerine de yer veriyor ve bu yapıyı Kâbe’nin böğrüne saplanan bir mızrak olarak niteliyor.

Medreseden İlahiyat Fakültesine din öğretimi...

Bein, kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde ilmiye sınıfı içindeki entelektüel tartışmaları ve siyasi hareketleri inceliyor.
Tanzimat’tan bu yana Türk modernleşmesinin fikri, siyasi, toplumsal ve ekonomik art alanına ve bu alanlardaki tartışmaların seyrine ilişkin birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmaların büyük bir bölümü eğitimin modernleştirilmesi yolunda yapılanlara büyük bir önem vermiş ve medreselere karşı modern eğitim sistemlerinin doğması ile toplumsal modernleşme arasında doğrudan bir orantı kurmaya bile yönelmişlerdir.

Bu tartışmaların ihmal ettiği önemli konuların başında ise dini eğitimin Osmanlı devletinden günümüze kadar değişimi, dini eğitimin “ıslah”ı konusu gelmektedir. Dini bilginin üretimi ve yeniden üretimi konusunun dindarlıkları ve din ile devlet arasındaki ilişkileri sorunsallaştırma tarzlarında da köklü farklılıklar oluşturması muhtemeldir. Bu yüzden, Türk modernleşmesinin dini köklerine ilişkin bir tartışmanın dini eğitimin “ıslah”ı ya da medreselerin dönüşümü (Osmanlı’da 20. Yüzyıl başında ortaya atılan “Islah-ı Medaris” projesi) konusunu ıskalamaması gerektiği aşikar.

Osmanlı medresesinden Cumhuriyet’in İmam Hatip liseleri ve İlahiyat Fakülteleri tecrübesine kadar takip edilebilecek entelektüel tartışma ve siyasi hareketler aslında modernleşme sürecinde dini bilginin üretim süreçlerinin de nasıl bir dönüşüme tabi olduğunu gösteriyor.

Osmanlı ilmiye sınıfı içinde medreselerin modernizasyonu konusunda yaşanan ikiye bölünmenin ardından Fevziye Medreseleri ya da “Islah-ı Medaris” projesine destek veren ulema ile Cumhuriyet’in İmam Hatip Liseleri’ne verilen toplumsal desteğin tarihsel aktörlerinin aynı kökten geldiğini görmek şaşırtıcı gelmiyor.

Cumhuriyetin din politikası

Amit Bein, kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ve Türkiye Cumhuriyet’inin ilk döneminde ilmiye sınıfı içindeki entelektüel tartışmaları ve siyasi hareketleri inceliyor. Bir birine rakip vizyonların dini eğitimde yapılacak reformlar ve medreselerin modernizasyonu tartışmalarını nasıl etkilediğini ortaya koyuyor. 

Müslüman aydınların laik Cumhuriyet’in dinle ilgili politikalarına karşı sergiledikleri tepkileri ve değişen tutumlarını inceleyerek, din ile devlet arasındaki ilişkide yaşanan değişimlerin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. İlmiye sınıfı içindeki bölünmeyi ortaya çıkararak, ulemanın, bugün Türkiye’de hâlâ canlı olan köklü mirasına ışık tutuyor. Amit Bein Clemson Üniversitesi’nde öğretim üyesi.

STAR-AÇIK GÖRÜŞ

Başarılı diplomasinin yolu kamu diplomasisinden geçer

AK Parti iktidarıyla birlikte kabuk değiştiren Türk dış politikasının iç ve dış siyasal uzamları birbirine eklemleyerek ürettiği yeni politik vizyon küreselleşen dünyada 11 Eylül saldırısı sonrası güvenlik eksenli politikaların etkinlik kazandığı uluslar arası sistemdeki boşlukların yerinde ve zamanında hissedilerek, ilke ve değerlere öncelik tanıyan üslubuyla büyük başarı kazandı. Bugünlerde sıkca eleştirilip çöktüğü iddia edilen “sıfır sorun politikası”nın iç-dış politikanın aynı uzamda ele alınmasına imkan tanıyan boyutları bu başarının örneği. Türkiye’nin siyasal sisteminde “düşman komşu ülkeler” söylemi üzerinden kendini üreten vesayetçi anlayışın geriletilmesinde komşu ülkelerle Türkiye’nin arasındaki ilişkileri “normalleştiren” bu stratejinin etkisi göz ardı edilmemeli.
Türk dış politikasının kazandığı başarıların başka bir sebebi dünyadaki ve uluslar arası sistemdeki değişim ve dönüşümleri sırf katı politik aktörler yani devlet ve organizasyonlar üzerinden düşünmemesi; bu ilk gruba nazaran daha gevşek, daha karmaşık ve kendiliğindenciliğe daha yatkın olmaları hasebiyle politik süreçlerdeki etkisi daha uzun vadede hissedilen kamuoylarına hitap edebilecek ilke kavram ve değerleri üretebilme becerisi.
Türkiye için yeni bir kavram olsa da “kamu diplomasisi” bu tür ilkelerin, kavramların ve değerlerin muhatap kamuoylarına aktarılabilmesi için sistematize edilmiş temel bir çer- çeve. Türk kamu diplomasisinin işe öncelikle Türkiye kamuoyundan başlamasını da hem toplumda artan dış politika ve diplomasiye yönelik ilginin tatmin edilmesi, hem de bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası sistemde durduğu yerin, savunduğu değer ve ilkelerin bir gereği. Hedefleri ve amaçlarına kendi kamuoyunu ikna edememiş, kendi halkının rızasını kazanamamış bir kamu diplomasisinin muhatap ülke kamuoyları üzerinde etkili olacağını düşünmek abesle iştigal olacaktır. Bazı işaretleri Sudan, Arakan, Filistin, Endonezya gibi ülkelere Türk halkının gösterdiği duyarlılıkta görüldüğü gibi uzun vadede Türk dış politikasının özgül yolunu en iyi yansıtan kurumsal ve kavramsal enstrümanın Türk kamu diplomasisi olacağını düşünüyoruz.
Bir eksikliğe binaen
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Dr. Gaye Aslı Sancar’ın “Uluslararası Halkla İlişkiler Yöntemi Olarak Kamu Diplomasisi: Türkiye İçin Bir Model Önerisi” başlıklı doktora tezi, kitap olarak yayınlandı. Beta Yayınlarından çıkan kitap Türkiye’de kamu diplomasisi alanında yayınlanan ilk kitaplardan biri. Dr. Sancar, bu çalışmaya başlarken, kamu diplomasisi alanında iletişim çalışmalarının eksikliğini fark ederek yola çıktığını vurgulayarak, konunun iletişim boyutunun eksikliği çıkış noktamı oluşturdu, diyor. Kitap, bu alandaki araştırmalara referans olma amacını taşıyor.

27 Eylül 2013 Cuma

‘Üç tarz-ı İslamcılık’ ve ciddi bir özeleştiri

Hamza Türkmen kitabında 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de etkili olmuş belli başlı İslamcı faaliyetleri, çıkarılan dergileri ve cemaatleri değerlendirerek yaptığı ayrımın belirleyiciliğinde ciddi eleştiriler yöneltiyor.
Siyasi ve entelektüel bakımlardan Batılılaşma dönemi Türk düşüncesinin en önemli figürlerinden biridir İslamcılık.
Geç dönem Osmanlı siyasi düşüncesi içinde Batıcılık ve milliyetçilikle girdiği polemikler, ayrıca İttihad-ı İslam, Panislamizm gibi siyasi tavırlarla ilişkisi bakımından önemli kamusal tartışmalarda aktif rollerde görülen İslamcılık, tek parti döneminde sadece entelektüel alanda hayatiyetini sürdürmek, siyasi alandan tard edilmekle yüzleşmişti.
Neoliberal yönlendirme
İslamcılığın modern Türk siyaseti ve düşüncesinin gelişimine çok önemli katkıları olduğuna şüphe yok.
Siyasal alanın sınırlarının belirlenmesinde oynadığı kritik rol, dünyevileşme, laiklik, din ve siyaset ilişkisi, İslam ve İslamcılık ilişkisi, modernizm-gelenekselcilik üzerinden uzun zamandır yürütülen tartışmalar ve en başta demokrasi üzerine düşünceler gibi birçok temanın içinde tartışıldığı geniş bir fikir zemini teşkil etmiştir İslamcılık düşüncesi. Bu entelektüel tartışmalar 28 Şubat’la beraber kesintiye uğramış gibi gözükse de olan kesinti değil değişimdir. İslamcılık çerçevesinde yapılan tartışmalar farklılık arzederek devam etmektedir.
Dinin güçlenmesi
Özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren dünyada dile getirilen ideolojilerin bittiği tezi, neo-liberalizmin yükselişi ve dini hareketlerde görülen canlanma Türkiye’nin son iki yüz yıllık fikri ve siyasi macerasında önemli bir yer tutan İslamcılık akımının süregelen tartışmaların hem nesnesi hem de öznesi konumunu korumasını getirdi. Neoliberal bir kültürel dönemde sürdürülen İslamcılık tartışmalarının genellikle İslam’ı ve Müslümanları anlamaktan çok, onları kendi anlam eğrisinde konumlandırmayı ve yeniden biçimlendirmeyi amaçladığını savunan Hamza Türkmen, bu tür neoliberal yorumların olgunun anlaşılmasına değil, yönlendirilmesine hizmet ettiğini düşünüyor.
Emperyalizme karşı mı?
Bu tür neoliberal İslamcılık tartışmaları ve eleştirilerine karşı İslamcıların özeleştiri yapma gereklerine değinen Türkmen, bu özeleştiri yolunu Türkiye’de etkili olmuş üç tür İslamcılığı birbirinden ayırt ederek açmaya çalışıyor: Gelenekçi çizgi, Modernist çizgi, Islahatçı çizgi. Kur’an-ı Kerim ve vahye atfettikleri öneme binaen yapılan bu ayrımda Türkmen’e göre, gelenekçi çizgi iletilmiş vahyin belirleyiciliği ve hakemliğinden çok büyük ölçüde üretilmiş İslami kültürün ölçülerini önemsemektedir. Taklitçidir. Emperyalizme karşıdır ve ümmetçidir.
Islahatçı yaklaşım
Modernist çizgideki İslamcılar ise vahyi hükümleri çağın gereklerine uydurmaya çalışırlar. Akılcı ya da tarihselcidirler. Çoğu kez emperyalizmle uzlaşım içindedirler. Yine büyük oranda ulusçudurlar. Islahatçı çizgide ise (ki Türkmen’in anlatımından çıkarılabildiği kadarıyla kendisi de bu çizgiyi benimsemektedir) nas temelinde açımlanan ıslah, ihya ve içtihad çabaları önemlidir. Bu çizgi de antiemperyalist ve ümmetçidir.
Türkmen kitabında 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de etkili olmuş belli başlı İslamcı faaliyetleri, çıkarılan dergileri ve cemaatleri değerlendirerek yaptığı ayrımın belirleyiciliğinde bütün bu faaliyetlere, dergi ve cemaatlere içeriden eleştiriler yöneltiyor.
Kitap İslamcılığın Türkiye’nin son 50 yılındaki serüvenini merak edenlerin okuması gerekli bilgi ve çıkarımlar içeriyor.
Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri, Hamza Türkmen, Ekin, 2008

26 Eylül 2013 Perşembe

TEK ŞİİR TÜRKÇE

Tek şiir türkçe
Murat Güzel

I
bakın oraya yazmışlar oraya bakın yazılmış yukarıya okuyun ne yazılmış
üstte o yazıdan da üstte yukarıda yazılı paltonuzu ceketinizi çıkarın
asın oraya bakın üstte yukarıya daha yukarıya hadi bakın
yazılmış oraya paltonuzu ceketinizi çıkarın hadi ama hadi rahatlayın
yanlış yazılmış oraya yanlış ama vallahi yanlış yazılmış ama
rahat rahat rahatlayın gevşeterek kravatınızı çözerek düğmelerini gömleğin
ama yakaları kirli ama yakaları yağlanmış
ve boynu
ince uzundur o kadının
o kadının uzun parmakları
ama şimdi lütfen biraz rahatlayın

(Hayat hay hay at! Hay hay hayat!)

"doğum yeriniz" öyle mi "doğum tarihiniz" ya öyle mi "neler yapabilirsiniz?",
"bizim için?" ya ya değil mi "neler yapabilirsiniz?"
siz bayım bizim için ne yapabilirsiniz? konferans? şiir? mektup? kitap? sohbet?
siz bayım siz emeğimiz ereğimiz asgari müştereğimiz sayın müşterimiz terimiz

T         E         M         İ         Z          T         E         R         T         E         M          İ          Z
                                                                   T

siz bayım siz bakın oraya yazılmış oraya bakın oraya dikkat yazılmış oraya ya
(yazık! kısa kadının aklı kısa eteği kumaş yetmemiş de...)
"bizim için" (şaşkınlık) hım "bizim için" bakmalıyım bonservisiniz hım
"bizim için" ama mesele şu ki hım şu ki "bizim için"
hım değil
"bizim için" hım hım değil hım değil mi ya hım
seyyahım

(lütfen sağ koridordaki dördüncü odaya giriniz!)

II
Tek yol Tek koridor Tek oda Tek masa Tek koltuk Tek kadın Tek devlet
Tek kitap
Tek Tanrı Teng Tanrı

TEK ŞİİR TÜRKÇE

çok uzun çok karışık çok ak düşmüş saçlarımı hım sakallarımı
kapan'cak defter bir kez daha alış güzelim benim aklıma
alış saçlarıma baygın bakışlarıma ay ne hoş! al beni alış!
                                                                      E
ey diyerek masum kalanlar dökülse içimizin büklümlerinden bir de

(alış satış kurları pek değişmedi
bekliyoruz ki merkez bankası bono piyasaları efektif işlemlere müdahale yani)
(müdahale!)
                                                                      M
zeka kendini bazen gazetelere kilitler herkes için spor çığ gibi seçmen kimlik bilgilerinde yüksek seçim kurulunun bildirdiği şok bir borçla gençliğe çalıntı çiniler nihayet bir parkta bulundu aynı gün bir tv kanalına ilişkisini anlatmak için üçüncü çocuğunu dünyaya getirdikten sonra hırsız olduğu sanılan bir kişi
                                                                       İ
bugüne dek bütün teknikler denendi ama şiirde bir yeniliği gündeme deme!
                                                                       Z

TEK TÜRKÇE ŞİİR

III
(Eren'i kutlayın, Hakan'ı da, Mösyö Konuk, Eni Sakın unutma, beni de beni de!
ve üstelik Kalkan ve Aladağ'da ve dahi Toksoy'da mükemmel bir şiir cür'eti!)
babamı tanımam valla, su içene yılan dokunmaz, şiir yazana kamu, pis kamu,
fransız kamu, bir bahşiş verin, fonda çalan caz, bağdat bombalanıyor,
bağdat, bağdat, bağdat, seni napçaz?

Seni napcaz ülkem, Sultan Dördüncü Murat'ı napçaz, napçaz genç Osman'ı,
ülkem, ülkerim, krakerim, bir yeğenim oldu, bir ismi ümit, bir ismi kerim
(alın bu şiiri elimden yoksa elimden bir kaza dilimden bir küfür
ya da siz en iyisi gelin yeni doğmuş yeğenime şükredin!)
şiirim, güzelim, saçlarını topuz yap, gözlerini topaz, fonda rock, ala ala,
çok dahiyane bir ritim, cıs tak cıs tak!

Bu lise diplomanız, ya öyle, yok mu başka bi şeyiniz, var ama, sizi ilgilendirmez
siz kadınlar bilmez
siz bilmez, siz ilgilenmez, ya öyle, nedir bu belge, bu ülke, bakın  konya
çıkışında kum ocakları, milli banka, milli nifak
çalışır mısınız, çalışır, niçin çalışmasın ki çalışır
sizin için kelepir madam
sizin için çalışır halde
üstüne üstlük gerçek bir adam!

IV
Bu şiirden bi bok olmaz, yürüdün mü yolu sonuna dek, ardına bakmadan
bakarsan bak, bi bok olmaz, bu saçlar bu sakallarla, bu açlar bu  toklarla
bu yağmur yağmaz, bu sokak kapalı, bu izmarit dibi, marka BAT!, yansımaya
başladı, yeni misyon, son emisyon, bang bang! banknotlar,
ah sefil şiir, sefil nakarat!

AKŞAM

(f(m)=ak/şam)

Geliyoruz nihayet asıl mesele yani mesela bayan siz
Bu şiir karşılığında bana kaç YTL ver'ceksiniz?

KAÇ DELİ PARA YANİ TÜRKÇE VER'CEKSİNİZ?

V
Masumiyet Bitti!

B İT Tİ
İT TİB


!ittiB teyimusaM


lezüG taruM

eçkrüt riiş ket

ATLILAR-2004

Ermenistan ve Ermeni meselesi hakkında her şey!

Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’da eğitim alıp, çalışmalarını Kafkasya’da sürdüren Öztarsu Ermenistan ve Ermeni meselesiyle ilgili pek çok konuyu gün yüzüne çıkarıyor.
Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan feci olaylar, bir yandan Osmanlılar’ın bir zamanlar “millet-i sadıka” olarak gördükleri Ermeniler ile Türkler arasında önemli bir sorunun, soykırım iddiaları ve inkarlarının başlangıcını oluştururken diğer yandan Türkiye’nin özellikle son 10 yılda aktifleşip çok kutuplu bir hale dönüşen dış politikasının yine önemli bir ilgi alanı olan Transkafkasya bölgesindeki ilişki düzlemleriyle bir şekilde kesişiyor.
1915’te nelerin yaşandığı sorusuna verilen ve bakış açısına göre taban taban zıt olabilen cevapların Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkileri ana çatışma eksenini oluşturduğu, bu ana sorunla birlikte sınır kapıları, Azerbaycan, Dağlık Karabağ, diaspora Ermenileri gibi çok farklı sorunların da gündeme geldiği bildiğimiz konular. Ancak bu sorunlar yumağından Türkiye ile Ermenistan ilişkilerini normalleştirmenin nasıl mümkün olacağı üstüne, her iki tarafı da mutmain edecek ölçüde politik kâr içeren bir cevaba giden yolu bulmak ise her iki ülke insanlarının birbirleri hakkında besledikleri kuşku ve önyargılardan dolayı epey güç.
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ın bulunduğu Transkafkasya bölgesinde her üç ülkede de yaşamış, eğitim çalışmalarını bu ülkede sürdürmüş bir saha araştırmacısı Mehmet Fatih Özkarsu. Türkiye’de nadir rastlanan saha araştırmacılarından. Araştırdığı ülkelerde yaşamış, oraları daha yakından tanıma imkânı bulmuş, oralar hakkındaki analiz ve incelemelerini masa başında, haber sitelerinden edindiği bilgilerle kotarmayan bir uluslar arası ilişkiler uzmanı.
Cevabı olmayan sorular
Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’da eğitim alıp, çalışmalarını Kafkasya’da sürdüren tek bölge uzmanı olan Mehmet Fatih Öztarsu’nun yeni kitabı “Ama Hangi Türkler ve Ermeniler”, Ermenistan ve Ermeni meselesiyle ilgili bilinmeyen pek çok konuyu gün yüzüne çıkarıyor. Kitap Halklararası İlişkiler, Devletlerarası İlişkiler ve Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan medya organlarından seçme röportajlar olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Bir kısmı Türkiye’de Zaman gazetesinde yayınlanan analizlerden oluşan ve Öteki Adam Yayınları’ndan çıkan kitabın, Ermeni meselesi denince akla gelen her soruya bir cevabı var, ancak bu cevapların kesin ve son cevaplar olmadığını da söylemek gerekiyor. Kitabı ve özellikle de Ermenistan’dan insan manzaraları ihtiva eden ilk bölümü okuyanlar kendilerini Ermenistan’da Öztarsu’nun rehberliğinde bilgi dolu bir seyahate çıkmış addedebilirler.
Ama Hangi Türkler ve Ermeniler, Mehmet Fatih Öztarsu, Öteki Adam, 2013

Kaynak: Ermenistan ve Ermeni meselesi hakkında her şey! - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/ermenistan-ve-ermeni-meselesi-hakkinda-her-sey/haber-791265#ixzz2fyvSMsOh

24 Eylül 2013 Salı

"UPUZUN ŞİİRLER" İÇİN SICAK VE SEVİMLİ BIR AÇIKLAMA


Ali Emre'nin Kırklar'ın altıncı sayısında (Mart-Nisan, 2004) yer alan "Upuzun Şiirler" başlıklı değinisi içerdiği muğlak tespit ve yargılar bakımından bir çok tashih, tavzih ve tasrihe muhtaçtır. Şiir okuyucusunun son dönemlerde yeni biçim ve biçem arayışlarıyla zenginleştirilmiş uzun şiirlerle daha sık karşılaştığı tespitiyle başlayan Ali Emre, bir çok güzel örneğe karşın, bu tarz şiirlerin bazı ciddi riskler de getirebileceğini, hatta getirdiğini ("içerdiğini") ileri sürmektedir. O'na göre, kabiliyetli ve henüz genç sayılabilecek bir çok şair Anglo-Amerikan şiirinin etkisiyle böyle bir eğilim içine girmektedir. Oysa Anglo-Amerikan şiir beğenisi, bizim kısmen Fransız şiiri etkisiyle oluşmuşşiir beğenimiz için fazlasıyla "soğuk ve sevimsiz" kaçacaktır. (Bu arada, edebi eserlerde karşılaştığımız "soğukluk"un bir tür "ustalık"a işaret eden emarelerden biri olup olmadığını ayrıca tartışmak gereklidir.) Daha şimdiden şu "beğeni" meselesinin yeterince muğlak olduğu vurgulanmalı. Bir beğeni nasıl oluşur, hangi unsurlara sahiptir, "bizim şiir beğeni"mizin Fransız şiiri etkisinde oluşması ne demektir ya da ne anlama gelir? Bunlar tartışmalı konular; hem de felsefi, poetik, psikanalitik, hermenötik, tarihsel ilh.. bir çok yönden. Ali Emre'nin bizim diyerek sahiplendiği beğeni türü ve bu türe dayalı yargıların içeriği ancak böylelikle muğlaklıktan kurtulabilir. Fakat bu tür bir sorgulama, büyük ölçüde bu "sıcak ve sevimli" açıklamanın sınırları dışında kalan, yani "soğuk ve sevimsiz" teorik meselelerden.
Söylemek bile fazla: Şiir söz konusu olunca, kısalığa ya da uzunluğa bakmaksızın, bir takım riskler her zaman vardır. Şairler bu riskleri nasıl ve niçin göze alabilmektedirler? Bu riskler yüzünden şiirin hangi unsurlarını tehlikeye atmakta, hangi unsurlarını ise içinde bulundukları tehlikeden kurtarmaktadırlar? Önemli olan budur. Hakşinas bir tutum bu hususu değerlendirmeyi her zaman gözetmelidir. Kanaatimce, Emre'nin değinisinde bu husus da müphem kalmıştır. Yine de hakkını yememek lazım: Emre, uzun şiirlerde rastladığı –kendisine göre- bazı kusurları da saymış. Bunlar, toparlamak gerekirse, "çok üst perdeden ve didaktizm eşliğinde sürekli konuşan, dizeleri söyleve dönüşen bir anlatıcı", "şiirin bölümlenmeyişi sebebiyle okurun dikkatinin dağılması, şiirin gardının düşmesi", "çok güzel ve iyi işlenmiş dizelerin ya da bölümlerin bütünde kaybolması"... Ama hemen sormak gerekiyor, birçok kısa şiirde de kolaylıkla rastlanan ve şiirlerin "metraj"ıyla hiçbir alakası olmayan bu kusurlar niye "upuzun şiirler"e tahsis edilsin ki?
Açıktır ki, Emre'nin "upuzun şiirler" değinisini yazmasına etkide bulunan hususlara ilişkin tespit ve yargıları, fazlasıyla aceleci ve şiir eleştirisinin gerektirdiği soğukkanlılıktan (yine o "ustalık" ve "teori" meselesi!) yoksundur. Uzun ya da Emre'nin deyimiyle "upuzun" şiirler; sadece Anglo-Amerikan şiirine, İngilizce yazılan şiirlere mi has? Sözgelimi Tevfik Fikret (özellikle "Sis"), Mehmet Akif (özellikle "Fatih Kürsüsü'nden"), Necip Fazıl Kısakürek (özellikle "Çile" ve "Kaldırımlar"), Nazım Hikmet (özellikle "Memleketimden Insan Manzaraları"), Sezai Karakoç (özellikle "Monna Rosa", "Hızırla Kırk Saat", "Taha'nın Kitabı"), Edip Cansever (özellikle "Çağrılmayan Yakup", "Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka"), Cahit Zarifoğlu (özellikle "Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı", "Çoğalmak", "Stad", "Yedi Güzel Adam") dururken bir Türk şairi niye diğer milletlerin şairlerine özenerek uzun şiir yazmaya kalkışsın? Hem niçin, "upuzun şiir" yazıcılarının bilhassa Anglo-Amerikan şairlere, İngilizce yazılan şiirlere özendiği var sayılıyor ki? Öyle ya, pekala "Sarhoş Gemi"nin Rimbaud'suna; "Maldoror'un Şarkıları"nın Mallarme'ına; "Orpheus'un İzinde"sinin Apollinaire'ine; "Kuşatma Altında Beyrut Günlüğü"nün ya da "Güneşin Ayetine Uyarak Düş Görüyorum"'un Adonis'ine; "Güneş Taşı"nın Octavio Paz'ına; "Halayık Mezarları"nın, "Venüs'ün Doğuşu"nun, "Sancaktar"ın, "Duino Ağıtları"nın R. M. Rilke'sine; "Yurdavarış"ın Hölderlin'ine; "Çılgın Nar Ağacı"nın Elitis'ine de özenmiş olabilirler. Bu listeye diğer birçok farklı milletten şair de dahil edilebilir elbette. Bu şairleri zikretmemiz tamamen tesadüf değil; andığımız şiirlerin hepsi (Apollinaire'in "Orheus'un İzinde"si hariç) Türkçe'ye tercüme edilmiştir; demek ki, bu şairler ve onların şiirleri, herhangi bir yabancı dil bilmeyen bir Türk şairini bile etkileme potansiyeline baştan sahiptir.
Ama konu bu değil gördüğümüz kadarıyla. O zaman soralım: Eleştirilen şiirlerin "uzunlukları" haricinde kalan başka bir hususiyetleri mi Emre'ye Anglo-Amerikan şairlerini hatırlatıyor yoksa? Hani şu "soğukluk" ve "sevimsizlik" meselesi... Ama bu fazla izlenimci, "emotional", yani kriter olma haysiyetine sahip çıkamayan bir kriter değil mi? Emre'nin eleştirisinin altını boşaltan bir kriter? Ya da, Emre'nin dile getirdiği şey ile dile getirmek isteyip de dile getiremediği şey arasında kalışı mı tartışmamız gereken asıl meseleyi oluşturuyor? Karar vermek hakikaten güç!
Bu "upuzun şiirler"in yazıcılarından üçünün, diğerlerine nazaran "daha güzel ve gerçekten etkileyici şiirler" yazdıklarını belirtmeyi ihmal etmiyor Emre: "Murat Güzel, Hayriye Ünal ve Ismail Kılıçarslan." İmtiyaz tanıdığı bu şairlerden daha kısa ve daha akılda kalıcı şiirler yazmalarını da bekliyor. Hayriye Ünal ile İsmail Kılıçarslan, Emre'nin tanıdığı bu imtiyaza ve onun "kişisel" beklentisine nasıl cevap verir, bunu bilemem ama, ben bu "imtiyaz"ı bir nevi bir "sus payı", bir "söz rüşveti" olarak kavradığım için vereceğim cevap son derece açık: Doğru ya da yanlış, yazdığım her şiirin kendi bütünlüğü, tamlığı ve tutarlılığı içinde olabildiğince muktesit, olabildiğince fazlalıktan ırak olduğunu düşünüyorum. Diğer "upuzun şiir" yazıcılarının (yani, H. Arslanbenzer'in, O. Özbahçe'nin, S. Işın'ın, E. Safi'nin, H. Kalkan'ın) içi rahat etsin, "çok üst perdeden ve didaktizm eşliğinde sürekli konuşan, dizeleri bir söyleve dönüşen anlatıcı"ları haiz şiirler bana nedense daha "sıcak" ve daha "sevimli" geliyor, daha samimi buluyorum onları; içten ve yapmacıksız, nasıl konuşmaları gerekiyorsa öyle konuşuyorlar; bundan dolayı, takdir edeceğiniz her türlü cezaya şimdiden razıyım haşmetmeabları; ama, ne yapayım ki, şiirin doğrudan söyleyişini düzyazının imasına yeğleme huyumu bir türlü yenemiyorum. Bir de efendim, söylemem icap etmese inanın söylemezdim, dikkati hemen dağılan şu "okur" kısmına pek yüz vermemeniz, eleştiride izlenimcilikten sıyrılabilmeniz için daha yerinde olur kanaatindeyim; bu yüzden, tanıdığınız imtiyazı, teşekkürlerimle birlikte, geri çevirme nezaketsizliğini gösteriyorum. Gerçi, belki gözünüzden kaçmıştır diye, yine de hatırlatmak isterim: Sadece dört dizeden oluşan 1999 tarihli "Seninle Yeniden" (Aşiyan 35) şiiri de bana ait, 2003 tarihli onyedi dizelik "Toplanıp" şiiri de (henüz yayınlanmadı), 1991 tarihli (bu hesapça yazdığım ilk ve en acemi şiir oluyor kendileri) ikiyüzelli dizeyi aşan "Sin/i" (Varide 23) de, üçyüzaltmış dizeden oluşan 2004 tarihli "Hepimizden Daha Narodnik" de (henüz yayınlanmadı)... Ama, bu durumu fazla önemsemiyorum, yani şu kısalık ve uzunluk meselesini efendim; takdir buyurursunuz ki, yerine getirdiği "işlev" benim açımdan daha önemli!
Şaka bir yana, akılda kalıcılık için kısalık, modern şiiri değerlendirmede yetkin bir ölçüt sayılamaz. Ezra Pound'un o "upuzun" The Cantos'u ya da T. S. Eliot'ın -yine o "upuzun"- The Waste Land'i hala zihnimizden silinemedi; aynı şekilde, gene Pound'a ait o kısacık şiirler ya da Eliot'ın "kısa" şiirleri de... Zaten Emre'nin ifadesini şekillendirirken kullandığı "daha" zarfının müphemliği bu durumun en açık kanıtı... Daha kısa, ne kadar kısa, daha daha kısa!
Yeni biçim ve biçem arayışları esnasında karşılaşılan "hünsa" metinler meselesi ise uzunluk, kısalık ya da akılda kalıcılık gibi eleştirmenden eleştirmene, okurdan okura değişen öznel ölçütlerle değerlendirilemeyecek bir meseledir. (Üstelik bu eleştirmen ya da okurların dikkati de hemen dağılıyor ya da şiire öyle bir yumruk atıyorlar ki garibim şiirin gardı hemence düşüyor. Sanırım Emre'nin bu izlenimlerinden yola çıkarak "upuzun şiir" okuyucuları için şöyle bir tasnif yapmak gerekecek: Dikkatleri hemen dağılan okurlar, yani "küçük burjuva-memur" takımı, zira "upuzun şiirleri" dikkatlice okumaya ayıracak vakitleri yok; ikinciler de "boksör"! Tabii, bir de "ne tür şiir olursa olsun okurum abiciler!" var, onlar konumuzun dışında kalıyorlar.) Doğrusu, dokuz yaşındayken okuduğum Yakup Kadri'ye ait Erenlerin Bağından tarzındaki düzyazı şiirleri (görüyor musunuz, ne büyük aksilik! Nasıl da aklımda kalmış meret!), taşıdığı bütün zaaf ve handikaplarla birlikte, akılda kalıcılık bakımından günümüzün bir çok "kısa" liriğine yeğlerim. Her ne kadar "mensur şiir" ya da Öztürkçe’siyle "düzyazı şiir" denen türe pek meylettiğim söylenemese de bu tür biçim/biçem deneyimlerinden de öğrenilecek çok şey olduğuna kaniyim- yeter ki, eleştirel yargı gücümüz (Urteilskraft), kimi üstü kapalı istifhamlarla, dikkatimizin hemen dağılmasıyla sekteye uğramasın.
Atlılar, Mayıs-2004

23 Eylül 2013 Pazartesi

Kapitalist mantığın mahrem ilişkileri

Harcama ve tüketimin kapitalist mantığının mahrem ilişkilerden doğarak onları nasıl dönüştürdüğünü ele alan Sombart, modern dünyaya dair sıra dışı bir analiz de sunuyor.
Elde etme güdüsünün, kazanç tutkusunun ve kuru kâr hissinin hiçbir şekilde kapitalizmle aynı şey olmadığını savunan Max Weber’in kapitalizmin ruhunun Protestan etiğinden doğduğunu, en azından teknik tabiriyle ikisi arasında “seçmeli bir yakınlaşma” olduğunu ileri süren Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Etiği kitabını sadece Marksistler değil Felix Rachfol, Werner Sombart ve Lujo Brentano gibi iktisat tarihçileri de eleştirmiştir.
Belki de 20. Yüzyılın en tutkulu iktisat tarihçilerindendir. Sombart erken kapitalizm çağında dinin etkisini belirlerken temel olarak Katolikler, Protestanlar ve özellikle de Yahudiler üzerinde durur. Kapitalizm Sombart’a göre Kilisenin insan zihninde bütün faaliyetlerinde egemen olduğu ve dolayısıyla sosyal ve iktisadî faaliyetlerin onun düzenlemelerine tabi olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır. Onsekizinci yüzyılın sanayici tüccarları da en az on dördüncü yüzyıldakiler kadar dindar idiler. Dinleri iş hayatlarını dölledi. Katolik kilisesi günah çıkarma ile doğrudan doğruya iş adamlarını yönlendirebiliyorlardı. Protestanlık açısından da durum benzerdir. Calvin’in öğretisi önemli bir tesir kaynağıdır. Protestanlığın tesiri öyle aşikârdı ki kapitalizmin zirveye ulaştığı yerlerde o da aynı durumda idi. Ancak Museviliğin Protestanlıktan önce olduğu dikkate alındığında Püritenliğin aslında Yahudilik olduğu görülmektedir. Zira Püriten öğretilerin Yahudi kaynaklarından çıkartılması için yeterli delil bulunmaktadır.
Lüks tüketim ve tatmin
Sombart, lüks kavramı etrafında gerçekleştirdiği analizinde, geç feodal dönemin aristokratlarının ve erken kapitalizm burjuvalarının tüketim eylemlerini konu etmiştir. Ona göre lüks olgusu temel ihtiyaçları aşacak biçimde gerçekleştirilen her türlü fazla harcamayı ifade etmektedir. Sombart lüks kavramını nicel ve nitel olmak üzere iki anlamda inceler. Sombart’a göre nicel anlamda lüks, malların ziyan edilmesiyle eş anlamlıdır. Nitel anlamda lüks ise; daha iyi malların kullanılması anlamına gelmektedir. Nitel lüks tanımı bizi incelmiş mal ile aynı anlama gelen lüks mal tanımına götürmektedir. İncelme mutlak anlamda ele alındığında kullanılan malların çoğu incelmiş mal sayılabilmektedir. Çünkü bu malların neredeyse tamamı insanın doğal gereksinimlerinden fazlasını tatmin eder.
Harcama ve tüketimin kapitalist mantığının mahrem ilişkilerden doğarak onları nasıl dönüştürdüğüne ilişkin bakış açısıyla Sombart, modern dünyaya dair sıra dışı bir analizi de sunar.
Aşk, Lüks, Kapitalizm, Werner Sombart, Çev. Necati Aça, Pharmakon, 2013

Kaynak: Kapitalist mantığın mahrem ilişkileri - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/kapitalist-mantigin-mahrem-iliskileri/haber-789305#ixzz2fiunlHiN

21 Eylül 2013 Cumartesi

AŞK

Aşk uzaktan bir etki uzayan uzun bir etki
Kemirilmiş kış güneşi ne kadar sessiz
Evet ne kader artık seninle kekeme
Ne seninle bir seninle yine serin bir aşk
Paylaştığımız kızarmış ekmekler
Bu sabah bir çay içimi paylaştığımız keder
Etkidir etiketi aşk eti kemiği sıyırıp aşk
Gürüldeyerek yanan soba yaktığın soba
Ettiğimiz kahvaltı ettiğimiz kavga
Elin kalbin yakına tırnağın yüze gözün gözlere
Uzaktan çok uzağa uzayan çöken karanlığa birlikte
Hiçbir bulantı duymadan çatılara
Evlere ve denize
Hadi ellerini anlat bana dokunup korkusuz
Beyaz köpüklerin ayak uçlarıma dek geldiği
Dizlerime dizlerin saçların kabukların ve tuz
Hayatın geldiği dile geldiği dize geldiği mahmuz

Bir kez daha başla beni bitir benimle sonsuz!

ÖZLÜYORUZ ROMANLARINI KAPKINER'İN

Esasen romancı. Böyle başlamakla onun şairliğine ve diğer alanlardaki başarılı, dikkate değer çalışmalarına, eserlerine toz konduracağımı düşünmeyin asla.
İlk okuduğum eseri Karanlıktakiler ve hemen ardından Güz İnsanları. Balzacvari insan tasvirleri ve ruhi çözümlemeleriyle bu iki eser 12 Eylül’ün hemen öncesi ve ertesindeki Konya, Malatya ve İstanbul’da yaşanan fikri sancıları, hayatın kimselere açılmayan karanlık mahzenlerini gerçek bir ressam duyarlılığıyla nakşeden bir kaleme ait.
Baskıları kalmayan bu romanları, zaman zaman bizzat kendisi yetersiz bulsa da, bence Murat Kapkıner ağabeyin varlık sancısının nüvelerini sezmemeniz mümkün değil.
Soruyorum Kapkıner kim?!
1989. Konya’da, PTT binasının arkasındaki Ertaş İşhanı’nın bodrum katında açılmış ve belki de Türkiye’nin ilk kitap kahvesi olan Karizma Kültür Merkezi’nde yakıcı bir ses tonuyla okunan bir şiir: Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine-V. Kaset cızırtılı. Kimbilir, kaç kez çoğaltılmış. Kasetin üstünde hiçbir isim yok. Sonradan Bülent Sönmez olduğunu öğreneceğim bir kişi ‘Ne güzel okuyor görüyor musun bu şiiri Kapkıner?’ diyor bana.
18 yaşımın dünyaya merakla bakmayı salık veren, bütün güzelliklere yakın olmanın erdeme yakın olmayla, güzelin her zaman iyiyle imtizaç ettiğini varsaymış gafletiyle soruyorum: Kapkıner kim?
Hemen karşıdaki kitabevi bölümünü gösteriyor: İşte şu kişi. Yanına yöneliyorum tarif edilen kişinin. Dergiliğe Varide’nin yeni çıkmış sayısını koyuyor, eski sayıları geri alıyor. Bir tane bile satılmamış. İade edilen dergilerden birini bana hediye ediyor. Artık bu yaz boyuncaKarizma’da Varide en azından bir eksik iade edilecek. Çünkü ben satın alacağım.
Halbuki çok önceden bilmeliydim. Babam ile amcamın ortak dükkanlarına 12 Eylül darbesi sonrasında gelen yayınlardan birinde karşılaşmış olmalıydım bu isimle. Hayra Hizmet Vakfı veHasan Hüseyin Varol Hocaefendi’nin mali destek ve katkılarıyla yayınlanan Çağımıza Selamdergisinin yazarları arasındaydı Kapkıner.
Daha öncesi de var. 12 Eylül öncesinde Malatya’da uzunca bir süre yayınlanan Kriter dergisinin de yazarları arasında.
Varide öncesi ve Kriter ile Çağımıza Selam sonrası kütür dünyamızın önemli basamaklarındanKelime’nin de Konya merkezli ilk 12 sayısının yayın yönetmeni. Ama Varide benim gözümde bir başka. Çünkü Kapkıner demek Varide, ‘Suya Gelen Adam’ demek. 16. sayıda dergiyi‘Kendimi kapattığım için dergiyi de kapatıyorum’ diye yazarak kapatmış, öylesine bu dergiyle özdeşleşmiş bir kişi gözümde.
Varide 35 sayı yayınlandı. 16. sayıdan sonra çıkan sayılarında şiirlerimin yayınlanması benim için ne büyük bir mutluluk.
Mikail Bayram, Şahin Uçar, M. Sait Şimşek, rahmetli Zemçi Çetinkaya, Mustafa Arıcı, Bülent Sönmez, Tahsin Varol, Metin Önal Mengüşoğlu’yla hep Varide bürosunda tanıştım, halleştim. Cahit Koytak, M. Sait Çekmegil, Saatçi Musa, Terzi Fevzi efendi ile ilgili hatıraları hep ondan dinledim. O insanları, onların menkabevi hatıralarını kendisinden dinlemek, ‘kokun aldım, yüzünü de gördüm’ diyebilmek; dostluğun, vefanın anlamını o dönemlerdeki serkeş aklımla çözemesem de şimdilerde çözmeye çalışmak…
Keder yok keder yok!
Yazdığım ilk şiiri hemen daktiloya aktarması ve o muhteşem yorumcu gücüyle büroya gelip giden herkese okuyuşu… 1992’de, ailemle (daha doğrusu rahmetli babamla) aramın açık olduğu dönemde beni babamla barışmaya, Konya’ya dönmeye ikna eden mektubunu hâlâ saklar, o satırları her okuyuşumda, şimdi olduğu gibi ‘Keder yok! Keder yok!’ diye ağlamaklı bir ses tonuyla haykırasım gelir şu dünyanın suratına.
Not Düştüm Besmeleye şiir kitabını Metin abi, Metin Özer bastı. ‘Saçına çokça aklar berkitilmiş bir Semud’ oluşun hüznüdür bu şiirlerde yansıyan.
Esasen şair. Şiiri eleştirel bir rikkatle yargılayabilen, bir şiirin nasıl okunacağını cümle aleme ispatlamış, sesdârlığıyla saygıya değer bir şair.
Varide’de tefrika edilmiş otobiyografik romanı Rüzgarın Altında Kalan Ülkem, 27 Mayıs darbesi sonrasında ülkede esmeye başlayan değişim rüzgarlarının ve Müslüman gençlerin yetişme şartlarının muktesit bir anlatımı. Astsubaylıktan malulen emekli. 20’li yaşlarında orduevi gazinolarında sanatçılık yapabilmesine imkan tanıyan bir ses ve söz ustası. Karadüzen bağlamayı geleneksel usullerle çalan ve bağlamaya sesiyle eşlik eden bir türkü ustası.
Muska!
M. Said Çekmegil merhumdan tevarüs ettiği müthiş bir diyalektiği vardır tartışmalarda. Bu diyalektiğin, ikna kabiliyetinin en güzel örneğine bir kez şahit olmuştum: Vespa’sına binip yolda türkü çığırarak Altınapa Barajı’na kadar dağlara gitmiştik. Bir restoranda bana ısmarladığı yemeğin ardından tekrar yola çıkmak üzereyken otomobiliyle ilgilenen bir vatandaş dikkatini çekti Murad ağabeyin. Yaklaştı yanına ve otomobilin ön camında sallanan muskayı işaret ederek adama ‘Bu olunca hiç kaza yapmıyorsun değil mi?’ diye tecahül-i arifane bir soru yöneltti adamcağıza. Adamcağız şaşırdı, ne söyleyeceğini bilemedi ilkin. Sonunda itiraf etti: Engellemiyor. Adama nasuh bir tavsiyede bulundu o an: ‘Bu muskaya değil, hep Allah’a güven, oldu mu?’ Adam, başını evet anlamında öne eğdi, söylenenin ve söylenme tarzının doğruluğu öylesine içime işledi ki o an.
Halkla bu kadar yakın, halktan, halkın ifadesi bir kişi Kapkıner. İblisin Son Savunması, Wesirfinger Pastanesi romanları da ilgi çekmiş, kendisinden söz ettirmişti.
İki ayrı silsileden tasavvuf terbiyesi almış, hatta Şeyh’lik için icazeti bulunan bir kişi. Buna karşın nefs mücadelesine bir an olsun ara vermeyen, aklına yatmayan konuları cerh etmekten çekinmeyen, ilme ve ilim adamına sahip çıkan, çevresindeki gençleri aydınlatan, onları olabileceklerinin en iyisi olmaları noktasında şevklendirmekten imtina etmeyen bir mü’min.
Şu an İstanbul’da, Taraf gazetesinde. Yeni romanlarını bekliyoruz.
Özledik çünkü onu, onun kalemini.

DUNYABİZİM.COM

BUNLARI SİZE ANLATMAK İÇİN

ODTÜ’de hazırlık sınıfına başladığım sıralarda, 1988’de efsanesi kulaklarıma kadar gelmiş biriydiMüfid Yüksel. Sosyoloji bölümündeki derslerde çatır çatır hocalarla tartışan, sosyolojinin vb. sosyal disiplinlerin nasıl batının sömürgeci anlayışıyla şekillendiğini onlara karşı savunan bir kişilik. Efsanenin en çarpıcı bölümü bundan sonrası. Bir gün dayanamaz bir hoca, o meş’um soruyu sorar: “Peki o zaman sen niye sosyoloji okuyorsun?” Cevap elbette muhteşemdir: “Bütün bunları size anlatabilmek için buradayım!”Müfid Yüksel
Alaaddin Camii’nde restoratörleri terletti
1995’te Müfid Yüksel, Konya şehir tasarımında dönemin büyükşehir belediye başkanı Halil Ürün’ün çağrısı üzerine Konya’ya gelmişti. Uzun uzun birlikte şehir merkezinde gezmiştik. Demirciler içindeki Bulgur Tekke Camii’nden o sıralar sözde restore edilmekte olan Alaaddin Camii’ne kadar birçok tarihî mekânı birlikte gezdik onunla. Her tarihî mekânda ayrı bir macera yaşadık. Sözgelimi Alaaddin Camii restorasyonuna bizi almak istemediler, camiyi gezmemize izin vermek istemeyen yetkililere ayaküstü yalan söyledik, ‘Zaman gazetesi muhabiriyiz’ diye. Adamlar ürküp aldılar içeri. İçerde ODTÜ’de doktora yapan İranlı bir arkeologla da karşılaştık. Restorasyon adına camide işlenen cinayetleri içi yanarak aktardı bize o arkeolog. İran’a dönmeyeceğini, Avustralya ya da ABD’ye gideceğini söylemişti. Bu, onun gözümüzden düşmesi için yeter sebepti.
Müfid YükselMüfid Yüksel’in klasik kelamî konuşma üslubunu, diyalektiğini, orada tartışma esnasında sınamıştım. Niye cami restorasyonunda beton sıva kullanılıyordu da Horasan harcı kullanılmıyordu? Terletmişti restorasyon yetkililerini. Bütün kitabelerin de yalan yanlış yerleştirildiğini çıtlatmıştı laf arasında. Buna cevap verecek yeterlilikte Selçuklu yazısını okuyabilecek bir kişi yoktu elbette yetkililer arasında.
İmamın gözleri nasıl açıldı faltaşı gibi?
Bulgur Tekke Camii’nin avlusundaki lahit ilgisini çekmişti Müfid Yüksel’in. Ve caminin çinilerinin üstünün cami cemaati tarafından imamın öncülüğünde boyanıyor oluşu… Kızgınlıktan ateş saçacak gibiydi Müfid Yüksel. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Bu çinilerin her biri (rakam temsilidir, M.G.) 500 milyon lira. Bunları örtmeniz camiyi güzelleştirmez, aksine çirkinleştirir.” Rakamı duyan imamın gözlerinin faltaşı gibi açıldığını görünce de eklemişti: “Sakın bu çinileri söküp satayım deme, bir daha geleceğim, kontrol edeceğim!”
Bir fikir olarak Konya’daki Büyük Bedesten’in yenilenmesi projesini ilkin Müfid Yüksel’den işitmiştim. Şimdilerde, yani aradan 15 yıl geçtikten sonra Konya Büyükşehir Belediyesi’nin bu yönde bir girişimi var.Müfid Yüksel -Şeyh Bedreddin
Şeyh Bedreddin’i yanlış tanıtanlara
Müfid Yüksel’in belki de zihnimizi açan en önemli teşebbüsü Şeyh Bedreddin üzerinedir. Musa Çelebi’ye kazaskerlik yapmış o büyük âlimin, 20. yüzyıl başlarında Şemseddin Günaltay eliyle Nazım Hikmet vb.’lerine meze kılınmak istenmesi ve Osmanlı’daki sosyalist düşüncenin ilk temsilcisi olarak yanlış tanıtılmasına uzunca bir muhalefet şerhi düştü, Şeyh’in torununun yazdığı menakıbnameye dayanarak.
Tayyip Erdoğan’ın danışmanıydı
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Alevilik çalıştı. Alevilerle ilgili konuda belediyeye danışman olarak hizmet verdi. Sonradan “dönmeler” konusunda da birtakım çalışmaları oldu. Fakat bütün bu eserleri Müfit Yüksel’in asıl yeteneklerini çarçur ettiği eserler olarak görülmeli bence.
Aileden edindiği klasik ilimler birikimi ile ODTÜ Sosyoloji’den edindiği disipliner bakışı sentezleyebilme kudreti onda var. Güncel meselelere eğilmek gerekli elbette, an’ı yitirmeden evrensele açılabilme becerisi. Geçici olanda kalıcı olanı yakalayabilme yeteneği.
Zaten aydınlarımızın en temel problemi bu değil mi?

Murat Güzel, portre yazılarına kaldığı yerden devam ediyor
kaynak : dünyabizim

19 Eylül 2013 Perşembe

İttihad-ı İslam düşüncesi ve Avrupa Birliği


Yaklaşık 10-11 yıl sonra Zaman gazetesinde yayınlanmış bu yazımı tekrar okurken AVrupa Birliği'nin Türkiye hakkındaki düşünceleri konuşunda son derece iyimser olduğumu fark ettim. Avrupamerkezciliğin çözülme süreciyle İttihad-ı İslam düşüncesinin tekrar bağlamsallaşması konusundaki öngörüm ise aradan geçen yıllar boyunca giderek kuvvetli bir ihtimale dönüştü. Özellikle Mısır darbesi ve Suriye konusunda Avrupa Birliği'nin takındığı iki yüzlü, çıkarcı politikaların tarihi 400 yıla kadar uzanan ve tarih, sosyal bilimler, coğrafya vb. bütün düşünme alanlarını kaplamış bir söylemin dağılışından mı kaynaklandığı yoksa bu dağılışa katkı mı vereceği ayrıca ele alınmalı. Ama bana kalırsa Batılı ve bazı monarşik Müslüman devletlerin takındığı tavırlar İttihad-ı İslam Düşüncesi'nin tekrar yükselişi ile seçmeci yakınlaşma içinde...

Türkiye’nin AB üyesi olmasının İslam Dünyası’ndaki muhtemel itikadî, siyasî ve kültürel etkilerinin neler olabileceğini ve ümmet kavramıyla siyasal ifadesine kavuşan İttihad–ı İslam tasavvurunu nasıl değiştireceğini düşünmek gereklidir. Bilindiği gibi Türkiye gerek üzerinde bulunduğu coğrafyanın jeostratejik ve jeopolitik öneminden gerekse bu coğrafyada yaşayan insanların tarihsel ve toplumsal tecrübelerinden kaynaklanan konumuyla İslam ile Batı arasında kültürel ve siyasal bir geçiş noktası vazifesini deruhte etmektedir. Türkiye’nin üyelik talebinin AB tarafından nihai olarak kabul edileceğinden kuşkulanmak için elimizde yeterince karine yoktur. Bu talebin kabulü halinde İslam ve Batı arasındaki ilişkiler ne yönde dönüşecektir? Bu ilişkilerin dönüşmesi Müslümanların birliği terkibiyle ifade edilen tasavvurları nasıl bir etkiye maruz bırakacaktır? Bu soruları şimdiden düşünmekte fayda vardır.
İttihad–ı İslam düşüncesinin iki tarihsel bağlamı
Bu anlamda Müslümanların siyasi, sosyal ve kültürel birliğini amaçlayan İttihad–ı İslam düşüncesi ile onların itikadi birliğini tazammun eden ümmet kavramını birbirinden ayırt etmek elzemdir. Ümmet kavramı İttihad–ı İslam düşüncesini de mümkün kılan temel tarihsel ve itikadî referanslardan birini teşkil etmesine ve bu açıdan her türlü sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel farklılaşmanın üzerinde olmasına karşın doğrusunu söylemek gerekirse günümüzdeki Müslümanların hayatında ne siyasal ne kültürel ne de ekonomik bir karşılığa sahiptir. Müslümanların itikadi birliğinin ve kardeşliğinin şiarı olan bu kavram, siyasal, sosyal ve kültürel bağlamlarda kolayca kullanılamamaktadır. Ama bu yargımız onun her halükârda bu bağlamlarda anlamsız olduğu anlamına da gelmez kuşkusuz. Çünkü, İttihad–ı İslam düşüncesi belli bir tarihsel ve toplumsal bağlamda yürürlüğe sokulan siyasal bir proje olarak ümmet kavramının itikadi muhtevasına siyasi, sosyal ve kültürel yan anlamların kazandırılmasıyla mümkün olabilmiştir. Bilindiği gibi bu terkibin kullanıldığı ilk bağlam Birinci Dünya Savaşı öncesi dünya koşullarıdır. Bu dünya koşulları Westfalia anlaşması sonrası oluşan yeni uluslararası ulus–devlet düzeniydi. İttihad–ı İslam düşüncesi bu düzene bir cevap olarak, bu düzenin Osmanlı Devleti üzerindeki negatif etkilerini gidermek yolunda bu ülkedeki Müslümanların üzerlerine aldıkları bir sorumluluk bilinciyle ifade edilmişti. Meşrutiyet dönemi İslamcılığının İttihad–ı İslam tezinin hem atılımcı hem de korunmacı boyutları bu vesileyle fark edilebilir. Öncelikle bu tez yükselen milliyetçilik dalgalarının Osmanlı Devleti’nin Müslüman; fakat Türk olmayan unsurları üzerindeki yıkıcı ve bölücü tesirlerinden sakınma amacına matuftu. Ama, o zamana dek Osmanlı siyasetinde sembolik olmaktan başka bir yeri olmayan halifelik kurumunun da tekrar önem kazanmaya başlamasını doğurdu. Sembolik açıdan bir tarihsel atıllığı temsil eden halifelik kurumu Birinci Dünya Savaşı’nda etkinleşen bir siyasal içerik kazanmasına karşın bu etkinliği beklenen düzeylerde gelişmedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun akabinde halifelik kurumunun lağvı ve şahs–ı manevisinin TBMM’ye devri İttihad–ı İslam düşüncesinin de bu ilk tarihsel bağlamında muvaffakiyetsizlikle sonuçlandığının en belirgin işareti oldu.
20. yüzyılın bilhassa üçüncü çeyreğinden itibaren İslam dünyasının hemen hemen her coğrafyasında yeniden etkili olmaya başlayan İslamcılıklar İttihad–ı İslam düşüncesinin yerleştirilebileceği ikinci uygun tarihsel bağlamı işaret ediyor görünmektedirler. Burada dikkat edilmesi gereken iki noktayı işaret edelim. İlkin, bu tarihsel bağlam artık halifeliğin ne bir kurum olarak ne de bir şahs–ı manevi olarak mevcut olmadığı bir bağlamdır. Yine de halifeliğin Müslüman topluluklar üzerinde yokluğuyla belirleyici bir konumda olduğunu da bu vesileyle belirtmiş olalım. Bu sebepten dolayı, dünya ölçeğinde halifesizleşmiş Müslümanların ikinci tarihsel bağlamda ilk tarihsel bağlama nazaran daha avantajlı oldukları görünmektedir. Zira, modernleşmenin bu toplumlarda gerek doğurduğu negatif sonuçlar gerekse bu toplumlara kazandırdığı yeni iletişim imkanları bir ittihad arayışı yolunda Müslüman kitlelerin arzusunu kamçılamıştır. Elbette bunda ulus–devlet formasyonlarının geç kapitalist koşullarda yaşadığı kimi problemlerin de bir etkisi vardır. Bu ikinci tarihsel bağlamın Müslümanların çabası haricinde oluşan başka bir veçhesi de Avrupamerkezciliğin giderek çözülme sürecine girmiş olmasıdır. Avrupa artık ne felsefî ne kültürel ne de ekonomik açıdan dünyanın yegane çekim bölgesi ve dünya–tarihsel süreçlerin tek öznesi olarak kavranamaz. Bu durum da yeni İslamcılıkları içine yerleştirdiğimiz tarihsel bağlamın ikinci önemli noktasını teşkil eder.
Avrupamerkezciliğin merkezsizleştirilmesi
Batı düşüncesi içerisinde Avrupamerkezcilik (Eurocentrism) büyük ölçüde dünya–tarihsel süreçlerde Batı’nın merkeziliğinin kaybolmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkan ve dışlama mantığı olarak işleyen bir söylem biçimidir. O, Avrupa kültürünün diğer kültürlere nazaran daha üstün ve yetkin olduğunu vurgulamanın entelektüel ve felsefî bir aracıdır. Fakat bu söylemin ortaya çıkabilmesi için en azından bu üstünlükçü edanın kendi geçerliliğinden şüphelenmeye başlamış olması gerekir. Yani, Batı artık diğer kültürlerin kendilerini karşısında taklit etmek zorunda olduğu bir kültür olmaktan çıkmış ve bir nebze de olsa diğer kültürler arasında bir kültür olma statüsüne, asıl statüsüne iade edilmiştir. Bu açıdan Avrupamerkezcilik Batılı global güç ağının bir arada durmasını sağlayan söylemlerin en önemlisidir. Bu konuda önemli çalışmalara imza atmış S. Sayyid gibi teorisyenlerin de sarahaten belirttikleri gibi Avrupamerkezcilik mantığı Batı’nın haricindekileri’ kendi yerlerinde tutan (saydıran) görünmeyen bir imparatorluktur (Fundamentalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, s. 169. Vadi Yayınları)
Günümüzde Avrupa Birliği’nin ulus–üstü bir siyasal organizasyon olarak ortaya çıkmasında temsil edilen şey; felsefî, siyasal ve kültürel imaları açısından Avrupamerkezciliğin çözülüşünün işaret ettiklerinin üstesinden gelme çabasıdır. Bu açıdan İttihad–ı İslam düşüncesi ile AB arasında siyasal bir gerilimin yaşanması mukadderdir. Fakat Müslümanların Birliği düşüncesinin sadece fikrî bir proje, bir imge olması; yani realitede şimdilik bu imgenin bir karşılığının olmayışı sözünü ettiğimiz gerilimin bir ölçüde de olsa ertelenmiş bir gerilim olarak anlaşılabileceğini de göstermektedir.
Tezkire Dergisi Yazı İşleri Müdürü
Zaman/26.03.2002

İslam ve modernleşmenin panaroması

İslam ve modernleşme, din ve modernleşme konusunun son derece girift ve çapraşık, içinden çıkılmaz, “mesele içinde mesele” sayılabilecek devasa bir örgü yumağına dönüştüğünü kabul etmek gerekli. Modernleşmeyi sadece İslam dini ve kültürü düzeyinde ele almanın yanıltıcılığı bir yana, modernleşme dendiğinde zihinlerimizde oluşan imgenin Batıcı/Avrupacı değerler silsilesini yansıtması, Avrupa’nın Avrupalılaşması, Batı’nın Batılılaşması ile Avrupa dışı, Batı dışı sayılan kültür ve medeniyetlerin modernleşmesi arasında kendiliğinden bir diakronik ayrımın gözetilmesinin fikri ve siyasi anlamı da tartışmaya açıktır. Yirminci yüzyıl boyunca sayısız veçheden araştırmaya konu edilen İslam’ın modernleşmesi meselesi sadece Türkiye’de değil, dünyada da çok farklı bakış açılarıyla ele alınmış, incelenmiştir. Bedri Gencer, aynı konuyu  “Hıristiyanlaştırmadan medenileştirmeye Batılı kozmopolis projesinin sekülerleşmesinin modern Batı/Doğu karşılaşmasını nasıl etkilediği” merkezî sorusundan hareketle ele alıyor. Gencer’in eseri, İslam’da modernleşmeyi ilk kez Batı ile Doğu’nun bu büyük karşılaşması bakımından ele alıyor. Eser, Batı ile İslam düşüncesi, geleneksel ile modern İslam düşüncesi ve Osmanlı ile diğer İslam düşüncesi arasında mukayeseli ve kuşatıcı, sosyolojik bir perspektiften sosyal ile düşünsel değişim arasındaki etkileşim bakımından on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla İslam dünyasının modernleşmesi sürecini derinlemesine inceliyor.
Çalışmada on dokuzuncu asır İslam dünyasında modernleşmeye karşı alınan bütün tavırlar, modern İslam incelemeleri için bir analiz çerçevesi oluşturmak üzere kategorileştiriliriliyor.
İslam’ın Türk ve Arap yorumu
İslam düşüncesindeki paradigmatik değişimin derecesini göstermek için de Osmanlı ve Mısır İslam düşüncesinin temsilcileri olarak alınan Namık Kemal ve Muhammed Abduh örneklerinde “gelenekselcilik/modernizm” olarak iki ana tipe dönüştürülerek karşılaştırılıyor. Eser, böylece bugün İslam dünyasının yaşadığı müzmin problemlerin kaynağına inmeye ve bu problemleri aşmak için çağımızda genelde İslam, özelde Türk İslam düşüncesinin taşıdığı potansiyeli ortaya koymaya çalışıyor. Sömürge-sonrası paradigmalara meydan okuyan tek örnek olarak Osmanlı’nın kendine özgü, dinamik İslam yorumunu Arap İslam yorumuyla mukayese yoluyla ortaya koyan eser, modern İslam incelemelerine yepyeni bir boyut getiriyor. Bedri Gencer, tüm yönleriyle modern İslam dünyasındaki değişim sürecinin zengin bir panoramasını sunarken sağlam bir muhakeme ve akıcı bir dille problematik durum ve fikirlere doyurucu açıklamalar getiriyor. Esere, ayrıca Şerif Mardin de bir sunuş yazısıyla katkıda bulunmuş.

Lacan ile post-modern felsefeye giriş

Psikanalizin kurucusu Freud’un Fransız yorumcusu Jacques Lacan, gerek kendi iddiasıyla gerekse başka bazı yorumcuların ifade ettiği şekliyle Freud’un psikanaliz öğretisini ilk kez tutarlı bir kuram düzeyine çıkarma işini başarmıştır. Lacan kendi psikanaliz anlayışını ve Freud’u neredeyse bir ‘davranışçılığa’ indirgeyen Amerikalı Karen Horney ve Eric Fromm gibi isimlerin yorumlarını reddederek geliştirir.
Lacan’a göre, insan deneyinin içinde dilsel “imleyen” («signifiant») vardır, deney «imleyen»le başlar. Böylece deneyin çelişik ilişkileri, “imleyen”lerin, daha doğru olarak “imleyen”lerin içinde yer aldığı «imleyenler ağı»nın, dilsel dizgenin ilişkilerine dönüşür. Bu ağın bütünü “özne”den başka birşey değildir. Öyleyse ‘id’in bulunduğu yerde de “özne” vardır: “Burada, düşlerin alanında, kendi evindesin.” İmleyenlerin ilişkileri insan tecrübesinin her noktasında karşımıza çıkar. Çelişki imleyenlerin ağının (tüm insan konuşmasının, simgelerin oluşturduğu ağın) delinip yırtılması, psikanalitik tedavi ise bu ağın onarılması demektir. Bu türlü -ego’nun güçlendirilmesinden uzak olan- bir tedavi kavramı, Lacan’a göre, Freud’un öğretisine asıl uygun olanıdır. Çünkü yine Lacan’ın gösterdiğine göre, nevrozların temelini oluşturan kopukluk ya da çelişki bilinçle bilinçdışı arasında değildir, ama bilinçdışının kendi içindedir.
Lacan’ın Freud yorumunun -mantık ekonomisi yönünden- iki ana ilkede toplandığını söyleyebiliriz: İnsan deneyinin ulaştığı her yerde imleyenlerin ilişkilerinin bulunması (“bilinçdışının bir dil gibi yapılaşmış” olması), nevroz çatışmasının bilinçdışının kendi içindeki bir çatışma olarak, bu ilk ve ön aşamada, adeta kendi yuvasında yakalanması anlamına gelir.
‘Bir komando harekatı’
Bu yorum tarzı örtük bir biçimde de olsa Freud’da bulunmaktadır: Freud’un çeşitli eserinde, ama kuşkusuz en başta Rüya Yorumları adlı eserinde dile, simgelere verdiği önem bu açıdan ilginç ve anlamlıdır. Sonuç şudur: Saussure’un bize tanıttığı, dilin bir dizge olarak bütünselliği, dil içindeki her öğenin ancak dilsel dizge içinde kendi “değer”ine kavuşması, dil üzerine eğilen bakışımızın, her türlü sezgi, «anlam» ve «tarih» kaygısını bir yana bırakarak “imleyen”/ “imlenen” ilişkisine dair mütekabiliyetin gösterdiği yolu izlemesindeki gereklilik, Lacan’da kuramsal olarak genişletilerek yeniden değerlendirilmektedir: dil dizgesi bilinçaltını da içine alır.
“Benim Öğrettiklerim” Lacan’dan Türkçe’ye çevrilen ilk kitap. Üç konferans metnini bir araya getiren kitap Jacques-Alain Miller’ın deyimiyle bir komando harekatı. Modern ve postmodern felsefe ve düşünceler üzerinde derin bir etki bırakmış bu Fransız psikanalist-filozofu okumaya başlamak için iyi bir fırsat.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Çatışan feminizmler ve kadın politikaları

Çatışan Feminizmler kitabı Seyla Benhabip, Judith Butler, Drucilla Cornell ve Nancy Fraser’ın, yani kendilerine özgü felsefi feminizmleriyle tebarüz etmiş dört Beyaz Amerikalı kadının feminizm ve postmodernizm ilişkileri konusunda aralarında geçen tartışmaların derlenmiş bir hali. Feminizmler ile postmodernizmler arasındaki ilişkilerin niteliğini sorgulayan, feminizmin postmodern tezlerden alabileceği destekleri irdeleyen, postmodernizmin hangi savlarına karşı olması gerektiğini düşünen bir felsefi fikir alışverişini yansıtıyor.
Seyla Benhabib, feminizm ve postmodernizm arasındaki ilişkileri daha geniş kültürel akımlar içerisinde değerlendirmenin anlamlı olacağını ileri sürerek feministlerin ‘insanın ölümü’, ‘tarihin ölümü’ ve ‘metafiziğin ölümü’ gibi konulardaki ‘zayıf’ postmodern tezlere sıcak, fakat aynı konulardaki ‘güçlü’ tezlere ise soğuk bakmaları gerektiğini düşünüyor. Ona göre bu güçlü tezlerin ‘insanın ölümü’yle ilgili olanı, öznellik fikrini bütünüyle dışlar. Bu dışlama, kendiliğinden tarihsel değişim için gereken özerklik, sorumluluk ve düşünümsellik gibi idealleri de dışlamış olur. ‘Tarihin ölümü’ tezlerini ise kurtuluş idealini toplumsal çözümlemenin dışında bırakması sebebiyle eleştiren Benhabip, metafiziğin ölümü konusunda da felsefeyi reddeden formülasyonları şiddetle eleştirir. Benhabip’e göre kişinin kültürel normları çelişik olabileceğinden, bu çelişkileri gidermek için daha üst ilkelere ihtiyaç duyması kaçınılmazdır.
Post feministler
Benhabip, temelde bağlı olduğu Eleştirel Teori doğrultusunda belirli siyasi/teorik tutumların birçok postmodernizm formülasyonunun reddettiği felsefi varsayımları gerektirdiği sonucuna ulaşır. Ona göre, postmodernizm nihayetinde edilgin bir tutum doğurmaktadır.
Butler ise Benhabip’in bakışına nazaran daha ters bir perspektif kullanır. O, belli bir kurtuluşçu politikaya girişirken ne tür felsefi ilkelere sahip olunması gerektiği konusundan çok, kurtuluşçu politikalar için gerekli olduğu savlanan felsefi varsayımların politik sonuçlarıyla ilgilenir. Butler, Postmodernizmden daha çok postyapısalcılığı düşünür. Bu iki kavramın Butler için belki tek olumlu yanı, ‘iktidarın kendi koşullarını müzakere etmek isteyen kavramsal aygıt’a nüfuzunun yollarını göstermesidir. Butler, sadece özne kavramına ya da bu kavramın varsaydığı şeylere, sözgelimi failliğe karşı çıkmaz, bununla birlikte bu kavramların nasıl kullanıldığını da sorgular: Kimler özne olarak görülür ve bu tür yapıların dışında tutulanlara ne olur?
Nancy Fraser ise ‘tarihin ölümü’ ve ‘metafiziğin ölümü’ konularında Benhabip’in, ‘öznenin ölümü’ konusunda da Butler’in formüle ettiği düşünceleri eleştirerek kendi konumunu açıklar. Benhabip’in gerekli gördüğü normların kendilerinin doğaları itibariyle toplumsal olarak kurulmuş olduklarını düşünen Fraser, geçerlilik kriterlerini dile getirme iddiasındaki felsefenin ‘tarihsel olmayan, aşkın bir söylem’ olarak anlaşılması durumunda, felsefe olmaksızın da ‘toplumsal eleştiri’nin sürdürülebileceğine inanır.
Butler’ın Foucault’dan esinlenerek dile getirdiği görüşlerin de olumlu değişim ile olumsuz değişim arasındaki ayrımı reddettiğine inanan Fraser ‘Başkaları susturulmadan hiç kimsenin sözün öznesi olamayacağı gerçekten doğru mudur? Özneye yetki vermek doğası gereği sıfır toplamlı bir oyun mudur’ diye sorar.
Melez düşünceler
Butler gibi Drucilla Cornell de temelci ilkelerin gerekliliğini sorgular. Bu ilkeler yerine etik tavır diye adlandırdığı tavrın feministler tarafından benimsenmesini savunur. Bu tavır, ‘öteki’yle şiddet içermeyen, ‘öteki’ne kendi mekânında yer açan bir ilişkiyi amaçlayan bir tutumdur.
Dört beyaz Amerikalı kadın feminist filozofun, feminizm ile halen etkisi hissedilen politik-entelektüel gündem arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu, olması gerektiği konularında sürdürdükleri eleştirel fikir alışverişi, hem Feminizm’in monolitik bir politik-felsefi yaklaşım olmadığını, hem de bu feminizmlerin farklı teorik kanallardan nasıl beslendiğini göstermesi bakımından. Dil, tarih, özne, metafizik ve kadınların özgürleşimi konularında ileri sürülen fikirlerin birçoğu, günümüz Türkiyesi’nde yeniden üretilmeyi bekliyor.
19 MART 2008 STAR-AÇIK GÖRÜŞ