30 Ekim 2013 Çarşamba

KARLI BİR GECE VAKTİ BİR DOSTU UYANDIRMAK

2 Şubat 2002. Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan gece. Sabahında kendimi şu dünyada en yalnız hissettiğim gece. Akşam kardeşlerimin "Babam ağır hasta abi, acil gel!"şeklindeki telefonları üzerine Ankara'dan alelacele yola düşmüş, 4 saatlik bir yolculuk sonucunda eve gelebilmiştim. Gecikmiştim.  Babam aynı gece saat 2 sularında vefat etmişti. Alnımda müthiş, dayanılması çok güç bir serinlik. Annem bir köşede ağlıyor, kardeşlerim ağlıyor, ben ağlıyorum. Neden sonra sabah ezanlarıyla birlikte bir şeyler yapmak gerektiği aklıma geliyor. Birilerine haber vermeliyim. Cenaze için hazırlık yapılmalı. Ne yapılmalı?
Saat 5.30'da Yasin Aktay'ı arıyorum. "Hemen geliyorum" diyor. Adresi tarif ediyorum. Bir saat sonra bir telefon. Taksi tutmuş hoca, ama hava sisli olduğu için evi çıkaramamışlar. Dışarı çıkıyorum. Taksiyi "İlyas'ın kavakları"nın orada ("İlyas'ın kavakları" diyebileceğiniz bir mıntıka kalmadı artık Konya'da. Çünkü İ;lyas'ın kavakları diye bilinen tarihi kavak ağaçları yanlış beledi uygulamalar sonucunda göz göre göre kurutuldu ve kökten kesildi), Adese Mengene Şubesi'nin ilerisinde buluyorum.
Çok düşündüm bu olayı sonradan. Kime bu kadar güvenebilir bir insan? Gecenin bir yarısı telefon açıyorsunuz, kendi sıkıntılarını dert etmeyen bir insan taksi tutarak yardımınıza, sizi teselli etmeye geliyor. Soğuk, sisli bir gecede üstelik.
"Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak" başlıklı bir şiiri var İsmet abinin. Bu şiiri her okuyuşumda aklıma bu olayın ve Yasin Aktay'ın gelmesi, öyle olmadığını bilsem de, sanki İsmet abi bu şiiri Yasin Aktay için yazmış diye düşünmem niye garipsensin ki?

Tezkire'den önce
Yasin Aktay'la ilk tanışmamız 1991'dir. Ankara'da, Sakarya Çay Ocağı'nda ve Sakarya Caddesi'nde uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. ODTÜ Sosyoloji'yi yeni bitirmiş, evlenmiş (Yasin beyin eşi Mevlüde hanım ODTÜ Makina'dan sınıf arkadaşım, Mevlüde hanım başörtüsü yasaklarından fırsat buldukça öğrenimini sürdürdü ve o da ODTÜ Sosyoloji'yi bitirdi), böbrek ameliyatı olmuş,  ODTÜ'de yüksek lisans öğrenimine başlamış. Beni yeni çıkmakta olan Tezkire'ye yazmam için zorladığını biliyorum. İlk yazım 1994'te Prof. Dr. Ahmet Akbulut'un doktora tezi üzerine. Kelam profesörü Ahmet beyin ilk dönem İslam tarihindeki siyasi olayların kelam tartışmalarına etkilerini incelediği bir çalışmasındaki modernist yorumları muaheze etmişim. Ardından diğer yazılar... Her yazı öncesi Yasin beyle yaptığım uzun mütalaalar... Yazı yazmakta son derece zorlandığımı bilmesine karşın, ısrarla teşvik etmesi beni. Müslümanların inisiyatif sahibi olmaları gerektiğine dair yaptığı uzun konuşmalar...

Ahmet Çiğdem bile iyimser!
Tezkire yayın kurulu toplantılarındaki demokratik ve paylaşımcı ortamı, fikir jimnastiklerini, teorik tartışmalara İslamcı müdahalenin nasıl olması gerektiğine dair görüş teatilerini, Tezkire etrafında oluşan yeni genç entelektüel kuşağı düşünüyorum. Bu kuşağın oluşumundsa Yasin Aktay'ın rolü büyüktür. SETA Vakfı Washington Direktörü Nuh Yılmaz, ben, Cemalettin Haşimi, Hatem Ete, Özkan Gözel, Şevket Kotan, Tezkire'nin ikinci entelektüel kuşağı olarak bilinen diğer isimler hep bu katkıların bir ürünü.
İnisiyatif sahibi bir entelektüel. Düşünün ki hemen her konuda "kötümser" ve "küskün" olmayı başarabilen bir Ahmet Çiğdem, Yasin Aktay konusunda iyimser olmaya ikna olabilmiştir pekala. Kafasına yatmayan düşünceleri eleştirmekten çekinmeyen bir Erol Göka'nın kafasına birçok düşünceyi kabul ettirebilen bir kişidir Aktay. İkna edici yönleri bu açıdan en üst seviyededir, insani ilişkileri hakeza.

Akademik çetelerin gadrine rağmen
Selçuk Üniversitesinde Prof. Dr.
Bu üniversitede 28 Şubat sürecinde pıtırak gibi ortalığa saçılan bazı akademik çetelerin gadrine uğramasına, uzunca bir süre özlük haklarının gasbedilmesine karşın mücadele ve çalışma azminden zerrece kaybetmeden bileğinin ve zihninin hakkıyla bu unvanı edinmiş bir kişi.
Türkiye'de sosyla bilimler alanında önemli üç derginin editörü: Tezkire, Sivil Toplum ve Milel ve Nihal. Ira Lapidus'tan 2 ciltlik İslam Toplumları Tarihi'ni çevirdi (ilk cildi geçtiğimiz yıllarda İletişim yayınlarından çıkan bu kitabın ikinci cildi de merakla bekleniyor.)
Dilthey, Heidegger, Ricoeur ve Gadamer gibi 20. yüzyılın önemli mütefekkirlerinin felsefi görüşünü yansıtan felsefi hermenötik geleneği Türkçe'de en iyi şekilde özetleyen Önce Söz Vardı kitabının yazarlarından. Türk Dininin Sosyolojik İmkanı kitabıyla Cumhuriyet dönemi din politikaları, din ile devlet ilişkilerine resmi görüşlere ters bir açıyla bakan, Alevilik ve İslam Protestanlığı tartışmalarına özgün katkılar sunan bir sosyolog.
İletişim yayınlarının 'Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce' başlıklı 9 ciltlik devasa ansiklopedik çalışmasının 'İslamcılık' cildinin editörü. Yeni Şafak gazetesinde Pazartesi ve Cumartesi günleri yazıları yayınlanıyor.
Türkiye'de İslamcı düşünceye yaptığı katkıların ana mihveri siyaset düşüncesine getirdiği açılımlar. Bu açılımların neler olduğunu bu kısa portre yazısında ayrıntılı bir şekilde dile getirmek mümkün olmasa da şu söylenebilir: Müslümanlar, Müslümanlıklarını gizlemeden siyasal alanda aktif roller üstlenmeli ve bunu yaparken dini bakımdan da ofsayda düşmemeliler.
Udi. Sosyal bakımdan iletişim kurma kabiliyeti çok yüksek. Birçok sosyal organizasyonun oluşumunda zihni, fikri ve mali destek vermekten kaçınmayan, Müslümanlar'ın dertleriyle dertlenen, dünyada ve ahirette isminin salih kullarla birlikte anılması için bütün cehdini gösteren tam bir mü'min ve tam bir ilim sahibi.

DUNYABİZİM.COM, 12 TEMMUZ 2009

Modernliğe 'hariçten' bakalım

Mustafa Aydın'ın Modernliğe Dışardan Bakmak kitabı Modernlik meselesine şimdiye kadarkilerden daha farklı bir yerden bakması ile önemli.


Gene modernizm!
İslam ve Modernlik sorunu son 25 yılda ortaya çıkan postmodernizm tartışmalarıyla yeniden gündeme oturdu. Postmodernizm eleştirileriyle 18. ve 19. yüzyıllardaki iktisadi, toplumsal ve felsefi değişimlerle beslenen modern kültürün zemini tekrar tartışılmaya açıldı. Modernlik yeniden sorgulanmaya başlandı. Öteden beri, İslam ile modernlik arasında gerilimli bir ilişkinin yaşandığını bilen Müslümanlar için bu tartışmaların önemi büyüktü. Modern hayatın ve kültürün dayattığı açmazların Müslümanlar’ın hayatına verdiği zararların izalesi ve her şeyden önce ‘Aydınlanma’, ‘ilerleme’, ‘çağdaşlık’ vb. çikletlerle Müslümanlar’ın ensesinde boza pişiren batıcı (occidental) despotların akıl almaz tutum ve davranışları ‘modernlik’ tartışmalarını handiyse bizim için vazgeçilmez bir hale getirdi.
Mustafa Aydın, Moderniteye Dışarıdan Bakmak
Gelenekselcisi de modernisti de...
‘Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeli İslam’ı’ mısralarıyla birlikte ister gelenekselci olsun, ister modernist Müslümanlar’ın şimdiye kadar bu tartışmalarda tuttuğu yerin felsefi açıdan modernliğe içkin, onun felsefi altyapısına uygun olduğunu vurgulamalıyız. Modernliğe içkin ve uygun İslamcı düşünceler de pek tartışılmaya açılmadı bu tartışmaların üzerinden bunca yıl geçmesine karşın.
Şimdiye kadar yapılan modernlik analizleri, eleştirileri ve savunmaları genelde modernliğe hep içeriden bir bakışla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Modernliği tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak belirleyip ana hatlarını ve sınırlarını tasvir etmeye dönük çalışmalar, bunu genelde modernliğin temel değer ve sayıltılarını esaslı bir sorgulamaya tabi tutmadan yapmaya giriştiler. Modernlik dışında oldukları kabulüne sahip toplumların aydınlarının bile modernlik analizlerinde bu içeriden bakış önemli bir rol oynadı.
Dışardan bakmak ne demek
Temel ilgi alanlarının başında din, siyaset ve bilgi sosyolojileri gelen Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Mustafa Aydın, “Moderniteye Dışarıdan Bakmak” adıyla yayınlanan kitabında, kendisiyle ilgilenen herkesi farklı içeriden bakmaya zorlayan modernliğe karşı dışarıdan bakmaya uğraşan bir analiz geliştirmeye çalışıyor.
Anlatımı genel okura açık ve son derece sade üslubuyla Aydın, şimdiye dek görülen kusursuz modernite teorilerinin sebebini “Batı dışı aydınlar”ın modernliğe yaptıkları katkılara bağlıyor. Ona göre, Batı dışı aydınlar geliştirdikleri analiz ve eleştirilerle modernliğin çelişkilerini ve eksikliklerini eleyip onun bütünlüklü bir sistem haline gelmesini sağlamışlardır.
Modernliğe bir zihniyet olgusu olarak bakan ve onun olumlu olumsuz etkilerini sorgulayan Aydın’ın bakış açısının en önemli yanı ise eleştirel oluşu. Aynı eleştirel duyarlılığı bu kez modernliğe Müslümanlar’ın nasıl yaklaşması gerektiği konusunda kendine rehber edinen Aydın’ın modern olgulara ilişkin geliştirdiği tasnifte belirlediği ölçütler tamamen İslam’ın isterlerine göre biçimlenmiş.
Ölçütlerde bir ayar da gerekli!
Kitabın kayda değer en önemli yönlerinden birini teşkil eden modern olguları İslam’a uygunluk-mugayirlik bakımından tasnif ve yorumlamada kullanılan ölçütlerin daha ileriki çalışmalarla incelikli bir hale getirilmesi ise elzem.
Şimdiye dek modernlik ve İslam ilişkisine yer yer özür dilemeci ya da reddiyeci, yer yer eklektik bir bakışla yaklaşmış Müslümanlar’ın bu soruna, yani din ve kültürel bir form olarak zaman ilişkisine daha yakından, kelami ve fıkhi, yani kendi sözdağarlarına ve kültürel kodlarına uygun çözümler üretmeleri için bu gerekli.
Modernitenin sanıldığı kadar birlikli-bütünlüklü bir olgu olmadığını, kendine has birçok soruna sahip olduğunu vurgulayan Aydın, “Batı dışı, Doğu ve özellikle İslam toplumları için modernite, sadece edinilecek yeni bir zihniyetin, alınacak bir kültürün adı değil. Bir rakip kültürel stratejinin de adıdır ve dolayısıyla kendilerini konumlandırırken atlamaları mümkün olmayan bir olgudur” ifadeleriyle modernliğe dışarıdan bakışın niçin önemli olduğunu da ortaya koyuyor.
Modernitenin yetersizlikleri
Aydın'a göre modernite bir bilinç formu olarak büyük bir söylemdir. Her büyük söylem gibi çok farklı alt söylemlere ve rutinlere sahiptir. Birbirinden çok farklı öğe ve yordamları birbiriyle bağdaştırmayı başarabildiği ölçüde de birlikli ve bütünlüklü bir manzara ortaya çıkmaktadır. Ancak modernliğin birbirinden farklı öge ve yordamları bağdaştırmada taşıdığı bazı yetersizlikler de zaman zaman büyük krizlerin doğumuna sebebiyet verebilmektedir.
Aydın’a göre, “Modernitenin, ilerleme, yenileşme gibi yakın bir zamana kadar sarsılmaz sandığı tüm ilke ve projelerinde esaslı bir erozyon yaşanmaktadır. Bu durum onu fiili müdahalelere, saldırgan davranışlara sürüklemektedir. Gerçekten de modernite artık kendini politik baskılarla ve hatta silah zoruyla ikame etmeye çalışmaktadır.”
Son dönemlere dek modernliğin kapsayıcılığına ve gizemliliğine özel bir tutkuyla bağlanmış Batı dışı toplumlarda bile “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği” gibi STK’larla modern zihniyetin dışarıdan desteklenmeye çalışılması da bunun bir göstergesidir.
Mustafa Aydın’ın Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Merkezi’nde verdiği seminerlerin bir ürünü olan kitap sorulara akademik cevaplar sunmaktan çok modernliğin ‘dışarıdan’, yani Müslümanlar’ın bakış açısınca tartışılmasına bir katkı sunuyor.
Murat Güzel tahlil etti, değerlendirdi.
Dunyabizim.com, 13 Temmuz 2009 Pazartesi

29 Ekim 2013 Salı

UZAK KOKU

Murat Güzel, 1971 Konya doğumlu. Şiir ve yazıları; Varide, Çerağ, Jurnal, Aşiyan, Düşçınarı, Edebiyat Ortamı, Kaşgar, Dergâh, Atlılar, Kökler ve Fayrap’ta yayımlanmış. Güzel, uzun süredir şiir yayımlamasına rağmen kitap yayımlama konusunda bilerek ağırdan almış bir şair. 2008’de İz yayınlarından çıkan Uzak Koku kitabı 1997’den 2004’e kadar yazılan şiirlerden müteşekkil.
Güzel; şiirini, çoksesli şiir ve neoepik şiirle ortak noktaları olan, ama ayrıldığı önemli noktaları da olan bir ironik realizm ifadesi olarak tanımlıyor. Bu anlamda ‘90’ların sonunda doğmuş ve zamanının ifadesi olan bir şiir denebilir bu şiire. Fakat ironide bulunan Rabeleisci anlamdaki “gülme” unsuru yok bu şiirde. Ye’s ve üzüntü hakim şiire. İronik şairler esinleyicidir. Esinleyici bir şiir Murat Güzel’in şiiri. Sözcük bombardımanı altında sizi tarihin her anına şahit tutuyor. Bu anlamda sorumluluk yükleyen ve rahatsız eden bir tarafı var bu şiirin. Epistemik bir özne duyuşsal anlamda kendini geri çekerek bütün zamanları şuurunda birleştiriyor. “Bir Afrika’dan geçtim genişleyerek boğan bir karanlık gece gibi / yürek soğurken, ter soğurken teninde, / Asya soluyordu belki o zamanlar, bir salkım söğüdün gölgesi, ayışığı, /evlere, kireç badanalı kerpiç duvarlara yaslanan ihtiyar akıl, / Avrupa, ah Avrupa, Berger’in mayıs böcekleri, yakındık öyle”
Gerilimin büyük oranda sese yüklendiği, bilginin söyleme rahatça içkinleştiği, siyasi muhalefetini belirtmeye kararlı, tarih şuuru taşıyan, çağrışıma dayalı ses yinelemeleri ile örülen bir şiir Güzel’in şiiri. Tavır olarak mağdurun ve mustazafın yanında, müstekbirin ve emperyalistin karşısında oluşunu yaşamdan enstantanelerle ve oldukça şiirsel biçimde vurgular. “Uzatın ellerinizi, başöğretmen cetvel vuracak gibi, başhekim, başegemen / Disipline gidecek aranızdan iki kişi, iki parasız yatılı / rehin kalacak acil serviste iki parasız hasta / Bu gece hepten kişiliksiz, bu gece hünsa, yanımda uyuyan, bana uyan/ beni tanımlayan bütün sıfatlar”
Güzel’in ironisini daha önce “yılmış arzu” bağlamında ve “Bir Toz Meseli” şiiri özelinde çoksesli şiir ile bağlantılandırmıştım. Esasen tüm kitabın bu bağlantıya açık olduğunu düşünerek o yazıdan bir alıntıyla sözümü bağlamak istiyorum. “Murat Güzel, Neruda’nın tersine dokunmanın imkânsızlaştığı bir noktada şiir yazar. Arzu yılmış ve Güzel, -arzu açısından mezar olan- cansıza yönelmiştir. Yılgın arzunun insanı güçlü kıldığını yazıyor Cioran. ‘Vazgeçiş sonsuz bir iktidar sağlar.’ Maddeye söz geçirmenin sanırım en etkili yolu bu.” Böylece Güzel’in şiirinde, duyumsayan failin olabildiğince geri çekildiğini, böylelikle de şiirde imkânsız sayılabilecek nesnelleşmenin imkânlarının denendiğini söyleyebiliriz. 
Hayriye Ünal, 30/03/2009

SOKAKLARI KEDERİYLE GÜZELLEŞTİREN MUZDARİP

“Şehirler içinde Konya’dır Konya” diyenlerden… Murat Güzel’i yazdı Mehmet Aycı..



Bozulmadan düzelmeyecek, karışmadan durulmayacak büyüklükte bir kafası var… Gözlükleri şişecam imali… Sakalları eski kıl çadırların güneşte sararmış söküklerinden, artıklarından kalma… İlk bakışta bir mağara adamı intibaı uyandırıyor. Öyle bir şey yok da, diyelim ilk mağara adamlığından, mağara adamlığına, dahası modern mağaralara insanlık tarihinin her mağarasına girip çıkmışlığı, o loş mekânlarda barınmışlığı var.  Kendi karanlığını aydınlatmak için, içindeki ışıkları icat edilen en yüksek “watt”ta yakıyor.  O lambaların tasarımı da kendine ait… Yolu yöntemi olan bir adam… Yol ve yöntem kaybetmesi de yola ve yönteme dâhil…Murat Güzel
1971’li… Bizim kuşağın en çok okuyanlarından… Soysal bilimler diye tasnif edilen nanenin her türüne, her tadına, yetiştiği her toprağa, ark kenarlarından dere boylarına, seralardan serazat sulak tarlalara varıncaya kadar her şeyine aşina… Her rengine, her boyuna, her adına… Ondan dili biraz kekre… Konuşurken de kekre… Zihni, müktesebatının inişli çıkışlı, dağlık ovalık ve uçsuz bucaksız atlasında dolaşırken sözcüklere yüklediği anlam yahut sözcüklerin onun diline yüklediği anlam da atlas genişliğinde yol alıyor.
Ateşinin düştüğü görülmemiştir
Bir çizgi: Saçları, kaşları ve sakalları da kitap sayfalarınca sararanlardan…
Bir çizgi daha: Çay ve tütün parasına Konya yerel basınında dirseklerini çürütürken, kafasının içine dünyanın bütün konulan ve göçülen yerlerinden hayatlar, düşünceler, rüyalar çağırıyor; çalışma odasının ruhu tanımlanamaz bir harita ve halita…
Yazarken parmaklarının aklını, aklının parmaklarını dinlemediği oluyor.
Murat Güzel“Şehirler içinde Konya’dır Konya” diyenlerden…
Konuşacak kimse bulamadığı zaman kendi kelimeleriyle, kelimelerin çağrışımlarıyla konuşuyor.
Müslüman ve devrimci… Sadece devrimci denmesi bile Müslümanlığını içkin…
Yolculuğa çıkmadan yolculuğa çıkanlardan; dünyayı bir otel olarak kullanıyor.
Murat Güzel bu, kardeşimiz.
Muradı da güzeldir.
Şair.
Uzak Koku’yla kitaplı…
Bir zamanlar Tezkire dergisine emek ve omuz verenlerden…
Çokça Neo-Epikçiler arasında göründü… Hiçbir şey yazıp söylemeseydi de neo-epikçi olurdu.
Gri havalarda kederlenir belli etmez. Sokakları kederiyle güzelleştiren muzdariplerden…
Gökte kafes, yerde tuzak, denizde akvaryum karşıtı…
Ateşinin düştüğü görülmemiştir.
Yüzü Ortaçağ nedir bilmez. Vebalı değildir. Vicdanına kedi kanı bulaşmamıştır.
Böyle biliriz.

Mehmet Aycı yazdı

BU ŞAİRİ GÖRMEMEK OLMAZ!

Onun şiirinin görmezden gelinmesinin bir kaç sebebi var bizce.


Dergiler kusurludur
Murat Güzel’i şiir ve şiir üzerine yazılarıyla tanırsınız, eğer birazcık dergi takip ediyorsanız. Ama üzücü bir durum var ortada: -şairin kendisi kitabın tam zamanında çıktığını düşünse de- 1971 doğumlu şairin ilk kitabı ancak 37 yaşında çıkıyor “Uzak Koku”; daha da üzücü olanını söyleyeyim; takip ettiğim kadarıyla hakkında hiçbir eleştiri yazısı yayımlanmadı.
Şairler, kitaplarını, biraz da, “ortam hakkımda ne düşünüyor” şeklinde bir düşünceyle çıkarırlar ve bu eleştiriler sayesinde ikinci kitaplarını daha gelişkin kılmak isterler. Olumlu veya olumsuz, fark etmez, bir kımıltı, bir tepki beklerler.
Halbuki şair yerelde de kalmamıştı, şairin, bugün hâlâ yayın hayatını sürdüren Dergâh, Fayrap, Edebiyat Ortamı, Kökler (kapandı, Karagöz adıyla yoluna devam ediyor.) gibi belli başlı dergilerde ürünlerini okumuştuk. Dergiler, kalemlerine karşı bir sahip çıkmazlık içerisindeymiş gibi geliyor bana. İstese editör, dergi ekibinden işin üstesinden gelebilecek birine görev verebilir ve en azından böylece kendi çevresinde gerçekleşen yeni yayınları es geçmemiş olur. Ancak görüyoruz ki, bu kültür işleri belli bir programla değil de el yordamıyla yürüyor.
Murat Güzel, Konya’da, yani İstanbul’dakilerin taşra dediği şehirlerden birinde yaşıyor; editörler ne kadar kaliteli olursa olsun görmekte zorlanır uzaktakilerini, ama ne denli zayıf olursa olsun burunlarının dibindeki şakşakçılar daha şirin gelir onlara. Yapılan yanlışlıkları her ortamda dile getirmeliyiz, Allah için, bu yanlışların dedikodusunu yapmalıyız. Ta ki işler düzelene kadar.

Murat Güzel, Uzak KokuYoksa felsefi yazıları daha mı iyi?
Bir de, diyorum; Murat Güzel’in siyasi ve felsefi yazıları, şairliğinin önüne mi geçiyor? Ne yani, bir adam birkaç iyi işi birlikte yapmasın mı? Böyle bir şey varsa, bu yanlışlığı düzeltmemiz lazım. Hani hatırlarsınız, Bedri Rahmi Eyüboğlu şair ressamdır, der: “Resim ortamı şiirlerimden dolayı beni ressam olarak kabul etmedi, şairliğimi dillendirip durdu; edebiyat ortamı ise resimlerimden dolayı, şairliğimi görmezden gelerek ressamlığımla ilgilendi.”
Murat Güzel’in başına gelen de bu mu? Olabilir, çünkü böylesi bir haset ortamı, sanat ve akademi çevrelerinde hep vardır.

Yayınevine eleştirimiz var
Murat Güzel’in bahsi geçen şiir kitabı İz Yayıncılıktan çıkmıştı. Arada bir de olsa, İz Yayınları pek satmadığını bildiği halde şiir kitabı çıkarıyor. Yayınevi bünyesinde çıkan bazı dergilerin her ay onlarca şiir yayımlamasına rağmen, şiir kitabı basmıyor olmalarının çelişkisi düşünüldüğünde şiir kitabı basan yayınevlerine sempatiyle bakmak boynumuzun borcu oluyor. Kitabın tasarımı konusunda iki eleştirim var: Birincisi; kitabın kapağındaki sigara dumanına benzeyen görüntü, bir fizikötesi çağrışımı olan “Uzak Koku” adını hiç mi hiç karşılamamış, tasarımcı bu konuya biraz daha kafa yorarak zekice yaklaşmalıydı. Diğeri, yazının puntosu biraz daha büyük olabilirdi. Bu çok önemli değil tabii.

Murat Güzel sıkı şairdir
Murat Güzel’in şiirleri Murat Güzel’e ait; ne demek bu? Şair, şiirini yayımladığı derginin poetik tutumundan etkilenmemiş; bir akım veya bir büyük şairden ölü doğmuyor; şiiri iyi biliyor, etkileri büyük oranda dönüştürmeyi başararak kendiyle var oluyor. Şiiri imgesel, ama imgeler spontane izlenimi uyandırıyor, sıkmıyor, okunuyor. Acaba görünmezden gelmesinin nedeni şairin kendine haslığı mı? diyorum ve sanki yanıtı buluyorum. 

Tarık Erbaş takdir etti
Editörün Notu: Karagöz'ün son (Doksanların Dokusu) sayısında Murat Üstübal sayın Güzel ve şiiri ve kitabı üzerine bir yazı yazmış. Üstübal'ı iyi şairi işaret ettiği için tebrik ediyoruz! 
Dunyabizim.com, 01 Kasım 2009 Pazar


28 Ekim 2013 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİNE HAYIR


Bir kadın sustum
Bir çocuk sustum
Bir erkek hiç konuşmadım
Ben size bir söz hiç olamadım

GERÇEĞİN BİR HALKI YOKTUR
GERÇEĞİN BİR HAYATI YOKTUR

Burada duralım
Bu durakta
Bu açıklık açlık kokan tayfa
Sararak etrafını kentli oğlanlar
Uhucular uhusuzlar uğursuzlar
Bakın kemerinden taşmış bir göbek
Sıradan bir günün ilk ışığına uyanan
Sıradan bir günün ilk aşığıyla
İlk kırışığıyla yeni yetme trafiğin oynak
Halbuki tırnak geçirmeliydi ihtilal sokaklara lal sokaklara
Matrak mataralarla gerileyen bir şey bir kımıltı bir gölge bir kasnak
Bir iz bir Ankara bir poğaça bir parıltı bir parola bir zaman
Tayfı zaman etli butlu yaygın müzik
Taşkın müzik taşnak müzik dans sokaklar trans-zaman
Bugün Atlantiğin hangi ucundayız?

KALKIN VE YÜRÜYÜN

YUPPİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİİ
EUROPAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA

Biz ne zaman sokağa çıksak
Bu aksak ritim bu felsefe metinleri
Şömizli ciltler şömineli şişko evler
Bu kabarık cüzdanlar bu banka dekontları bu şiir kitapları
Bu fiilin ağırlığı dizede nehir
Bu Filistin ağırlığı göğsümde Avrupa değil
Dizanteri sıtma veba Allah-u Ekber dağları
Doksan bin şehit vererek
Biz ne zaman bir çınara yaslansak
Şeyh Edebali
Moğol istilasında elli bin öldüğümüz Kırşehir
Yürüyüşü bir topal tezenenin tellerde
Bozulayışı yavrusunu kaybeden devenin
Dil bir topal şiir
Bir ismin göverdiği kızılcık kokan dudaklarda
Hep hep
Bir yüzün görünmediği bu karanlıkta
Hiç hiç
Marmara depremi
Kırık kollar bacaklar ezik başlar
Bak burada çünkü uzun bir adım
Kolumu uzatsam buna değerek
Bir cirit çünkü sana atılsam saplanıp
Kalsam gövdede iri bir soluk
Dingin
Ah ah dingin
İnanın herkes kendinin ehlidir

İnsanın eli insana yetmez
İnsanın eli akşam
İnsanın eki
O büyük gergedan karınca bile incitmez
Kadar kirli biri çünkü attila ilhan

NEREDE EY BU TARLADAN KALKAN ÜRÜN
NEREDE HALK NEREDE HAKİKAT NEREDE HAYAT
HANGİ GÖĞE YÜKSELİR BU FABRİKADAN
BU GÖĞÜSLERDEN ÇIKAN DUMAN
BU RİZE ÇAY BU KONYA BUĞDAY BU TOKAT TÜTÜN

Burada duralım bu isimde
Çünkü bizde her şey isimle başlar
Kurban kesilir isimle
Kan akar isimle mezar açılır kapanır isim
Sabah isim öğle isim sadece bir isimdir bu bir dizi
Vehim değil vahim sayılmaz vuku bulan bulanık akan
O’nun ismiyle başlarız çünkü O Rahman ve Rahim
Kız alınır verilir isim anılır anılmaz o Azam İsim
Kara düzen saz çaldığın karagöz kara ritim
İkindi dediğin sokaklar dolu
İkindi dediğin murat güzel
Büyük bir istim
Açık ve kapalı çarşılar dolu
Burada her şeyi sayıp dökelim
Gelerek ardından yağmur kar dolu
Birinci dediğin ikinci dediğin Anadolu
Bir kadın bir çocuk bir adam
Alınır
Verilmez bir zaman
Çünkü biz bir aileyiz

TÜRKİYE BUDUR
TÜRKİYE BUDUR
TÜRKİYE BODUR

Soluk
Tıkanır gövdede dağılırken gökte bir bulut
Soluk
Alıp vermek yaşamak bir gönyeyse boş vermişim
Soluk
İşte şimdi yürü parklar hamburgerciler
Soluk
Kokoreççiler kasetçiler korsan kitaplar kitapçılar
Soluk
Kravatlı kravatsız kadınlı kadınsız
Soluk
Balgam renginde bir hayat
Soluk
Dostoyevski kahramanı değilsin
Soluk
Beşir fuat geride bıraktığın senin

OH BU DERİN SOLUK
HIRILTISIZ VE SAKİN
EH BU DERİN SOLUK
KARA BIYIK VE ESMER

Bir çocuk
Niçin hiç ağlamadı
Emziği düşünce
Kaşınınca sırtı bir adam
Bir İngiliz muhakkak
Sicim
Boynumuzda
İdam cezası kalksın

Kalsın süpürge tohumu yediklerimiz yulaf ezmesi patates püresi
Kalsın yağlı saçlar kepekler omuzlarda bacaklar soğukta titresin
Kalsın önümüzde ve ardımızda yetimlerimiz yettiklerimiz yetmediklerimiz
Kalsın imge kalsın gözyaşı melankoli sarı safran kokusu ve lir
Kalsın kahır denen diken dizde kahir ekseriyetle bu küsur halkın
Ayyuka çıksın aramızdan ne cesur bir evet ne yarım ağız bir hayır

KALKIN VE YÜRÜYÜN!
KALKIN VE YÜRÜYÜN!

Bakın bu bir küre
Bu dünyanın tablolaştığı çağdır
Eğik bir miğfer her birimiz
Eğildiğimiz doğrulduğumuz kıble
Büküldüğümüz kırıldığımız kargıdığımız
Karıldığımız toprak karşıladığımız karşı çıktığımız
Karışıklık bulunca bol sahtiyan sarıp sarmalandığımız
Anamız avradımız akşamımız aksayanımız akça
Ça ça ça müzikhollerde ça ça ça
Çan çan çan apartmanlarda balkonlarda
Bir İtalyan
Mıydı bu sokakta en çok gördüğümüz araba
Arabı çan çan çan
Bakışı bir kedi kara
Ece Ayhan

“Sanat bir dekordan ibarettir”
İyi, bas akorlarına kaldırımların
Paçalarına sıçrayan çamur
Yüzünü kemiren üzünç damlaları ve kir
Ey gövdemi vakfettiğim
Ey bir ezan vakti
Ey varlığın kapısını açan çilingir
Kocatepede bir akşam namazı
Fark ettiğim
Kenti artık bir resitale çevir

İŞTE BU ATEŞİN VE HAVANIN HİCVİDİR
BU TEHZİL TOPRAKTAN BU SU SOĞUK SATİR

Yavaş yavaş yükselen bir ses:

KALKIN VE YÜRÜYÜN!
KALKIN VE YÜRÜYÜN!

Bir kadın işte şimdi dul böyle böyle Anadul
Soyduk onu acı da dul örümcek de
Bakın işte biz böyle sövdük size ey yoksullar ve zenginler
Ey modernistler ey gelenekçiler ey diyenler ve demeyenler
Ey Avrupa sesimizi duysan da duymasan da BİR
Büktük biz bu dizeyi tam belinden kırarak
Bu secili cümlelerle seçtik kalbi hedef
İmanı eksikler gülüşsün kefere kafalar
Bir kez döndü şimşek dil bir kez daha döndü
Bir daha dönebilseydi fücur bitecekti

KALKIN VE YÜRÜYÜN!
KALKIN VE YÜRÜYÜN!

Fokurdasın artık şu çayın suyu
Bu dağ yine yere kapansın
Kavrasın perçemimizden bir zebani
Sarışın başımızı ey iğrenç ey ilenç duvarlara çalsın

AÇILMIŞ BİR AVUÇ MU YOKSA KABİR
NEREDEN GELİYOR BU UHREVİ DİL BU KİP Kİ EMİR

Tuttuk tetik tutuk
Avcı bir atmacayı nasıl tutarsa gibi elinde
Olmadı bu benzetme ama zaten içimizde bir şeyler burkuk
Bir ukde gibi burulmuş bir hayvan gibi kızışma zamanlarında
Dünya zamanlarında geveze bir kadın gibi şiir

Yetmiş diliyle bir melek
Yetmiş ayrı lisanda
Yetmiş vakit bu yüzden
Bize lanet edecek

LANET BİZE!
                               LANET BİZE!
                                                               LANET DİZE!
YABANCI VE KAHHAR
                               YABANCI VE KORKAK GÖZE!

Çekip aldık oysa biz lanetten koca bir çentik çattık
Sanki, biz de bir vakit boynu vurulan bir Çandarlı’ydık
Bir soy tükenmez kalemle bir kadın yazdığı mektuptan
Yazdığı kitaplardan kağıtlardan kendine bir kağan seçti
Bir adam eve döndü elinde ekmek yok
Ve gazete
Bir soy kendine bunca yazık etti
Sokuldu ete
Korkak bir gürültü hançeri

DOSTLAR KARTACA YANSA DA ROMA YIKILDI
KARTACA YANSA DA KARTACA YANSA DA
YANSA KARTACA
R
  O
    M
      A
        Y
           I
            K
              I
               L
                 S
                    ASASASASASASASASASASASASASA

BEYAZ ELİN UZATTIĞI BU ÇÜĞNKÜ İRİ ÇEKİMLİ ASA
YUTACAK GÖVDENİZİ GÖRKEMİNİZİ YALANLARINIZI
KREDİ KARTLARINIZI REPO FAİZLERİNİZİ
OTURACAK GÖZ BEBEKLERİNİZE KAN BU KADAR İĞRİ
İŞTE İŞTE BU KADAR İŞTE BU KADAR İŞTE KEDER GİBİ

Döndüm işte böyle gördünüz uzun aksaçlarımı karmaşık alnımı
Bir şeyim yoktu iyiydim yerimdeydim Yeremya ile birlikte
Kralınız değildim zaten bir kralınız olmadı Davud’dan başka
Bir kadın dize kırılınca yaşlanır böyle böyle dedim
Sabah akşam anlattım size yalvaç değildim
Bana belli ki her şeyleri bol bu adamlar
Bu kadınlar geçmişten kadın olmayanlar
Bu çocuklar taş atan sapan sallayan ıslık çalan geceleri
Savaşkan kavimler belli ki halk aytsa peşten koşanlar
Bana bunca suç ben değil yaklaşık bir yüz bile sığmıyordu
Kral Davud’un naibine fütur öğrettim yalnızca
Evlileri ayırmak ne kolay bekarlara sağdıç gerekse
Yol öğretmek yordam göstermek ustalık önce
Zırh dövdüm sert madenler işledim
Saygı duydum elimin emeğine
Alnım terleyince alnımı sildim yenimle
Ölünce babam gömdüm onu dua ederek
Neyse bir oğula yakışan onu yaptım işte
Namaza durdum toprak attım ağlamadım ağlamadım
Yaklaşan önce toprak alında hissedilen serinlik
Ağlamak
Keder yok! Keder yok!
Kolumdaki citizen saati süzdüm
Süslü hanedan armalarımı özenle çıkardım
Kağıt paralardan tuğralarımı kazıdım
Kılıcımı ve dövdüğüm zırhı
Serkeş atımın boynunu okşayıp
Savaşın ortası neresidir diye bakıp
Keder yok! Keder yok!
Bütün cesaretimle kıskanç Yeremya –sevgili dostum-
Kadınlar ağıt mı yakardı çamaşır mı yıkardı
Erkek mi görürdü savaşta nasıl ok attım
Kırıldı üç dişim bir yay çarpınca
Bir kalkan vurunca beynim parçalandı
Keder yok! Keder yok!

KOLAYSA ARTIN BU TAŞIDIĞINIZ HAÇLA YÜKSELİN YÜKSELİN
DEĞİN GÖĞÜN YEĞNİ YANLARINA DEĞİN
DEĞİN DEĞİN DEVİRİN NAĞMESİZ
YALNIZ NEDAMET GETİRENLERE ÖÇ VERİN

Haydi
Halay çekin barak atın bozlak söyleyin koç katın kendinize
Güç bulun altın sayın Musa’yı dağdan çağırın
Ne Samiri ancak ne Harun
Ne hayır diliniz ne şer şiveniz
Bir kadın Alman deyin
Bir erkek Türk
Bir çocuk İngiliz

BAĞIRIN BAĞIRIN BAĞIRIN

PİÇİZ! PİÇİZ! PİÇİZ!

Huruç, 2002

Teknolojinin zaman ve uzam algısına yaptığıdır

Geleneksel hiyerarşileri dağıtan, mesafe engelini ve sınırları aşan iletişim teknolojisinin modern bilincin zaman ve uzam algısında yaptığı dönüşümün hikayesini anlatıyor Kern.
880 ila 1918 yılları arasını kapsayan dönemde dünyada yaşanan teknolojik devrim, zaman ve uzam algılarımızı kökten değiştirdi. Yerel saat ve takvimlerin ortadan kalkışı, ulaşım hızının artmasıyla birlikte mesafelerin kısalması vb. gelişmelere yol açan bu önemli değişim beraberinde iletişim hızında da artışa yol açtı.
Titanic faciasının hâlâ hatırlanmasının birincil sebebi olarak zaman ve uzam deneyiminde bu kısa tarihsel aralıkta yaşanan muazzam dönüşümün etkili olduğunu ileri süren Stephen Kern, jeolojiden edebiyata, felsefeden popüler kültüre birçok farklı alanda bu dönüşümün izlerini sürüyor.
Titanic faciasının tarihte eşi görülmemiş bir şekilde, üstelik “eşzamanlı” olarak tüm dünyada duyulduğunu belirten Kern’e göre telsizler, telgraf operatörleri, gazeteler an be an bu dramdan haberdar olabilmişlerdi. Gemiyi batarken izleyen yüzlerce kazazede tanıklıklarını anlatacak, Titanic’in hikâyesi yine eşzamanlı bir ivmeyle bütün dünyada biliniyor olacaktı. Buharlı gemiler ve enerji kullanımıyla kısalan yolculuk süreleri değildi sadece, aynı zamanda iletişim süreleri de kısalmıştı. Enformasyona anında ulaşmaya dair artan imkânlar zamana ve uzama ilişkin modern bilinçlerde de önemli bir dönüşüme yol açmıştı.
Başta Bergson olmak üzere 20. yüzyılın başlarında en etkili felsefelerin zaman ve “süre”ye dair olması, yine en etkili romanların da James Joyce’un Ulyses’i ile Marcel Proust’un Yitik Zamanın Peşinde adlı eserlerinin olması pek şaşırtıcı gelmiyor bu yüzden.
Kültürel tarih çalışması
Kern fizikte Einstein’ın görecelilik kuramı, felsefede Bergson’un “süre” kavramı, psikiyatride Freud’un bilinç dışı zihinsel süreçleri, sosyolojide Durkheim’ın zaman ve mekânın sosyal göreceliliği yaklaşımı, resimde Picasso’nun kübizmi ve edebiyatta Proust’un yitik zamanı arayışı ile Joyce’un bilinç akışı tekniğine yoğunlaşarak kronolojik bir düzende olmayan bir kültürel tarih çalışmasına imza atıyor bu eserle.
Geleneksel hiyerarşileri dağıtan, mesafe engelini ve sınırları ortadan kaldıran iletişim teknolojisinin modern bilincin zaman ve uzam algısında yaptığı dönüşümün hikayesini yazan Kern’in ulaştığı sonuçlar modern hayatın gündelik üretimi süreçlerine dair de vukuf kazanmamıza el veriyor.
Zaman ve Uzam Kültürü, Stephen Kern, çev. Ali Selman, İletişim, 2013

Kaynak: Teknolojinin zaman ve uzam algısına yaptığıdır - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/teknolojinin-zaman-ve-uzam-algisina-yaptigidir/haber-726228#ixzz2j1kLorB6

Anarşizm, anarşistler, anarşi...

Süreyyya Evren kendi tanımını yapıp ‘anarşizm budur!’ demiyor, anarşizmin mahiyetini, şimdiye kadar nasıl temsil edildiğini, bir külliyata akseden “anarşizm tarihi”ni ele alıyor.
20. yüzyılın son on yılı küreselleşme karşıtı hareketin ortaya çıktığı, kendi siyasal kulvarını oluşturduğu bir döneme denk geldi. Bu süreçte harekete yönünü ve esinini veren kuşkusuz anarşizmdi. Siyasal ideolojiler arasında ancak tarihsel uğraklardaki parlak anlarıyla -I. Enternasyonal’deki muhalefet, İspanya İç Savaşı- adından söz ettiren anarşizm, yeni binyılda bambaşka suretlerle ve “eski anarşizm”in içinden yenilenerek çıkma becerisiyle kendini var etti.
Anarşizmin elinde, teorisinde bunu yapmaya yetecek kavram ve deneyim bütünlüğü mevcuttu: yataylıkla, hiyerarşi ve tahakküm karşıtlığıyla, etiğe yapılan vurguyla, devrim yolunda her yol mubah dememesiyle, amaçlardan çok sürece odaklanmayı öne çıkarmasıyla, deneyselliğiyle, dayatmamasıyla, esnekliğiyle, sosyal, siyasal veya bireysel her tür yaşam formunu anarşist pusuladan geçirip yeni bir deneyde koyulaştırmaya aday kararlılığıyla modern zamanlarda anarşizm alışılagelmiş siyasal yaklaşımların ötesine geçmeyi vaat ediyordu.
Süreyya Evren böylesi bir dinamiğin bir parçası olarak anarşizm nedir sorusuna cevap aramaya girişiyor kitabında. Ancak bunu yaparken kendine ait “anarşizm budur!” formülünü önererek değil, anarşizmin mahiyetini, şimdiye kadar nasıl temsil edildiğini, anarşizmin geçmişinin nasıl külliyata aksettirildiğini ve üstelik bir tür “anarşizm tarihi”ne dönüştürüldüğünü irdeliyor.
Post-anarşist dönemeç
Süreyya Evren’e göre 2000’li yıllardan itibaren bir tür anarşizm-sonrası (post-anarşist) dönemeç yaşandı. Bu dönemecin ardından ortaya çıkan yeni anarşizmler ve küreselleşme karşıtı hareketlerden post-anarşistler ve klasik anarşistler arasındaki tartışmalara, anarşist tarihin temsil edilme ve anlatılma şekillerine kadar bir dizi soruyla uğraşan Evren, anarşizmin günümüzün aktivist çevrelerinden tarihi sanatsal deneylere uzanan, açık uçlu, deneysel form yaklaşımlarını kucaklayan ‘bir form kavrayışı’ olduğu sonucuna ulaşıyor.
Anarşizmler: Anarşizmin Geçmişi ve Tarihleri, böylesi bir dinamiğin bir parçası olarak temelde anarşizm nedir sorusuna cevap arayan bir deneme. Süreyya Evren, anarşizmin yazılmış tarihleri arasında bir külliyat taramasının ötesine geçen, sabırlı bir tutkuyla tartışmaları birbirine bağlayan bir araştırma yürütüyor.
Anarşizmler, Süreyya Evren, İletişim, 2013

Kaynak: Anarşizm, anarşistler, anarşi... - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/anarsizm-anarsistler-anarsi/haber-800621#ixzz2j0QxFrPV

26 Ekim 2013 Cumartesi

"Çok Üzgünüm"ün meselesi ne?

'Çok Üzgünüm'ün meselesi ne?

Hakan Arslanbenzer'le apansızın söyleştik.


Hakan Arslanbenzer’le sanırım ilk yüz yüze görüşmemiz 1998’dir. Bu görüşmenin esbabı ise elbette Murat Menteş’in TYB İstanbul Şubesi’nde o sıralar işlettiği Şiir Evi’dir. Hakan çünkü o sıralarda Ankara’dadır. Aylardan da yanlış hatırlamıyorsam Ramazan’dır. Çay içilen bölümde Lale Müldür ve Ömer Erdem vardır.
Hakan Arslanbenzer
(+)
“Murat Menteş’e selam vereyim” diyerek yanlarından ayrılmış ve Şiir Evi’ne girmiştim. Hakan ile yüz yüze tanıştık. Gerçi Hakan beni şiirlerimden değil, Tezkire’den dolayı tanıdı, ama olsun, tanışma tanışmadır!
Geçtiğimiz hafta Fayrap’ın yeni sayısıyla birlikte Hakan’ın Çok Üzgünüm adlı toplu şiirleri de kargodan gelince uzunca bir süredir niyetlendiğim bir çözümlemeyi yapmak üzere kitaba gömüldüm. Henüz çözümlemem bitmiş değil. Bu okumaları yaparken bir de ne göreyim: MSN’de Hakan Arslanbenzer! “Davran bre Murat Güzel!” deyu selamı verdim ve söyleşiyi patlattım. Buyurun efendim, birlikte okuyalım…
Hakan, selamün aleyküm.
Aleyküm selam.
Seninle Çok Üzgünüm üstüne bir söyleşi yapalım.
Olur, ne zaman yapacağız?
Şimdi ya da kendini hazır hissettiğin her an…
Tamam, ben hazırım.
Hakan ArslanbenzerÇok Üzgünüm
Ben de!
Önceki kitaplarını ve henüz kitaplaşmamış şiirlerini bir araya getiriyor.
Evet, hepsini değil ama "Vatan Somuttur", vs.; yeni şiirler var çünkü.
“Hah, oldu” dediğin an mıdır bu?
Mükemmel bir şey yok. Ben onu yıllar önce demiştim aslında. Oldu, budur. Şimdi daha sakin bir şey hissediyorum. Pılımı pırtımı toplamışım gibi. Hepsi bu kadar.
Rahatlamışsın gibi?
Tabii, geçmişimi temizlemek gibi.
Kitapta kaç şiir vardı, saydın mı?
50–60 kadar olması lazım
15 yıl…
Evet, yaşlanmışız…
Yazın şiir yazmamHakan Arslanbenzer
Kitaplaşmayan şiirler haricinde 50-60 şiir. Yıla 4 şiir düşüyor. Mevsimlik yazıyorsun bir anlamda.
Evet, nerdeyse.
Mevsimler yansıyor mu şiirine, onların halet-i ruhiyeleri?
Ben yazın yazmam, 3 mevsim yazabiliyorum.
En üzgün olduğun mevsim hangisidir?
Mevsimlerle ters orantılı bir ilişkisi var halet-i ruhiyemin. Bahar en üzgün olduğum, kış coşkun olduğum vakit. Manya ve depresyon gibi. Manik depresif hastalığı derler bir hastalık var biliyorsun, bence öyle bir hastalık yok. İnsan o, insan olmak…
Pound Hakan, Eliot Hakan!
Neo-epik hareketin Ezra Pound'u gibi görüyorum seni, Çok Üzgünüm de bu algımı pekiştiriyor.
Ne anlamda?
Hakan ArslanbenzerEzra Pound ve T. S. Eliot ikilisini düşünüyorum İngiliz şiirinden. Eliot daha muhafazakâr şiir anlayışı bakımından, Pound ise araştırıcı sürekli, yenilikçi her daim ve bir meselesi var. Şiirini kendi meselesinin ifadesi doğrultusunda yeni kılıklara sokmaktan çekinmiyor.
Evet, Pound'un bu özelliği dikkat çekici gelmiştir bana hep. İnsana yapabilecekleri konusunda cesaret veriyor. Ben 1995'te bir karar vermiştim, korkmayacağım girişim yapmaktan diye.
Eliot ise derinleştirme taraftarı, bu tutkusu onu çoğu kez yüzeyde bırakabiliyor ironik olarak.
Evet evet. Eliot-Pound diyalektiği gibi bir şey vardı kafamızda Hakan Şarkdemir'le. Ben onu hep Eliot'a benzetirdim. Şarkdemir, şiirlerimi mükemmelleştirmeden bıraktığım için beni eleştirirdi. Ben de, “Eliot kılı kırk yarar, sonunda ne zarar ne de kâr” diye espri yapardım. Pound konuşuyor, gidip geliyor, atıp tutuyor nerdeyse ama daha insanî… Bu yüzden de bana daha derinlikli gelir. Eliot'ın derinlik şeysi biraz kültüreldir. Ben kültürel şiiri yazamayacağımı düşünmüştüm. Buna kültürüm yetmezdi çünkü.
Çok Üzgünüm’ün meselesi
Çok Üzgünüm’de birçok farklı mesele iç içe geçmiş ama tek bir mesele hepsinin fevkinde: insan olmak diyebilir miyiz?
İnsan olmak evet; tabii burada, bu ülkede, bu insanlarla insan olmak. Bunu ifade etmek, göstermek, bunun karakterini sergilemek ne kadar mümkünse elimden geleni yaptım 15 yılın şiirlerinde. Şimdi bildiklerimi bilseydim… Ben şiire başlarken bir tek olma hissim vardı içimde. Teknik olarak bir tek olabilirsiniz. Çoğu şair üslupla kendini ayırt ettirmenin yolunu seçer. Ben üslubun kişisel olamayacağını görüyordum. İmgeler veya kelime oyunları sana ait olamaz. Verili gelen çok şey var içinde. Ustalık boş hayaldir, içimde bir tek olma hissi vardı. Bunu nasıl ortaya çıkaracağımı, çıkarmanın doğru olup olmadığını bilmiyordum. Yitip gideceğimi düşünüyordum. Ben şiire o bir olma hissini ifade edebilirim sanarak başlamıştım.
Uyar, çok önceden söylememiş miydi zaten bize bunu?
Uyar'ın ya da Akif'in yaklaşımı, hatta Pound'un. Pound, “kim yazarsa yazsın, iyi bir şeyler yazsın” diyor.
Kitabın hayırlı olsun…
Sağol.

Murat Güzel baskın söyleşileri sürdürse iyi olur...
Dunyabizim.com, 08 Temmuz 2010 Perşembe

RODOS’TA OSMANLI İZLERİ HARAP!

Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin'le Rodos'ta yürüttükleri çalışmalar ve Rodos izlenimleri hakkında söyleştik.


RODOS’TA OSMANLI İZLERİ HARAP!
RodosBekir Şahin geride bıraktığımız Mart ayının başlarında TİKA vasıtasıyla Rodos adasında Osmanlı’nın kütüphanecilikteki altın çağına ait Fethi Paşa Vakfı Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nde 6 kişilik bir ekiple çekim yapmıştı. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin’le Rodos’ta yürüttükleri çalışmalar ve Rodos izlenimleri hakkında söyleştik.
Rodos’ta bulunan yazma eserlerden toplam bin 300 kitap ve 300 bin varak/poz çekimini gerçekleştirip bu eserlerin CD kopyalarını da 15 Mart’tan sonra Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi envanterine kazandırdıklarını kaydeden Şahin, Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nin Rodos Kalesi içinde Orfeus sokağında yer aldığını belirtti.
RodosRODOS YAZMALARI TÜRKİYE’YE GETİRİLDİ
Rodos’taki Osmanlı el yazmalarıyla ilgili hazırladıkları iki ciltlik katalogun yakında TİKA tarafından da yayınlanacağını belirten Şahin “Ahmet Fethi Paşa tarafından kurularak özel Vakıfnamesine göre idare edilen ve Fethi Paşa Özel Vakfı olarak tanınan bu vakıf, Şövalyeler Şatosu karşısındaki saat kulesi ile Süleymaniye Camii yanında bulunan Türk Kütüphanesi ve bunlara akar temin eden 14 dükkandan ibarettir. Ama ne yazık ki, kütüphanenin giriş kapısında Fransızca ve Yunanca “Türk Kütüphanesi -1793-Bibliotheque turque 1793” levhaları, adada Türk ismini silmeye azimli bu topraklar üzerinde bugün oturanlarca indirilmiş ve yerine “Bibliotheque Musulmane- 1793”“Müslüman Kütüphanesi- 1793” levhaları konulmuştur.
Bu kütüphane, Rodos’un Uzgur Köyünden olan ve III. Selim’in saltanatı sırasında saraya girerek “Rikapdar-ı Şehriyarı” (Padişah ata binerken yardım eden demektir ve o devrin yüksek bir askeri rütbesidir) derecesine kadar yükselmiş bulunan Hafız Ahmet Ağa tarafından 1208 (1793) senesinde kurulmuştur. Ahmet Ağa’nın esrarengiz bir şekilde ölümünden sonra oğlu Tophane Müşiri Fethi Paşa bir taraftan babasının kurduğu bu kütüphaneyi İstanbul’dan getirdiği kitaplarla zenginleştirmiş, diğer taraftan da “Vakithane” (Saat Kulesi) ile Rüştiye Mektebini ve bu müesseseleri yaşatacak akar temini için de dükkanları inşa ettirmiştir.
RodosKütüphaneye girerken cephesinde kuruluşunu kısa bir ifadeyle anlatan şu yazıt vardır: Sahibül hayrat vel hasenat, sabıka Rikapdar-ı Hazreti Şehriyüri Rodosi Hafız Ahmet Ağa, 1208.” Kütüphane yarım küre iki kubbe ile örtülüdür. Kapı ve pencere ile birleştirilmiş iki salondan ibarettir. Bu kütüphanenin iç kısmı ve hatta giriş kapısı bile Konya’da bulunan Yusufağa Kütüphanesi’nin mimarisiyle birçok benzer yön taşımaktadır. 1793’te inşa edilen Hafız Ağa Kütüphanesi, 1795 yılında inşa edilen Yusufağa Kütüphanesi, Isparta Halil Hamid Paşa Kütüphanesi, Burdur ve İstanbul’da bulunan diğer kütüphaneler hep Osmanlı kütüphaneciliğinin altın çağında inşa edilmiş kütüphanelerdir” dedi.
RODOSLU TÜRKLER KÜTÜPHANEDE BAYRAMLAŞIYOR
Rodos’ta yaptıkları çalışmaların adada yaşayan Osmanlı bakiyesi Türkler’in morallerini yükselttiğini ifade eden Bekir Şahin “Rodos’un 1912’de İtalyanlar, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlar ve İngilizler tarafından işgali sıralarında ve daha sonra adanın Yunanistan’a verilmesinden bu yana geçen zaman içinde, dağıtılmış, izi silinmiş olan birçok Türk eserinin toplanabilen kitabeleri kütüphanenin avlusunda korunuyor. Bugün Rodos Belediyesine ait olan bu yerde birçok mağaza, lokanta ve eğlence yerleri vardır. İstanköy’deki Hasan Paşa Camii ve Çeşmesi ile Hipokrat Çeşmesi de Cezayirli Hasan Paşa’nın evkafındandır” diye konuştu.
RodosKütüphanede iki salonun bulunduğunu ifade eden Şahin “Kütüphanenin birinci salonu okuma ve bayramlarda Cemaat tarafından bayramlaşma yeri olarak kullanılmaktadır. Karşı duvarda solda Atatürk’ün resmi, ortada Kanuni Sultan Süleyman’ın ve sağ tarafta da Fethi Paşa’nın olduğu tahmin edilen resim asılıdır. İkinci salonda ise el yazısı ve basma 930 kadar kıymetli ve nadir kitap muhafaza çekilmektedir. Kütüphane zaman zaman ilim adamları ve tarihçiler tarafından ziyaret edilmektedir. Bulunan tarih kitapları arasında Girit’in fethini anlatan Cihadı Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, Katip Çelebi tarihi, Naim tarihi, Hümayunname, Sultan Süleyman tarihi, Mekke-i Mükerreme Tarihi, Eğri Kalesi Tarihi, sair dini ve edebi kitaplar, Tarih-i Rodos zikredilebilir” dedi.
KÜTÜPHANE VE VAKFIN İDARESİ ADADA YAŞAYAN TÜRKLERE AİT
Vakfa ait Fethi Paşa Rüştiyesi ve Saat Kulesi’nin de bulunduğunu kaydeden Şahin, tamamen özel bir vakıf olan Fethi Paşa Vakfı’nın güncel durumu hakkında da şu bilgileri verdi: Bu vakfı, 1965 yılından bu yana Rodos’ta mukim Muhittin Rıfat Hamid adlı bir soydaşımız Mütevelli vekili olarak yönetmekte ve temsil etmektedir. Vakfın gelirleri, gelir vergisi ödendikten sonra, Yunan Milli bankasında bloke edilmekte, ancak vakfiyeye göre yapılması gerekli olan hususlar (mesela, kurban, aşure vb.) drahmi kadar para çekebilme hakkına sahiptir. Bloke edilmiş paradan Yunan tasarruf bonosu almak mümkündür. 1972 yılında Yunan emellerine hizmet eden bir soydaşımız Evkaf Başkanı tayin edilince, bu özel vakfa el attı. İyi idare edilmediği bahanesiyle Mütevelli Vekili aleyhine dava açtı. Maksat bu vakfın, tamamen mahalli makamların kontrolü altındaki Mazbut Evkaf içine aldırılması ve ondan sonra verilecek talimatlara göre eritilmesiydi.
Rodos214/1973 dosya numarası ile Rodos Bidayet Mahkemesinde görülen dava 22.3.1973’te sonuçlanmış ve aşağıdaki karar alınmıştır: Osmanlı hukukuna göre 3 çeşit vakıf vardır: a) Mazbutalar: Bu vakıflar doğrudan doğruya Vakıflar Bakanlığınca idare edilirler. b) Mülhakalar: Bu vakıflar bir mütevelli veya heyet tarafından idare edilirler. Vakıflar Bakanlığının bunlar üzerinde her türlü teftiş hakkı vardır.
c) Müstesnalar veya Özel Vakıflar: Bu vakıflar mütevelli tarafından idare edilir. Vakıflar Bakanlığı bu vakıfları teftiş edemez. Mahkeme, avukatların ve şahitlerin dinlenmesinden sonra, Fethi Paşa Vakfı’nın Müstesna Vakıflar sınıfına girdiği ve vakfın gerektiği şekilde idare edildiği kanaatine varmış ve davacının talebinin reddine karar vermiştir. Bu kesin karara rağmen Evkaf idaresinin, Fethi Paşa Vakfı üzerindeki talepleri bir türlü bitmemiş ve bu kez de 1976 Haziranında Evkaf Meclisi bu vakfa ait bazı dükkanların kiracıları aleyhine, kiraların Evkafa yatırılması için dava açmıştır. Mütevelli Vekili bu davaya müdahil olarak girmiştir.
Daha önce Vakıf Mütevelli Vekilliği yapan kimselerin zamanında bir türlü toparlanamayan ve gelirleri heba edilen bu Vakıf, yeni Mütevelli Vekili zamanında durumunu düzeltmiş ve hakları savunulmaya çalışılmış, bankada birikmiş paraya kavuşmuştur. Vakfa ait saat kulesinin içi haraptır. Kütüphanenin ve avlusundaki iki ahşap evin de mutlak tamiri gerekmektedir.
OSMANLI’NIN BAKİYESİ, HARAP DURUMDA
Rodos’taki Osmanlı eserlerinin güncel durumu hakkında da bilgi topladıklarını belirten Kanuni’nin Rodos’u fethinden sonra adadan ayrılırken verdiği ferman üzerine din adamları ve fakirleri doyurmak için Süleymaniye Camii yanında bir İmaret’in inşa edildiğini kaydeden Bekir Şahin, “Sultan Süleyman, ayakta durabilmesini sağlamak amacıyla 18 köyün şarını bu imarete vakfetmiştir. 1913 yılına kadar bu vakıfname Rodos Kadılığında mahfuzken, İtalyan işgal komutanı General Ameghio bir fikir edinmek için Şakir Kadıdan almış ve bir daha iade etmemiştir. Kaynakları kuruyan imaret bir süre Fethi Paşa Vakfı’nın yardımı ile ayakta kalmış, sonra sönmüştür. Halen Evkaf tarafından Belediyeye kiralanmış olan İmaret, temizlik işçileri idaresi ve fakirler için aş evi olarak kullanılmaktadır. Harap durumdadır. Genel bir tamir görmesi zaruridir” dedi.
RodosSAAT KULESİ AYAKTA
Saat Kulesi hakkında da bilgi veren Şahin, “Fethi Paşa’nın, devrin Vakithanesi olarak 1852’de Rüştiye Mektebi ile birlikte yaptırdığı saat kulesi, 2. Dünya Savaşı sırasındaki bombardımandan büyük zarar görmüştür. Sonradan tamir edilip bugünkü haline getirilen bu kulenin 1973 yılında
içi yeniden tamir edilmiştir. Kapısının üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır:
Cihanı tuttu Han Abdülmecid’in siytü ihsanı
Gelup bu beldeye şevketle etmişti temaşayı
Bu saat kulesin yaptı hemen şükrane-i mukaddem
Edup hubbu vatan teşvik Ahmet Fethi Paşa’yı
Kılıp ilhakı vakıf vahdi valasına ilhak
Bu bi hayır ile şadetti ruh-u Ahmet Ağa’ yı
Binası, burcu akrepten metin oldu münasiptir.
Çalup yerse felek mikadı mihri alemi arayı
Ehali vaktin idrak ettikçe beher saat
Hüda var etsin ol asafla Şahidat-ı fermeyı
RodosSofadan tabı suffet oynadı manende-i rakkas
Bulunca şu ayarı tam iki tarih-i zi
bayı
Rodosta oldu çok dilcû bu ali kule-i saat
Felek duydu sadayı lütf-u Ahmet Fethi Paşa’yı.

Fethi Paşa Rüştiyesi’nin de vakfa ait önemli bir müessese olduğunu ifade eden Bekir Şahin, “Rüştiye, Saat Kulesi’nin hemen yanındadır. Harpte bombardımandan büyük zarar görmüştür. Bugün tamamen harabiyete terk edilmiştir. Bir soydaşımız bekçiliğini yapmaktadır. Bu okuldan Osmanlı devrinde devlet idaresinde söz sahibi kimseler yetişmiştir.
Yusuf Kıbrıslı
Yusuf Kıbrıslı
Okulun giriş kapısı üzerindeki yazıtta şunlar yazılıdır:
Murad Hazreti Abdülmecid Han Kerim
Teveffuk etmesidir ehli cehile irfanın
Taraf taraf nice darilfünun yaptırarak
Duasın almaktadır hocalarla sübyanın
Mukaddema bu ada makdemiyle buldu şeref
Vfitib-i sipehri saha-i ihsanın hemen bu mektebi yaptı. Müşir-i Tophane
Edup
Rodos Sancağı
Rodos Sancağı
kudumunu tebrik dad-ı fermanın
Şevabın eyledi ruh-u şerifine ita
Afife zevce-i paki tiye Sultan’ın
Şeh cihani o desture bahşedüp Mevla
Makamı Cennet ola ol aliyyetüşşenanın
Bu hayırı vakfına kıldı hulüs ile ilhak
Ebuyyu ekremi Merhum Ahmet Ağa’nın
Duam odur vükelasiyle saffet ol daver
İmarına sebep olsun şu ki ölme dünyanın
Yazıldı cevher tarihi rabbiyesirle
Açıldı Mektep valası Fethi Paşa’nın
1268–1852, Mehmet Rifat” bilgilerini verdi.
RODOS’TAKİ OSMANLI SANCAĞI
Rodos'taki Osmanlı hakimiyetini simgeleyen Sancak-ı Şerif, bir türbede korunuyor. Türkiye'nin Rodos Konsolosluğu'nun uzun aramalar sonucu yeri belirlenen Sancak-ı Şerif'in Türkiye'ye iade edilmesi konusunda yetkililerin harekete geçmesi bekleniyor.

24 Ekim 2013 Perşembe

ÇAYDA MASTER, SİGARADA DOKTORA!

Sigara yasağına tepkiler gelmeye devam ediyor. Murat Güzel direneceğim! Diyor.


İfade bana ait değil. Konya’nın duayen gazetecilerinden Seyit Küçükbezirci’ye ait. Seyit abi, iyi bir gazeteci olabilmenin ilk şartını geçtiğimiz haftalarda karşılaştığımızda böyle ifade etmiş ve hemen eklemişti: “Şu sigaraya konan yasak öncelikle gazeteciliği öldürecek, gör bak.”
Ben de kendimi çayda master, sigarada doktora yapmış biri olarak addedebilirim. Sigaraya ve çaya ünsiyetimin geçmiş yıllarını düşünürken aklıma gelenleri yazmak; sigara ve çayla, özellikle çayın yanında sigarayla kurulan o bağı ne zaman nasıl kazandığımı anlatmak istiyorum. Bu yasağa bir yazar nasıl direnebilirse onu yapmak istiyorum yani.
17 yaşıma kadar sigaradan uzak durdum. Hatta iyi bir sigara tiryakisi olan rahmetli babamı o yaşıma kadar şiddetle eleştirdiğimi biliyorum.

17’mde başladım
17 yaşında ODTÜ Makine’yi kazanıp Yurtkur’a bağlı Dikimevi Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalmaya başladığım ilk geceydi. Yurdun karşısındaki bakkaldan aldığım bir paket Maltepe’yle üniversiteye de başlamıştım. Yurttaki arkadaşlarım arasında yer alan ve halen Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Doç. Dr. Bilal Sambur’la karşılıklı kitap mütalaalarımızın değişmez eşlikçileri arasında çay ve sigaranın olması da kaçınılmazdı. Çay ve sigaraydı belki de kitaplardan önceki hocalarımız.

Mustafa MiyasoğluSuçlu Miyasoğlu
Peki 17 yaşına kadar sigaraya şiddetle karşı çıkmış bir kişi olarak nasıl başlamıştım bu merete? Bu başlangıçta bir suçlu varsa o da Mustafa Miyasoğlu’dur. Onun Güzel Ölüm adlı romanını okumuştum ilkin. Ve ardından bu roman üzerine bir söyleşisini. Söyleşide yazarken mutlaka sigara içtiğini de ifade etmişti Mustafa abi. Demek ki demiştim kendi kendime iyi yazı yazabilmek için iyi sigara içmek elzem. (Okumakta olduğunuz yazıyı yazarken de çay ve sigara içtiğimi söylememe bilmem gerek var mı?)
Daha sonraki yıllarda doktora tezim sigara olduğu için elbette bölüm bölüm ilerlemiştim. Zaman zaman Türkiye’nin yazgısını değiştirecek Batılılaşma hareketlerinin esbab-ı mucibesini çözümlememe yardımcı olur zannıyla kısa Camel, filtresiz Jitan, kısa kırmızı Winston ya da kısa Marlboro da içtiğim oldu. Garbzede olduğum bu dönemleri çabuk atlattığımı söyleyebilirim. Öze Dönüş’üm ise elbette Birinci’dir.

Babam bıraktı, bana kızıyor
25 yaşıma geldiğimde rahmetli babam sigarayı bırakmış ve bu kez o beni şiddetle sigarayı bırakmam doğrultusunda eleştirmeye başlamıştı.
Ama Recai Güllapdan’ın ‘Sigara içmenin adabı’nı anlatan o yazısını okumuşken ve üstelik artık ‘Birisine kırk gün deli derseniz gerçekten deli olur’ kelam-ı kibarına istinaden ‘şair’ ve ‘yazar’ olarak da tanınmaya başlamışken, sigarayı bırakmak yerine doktoramın sonuç bölümünü yakmaya, pardon yazmaya başlamıştım bile.
İmdi gelelim şu yasağa.

Necip Fazıl KısakürekSona geliyoruz bu yasakla
Bu yasak, her karşılaştıklarında hemence bir çay ocağına oturup dergi çıkarma projeleri geliştirmeye başlayan şair muhabbetlerinin sonuna geldiğimizi işaret eder.
Bu yasak, ‘Ağzı dumanlı, göğsü imanlı bir gençlik’ yetiştirme arzularımızı tükettiğimiz anlamına gelir. Bu yasak, gözleri kapanmışken bile sigara içen ve zihnimde hep Kültürden İrfana’nın kapağındaki o sigaralı resmiyle yer etmiş Cemil Meriç’i, Çile’deki fotoğrafıyla kimsenin iyi bir tiryaki olduğunu inkar edemeyeceği Necip Fazıl Kısakürek’i, İklim yayınlarının bastığı Erbain’in buğday başaklarıyla süslü kapağını açtığınızda karşılaştığınız sigaralı İsmet Özel’i unutmanız demektir.
Bu yasak, bizi bugüne taşıyan endişeyi, tasayı, kaygıyı beslemiş çay ve sigara gibi iki önemli dosttan ayrılmak gibi trajik bir kararı almanızı gerektirecektir.
Bu yasak sözgelimi Emirgan Nargile Salonu’nda Mehmet Harmancı Yakup Cemil bıyıklarıyla nargilesini fokurdatırken sizin ona Sakallı Celal sakallarınızla sigaranızı tüttürerek eşlik etmenizin sonu demektir.
Tekel 2000’ini gömlek cebinden tek tek çıkarıp içen Nihat Genç imgesi bu yasakla zihninizden de silinmeye mahkum olacaktır.
Bu yasak hem Mevlana törenlerini takip etmesi, hem Selçuklu geometrik yıldız süslemelerini incelemesi, hem Bedenyazısı kitabında Doğu ve Batı felsefeleri arasında yaptığı analitik kıyaslamaları seçkin bir grubun katılacağı bir çalışma atölyesinde size anlatması için davet ettiğiniz Zeynep Sayın’ın kendisi yerine bagajının Konya’ya gelmesi ve gecenin bir yarısında sigarasız kalınca Zeynep Sayın’dan izin alıp bagajındaki Camel’leri içip tüketmenizi zihninizden silip atmanızı sizden talep edecektir.
Velhasıl bu yasak, kültüre, şiire ve felsefeye düşman bir yasaktır ve bu tür bütün yasaklar gibi eninde sonunda ihlal edilmeye layıktır.

Murat Güzel yazdı, yaktı, yaktı yazdı
Dunyabizim.com, 25 Temmuz 2009

Amerikan başkanları seçilmiş birer kral mı?



Amerikan başkanlık sisteminin, Amerikan Devrimi'nin gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği dönüşümleri inceleyen ‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten imparatorluğa geçiş sürecini anlatıyor.
AMERİKA Birleşik Devletleri hiç şüphesiz bugün dünyanın en güçlü devletidir. Devasa bir imparatorluk görünümüyle ABD'nin küresel düzeyde sahip olduğu güç ise yalnızca askeri ve siyasi etkinliğinden kaynaklanmaz. ABD'nin 11 Eylül saldırıları öncesinde dünya halkları nezdinde temsil ettiği değerler; bu askeri ve siyasi güçle belki ters orantılı bir biçimde, özgürlük, güven ve refah arzularıdır. ABD vatandaşı olmanın birçok kişi için ifade ettiği bu değer, 11 Eylül saldırılarından sonra epey yıpranmış ve aşınmışsa da ABD'deki anayasal sistemi kuran kalıcı unsurdaki yıpranmanın oluşturduğu tahribat bundan daha fazladır.
Şaban Tanıyıcı ile Birol Akgün'ün Amerikan Başkanlık sisteminin, Madison ve Jefferson gibi liderler eliyle Amerikan Devrimi'nin gerçekleştiği 1787'den bugüne geçirdiği dönüşümleri inceleyerek yazdığı ‘Amerikan Başkanlığı' adlı kitap ABD'nin cumhuriyetten imparatorluğa geçiş sürecini anlamayı kolaylaştırıyor.
Tanıyıcı ve Akgün'e göre, Amerikan anayasası kuvvetler ayrılığı prensibi üzerine kurulmuş; yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında bir fren ve denge mekanizması oluşturarak bireysel özgürlükleri garanti altına almaya çalışmıştır.
11 EYLÜL MİLAT OLDU
Ancak Soğuk Savaş döneminde zamanla bir ulusal güvenlik devletine dönüşen ABD'de, dış politikadaki belirleyici gücü ve etkisi giderek artan başkanın sistem içinde oynadığı rol de buna mukabil olarak artmıştır. Yürütme gücünü temsil eden başkanın sistem içindeki rolünü artıran faktörlerden en önemlisi ise 11 Eylül saldırılarıdır. 11 Eylül sonrasında terörle mücadele kisvesi altında dış dünyaya karşı adeta bir imparatorluk siyaseti izleyen ABD, iç politikada da denetlenemeyen bir başkanlık kurumunun yükselişine şahitlik etmiştir. Bush yönetimi daha önceki başkanların sadece istisnai durumlarda kullandığı yetkileri 11 Eylül sonrasında oluşan psikolojik ve siyasal ortamı da kullanarak rutin bir hale dönüştürmüştür. Bu dönemde ABD'deki kuvvetler ayrılığı sistemi ağır bir tahribata uğramış, devlet organları arasındaki kritik denge tekrar kurulması zor olacak şekilde bozulmuştur.
Bu durumun 1787'deki anayasayı hazırlayanların iki yüzyıl önce dile getirdikleri endişe ve kuşkuları haklı çıkarı bir tarzda ABD başkanlık sistemini bir seçilmiş krallığa dönüştürdüğü ileri sürülebilir. Başkanın sistem içindeki rol, işlev ve gücünü dengelemesi öngörülen devlet organlarının ülke yönetimini büyük oranda Georges W. Bush ve ekibine devretmesi, siyasi partilerin de zayıf olduğu ABD sisteminde bütün gücün başkanlık kurumunda ve hatta doğrudan başkanın şahsında toplanmasına yol açmıştır.
OBAMA'YI NE BEKLİYOR?
Bu durum ise kritik siyasi kararların alınmasında ve dış politikanın belirlenmesinde küçük hiziplerin, aşırı ideolojik grupların ve güçlü lobilerin etkisini artırıcı bir rol oynamıştır. Georges W. Bush sonrasında başkanlığa seçilen Barak Obama'nın zorlanacağı noktaların başında ABD'nin iç politik sisteminin yeniden restorasyonu ve bozulan siyasi dengelerin yeniden kurulması olacağını öngören Tanıyıcı ve Akgün, bu durumun Obama'yı Irak'ta savaşa son vermekten daha da müşkül bir duruma sokacağını ileri sürüyorlar. ABD'deki politik dengeleri anlamak, bir noktadan sonra, dünya siyasetindeki muhtemel gelişmelerin neler olabileceğine ilişkin değerlendirmelere ışık tutacağı için Tanıyıcı ve Akgün'ün yazdıkları bu kitap dış politikayla ilgilenenlerin mutlaka başvurmaları gereken bir kaynak.

‘Kültür' bu, ne ekersen ek onu biçersin



SOSYOLOJİ ve genel olarak beşeri bilimlerin en netameli kavramlarından biridir ‘kültür'. Cemil Meriç merhum Kültürden İrfana kitabında modern çağın çeşitli dönemlerinde yazılmış Fransızca sözlüklere dayanarak bu kavramın birbirinden farklı yüzlerce kullanım şekli ve anlamı olduğunu belirtir. Kültür birbirinden farklı şekillerde anlaşılıp kullanıldığı edebiyat ve beşeri bilimler ile sanat alanı için de son derece önemli bir kavramdır. Yüzlerce tanım ve kullanım şekli bu kavramın kuşattığı düşünülen alanları araştırmacılar için ilginç kılarken, aynı zamanda onun ampirik içeriğini ve kesinliğini de belirsizleştirmektedir.
Böylesine belirsiz bir alanı kendi ihtisas sahası olarak seçmiş bir alt disiplin olarak görülebilir Kültürel Sosyoloji ve tabii ki son dönemlerdeki entelektüel ve akademik anlamda epey popülerleşmiş olan Kültürel Çalışmalar denen zaman zaman multidisipliner zaman zaman da interdisipliner araştırma programları. Laura Desfor Edles'in Uygulamalı Kültürel Sosyoloji kitabı böylesine sınırları belirsiz bir alanda kendilerine bir yol haritası arayanlar için hazırlanmış iyi bir el kitabı. Özellikle son dönemlerde ön plana çıkan din, ırk ve mass-medya kategorileri gibi sosyolojik anlamda belirli şemalar üzerine Kültürel Sosyoloji disiplininin neleri nasıl söyleyebileceği üzerine akıl dolu, eleştirel ve son derece yararlı bir eser. Kitabın en önemli meziyeti doğrudan bir dil ve popüler örnekleri kullanarak kültürel analiz çeşitlemeleri yapması; alan hakkında metodolojik, teorik ve ampirik düzeyde öz bilgiler vermesi.
DİN, MEDYA, ETNİSİTE
Kitabın ilk kısmında Edles, kültürel sosyolojinin ana kaynakları ve teorik öncülüğünden bahsederek din, medya ve popüler kültür ile etnisite problemlerine kültürel yaklaşımlar geliştiriyor. Kitabın ikinci kısmında ise Edles etnografya, sözel analizler ve kültürel tarihe odaklanarak, yeni kültürel araştırma metodlarına ve özellikle söylem analizlerine açıklık getiriyor.
Edles'e göre ‘kültür' kavramının tanımlarındaki çokluğa karşın bütün bu tanımlar üç ana grupta tasnif edilebilir. Kültüre ilişkin tanımların tasnif edildiği bu üç grup şöyledir: Seçkin sanatsal faaliyetlere (klasik bale, opera, tiyatro) işaret eden estetik kültür; National Geographic dergisinde örneklenen bir halkın ya da topluluğun bütün yaşam biçimine atıfta bulunan etnografik kültür ve paylaşılan değer, sistem ya da şablonlara gönderide bulunan sembolik kültür. Bütün bu kategorilerdeki kültüre ilişkin tanımlarda içerilen güçlüklere eğilen Edles, bu güçlüklere ilişkin çözümleri kültürel fenomenlere eğilerek irdeliyor.
Karl Marx'tan Max Weber'e, Emile Durkheim'dan Erwin Gofman, Pierre Bourdieu, Baudrillard ve Foucault'ya, ideoloji, sembolizm, göstergebilim, din, ırk ve etnografyadan modern sosyolojiye egemen hale dönüşmüş analiz yöntemlerine Kültürel Sosyoloji alanında kalmış birçok isim, konu ve kavrama ilişkin sunduğu özlü bilgilerle Edles, kültürel konuları sosyolojik bir yaklaşımla çözümlemek isteyenlere iyi bir rehber sunuyor.
SÖYLEMİN TARİHSELLİĞİ
Bunu yaparken post-kolonyalizmden feminizm ve post-feminizme, yapısalcılıktan post-yapısalcılığa, etnometodoloji ve dramatürjiden hermenötiğe modern sosyoloji içinde etkili olmuş yaklaşımlara da ayrıntılı bir biçimde değiniyor.
STAR-AÇIK GÖRÜŞ