Soğuk Savaş döneminde siyasal çatışmaların asıl gerilim hattı olarak
görünüyordu, ekonomik ve sınıfsal kimlikler. Fakat Yirminci Yüzyılın son
çeyreğinde ve özellikle Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte, bir görüşe
göre On Dokuzuncu Yüzyılda yaşanması gerekirken “gecikmiş”, bir görüşe
göreyse tamamen yeni model dini ve etnik milliyetçilikler ile çeşitli
kültürel kimlik ve aidiyet taleplerinin siyaset sahnesinde başat
faktörler ve talepler olarak görünürleşmesinin ardından sınıfsal ve
ekonomik terminolojinin Soğuk Savaş döneminde taşıdığı siyasal
çatışmaları açıklayıcı niteliklerin pek çoğu yerini yeni gelenlere
bıraktı.
Açık Görüş okurlarının yakından tanıdığı Şener Aktürk,
“Türkiye’nin Kimlikleri” adıyla yayınlanan ve farklı zamanlarda yazılmış
makalelerini bir araya toplayan kitabında Türkiye toplumunun içinde
barındırdığı çeşitli kimlikleri, birbiriyle ilişkili ve karşılaştırmalı
olarak ve bu onları tarihsel bağlamı içinde inceliyor. Tek başına bir
kimliğe ya da bu kimliğin tarihsel ya da aktüel tezahürlerine odaklanan
veya perspektifini Türkiye’yle sınırlı tutan eserlerin aksine, Aktürk
kitabında Alevi, Arap, Çerkez, Kürt, Laz ve Zazalar da dahil olmak üzere
pek çok etnik ve dini kimliği, sadece güncel gelişmelerle sınırlı
kalmayarak pek çok ülkeden benzer örneklerle karşılaştırmalı bir siyasi
perspektiften analiz ediyor.
Kitabın değişik bölümlerinde Aktürk
Türk ulus kimliğine nazaran hem alt kimlik (Alevi, Kürt, Çerkez, muhacir
vb.) hem de üst kimlik (Avrupa, İslam Dünyası, Avrasya vb.) olarak
görülen kimlikleri ele alarak Türk kimliğinin değişik üst ve alt
katmanlarına karşılaştırmalı bakış açıları geliştiriyor. Kitaptaki
makalelerin hemen tamamında “çözüm odaklı” bir dil geliştiren Aktürk
ele aldığı siyasi sorunu çözüme veya entelektüel tartışmayı sonuca
götürecek doğrultuya ya da parametrelere değiniyor, onlara işaret
ediyor.
Etnik kimlik-milli kimlik
Rusya’dan
İspanya’ya, Çin’den Almanya’ya kadar pek çok ülkeden örneklerin
ışığında Türkiye’nin barındırdığı çeşitli kimlikleri karşılaştırmalı
olarak inceleyen Şener Aktürk hemen her seviyede yaşanan kimlik
sorunlarını irdeliyor. Son derece akıcı bir dille yazılmış kitabındaki
makalelerde Şener Aktürk, -karşılaştırmalı siyasetin imkânlarından
faydalanıyor. Aktürk’ün çalışması kimliğe dair birçok konuda daha
detaylı, farklı ve çözüme yönelik düşünme faaliyetlerine gerekli
ipuçlarını ve ön hazırlığı da sağlayıcı nitelikleriyle dikkat çekiyor.
Türk ve Kürt kimliklerinin birbirinin karşıtı olarak konumlandırıldığı
tartışmalara ışık tutuyor.
Türkiye’nin Kimlikleri, Şener Aktürk, Etkileşim, 2013
30 Kasım 2013 Cumartesi
25 Kasım 2013 Pazartesi
‘İmansızların imanı’ ya da ‘seküler ilahiyat’
Son çeyrek yüzyılda yaşanan dini canlanmalar günümüz felsefesinin
başat temalarından biri, belki de birincisi haline geldi. Fakat günümüz
felsefesi, belki de sahip olduğu kavramsal avadanlığın yetersizlikleri
yüzünden, din siyaset ilişkilerini ele alırken, aynı şekilde farklı
siyasal bütünlüklerin siyasal ilahiyat (teolojik-o-politik) savaşlarını
da tutarlı ve tatmin edici bir açıklama modeli içinde yorumlamaktan uzak
görünüyor. Seküler dönem yerini bir şekilde, siyasal eylemin doğrudan
doğruya metafizik çatışmanın ürünü olduğu yeni bir döneme bırakmış
görünüyor.
Uzun süre, etik özellikle de Levinas’ın etiği konusundaki çalışmalarıyla ve Beckett, Wallace Stevens gibi edebiyatçıların eserleriyle felsefe arasındaki ilişkiye dair metinleriyle tanınan Critchley, “İmansızların imanı” şeklinde formüle ettiği bir siyasal durumu göz önüne alarak şu soruya bir cevap arıyor: Böyle bir “imansızlar imanı” nasıl olup da bir kardeşliği, ya da Rousseau’nun terimini kullanmak gerekirse, “ortaklaşma”yı (association) meydana getirebilecektir? Çünkü Critchley için “imansızların imanı” şeklindeki formüle edilmiş bu fikirde bir yandan, inançsızlar yine de bir inanç deneyimine ihtiyaç duyuyor gibi görünmektedir; öte yandan, bu fikir, inançsızların inancının temelinde -daha sonra irdeleyeceğim nedenlerden ötürü- aşkın bir tamlık, yani metafiziğin Tanrısı yahut Heidegger’in deyişiyle “onto-teo-loji” postulasından ibaret olabileceği fikrine izin vermez. Critchley’in yorumuyla “İmansızlar imanının gayesi benliğin ya da öznenin dışında herhangi bir şey, herhangi bir dışsal, ilahi buyruk, herhangi bir aşkın gerçeklik olamaz. Bir paradoksla karşı karşıya gibiyiz. Bir yandan, hakiki olması için her şeyin bir dine dönüşmesi gerekir, aksi takdirde inanç (kelimenin tam anlamıyla) inanılırlıktan ya da otoriteden yoksun kalır. Diğer yandan, bu otoritenin müellifleri, yaratıcıları bizleriz, biz olmak zorundayızdır. İmansızların imanı kolektif bir öz-yaratım çalışması olmalıdır: Böyle bir çalışma içinde kendi ruhumun çilingiri olurum ve burada hepimiz, tabiri caizse, ruh çilingirleri olmak durumundayızdır.”
Özellikle son çeyrek yüzyılda küresel ölçekte yaygınlaşan dini hareketler ve bunlar sonucunda belirginleşen çatışma ortamlarına karşı, sol anarşist bir siyasal anlayışa erişmek isteyen Critchley’in siyasal ile dini, seküler ile kutsal arasındaki gerilimi düşünerek kaleme aldığı siyasal ilahiyat denemeleri, seküler bir ilahiyatın da olabileceğini düşündürmesi bakımından hayli ilginç.
İmansızların İmanı, Simon Critcchley, Çev. Erkal Ünal, Metis, 2013
Uzun süre, etik özellikle de Levinas’ın etiği konusundaki çalışmalarıyla ve Beckett, Wallace Stevens gibi edebiyatçıların eserleriyle felsefe arasındaki ilişkiye dair metinleriyle tanınan Critchley, “İmansızların imanı” şeklinde formüle ettiği bir siyasal durumu göz önüne alarak şu soruya bir cevap arıyor: Böyle bir “imansızlar imanı” nasıl olup da bir kardeşliği, ya da Rousseau’nun terimini kullanmak gerekirse, “ortaklaşma”yı (association) meydana getirebilecektir? Çünkü Critchley için “imansızların imanı” şeklindeki formüle edilmiş bu fikirde bir yandan, inançsızlar yine de bir inanç deneyimine ihtiyaç duyuyor gibi görünmektedir; öte yandan, bu fikir, inançsızların inancının temelinde -daha sonra irdeleyeceğim nedenlerden ötürü- aşkın bir tamlık, yani metafiziğin Tanrısı yahut Heidegger’in deyişiyle “onto-teo-loji” postulasından ibaret olabileceği fikrine izin vermez. Critchley’in yorumuyla “İmansızlar imanının gayesi benliğin ya da öznenin dışında herhangi bir şey, herhangi bir dışsal, ilahi buyruk, herhangi bir aşkın gerçeklik olamaz. Bir paradoksla karşı karşıya gibiyiz. Bir yandan, hakiki olması için her şeyin bir dine dönüşmesi gerekir, aksi takdirde inanç (kelimenin tam anlamıyla) inanılırlıktan ya da otoriteden yoksun kalır. Diğer yandan, bu otoritenin müellifleri, yaratıcıları bizleriz, biz olmak zorundayızdır. İmansızların imanı kolektif bir öz-yaratım çalışması olmalıdır: Böyle bir çalışma içinde kendi ruhumun çilingiri olurum ve burada hepimiz, tabiri caizse, ruh çilingirleri olmak durumundayızdır.”
Özellikle son çeyrek yüzyılda küresel ölçekte yaygınlaşan dini hareketler ve bunlar sonucunda belirginleşen çatışma ortamlarına karşı, sol anarşist bir siyasal anlayışa erişmek isteyen Critchley’in siyasal ile dini, seküler ile kutsal arasındaki gerilimi düşünerek kaleme aldığı siyasal ilahiyat denemeleri, seküler bir ilahiyatın da olabileceğini düşündürmesi bakımından hayli ilginç.
İmansızların İmanı, Simon Critcchley, Çev. Erkal Ünal, Metis, 2013
22 Kasım 2013 Cuma
İHVAN-I MÜSLİMİN'İ İÇERİDEN OKUMAK
Mısır'ın
halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi'nin,
batıcı-laik 'sözde' liberal gruplardan oluşan Temerrüt Hareketi'nin
önayak olduğu, Suudi Arabistan, BAE gibi Körfez rejimlerinin mali ve
siyasi olarak desteklediği bir koalisyon eliyle askeri darbe sonucu
görevden uzaklaştırılıp tutuklanmasıyla dünya çapında eşine benzerine
çok az rastlanabilecek ölçüde bir sivil itaatsizlik hareketi başlatan
Müslüman Kardeşler Teşkilatı'na (İhvan-ı Müslimin) dair
bilgilenmelerimizi yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissettik.
İhvan-ı
Müslimin'in Mısır'da gerek Albay Cemal Abdunnasır döneminde gerekse
Enver Sedat döneminde gerekse de Hüsnü Mübarek döneminde karşı karşıya
kaldığı ağır baskılara rağmen «silahlı mücadele» içine asla girmemeye
özen gösteren bir çizgide hareket etmesine ve aktif toplumsal
mücadelelerden çok sivil alanda oluşturduğu mekanizmalar (hastane,
aşevi) aracılığıyla varlığını sergilemesine karşın, İhvan›dan kopan bazı
oluşumların silahlı mücadele yöntemine başvurmasına aldanan birçok
gözlemci, darbecilerle mücadelede İhvan için en büyük tehlikenin
protestoların 'silahlı mücadele' düzeyine kayması olabileceğini belirtti
sözgelimi. İhvan-ı Müslimin hareketinin ortaya çıkışından bugüne
geçirdiği evreleri, yaşadığı baskıları ve bunlara verdiği tepkileri
yeterince bilmediğimiz böylelikle ortaya çıktı.
TOPLUMSAL MESELELERE DUYARLILIK
1928'de
Mısır'ın İsmailiye şehrinde dini bir ıslah hareketi olarak Hasan el
Benna ve altı arkadaşının kurduğu Müslüman Kardeşler diğer dini
cemaatlere nazaran baştan itibaren toplumnsal meselelere duyarlı
davrandı ve Mısır'ın sömürge altında yönetilmekten kurtulmasından
Filistin sorununa kadar siyasi ve toplumsal birçok olayda tavrını çık ve
seçik ortaya koyan bir hareket oldu.
Türkiye'de
1960'lardan itibaren özellikle Seyyid Kutup (Kutup'u 150'den fazla eseri
defalarca, farklı mütercimler tarafından Türkçe'ye kazandırılmıştır.
Fizilal-il Kur'an adlı tefsiri ve Yoldaki İşaretler'i en çok okunan
eseridir. Bunların yanısıra İslam'da Sosyal Adalet, İslam ve Kapitalizm
Çatışması süregelen tartışmalara da hâlâ ışık tutacak kalibrededir.
İslam ve Kapitalizm Çatışması'nın ilk müterciminin de Yaşar Nuri Özttürk
olduğunu hatırlatalım) çevirileriyle dini bilgilenme sürecine katkıda
bulunmuş bir hareket olarak İhvan'ın çağdaş Mısır tarihinde tuttuğu yeri
Türkçe'ye yansıtan çok fazla eser yoktur elimizde. Hasan el Benna,
Seyyid Kutup, Muhammed Kutup, Zeynep Gazali, Abdülkadir Udeh gibi birçok
İhvan mensubunun eseri Türkçe'ye kazandırılmışsa da harekete ilişkin
genel bir tarihsel değerlendirme içeren bir eserin olmayışı hiç kuşkusuz
büyük bir eksikliktir.
Hasan el Benna, kendi
eliyle kaleme aldığı ve Türkçe'ye M. Beşir Eryaysoy tarafından aktarılan
Hatıralar'ında bütün samimiyetini kuşanmış bir halde 1940›lara kadar
hem kendi fikri ve dini dünyasının oluşumunda önemli etkenleri
anlamamıza imkan tanır, hem de hareketin fikri ve toplumsal zeminine
ışık tutar.
İhvan-ı Müslimin'in ortaya çıkışına
dair Hasan el Benna'nın hatıraları en önemli kaynak olmayı sürdürür. Bir
dönem Mısır'da ikamet etmiş Ali Ulvi Kurucu'nun Hatıraları'nda da
İhvan-ı Müslimin ve Hasan el Benna hakkında gözlemler bulmak mümkündür.
EN ÇOK BİLİNEN ESER 'YOLDAKİ İŞARETLER'
İhvan-ı
Müslimin'in 1950'lerden itibaren Mısır'ın siyasi sahnesinde önemli bir
yer tuttuğu, 1952'de Cemal Abdünnasır'ın mensup olduğu Hür Subaylar
Hareketi eliyle Kral Faruk'un devrilmesine katkıda bulunduğu, Abdülkadir
Udeh'in Nasır'ın hukuk danışmanlarından biri olarak cemaat ile Nasır
arasındaki iletişimsel irtibatı kurduğu kayıtlıdır. Ancak Nasır, kendi
otoriter yönetimine karşı bir tehdit olarak gördüğü İhvan-ı Müslimin'i
tasfiye etmek üzere çok ağır müeyyide ve baskılara başvurmuştur. Hasan
el Hudeybi'nin Genel Mürşidliği yaptığı hareket bu baskılara karşı
dönemin şartlarında Mısır halkının sergilediği duyarsızlığı da hesaba
katan temkinli bir tavır geliştirmiştir.
27 Ağustos 1966'da Nasır tarafından idam edilen Seyyid Kutup'un
gerek Yoldaki İşaretler'i gerekse Fizilal-il Kur'an'ı hapishane
sürecinde yazdığını ve özellikle Mısır halkının İhvan'a yönelik olarak
Enver Sedat'ın baskıcı uygulamalarına duyarsız kalmasına bir tepki
boyutu içerdiğini söyleyelim. İhvan hareketi içindeki ilk fikri ve
siyasi bölünme ve kopmalara da mesnet teşkil etmiştir Kutup'un eserleri.
Kutub'un 'Yoldaki İşaretler' adlı eseri farklı ve zaman zaman
birbiriyle çelişkili yorumlara da yol açmıştır. Bazı yorumcular
Kutup'un halihazırdaki toplumu tamamen cahiliye toplumu olarak
nitelediğini düşünerek 'tekfirci' bir bakış açısıyla Yoldaki İşaretler'i
okurken bazıları ise varolan toplumdan uzaklaşarak 'uzlet' içinde olma
önerisini bulmuştur bu eserde. Yoldaki İşaretler'i 'cihad' nokta-i
nazarından değerlendirenler de olmuştur. Yoldaki İşaretler'i esas
ittihaz eden, bu eserdeki İslam'ın ancak Müslüman bir cemaat içinde tam
anlamıyla yaşanabileceği yönündeki tezini çıkış noktası alarak içinde
yaşanılan toplumdan Müslüman Toplum'a hicreti strateji olarak benimseyen
Mustafa Şükrü ve arkadaşlarının et-Tekfir ve'l Hicre, Salih Seriyye'nin
liderliğini yaptığı Cihad hareketi, sadece fikri ve toplumsal düzeyde
varlık gösteren ve siyasi çalışmalar bakımından herhangi bir aktiviteye
sahip olmayıp ılımlılığı tercih eden Selefiler gibi gruplar Mısır'daki
İslami akımların çeşitliliğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu
akımların çoğu yaygınlık kazanamamıştır. Salih el Verdani'nin 1990'larda
Fecr Yayınevi tarafından basılan 'Mısır'da İslami akımlar' adlı eseri
eksik de olsa İhvan-ı Müslimin ve sonrasındaki akımlarla ilgili bilgiler
içermektedir.
Cemal Abdünnasır, Enver Sedat ve
Hüsnü Mübarek dönemlerindeki baskı silsilelerine rağmen gerek Hasan el
Hudeybi gerekse Ömer et-Tilmisani'nin Genel Mürşidliği altında İhvan-ı
Müslimin'in ısrarcı bir şekilde temkinli ve ılımlı duruşunu bozmadığını
bilmek gerekir. İhvan-ı Müslimin'in darbe protestolarına karşı
benimsediği tutumun aynı pasif direniş geleneğinin bir parçası olarak
değerlendirilmesi bu açıdan doğru olur. Hasan el Hudeybi'nin 'İslam
Dünyasında İnanç Sorunları', Seyyid Kutup'un eserleri dolayısıyla çıkan
tartışmalarda ılımlı bir tutuma işaret eder. Yine aynı şekilde Mustafa
Şükrü'nün 1977'de Enver Sedat tarafından idam edilmesinin akabinde
İhvan-ı Müslimin Genel Mürşidi olan Ömer et-Tilmisani'nin şiddet yanlısı
görüşlere karşı geliştirdiği söylemler de aynı ılımlılık ve
temkinliliğin tarihsel örnekleri arasında yer alır.
HEGEL'İ YILLANDIKÇA DEĞERLENDİREN NE?
Üç eseri de
felsefe tarihinin şaheseri olan çok az filozoftan biridir Hegel. Tinin
Fenomenolojisi, Mantık Bilimi ve Hukuk Felsefesinin Ana Hatları
aşılmazlığını hâlâ sürdürmektedir.
Kaynak: Hegel’i yıllandıkça değerlendiren ne? - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/hegeli-yillandikca-degerlendiren-ne/haber-804846#ixzz2lNsqE4Kr
Modernlik
ve modern felsefe neredeyse Hegel olmadan düşünülemez. 1930’larda
Fransa’da Kojeve ile yaşadığı Rönesans ve sonrasında modern felsefedeki
güçlü Hegelci damarı ortadan kaldırmak üzere girişilen umutsuz çabalar
modernliğin bu büyük filozofunu alaşağı etmek şöyle dursun, daha bir
gündeme getirdi, daha bir popüler kıldı.
Marksizmin etkisiyle 1960’lardan sonra dünyada, 2000’li yıllardan sonra ise yeni dünya düzeni formülasyonlarının 11 Eylül saldırıları sonrası çöküşü ve küreselleşme gibi dış, anayasa, hukuk, darbe, demokratikleşme gibi iç politik sorunlarla birlikte ülkemizde Hegel’e giderek artan ilginin gerçek kaynağı nedir?
Felsefe tarihinde ‘metafiziğin kapanışı’, ‘tarihin sonu’ ve ‘sa≠natın ölümü’yle adı özdeş kılınan, düşüncenin bundan sonra ger≠çekleşmesi gerektiği söylenmek suretiyle tarihin ‘oldu-bitti’leri arasına gönderilerek ‘ölü köpek’ muamelesine tâbî kılınan Hegel, öğretisindeki derinliğin günışığına her geçen gün daha bir çıkma≠sıyla birlikte, varlığa dair geliştirilmiş düşüncelerin hemen her ala≠nında kendisini göstermeye devam ediyor. Tarihin sonu, sanatın ölümü, metafiziğin kapanışı gibi temaların da Hegel’e ve Hegel’in metinlerine ait olduğu vurgulanabilir.
Şaheserlerin filozofu
Özellikle modern devlet ve toplum, sivil toplum, kamusallık vb. doğrudan siyaset felsefesi alanında değerlendirilebilecek bir çok hususta kavrayış gücümüzü zenginleştiren bir filozoftur Hegel. Sivil toplum-devlet ilişkisine istinaden kamusallıkla ilgili tartışmalarda, sanat-din-bilim-felsefe arasındaki ilişkilerde ve sınır sorununda, tarihi ele alacak olan felsefenin ne menem bir yönteme sahip olacağında, herhangi bir konuyu doğal bir tutumla ve düşünüşle ele almayla felsefî olarak ele alma arasındaki farkı ve bu ikisi arasındaki salınımı gerçekleştirmede Hegel’e örtük ya da açık bir şekilde gönderme yaptığımız artık daha bir aşikâr.
Üç eseri de felsefe tarihinin şaheseri olan çok az filozoftan biridir Hegel. Tinin Fenomenolojisi, Mantık Bilimi ve Hukuk Felsefesinin Anahatları o güne kadar yazılmış ve onlardan sonraki pek çok eser karşısında aşılmazlığını hâlâ sürdürmektedir. Bu eserlerin dışında estetik, din ve tarih alanlarında da Hegel’in yazdıkları tartışmalarda temel belirleyicidir.
Alman İdealizmi-II Hegel, Ed. Güçlü Ateşoğlu, Doğu-Batı, 2013
Marksizmin etkisiyle 1960’lardan sonra dünyada, 2000’li yıllardan sonra ise yeni dünya düzeni formülasyonlarının 11 Eylül saldırıları sonrası çöküşü ve küreselleşme gibi dış, anayasa, hukuk, darbe, demokratikleşme gibi iç politik sorunlarla birlikte ülkemizde Hegel’e giderek artan ilginin gerçek kaynağı nedir?
Felsefe tarihinde ‘metafiziğin kapanışı’, ‘tarihin sonu’ ve ‘sa≠natın ölümü’yle adı özdeş kılınan, düşüncenin bundan sonra ger≠çekleşmesi gerektiği söylenmek suretiyle tarihin ‘oldu-bitti’leri arasına gönderilerek ‘ölü köpek’ muamelesine tâbî kılınan Hegel, öğretisindeki derinliğin günışığına her geçen gün daha bir çıkma≠sıyla birlikte, varlığa dair geliştirilmiş düşüncelerin hemen her ala≠nında kendisini göstermeye devam ediyor. Tarihin sonu, sanatın ölümü, metafiziğin kapanışı gibi temaların da Hegel’e ve Hegel’in metinlerine ait olduğu vurgulanabilir.
Şaheserlerin filozofu
Özellikle modern devlet ve toplum, sivil toplum, kamusallık vb. doğrudan siyaset felsefesi alanında değerlendirilebilecek bir çok hususta kavrayış gücümüzü zenginleştiren bir filozoftur Hegel. Sivil toplum-devlet ilişkisine istinaden kamusallıkla ilgili tartışmalarda, sanat-din-bilim-felsefe arasındaki ilişkilerde ve sınır sorununda, tarihi ele alacak olan felsefenin ne menem bir yönteme sahip olacağında, herhangi bir konuyu doğal bir tutumla ve düşünüşle ele almayla felsefî olarak ele alma arasındaki farkı ve bu ikisi arasındaki salınımı gerçekleştirmede Hegel’e örtük ya da açık bir şekilde gönderme yaptığımız artık daha bir aşikâr.
Üç eseri de felsefe tarihinin şaheseri olan çok az filozoftan biridir Hegel. Tinin Fenomenolojisi, Mantık Bilimi ve Hukuk Felsefesinin Anahatları o güne kadar yazılmış ve onlardan sonraki pek çok eser karşısında aşılmazlığını hâlâ sürdürmektedir. Bu eserlerin dışında estetik, din ve tarih alanlarında da Hegel’in yazdıkları tartışmalarda temel belirleyicidir.
Alman İdealizmi-II Hegel, Ed. Güçlü Ateşoğlu, Doğu-Batı, 2013
Kaynak: Hegel’i yıllandıkça değerlendiren ne? - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/hegeli-yillandikca-degerlendiren-ne/haber-804846#ixzz2lNsqE4Kr
18 Kasım 2013 Pazartesi
KİM BU YENİ ORYANTALİSTLER?
İtalyan filozof Gianni Vattimo, Nietzsche ve Heidegger gibi
filozofların ‘Tanrı’nın ölümü, metafiziğin sonu’, Lyotard’ın ‘meta-anlatıların
sonu’ gibi söylemleri ile Avrupamerkezciliğin sona erişinin eşzamanlılığına
dikkatimizi çeker Richard Rorty’yle geliştirdiği diyalog metinlerinde.
Lyotard’ın ilan ettiği şekliyle postmodernizm yine de Vattimo’ya göre,
Nietzsche ve Heidegger gibi filozofların Hıristiyan bir gelenek içinden
konuştuklarını gözden kaçırır. Vattimo, Hıristiyanlığın doğuşuyla birlikte metafiziğin
bitme noktasına geldiğini belirten Dilthey’in düşüncelere dikkat çekerek,
Lyotard’ın meta-anlatıların sonunu ilan ediş şeklinde ‘tek bir meta-anlatı
olarak Avrupailik’in içinden konuşmasına kulak kesilmemizi önerir gibidir
handiyse.
Postmodernizmin moderniteye yönelttiği eleştiriler her ne
kadar Türkiye’deki bazı düşünce çevrelerine belli bir dönem bir coşku yaşatmış
olsa da, bu coşku geçtikten ve meseleye daha sarih, daha sorgulayıcı bir
perspektiften baktıkça, postmodern durumu “düşünümsel modernlik” olarak
niteleyen Giddens, Beck gibi sosyologlarla birlikte, bu eleştirellikte
Batı-harici toplumlara (bilhassa Müslüman toplumla ve İslam’a) ayrılan
‘yer’leri sorgulamak önem kazanıyor.
Edebi postmodernizmlerden felsefi postmodernizmlere, politikadan
coğrafyaya çok farklı alanlarda gelişen modernim eleştirilerinin bir yerde
moderniteden devraldıklarına ilişkin bir sorgulama hattı da geliştirmek
gerekiyor, özellikle bu konuda.
Türkçe’de daha önce Derrida ile Ibn Arabi’yi birlikte okuyan
kitabıyla tanıdığımız Ian Almond, postmodern olarak adlandırdığı metinlerde;
Avrupa'dan ve Müslüman coğrafyadan çıkmış Batılı yazarların metinlerinde İslam
temsillerini sorguluyor. Kitabın amaçlarından birinin de Batı modernitesi
eleştirilerinde İslam’a ayrılan yerleri tespit edip incelemek ve İslam’la
modernite eleştirisi arasındaki ilişki üzerine süregelen bu tartışmaya katkıda
bulunmak olduğunu belirten Almond postmodernizmin modernitede oldukça hakim
olan Oryantalist/emperyalist pek çok mecazı nasıl daha incelikli bir yolla
miras aldığını göstermeye çalışıyor. Bir dizi evrensel gerçekliğin aşamalı
olarak ortaya çıkmasından çok, birtakım kültürel olasılık olarak modernite
tasarısına ilişkin postmodern bir yeniden tanımlama, Almond’a göre, Avrupaî
terimlerle ifade edildiğinde hâlâ Avrupaî bir hareket olarak kalır. 'Avrupaî
oyun', Avrupa merkezli modernitenin eleştirisiyle bitmedi, sadece ikinci bir
aşamaya geçti.
Avrupaî oyunun unsurlarından en önemlisinin İslam’ın
oryantalist temsilleri olduğunu gösteren Almond, moderniteden postmoderniteye
devam edegelen oryantalist klişelerdeki incelme ve rafineleşmeyi gösteriyor
kitabında. (Yeni Oryantalistler, Ian Almond, çev. Bahar Çetiner, Talha Can
İşsevenler, Pinhan, 2013)
Star-Açık Görüş
12 Kasım 2013 Salı
11 EYLÜL'ÜN ÖTESİNDE: TERÖRÜN ADALETİ
I. 11 Eylül tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve
Pentagon'a gerçekleştirilen saldırılar, gerek üzerlerine üretilen komplo
teorileri bakımından gerekse mevcut uluslar arası düzenin yegane
"güç"ü ABD'nin sınırları içinde ABD'nin temsil ettiklerine
yönelmişlikleri bakımından epey tartışıldı. Bu tartışmalar içinde aktarılan
bilgi, belge ve enformasyon neredeyse teorik bakışı kör edici bir yoğunlukta
seyretti. Belki de içine sokulduğumuz bu "enformasyon koması"yla amaçlanan
da böyle bir şeydi: bütün eleştirel potansiyelin dumura uğramasıydı. Terör
söylemlerinin "propagandist" niteliği en çok saldırılardan hemen
sonra medyada arz-ı endam eden "Siyasal İslam uzmanları"nın kendi
uzmanlıklarını "konuşturmalarında" işlevselleşti.Yaşanan dehşetin
boyutlarını serimleyen bu uzmanlar bir noktadan sonra onun meşrulaşmasına da
hizmet ettiklerinin, hatta onun bir parçasına dönüştüklerinin farkına
varamadılar. Siyasal/radikal/militan İslam kavramlaştırmaları ve analizleri,
bir yanda son kertede içerdikleri fantazmagorik yapı sayesinde terör
saldırılarında edimselleşen "imkansız"ın imkansız oluşu gerçeğini
bütün gözlerden ırak tutmaya çabalarken diğer yandan da bu imkansızın
edimselleşmesinin dehşete düşürücü olağanlığına şaşırmamızı engellediler.
Bilindiği gibi Aristo Metafizik'in
sekizinci kitabında potansiyelin edimselden (energeia, actual) nasıl hem önce
gelip onu belirlerken hem de özde ona tabi olduğunu göstermeye çalışır.* Fakat,
yine de, potansiyel belli bir otonomiye sahiptir. Potansiyelin (dynamis)
potansiyel olarak varolabilmesi ve edimsele dönüşmemesi için onun aynı zamanda
belli bir potansiyelsizlik (adynamia) de olması gerekir. Aristo'nun özlü
ifadesiyle, "Her potansiyel aynı şeyin aynı türden
potansiyelsizliğidir" (tou autou kai kata to auto pasa dynami
adynamia). Bu yüzdendir ki Aristo'ya göre edimsel, potansiyelin yok
oluşu ya da onunla yer değiştirmesi değildir; potansiyel, edimselde kendi
potansiyelsizliğini iptal ederek kendisini korumakta, dahası "kendisini
kendisine vermektedir" (Agamben, 2001: 64). Böylelikle "terör"ün
ya da "İslamcılık"ın potansiyel tehdidinden bahsetmeye başladığımızda
kastettiğimiz şey onlarda içerilen "mükemmel potansiyel"dir: Onlar
bizi tehdit etmezken bile tehdit etmektedirler. Öyleyse bir adım daha atıp şunu
söylemek gerek: herhangi bir potansiyel tehditten korunmanın en iyi yolu bu
tehdidin edimselleşmesi/gerçekleşmesidir. Terörün ya da İslamcılığın tehdidi
edimselleştiğinde bu tehdit sadece kendi kendini gerçekleştirmiş olmakla
kalmaz, aynı zamanda tehdit etmeyişin de gerçekleşmesi mümkün olur.
Siyasal/radikal/militan İslam ve terör "uzmanları"nın analizlerinde
kaçırdıkları tam da budur.
Bu medyatik tartışmalarda Siyasal İslam
uzmanlarının haricinde ikinci bir uzmanlar grubu daha vardı ki onlar da en az
öncekiler kadar dehşetin rehabilitasyonuna ve olağanlaştırılmasına hizmet
ettiler. Fakat bunu yaparken izledikleri strateji bir önceki grubun
stratejisinin zıddınaydı: onlar, terör saldırılarını komplo teorileri
aracılığıyla olağanlaştırdılar.
Komplo teorilerinin ve onları üreten
teorisyenlerin en önemli kusuru, yaşadığımız olaylardaki maijeure arcana'yı
görünür kılamaya çalışan rasyonellik anlayışları ve elbette bir araya
getirilmesi mümkün olmayan ayrıntıları birbirine ulamada gösterdikleri o tuhaf
beceridir. Bunu söylemiş olmakla, bu türden her teorinin geçersiz veya en
azından kabul edilemez olduğunu öne sürüyor değiliz. Sadece, komplo
teorilerindeki sonuca dayalı açıklama modellerine dikkat edilmesi gerektiğini
öneriyoruz. "Bu işten kimin çıkarı var?" sorusuna cevap arayarak bu
işten çıkarı olanların illa ki bu işi yapmış olduklarını ispatlayamayız.
Aksine, bu tür sonuca dayalı açıklama modelleri yaşadıklarımızda içerilen
irrasyonel ögeleri daha global/evrensel/rasyonel bir çerçeve içinde sıkıştırmaya/indirgemeye
çabaladıkları ölçüde araçsal akla içkin diyalektikte çürüyen ayrıntılar
yığınına dönüşmektedirler.
Bu kertede psikanalist Adam Philips'in kitabına
da esin verdiği açık olan soruyu sormalıyız: Yaşadığımız olayların dehşetinden
uzmanların açıklamalarına sığınarak kurtuluyoruz; peki ama uzmanların
oluşturduğu dehşetten kime sığınacağız?
II. Terör nedir? Amerikan siyasi belgelerinde
geçtiği biçimiyle herhangi bir dini, siyasi, ekonomik ya da ideolojik maksat
güdülerek ifa edilen gayrımeşru şiddet kullanımı mı? Bu tanıma sadık kalarak
savaşı da bu maksatları gerçeklemeye dönük "meşru" şiddet kullanımı
olarak mı nitelemeliyiz? Terör ile savaşı birbirinden nasıl ayırt edebiliriz?
Savaşı eğer devletler arasında sınırları, araçları ve biçimi önceden belirlenmiş
ya da kararlaştırılmış bir kuvvet kullanımıyla tanımlayacak olursak, bu
belirleme ve kararlaştırmanın formel mi yoksa içeriğe ilişkin mi olduğuna dair
yeni bir soru kafalarımızı meşgul etmeyecek midir? Öteden beri alışık olduğumuz
nizami/gayrınizami harp ayrımını bu durumda nereye sokuşturacağız?
Bu sorular teröre ilişkin gelişen propagandist
söylemlerden uzaklaşmamızı sağladıkları kadar "görüntü" ve
"gerçek" arasındaki ayrımı da bulanıklaştırıyor olmalıdır. Haddi
zatında propagandist söylem, görüntünün gerçekliğin yerini tutmaya başladığı
zamanlarda ortaya çıkan/yaygınlaşan bir söylem tarzıdır. Daha doğrusu
propagandist söyleme göre bir "gerçek" vardır; o da bize propagandada
sunulan ve/ya gösterilendir. Propaganda görüntü ile gerçek arasındaki farktan
yararlanarak işler. Daha doğrusu gerçeğin kısmi istihdamıyla yaratılan
görüntüye ilişkin etki propaganda tekniklerinin başlıca malzemesidir. Fakat 11
Eylül saldırılarından hemen sonra başlatılan anti-terör amaçlı propaganda
kampanyalarında bu kez gerçeğin imaline dönük görüntü kullanımlarına tanık
olduk. Görüntü ile gerçek arasındaki kaygan mesafeden yararlanan bu tekniklerle
böylece hem gerçeğin hem de görüntünün bağıl üretimleri sürecinde işleyen
post-diyalektik ilişki elde hazır tutuldu. Başlı başına bu durum bile
iktidarların kendi meşruiyetlerini propaganda aracılığıyla ürettikleri bir
yanılsama sayesinde koruduklarına yönelik o ideoloji eleştirilerinin artık
yanılsama ürettiğini göstermek bakımından önemlidir. Artık ya gerçeklik de bir
yanılsamadır ya da ne gerçeklik ne de yanılsama vardır...
III. 11 Eylül
saldırılarından hemen sonra ABD’nin üst düzey mercilerinden yapılan
açıklamalarda düşmanın “görünmez” oluşundan bahsedildi. Teröre atfedilen bu
“görünmezlik” ve “hayalilik” niteliği böylece İslamcılık(lar)a atfedilen
“sınırları aşma”, “duvarlardan geçme” nitelikleriyle aynı hat üzerinde
bitiştirildi (Sayyid, 2001). Bu anlamlandırma hattında George Bush’un bir “Haçlı
seferi”nden bahsetmesi sadece tarihsel bir lapsus
olarak görülemez. Bu, ötekiliğin ve öteki’nin Aynı’nın emperyal söylemindeki
bir yansısıdır. Eğer İslamcılık(lar) Öteki’nin ötekisi olarak konumlanmayı ve
onu eğretilemeyi sürdürürlerse bu türden simgesel bağımlılıkların daha dehşet
verici görünümlerine tanık olmayı sürdüreceğiz demektir.
İslamcılık(lar)
temsil ettikleri imkansızın sınırları içerisinde kendilerine ait bir tahayyüle
sadeec kendi adlarına sahip olamayacaklarını, çoğu kez bna izin bile verilmeyeceğini
farketmek zorundadırlar. Ancak, elbette bu İslamcıların bütün iddialarından
vazgeçmeleri gerektiği anlamına da gelmez. İslamcılar istimlak ettikleri ya da
ürettikleri siyasal alanı en verimli biçimde kullanmakla yükümlüdürler. En
azından, küresel ölçekte bugüne dek ödedikleri bedel bunu gerektirir. Bu,
tahayyüle karşı her zaman aklı önceleyenlere verilmiş bir taviz sayılmamalıdır.
Aklı, itidali ve temkini savunanların bugüne kadar hep muhafazakarlığa eğilimli
kişiler olmaları elbette dikkat çekicidir. Savunulanın derme çatma bir
“gecekondu” olması da vahameti artırmamaktadır. Gerçi, bilinmelidir ki,
çokkültürlülük makyajı/cilası kazındıkça ortaya çıkan emperyal şiddetin iki yüz
yıldır tanık olduğumuz yüzüdür. Müslümanlar bütün yeryüzü coğrafyasında bu
şiddetin muhtelif ve müteferrik maskeleriyle boğuşmaktadır. Bu boğuşmanın
sadece bir “hayal” olması da mümkündür; elbette bunun tersi de. “Hem suçlu hem
güçlü” bir düşman madem ki “biz”e çatmıştır; aslolan bu çatışmadan en az
zararla kurtulmaktır. Bu bir ricat değildir, aksine teyakkuz halidir. Üstelik
akıl ve itidal en çok teyakkuz halinde işe yarayan şeylerdendir.
IV. Yukarıdaki
görüşlerimizi biraz daha açalım: İslamcılık kendisine yöneltilen birçok
betimleme ve eleştiride “dinselin geri dönüşü” genel kategorisi altında
düşünülmüştür. Bu kategori geri dönende
gerçekleşmiş değişimleri, onun yenilenmişliğine işarette bulunan şeyler olarak
olumlu anlamda değil de onun çarpıtılmış, otantisitesini yitirmiş biçimine
atıfta bulunan “olumsuz” şeyler olarak görme temayülündedir. Taliban örneğinde
en çarpıcı delilini bulan bu yaklaşım tarzı, tamamen boş verilebilecek bir
analiz tarzını temsil etmese de, “istisna”nın olağanlaştırılmasına hizmet
etmektedir. Siyasal-dinsel-hukuki yerinden olma ve yerleş(tir)me biçimlerindeki
dönüşümlerin bir semptomu olarak değerlendirilebilecek istisna yapısı içerdiği
potansiyellerle birlikte daha farklı bir biçimde de okunabilir.Elbette, bu,
şimdiye dek geçerli olan yeryüzü nomosunun yerini çok daha farklı bir nomosa
bıraktığını göstermektedir (Agamben 2001: 56).
Sözgelimi Roy
(2001)’un bu konuyla ilgili yaptığı analizler, kültürel kriz ortamında
silikleşen digger kimlik etiketlerine karşı “dinselliğin” yeni bir kodlama
tarzına imkan verdiği öncülüne dayanır: “Din diğer aidiyetlerle karşıtlık
oluşturmayan ve başka kodların da kullanılmasına imkan tanıyan, geçişken bir
kimlik sağlar.” Buradaki yenilik, Roy’a gore dinsel pratiğin yenilenişi değil,
aksine dini kimliğin yeni bir etninin oluşumuna imkan tanıyan bu geçişken ve
muhayyel kimliğidir. Bir yerde, Roy’un önerdiği bakış açısı dinin diğer tüm
aidiyet kalıplarını aşan bir üst eklemlemeye olanak verdiği, böyle bir merci olma
konumuna eriştiğidir. Peki ama niye diğer aidiyet yapıları değil de din böyle
bir konuma erişebilmekte ya da onu sürdürebilmektedir? Roy’un analizi bu
sorunun cevabını aramak yerine klasik Avrupamerkezci bir içerik kazanır. Bu Avrupamerkezci
tını en iyi O’nun İslam’ı yeni bir etnisitenin metaforu olarak okuma tarzında
hissedilir. O’na gore, yeni köktenci söylem büyük ölçüde bir dışlanmışlık
duygusu etrafında gelişir. Üçüncü Dünyalı dışlanmışların “başkaldırı(sı)
kurgusal bir tarzda hayali bir ümmet üzerinden enternasyonalleşerek
politikleşir.” (Roy, 2001: 94) Bu yüzden yeni köktenci söylem, “dinsel pratiğe
geri dönüşten ziyade dışlanmış bir toplumsal kesimin etnileştirilmesini içerir.
Bu etnileştirme kendini hayali bir egemen kültür ile icat etmek zorundadır.”
(s. 93) ** Böylelikle, Roy, rahatça İslamcılığı toplumsal bütünleşmeyi
sağlayamayan kesimlerin kültürellikten yoksun bir ideolojisi olarak
betimleyebilir ve hatta İslam’ı Doğu’nun dışına çıkararak “Oryantalizmin sonu”nu
ilan edebilir. Oysa, bize gore, oryantalizmin sonunun ilanının “Doğu’nun bitişi”
ile alakalandırılması bizatihi Batı’nın bitişiyle de alakalı olmalıdır. Öte
yandan, yeni köktenci söylemin kültürsüzlüğü, Roy’un varsaydığı dışlanma hattı
takip edilirse “hayali egemen kültür”ün kültürsüzlüğüdür. Bu yüzden ‘Batı’nın yaşadığımız
dünyaya içkin oluşu ancak yaşadığımız dünyanın her yönüyle türdeş ve homojen
olması anlamında düşünülebilir.
Gerçekten de
aklın yurdu (Batı) ile hayalin yurdu (Doğu) arasındaki kapışma sona mı ermiştir?
Roy’un bitişini ilan ettiği Doğu, sakın Batı olmadığını düşleyen bir Batı
olmasın?
V. 11 Eylül
saldırıları yeni dünya düzeninin çözülmesine yol açan olaylar silsilesinin ilki
olmasa bile en önemli unsurudur. Bu olaylar içerisinde 11 Eylül’ün kendine özgü
karakteri hem bir istisna hem de bir örnek teşkil eder. İstisnadır, çünkü bir
daha böyle bir saldırının gerçekleştirilebilmesi mümkün olsa bile ürettiği etki
ve dehşet bir önceki gibi olmayacaktır. Örnektir, çünkü terör denen daha genel
bir kategoriye aittir. Böylelikle hem istisnaya ait olan dışlayarak içleme hem de örneğe ait olan içleyerek dışlama yapısını birlikte barındırır. Birçok bakımdan 11
Eylül istisnai bir örnek ya da örnek bir istisnadır. Örnek ile istisnanın
metonimik bir hatta bitiştiği 11 Eylül simülasyonunu anlamak için onun hem
kapsayarak dışladıklarına hem de dışlayarak kapsadıklarına aynı anda bakmak
gerekir.
11 Eylül, adalet
arayışının terör aracılığıyla gerçekleştirilemeyeceğini gösteren bir örnektir.
Adalet istenirken adalet dışlanmıştır. Adalet arayanlar kendi haklılıklarına
saldırı düzenlemişlerdir bu bakımdan: kendi haklılıklarını yıkmışlar, kendi
davalarına ihanet etmişlerdir. Onlar, böylelikle, kendi haklılıklarının
içerdiği potansiyeli dışlamışlardır- tabii, saldırıyı gerçekleştirenler
gerçekten de onlarsa! Komplo teorilerinin asıl işlersellik kazandığı noktanın
bu haklılığı koruma içgüdüsüyle üretildiği ileri sürülebilir bu yüzden.
Öte yandan 11
Eylül bir istisnadır; neyin olabileceğini göstererek neyin olamayacağını
işaretleyen bir istisna. Ne yazık ki olabileceklere bakmak olamaz
dediklerimizin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Tıpkı tipik Holywood filmlerindeki
gibi en kötü olasılık gerçekleşir.
Türkiye’de 11
Eylül saldırılarıyla aynı zamanlarda vizyona giren “Kod Adı: Kılıçbalığı”
filminin giriş sekansında John Travolta, Hollywood’un yanıldığını ileri
sürüyordu. Filmin sonunda yer alan Usame bin Ladin’in gemisinin bombalanışı
sahnesine yer vermekle kendisinin de yanılmış olduğu ortaya çıktı.
__________________________
* Bu kısımda Agamben (2001, 64-67)'nin yorumlarını takip ediyoruz.
** Roy'un bu analizlerine karşı Sayyid, İslam ümmeti kavramını postkolonyal dönemde diasporik bir mantıkla eklemlenen bir oluşum, edimsellikten çok potansiyel bir ufuk olarak konumlamayı önerir. Buna göre ümmet mevcut durumun değişmesiyle birlikte erişilmesi mümkün hale gelen bir ufuk, bir ileri adımdır. Sayyid'e göre bu oluşum iki merkezsizleştirme -Batı'nın merkezsizleştirilmesi ve küreselleşmeyle birlikte çevre ulus-devlet formasyonlarının merkezsizleştirilmesi- arasında konumlanabilecek bir yeniden yerleştirmedir. Ayrıntılar için bkz. Sayyid, 2000b.
KAYNAKÇA
Agamben, Giorgio, 2001, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.
Güzel, Murat, 2000, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Roy, Olivier, 2001, "Kimliğin Yeniden Oluşumu Neden Dinsel Bir Tabanda Gerçekleşir?" (çev. Salih Peker), Birikim, No: 150.
Sayyid, S, 2000a, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (çev. E. Ceylan-N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Sayyid, S, 2000b, "Beyond Westfalia: Nations and Diasporas- The Case of the Muslim Ummah", Un/Settled Multiculturalism: Diasporas, Entenglements, Transruptions (ed. Barnor Hesse), Londra: Zed Books
__________________________
* Bu kısımda Agamben (2001, 64-67)'nin yorumlarını takip ediyoruz.
** Roy'un bu analizlerine karşı Sayyid, İslam ümmeti kavramını postkolonyal dönemde diasporik bir mantıkla eklemlenen bir oluşum, edimsellikten çok potansiyel bir ufuk olarak konumlamayı önerir. Buna göre ümmet mevcut durumun değişmesiyle birlikte erişilmesi mümkün hale gelen bir ufuk, bir ileri adımdır. Sayyid'e göre bu oluşum iki merkezsizleştirme -Batı'nın merkezsizleştirilmesi ve küreselleşmeyle birlikte çevre ulus-devlet formasyonlarının merkezsizleştirilmesi- arasında konumlanabilecek bir yeniden yerleştirmedir. Ayrıntılar için bkz. Sayyid, 2000b.
KAYNAKÇA
Agamben, Giorgio, 2001, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.
Güzel, Murat, 2000, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Roy, Olivier, 2001, "Kimliğin Yeniden Oluşumu Neden Dinsel Bir Tabanda Gerçekleşir?" (çev. Salih Peker), Birikim, No: 150.
Sayyid, S, 2000a, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (çev. E. Ceylan-N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Sayyid, S, 2000b, "Beyond Westfalia: Nations and Diasporas- The Case of the Muslim Ummah", Un/Settled Multiculturalism: Diasporas, Entenglements, Transruptions (ed. Barnor Hesse), Londra: Zed Books
Tezkire,
yıl 11, sayı 23, kasım/aralık 2001
9 Kasım 2013 Cumartesi
SÖZ BİTTİ YAZI PAYDOS
I.
"Her
zaman yazabileceğim bir şeyi hiçbir zaman yazmam" der Paul Valery
günlüklerinin bir yerinde. Demek ki Valery'e göre her zaman yazılabilecek olan
bir şey (bu şey öykü, şiir, roman, deneme veya yazının başka bir çeşidi
olabilir pekala) yazılmaya değmeyecek olandır. Yine, demek ki, onu yazmaya
uğraşmak, sanatçı açısından, değersiz bir işle vakit kaybetmek anlamına gelir.
Belki de her zaman yazılabilecek olan, çoğu kez zaten yazılmış olan
olabileceği için yazılmaya değmeyecek olandır. Peki ama her zaman yazılabilir
sayılıp da bu yüzden hiçbir zaman yazılmamış bir şey ya da müellifin kendisini
her zaman yazabilirim diyerek avuttuğu ve bu sebeple hiç bir zaman yazamadığı
bir şey hâlâ "her zaman yazılabilir olan" olarak adlandırılmayı hak
eder mi acaba? Her zaman yazılabilir olmak gibi bir bahtsızlığa uğramış bir
"yazı", Valery'nin de içinde yer aldığı modern yazarlık kurumunun ve
mesleğinin ahlaki maksiminin dolaysız bir sonucu olarak hiçbir zaman
yazıl(a)mayacak olana, hatta yazılmaması gereken bir şeye dönüşmemiş midir?
Böylelikle, paradoksal olarak, her zaman yazılabilir olanın hiçbir zaman
yazılamaz olana doğru geçirdiği bu garip metamorfoz onu yazarın şevkle
yöneldiği her zaman yazılamaz olanı yazma çabasının alanına dahil etmez mi? Bu
paradoks, modernist-elitist edebiyatın niçin giderek itibar kaybettiğini bir
nebze de olsun açıklığa kavuşturmaktadır. Edebiyatın artık "yüce" konuları
yoktur. Günümüzdeki edebiyatın güçsüzlüğü belki de bu modernist ahlaki maksime
edebiyatçıların fazlaca yüz vermemesinden kaynaklanmaktadır. Yüce ve her zaman
yazılamaz konular yerine postmodern tahkiyenin ürünleri doldurmaktadır kitapçı
raflarını.*
Edebi
planda modernizmin yaşadığı bu bozgun "yazarlık kurumu"nda
gözlemlediğimiz değişimlerle de ilişkilendirilebilir. Günümüzde “yazarın
ölümü”nden bahsediliyor; yazarın, yani “yazı” otoritesinin… Aynı şey Kant estetiğinin “yüce” kategorisinin de kaderi değil mi bugün? Günümüzde yazarın
ölümüyle ortaya çıkan boşluğu okurun doldurması bekleniyor, okur bu yüzden
postmodernist anlatılara dahil ve davet ediliyor. Üstelik okur artık yazarın
yada şairlerin “düşman kardeşi” değil: elbette “benzeri”, ama bu benzerlik onların
en fazla aynı suça ortaklık etmelerinden kaynaklanıyor artık olsa olsa. Ancak
sorun, yani suç bu kadar basit değil: modern romanın doğuşunu müjdelediği
varsayılan Miguel De Saavedra Cervantes’in Donkişot’u da okur ve yazar arasında
bir iletişim arayan bu numaraları sıklıkla kullandığı için şimdi postmodern
olarak yorumlanan bir edebi biçimin öncüsü, hatta tüketicisi (tüketicisi, çünkü
okuru romana dahil etmenin bütün varyasyonları postmodernist romancılardan önce
Cervantes tarafından keşfedilmişti) olarak görülebilir. Tarihin tersinişi,
belki de sürekli tersinmenin, geriye dönmenin bir tarihidir.**
Öte
yandan yazılamaz olanın belirlenmesine yönelik kural değişikliği yazarlık
mesleğinin (böyle bir meslek oldu mu hiç) yaşadığı kurumsal değişimlerle birlikte
onun işlerlik sahasını da alabildiğine kısıtladı. Demem o ki neyin gerçek neyin
kurgu olduğunu belirlemenin giderek zorlaştığı bir tinsel iklimde yazarlık
bireysel bir yetenek ve meleke olmaktan handiyse “kurtarıldı.” Bu durum elbette
yazarın anonimleştiği, bilinmez kılındığı sözlü geleneklere sahte bir yeniden
dönüş beklentisiyle açıklanamayacak komplikasyonlara sahipti; dahası bu
komplikasyonların doğurduğu kimi sorunlar yazarlık kibrini alaşağı eden bir
“kolektif yazarlık” kavramının gelişmesine yol açtı. Kolektif ya da diyalojik
yazarlık; yani, zaten kendini yazmış yazıya mütercimlik yapan yazar ve okurun
oluşturduğu semantik ortaklık limited şirketi…
”Her
zaman yazılabilir olan”, aynı zamanda, her zaman ulaşılabilir olandır. Bu onun
her zaman el altında, burda oluşunu imler. O, ister bir konu, ister bir duygu,
isterse de düşünce yoluyla çözümü aranan bir mesele olsun, her zaman yazarla
birlikte, yazarın yanı başında, onun varoluşunun “süfli” yanlarını temsil etmek
üzere oradadır. Süfliliği yazmaya değmez oluşundandır. Yetkin bir şairde, acı
çeken insan ile yaratıcı dimağ arasında kesin bir ayırımın olduğunu savlarken
Eliot, her zaman yazılabilir olup da hiçbir zaman yazılmaması gereken unsurun
buradalığını vurgular gibidir. Bu yüzden Eliot için bile “yenileme, yinelemeden
yeğdir”. “Yaratıcı dimağ”ın estetik bapta “acı çeken insan”a üstün tutuluşu,
“acı çeken insan”ın sürekliliği göz önünde tutulursa bir anlam kazanır.
“Gelenek”, bu yüzden acı üstüne değil, yaratıcı dimağ üstüne kuruludur. Yine bu
yüzden “bireysel yetenek”, yaşantının rastlantısallığı içerisinde kendisine
vakıf olunabilen bir şey değil, bütün bir geleneği özümleme ve onun yeni bir
ifade kazanmasında bir katalizör rolünü üstlenme cehdini göstermek anlamında
“yaratıcı dimağ”ın kendisidir. Sanatçı bireyin, gelenek adı verilen “kolektif
bilinçdışı”na kendini teslim edişi, onun her şeyden önce kendi yeteneğine bile
kendi adına sahip olamayacağı, olmaması gerektiği biçiminde yorumlanabilir.
Yazar, ne denli büyük acı çekiyor olursa olsun, yazdıklarının gelenekle
ilişkileri onun büyüklüğünü ispat etme kriteri olarak kullanılacaktır. Çektiği
acı değildir yazarı büyük ve yetkin kılan; bu acıları anlatmayışı, eğer
anlatacaksa da onları toplumsal geistla
dolayımlayabilmesidir.
II
Yazmak:
bu eylemin doğasında var olan manevi yaratıcılık, geleneksel kozmolojilerde
bütün evrenin bir “Açık Kitap” olarak yorumlanmaya çalışılmasıyla doyurulmaya
uğraşılıyordu. Bu kozmolojik bakış açısına göre evren yazılmış bir kitaptı.
Yaratılmış her şey bu kitabın harfleri, kelimeleri ve cümleleriydi.
İnsanoğlunun görevi bu kitabı anlamak, okumak ve bu anlama uygun bir hayatı
yaşamaktı. Hemen hemen bütün geleneksel öğretilerde varlığını sürdüren bu yazı
izleği yerini modern zamanlarla birlikte kitaplık düşüncesine terk etti.
Böylesi bir ters kozmolojik dönüşüm neticesinde evrene bütüncül bir bakıştan
yoksunlaşmış modern çağlarda bireysel anlatı ve kahramanlıklar bir kurum olarak
yazıya ve yazarlığa can kattı. Çelişkili bir ifade olacak, ama olsun: modern
edebiyatın geleneği onun geleneksizliğidir. Bu geleneksizliği Octavio Paz
“eleştiri” kavramıyla içeriklendirmiş ve modern edebiyatın sonuna geldiğimizden
yakınmıştı. Şimdi daha açık ve yüreklice ifade edilmesi gerekli nokta o ki
artık yazı, modern tekno-bilimsel metafizikle birlikte, varolmak için ne bu
manevi yaratıcılığa ne de dışsal bir öge ve “ilk muharrik” olarak yazara
ihtiyaç duyuyor: Hegelci Geist’ın yeni bir gölgesiyle mi karşı karşıyayız? Bu
da epey şüpheli: kendi içsel deviniminde yaşadığı süreksizlikler, kırılmalar,
kopuşlar sebebiyle “yazı”nın bugünkü hali bu biçimiyle, “eleştiri” ve
“avantgardizm” anlatıları da dahil olmak üzere bütün modernist anlatıları
geçersizleştirici bir işlevi deruhte ediyor.
Çünkü
edebi işlevin sorgulanması, diğer adıyla “eleştiri” elbette yazının kendi
doğasına ve bilincine vakıf olduğu tinsel bir ortamı, geleneği işaretler. Oysa
şimdilerde bize en uzak düşen şey bu ortam, yani ortaklık duygusudur. Değil mi
ki modernist edebiyat kendi yaratıcılığını duygularını “dışarlıklaştırma”da
bulmuştu. Türk edebi geleneğini bundan azade kılmanın bir yolu belki de bu
geleneğin başlangıcından beri “eleştirisizlik”le malul oluşunda bir teselli
aramak olabilir. Bu nokta da ayrıca incelenmeyi hak eden bir yüklemi haizdir.
III
Modernizmin hiçbir zaman
yazılamaz olana dönük iştihası en iyi Mallarmé’ın Opus Magnum anlayışında izlenebilir. Aslında bu anlayışında
Mallarmé yalnız değildir. Modern dönemin büyük yazar ve şairlerine teşmil
edilebilecek bir anlayıştır bu: Büyük Eser, asla tek başına benim yazamayacak
olduğum bir eserdir. Ben bu küçük parçalarla o eserin ancak bir kısmını vücuda
getirebilirim. Bu anlayış bazen romantiklerde –bilhassa Hölderlin’de- olduğu
gibi nostaljik ve umutsuz bir cilayla belirlenir, bazen futuristlerde ve
kübizmdeki gibi ütopyacı yanlarıyla görünür, kimileyin de nihilist bir umarsızlık
her yanı kaplar. Büyük Eser; insanlığın, yani bütün edebiyatçılar, yazarlar
kuşağının tinlerinin ürünü olan bir şeydir çünkü. Yazarların ve şairlerin “insan”a
karşı besledikleri umut ya da sevgiye, bazen tam zıddı duygulara bağlı olarak
anlam içeriği farklılaşır bu özlemin. İskenderiye kütüphanesinin modern
zamanlardaki izdüşümü olarak değerlendirebiliriz Opus Magnum özlemini.
Böylelikle modernist alçakgönüllülük sahte bir ortaklaşmacılığa dönüşür. Sahip
olma hırsının üstü “eserin tamamlanmamışlığı ve asla tamamlanamazlığı”
denebilecek bir cilayla, gelenekle örtülmüştür. Gerçekte bu anlayış her ne
kadar romantizmin deha estetiğine kökten zıt ise de edebiyatın ve yazının
nkendi temellerini berhava ettiği, kendini olumsuzladığı bir uğrağı işaretler.
Artık mükemmellik yoktur, öyleyse mükemmellik arayışı da olmayacaktır. Oysa
mükemmellik geleneğe uygunluktu. Bir kritrer olarak geleneğe uygunluk,
geleneğin dönüştürülmesine yarayan edimlere hayat hakkı tanıdıkça kendi sonunu
da hazırlıyordu. Böylelikle mükemmelik tasarımı, mükemmellik adına kendi sonuna
şahit olmaya zorlanmıştır. Eser kelimesinin Türkçe’deki diğer anlamına
başvurmak gerekliyse, Büyük İz, bütün
izlerin bir toplamından fazla olarak onların geride bıraktıklarının da izidir. Yazının geleneği, bu yüzden
modern zamanlarda bölük pörçük izlerin birleştirilerek bir bütün haline
dönüştürülmeye çalışıldığı bir dönemin geleneğidir. Eliot’ın tanımladığı
biçimiyle ne gelenek kalmıştır ortada, ne de bireysel yetenek. Çünkü gelenek
yorumlanması ya da yadsınması mümkün bütün yollardan zaten yorumlanmış ya da yadsınmıştır. Aynı şekilde görülmesi mümkün
olan bütün “yetenek” şekilleri yeterince
görülmüş, o yetenekler yine yeterince
tüketilmiştir. Öyleyse edebiyatçıların yeni bir hazine arayışı, yeni bir
yorumculuk tarzı, dolayısıyla yeni sayılabilecek bir anlayışa ulaşabilme
imkanları artık kalmamıştır. Avant-garde’ın sonu, yazının kendisinin
avant-garde bir hale dönüşmesinden başka bir şey değildir. Öyle ki artık izleri
yorumlamaktan değil, yorumları izlemekten söz edebiliyoruz. Bize gelen, bu
yüzden, gelenek değil, gelenek yorumlarıdır.
Öte yandan bir zamanlar
modernist şair ve yazar, yazmayı bir öç alma biçimi olarak görebiliyordu, hatta
bir saldırı biçimi! Oysa yazının öncelikle yazarına saldırdığı, ondan öç ve baç
istediği çok sonar anlaşılabildi. Yirminci yüzyıl deliren ya da intihar eden
şair ve yazarlarıyla yazının yazarından aldığı öce tanıklık etti. Bir savunma
biçimi olarak kurgulanan yazı, yazarını aşırı savunmaktan dolayı suçlu şimdi.
_________________________________
* Elbette bu olgu bizzat modernist
yazın içerisinde hem Frankfurt Okulu’nun, yani Adorno ve Horkheimer’ın “kültür
endüstrisi” kavramıyla hem de onto-poetik bir tutumun, yani Heidegger’in
eleştirisiyle ele alınabilecek bir durumu işaretler. Frankfurt Okulu’nun son
kertede tarihselci-maddi bakış açısıyla Heidegger’in “varoluşsal nostalji”si
arasındaki gedik, bir kez ve bu momentte, “kültürün ticarileşmesi” sorununda
kesişir. Edebiyat dergileri, artık şiir fabrikalarıdır. Bu kertede “yazılamaz
olan” ticarileştirilemez olandır ve finans-kapital, modern zamanlarda
ticarileştirilemez hiçbir meta ve konu tanımamaktadır.
** “Tarihin Tersinişi”
adıyla Türkçe’ye çevrilen bir makalesinde Baudrillard şu dikkate değer soruları
soruyordu: “modernliğin hareketi geridönüşümlü müdür ve bu geridönüşümlülüğün
kendisi geridönüşümsüz müdür? Bu geriye dönük aktivite, bu binyılın sonu rüyası
nereye gider? Hız yada ses duvarı gibi ‘tarih duvarı’ yok mu ki modernitenin
inkarı hareketi oraya yanaşamasın?” Bizce, modernitenin yadsınışı, yadsımanın,
dahası bu soruyla birlikte tarihi yadsımanın yeni bir biçimini oluşturmaktadır.
Tarihin yadsınışı, dolaylı olarak yazının yadısnışıdır. Nitekim, modern
edebiyatın yaşadığı asıl problem yazıdan sonar neyin gelebileceğine dair
verilecek bir cevabın olmayışıdır. Tarih yazıyla kadimdi. Yazıdan sonra sahiden
tarih olacak mı?
Bumerang, 2, Ekim-Kasım-Aralık 2000
8 Kasım 2013 Cuma
DOĞDUĞUM EV YIKILDIĞINDA YAZDIĞIM ŞİİR
I.
Ben herkesin yarısıyım
Herkeste benden bir parça
Ben sizden ben hepinizden
Ben sizden kızım oğlum sizden
Etinizden kemiğinizden bir parça
Elinizden emeğinizden
Ütüsüz ceketiniz yırtık kotunuzla
Caddede kalabalık öğle akşam
Dalgalarınız dalgalı saçlarınızla
Gülüşünüz yok mu bakın o hepimizden
İçimiz bir dışımız bir demeniz yok mu
"Seni seviyorum seni gerçekten"
Demek yok mu "seni gerçekten"
Herkes bir parça üzgün bir parça kırık oysa
Şimdi bu şiir bitmeyecek
Gece bitmeyecek hiçbir sır ulaşmayacak sabaha
Sır yok aramızda çünkü asır yok yakınız yakınırız sabaha
Ve boş lakırdımız ırmaktan dağdan ve denizden
Gök çok sakin rüzgar yok sakin uyku ve esneme yok
Kent yok sanki kent dersek ne kadar uzakta
Sap sakin buğday başakları yok sakin
Merisler mandallar sakin toroslar sanki aşağıda
Harita kadastro mühendisleri yok tacirler tahtlar
Hem teşrin-i evvel tem teşrin-i sani
Tapucular tap tap kapı çalan komşular yok
Bu küçük bağ evleri yok yüzyıllar yok
Yüzyılların sekineti bir parça
Çökmüş bir hecin devesi öteki
Çöl gelmeli bu imgeden önceyi yele vermeli
Kerem de yok aslı da- burada dur ve seyret
Şu iki genci öpüşen şu iki dikeni şu şu şu
Şuh de şuh şuh oh oha
Yürüdüğümüz bu sokaklar mı
Yazdığımız bu şiirler mi yeteneğimizden
Bu trafik sıkışır mı hiç kalbimiz sıkışır mı
Kanımız akar pıhtılaşır pıhtılaşır mı
Bu bakkal sıvazlar sakal
Bu manav el siler havlular
Bir köpek hep havlar avluda topal topal
Kandır akar oysa kan akar akar
Gül açsa ne değişir kurusa kavak
Radyoda hüzzam bir şarkı
İçimizden söyleyin içinizden kim
Salacak suyunu çevirip geçmişin
Âtinin arkına akacak kimin irini
Bir de kahrolsun işte merak
Arka koltukta kaç kişiyiz hacı muratlarda
Hem artık kaç sığmayan
Bu çarha
bu çarşılara
bu sigara yanığı çarşaflara
Bu saz yastıklara kırlent kenarlarına bu
Sahte simlere susamsız sahte simitlere
Doğum günlerine ölüm günlerine
Bayramlara kandillere inanan kaç
Köşelerde melul kaç bakraç
Evlere odalara sığmayan kaç
Dolaplara raflara kaç fincan
Kaç çay kaç su bardağı kaç kâse kaç vazo
Kaç gülücük kaç kahkaha kaç zırıltı kaç giz
Kaç göz kaldı kaç nazar değdi üstümüze
Kaç kaç kaç artık kaç hengâme
Kaç ihtilal gördük kaç ölü gömdük birlikte
Kaç sevgili kaç dost kaç artık uza uzaklaş
Akla aklaş şakaklarımda ey şakirt öfke
Ey sürtük öfke ey sarıl savrul gövdeme
II.
Gece olduysa oldu ne fark eder yani
Yataklara yatarız öperiz yanakları yastıkları
Yalnızlık öpülür mü öpülür hep yalnızlıktan
Sabah olduysa oldu ne fark eder yeni
Beden uyanır zihin uyanır- yıka yüzünü yıka
Bizden bir parça uyanır- yıka yüzünü yıka
Hayat kocaman bir parça- yıka yüzünü yıka
Kahvaltı hazır hadi kahvaltıya- yıka yüzünü yıka
Bir kuru soğan bir ekmek bir uyumak uyanmak bir parça
Kargaların gagaladığı karla kaplı bahçeden
Sokağa çıkarım bir şemsiye bir de kendimi açıp
Alıp kendimi sokağa kaldırım taşlarına buzlu saçaklara
Alık alık bakışlarla kışlarla alıp alıç kökleriyle
Hallaçlarla ata ata bir su içimi sokağa çıkarım
Ama hiç çıkmaz sokak bana sokak üzülmez sokak darılmaz
Bir kedi gibi sokulmaz sokak sarılmaz sabaha yahut akşama
Ben baktıkça çünkü saçaklara ve hayata
Baktıkça her şeyden bir iz bir işaret
Belli ki herşey paslanmış bir tüfek-
Ohooooooooooo gelenek dersiniz- bu bizim işimiz!
Gelenek gelecek geçmiş gelecek- bu bizim işimiz!
Hepimiz dünden bugünden- bir parça bu bizim işimiz!
Ateş eder iz biter işiniz!
Yarın olsa yarından da yoksa hiç yoktan da
Vardan da bir parça varlığımızda yoksa
Bizim işimiz bir parça eklemek bir ima
Bir iz bir işaret bir fişek hatta tahta bir tabanca:
"Sen bana bir adım at ben sana koşayım
Sen bana bir kurşun ver onlara iki kurşun sıkayım!"
Sen dur sen dur ben kurşun yakayım
Bakayım yaralarıma yıllar nasıl bir kargıdır
Yorgunluk başka yorgun bir tan niye başkadır
Bakayım her bakışıma bir kumru konsun
Son kez bahçemizde açan yabani güle değil
Gül değil yaradır çünkü yaradır sürekli kanar
Elbette kanar dokunma dur anne dur!
Anne bakışların inan kocaman bir kumrudur!
Behey "bitti beyler mürveti"
Behey "binmişler birer atı"
Behey "yediği yoksul eti"
Behey "içtiği kan olmuştur"
III
Baktıkça ince narin kalın belli kalın dudaklı duta
Genişleyen gövdesiyle işte meşe işte örtme dam
Değil toprak yağız yağlı kabarık saçlı toprak dam
Değil demir kapı teneke oluk çinko dam
Maltız susacak ben baktıkça
Baktıkça baktıkça baktıkça
Anne evimiz baktıkça yıkılacak!
Yıka yüzünü ve otur yüzün duru dursun
Ekmeği böl haram yok bir damla içtiğin suda
Bir zerre helal değil bir parça zeytini çiğne yavaşça
Yudumla çayı farkına vararak yorgunluğun yavaşça
Bir parça soğanın de ki rızk verene şükürler olsun
Sen böyle bir parça büyük kocaman bir parça
Bu ev büyük kocaman bir taş bir temel bir parça
Başka bir ev yok yanımızda başka bir ey başka bir omuz
Muhtaç bir omuz her zaman başka bir omza
Niçin bir omuz bir omuza muhtaç olsun
Bir anne bir oğula bir kız bir babaya
Babam yok kardeşim yok anla yok
Anne yok bizde haram bir dil işin aslı yok
Günümüz gecemiz dünümüz geleceğimiz
Etimiz kemiğimiz erimiz ereğimiz
Eridiğimiz erdiğimiz nedir
Aslıma asarıma değen yad nazar değil
Helal değil helal olsa değmez değil
(Ne konya ne adana
Ne ankara ne eskişehir
Ne ağrı ne edirnedir)
Beklenmez değil heves humma has hastalık
Benim yum gözlerimi yum kirpiklerimi kaşlarımı
Alnımı ıslak bezlerle yokla alnım yok bak yokla
Alnımı alnıma al varsa aklımı arkadaşlarımı
Balkonlara çık balkonlar binalar hep dışarıda
Apartman boşlukları kulaklar kuklalar kukuleta
Sokakların gözleri dilleri gösteri günleri
Onların günleri ya expresso ya çikolata!
Anne dur yıka yüzünü yüzün duru dursun ve otur
Otur konuşalım yüzüm olsun konuşmaya
Oturalım evlerde ve avlularda
Klânımız öfke kalanımız mağrur
Gülün tenimizde açtığı yara
Nasılsa
nasılsa
nasılsa
bir gün nasılsa kurur!
IV.
Yüzümü yıkadım. Sabahmış. Annem ve saat söyledi bunu böyle.
Yüzümü yıkadım. Kuru ekmekmiş. Çiğneyip öğrendim çürük dişimle.
Yüzümü yıkadım. Aşkmış sokaklarda gezen. Elini tuttum, sanırım biraz divane.
Yüzümü yıkadım. Şiirdi. Benim bir parça emeğimle emekleyip yürüdü.
Ben herkesin yarısıyım
Herkeste benden bir parça
Ben sizden ben hepinizden
Ben sizden kızım oğlum sizden
Etinizden kemiğinizden bir parça
Elinizden emeğinizden
Ütüsüz ceketiniz yırtık kotunuzla
Caddede kalabalık öğle akşam
Dalgalarınız dalgalı saçlarınızla
Gülüşünüz yok mu bakın o hepimizden
İçimiz bir dışımız bir demeniz yok mu
"Seni seviyorum seni gerçekten"
Demek yok mu "seni gerçekten"
Herkes bir parça üzgün bir parça kırık oysa
Şimdi bu şiir bitmeyecek
Gece bitmeyecek hiçbir sır ulaşmayacak sabaha
Sır yok aramızda çünkü asır yok yakınız yakınırız sabaha
Ve boş lakırdımız ırmaktan dağdan ve denizden
Gök çok sakin rüzgar yok sakin uyku ve esneme yok
Kent yok sanki kent dersek ne kadar uzakta
Sap sakin buğday başakları yok sakin
Merisler mandallar sakin toroslar sanki aşağıda
Harita kadastro mühendisleri yok tacirler tahtlar
Hem teşrin-i evvel tem teşrin-i sani
Tapucular tap tap kapı çalan komşular yok
Bu küçük bağ evleri yok yüzyıllar yok
Yüzyılların sekineti bir parça
Çökmüş bir hecin devesi öteki
Çöl gelmeli bu imgeden önceyi yele vermeli
Kerem de yok aslı da- burada dur ve seyret
Şu iki genci öpüşen şu iki dikeni şu şu şu
Şuh de şuh şuh oh oha
Yürüdüğümüz bu sokaklar mı
Yazdığımız bu şiirler mi yeteneğimizden
Bu trafik sıkışır mı hiç kalbimiz sıkışır mı
Kanımız akar pıhtılaşır pıhtılaşır mı
Bu bakkal sıvazlar sakal
Bu manav el siler havlular
Bir köpek hep havlar avluda topal topal
Kandır akar oysa kan akar akar
Gül açsa ne değişir kurusa kavak
Radyoda hüzzam bir şarkı
İçimizden söyleyin içinizden kim
Salacak suyunu çevirip geçmişin
Âtinin arkına akacak kimin irini
Bir de kahrolsun işte merak
Arka koltukta kaç kişiyiz hacı muratlarda
Hem artık kaç sığmayan
Bu çarha
bu çarşılara
bu sigara yanığı çarşaflara
Bu saz yastıklara kırlent kenarlarına bu
Sahte simlere susamsız sahte simitlere
Doğum günlerine ölüm günlerine
Bayramlara kandillere inanan kaç
Köşelerde melul kaç bakraç
Evlere odalara sığmayan kaç
Dolaplara raflara kaç fincan
Kaç çay kaç su bardağı kaç kâse kaç vazo
Kaç gülücük kaç kahkaha kaç zırıltı kaç giz
Kaç göz kaldı kaç nazar değdi üstümüze
Kaç kaç kaç artık kaç hengâme
Kaç ihtilal gördük kaç ölü gömdük birlikte
Kaç sevgili kaç dost kaç artık uza uzaklaş
Akla aklaş şakaklarımda ey şakirt öfke
Ey sürtük öfke ey sarıl savrul gövdeme
II.
Gece olduysa oldu ne fark eder yani
Yataklara yatarız öperiz yanakları yastıkları
Yalnızlık öpülür mü öpülür hep yalnızlıktan
Sabah olduysa oldu ne fark eder yeni
Beden uyanır zihin uyanır- yıka yüzünü yıka
Bizden bir parça uyanır- yıka yüzünü yıka
Hayat kocaman bir parça- yıka yüzünü yıka
Kahvaltı hazır hadi kahvaltıya- yıka yüzünü yıka
Bir kuru soğan bir ekmek bir uyumak uyanmak bir parça
Kargaların gagaladığı karla kaplı bahçeden
Sokağa çıkarım bir şemsiye bir de kendimi açıp
Alıp kendimi sokağa kaldırım taşlarına buzlu saçaklara
Alık alık bakışlarla kışlarla alıp alıç kökleriyle
Hallaçlarla ata ata bir su içimi sokağa çıkarım
Ama hiç çıkmaz sokak bana sokak üzülmez sokak darılmaz
Bir kedi gibi sokulmaz sokak sarılmaz sabaha yahut akşama
Ben baktıkça çünkü saçaklara ve hayata
Baktıkça her şeyden bir iz bir işaret
Belli ki herşey paslanmış bir tüfek-
Ohooooooooooo gelenek dersiniz- bu bizim işimiz!
Gelenek gelecek geçmiş gelecek- bu bizim işimiz!
Hepimiz dünden bugünden- bir parça bu bizim işimiz!
Ateş eder iz biter işiniz!
Yarın olsa yarından da yoksa hiç yoktan da
Vardan da bir parça varlığımızda yoksa
Bizim işimiz bir parça eklemek bir ima
Bir iz bir işaret bir fişek hatta tahta bir tabanca:
"Sen bana bir adım at ben sana koşayım
Sen bana bir kurşun ver onlara iki kurşun sıkayım!"
Sen dur sen dur ben kurşun yakayım
Bakayım yaralarıma yıllar nasıl bir kargıdır
Yorgunluk başka yorgun bir tan niye başkadır
Bakayım her bakışıma bir kumru konsun
Son kez bahçemizde açan yabani güle değil
Gül değil yaradır çünkü yaradır sürekli kanar
Elbette kanar dokunma dur anne dur!
Anne bakışların inan kocaman bir kumrudur!
Behey "bitti beyler mürveti"
Behey "binmişler birer atı"
Behey "yediği yoksul eti"
Behey "içtiği kan olmuştur"
III
Baktıkça ince narin kalın belli kalın dudaklı duta
Genişleyen gövdesiyle işte meşe işte örtme dam
Değil toprak yağız yağlı kabarık saçlı toprak dam
Değil demir kapı teneke oluk çinko dam
Maltız susacak ben baktıkça
Baktıkça baktıkça baktıkça
Anne evimiz baktıkça yıkılacak!
Yıka yüzünü ve otur yüzün duru dursun
Ekmeği böl haram yok bir damla içtiğin suda
Bir zerre helal değil bir parça zeytini çiğne yavaşça
Yudumla çayı farkına vararak yorgunluğun yavaşça
Bir parça soğanın de ki rızk verene şükürler olsun
Sen böyle bir parça büyük kocaman bir parça
Bu ev büyük kocaman bir taş bir temel bir parça
Başka bir ev yok yanımızda başka bir ey başka bir omuz
Muhtaç bir omuz her zaman başka bir omza
Niçin bir omuz bir omuza muhtaç olsun
Bir anne bir oğula bir kız bir babaya
Babam yok kardeşim yok anla yok
Anne yok bizde haram bir dil işin aslı yok
Günümüz gecemiz dünümüz geleceğimiz
Etimiz kemiğimiz erimiz ereğimiz
Eridiğimiz erdiğimiz nedir
Aslıma asarıma değen yad nazar değil
Helal değil helal olsa değmez değil
(Ne konya ne adana
Ne ankara ne eskişehir
Ne ağrı ne edirnedir)
Beklenmez değil heves humma has hastalık
Benim yum gözlerimi yum kirpiklerimi kaşlarımı
Alnımı ıslak bezlerle yokla alnım yok bak yokla
Alnımı alnıma al varsa aklımı arkadaşlarımı
Balkonlara çık balkonlar binalar hep dışarıda
Apartman boşlukları kulaklar kuklalar kukuleta
Sokakların gözleri dilleri gösteri günleri
Onların günleri ya expresso ya çikolata!
Anne dur yıka yüzünü yüzün duru dursun ve otur
Otur konuşalım yüzüm olsun konuşmaya
Oturalım evlerde ve avlularda
Klânımız öfke kalanımız mağrur
Gülün tenimizde açtığı yara
Nasılsa
nasılsa
nasılsa
bir gün nasılsa kurur!
IV.
Yüzümü yıkadım. Sabahmış. Annem ve saat söyledi bunu böyle.
Yüzümü yıkadım. Kuru ekmekmiş. Çiğneyip öğrendim çürük dişimle.
Yüzümü yıkadım. Aşkmış sokaklarda gezen. Elini tuttum, sanırım biraz divane.
Yüzümü yıkadım. Şiirdi. Benim bir parça emeğimle emekleyip yürüdü.
ÇATIŞMANIN VE BÜTÜNLEMENİN ŞİİRİ
Murat Güzel 1971 doğumlu bir şair. Daha önce
yayınladığı başka şiirleri olsa da, Güzel şiirinin seyrini 2001 tarihli
"Işık Heykelleri-Birinci Heykel"den başlatabiliriz. Yani otuz yaşında
başlayan bir serüvenden bahsediyoruz. Ama geçtiğimiz dört yıl içinde
yayınladığı sayıca az olsa da, zira toplasak sekiz-on şiiri var Güzel'in, hacim
ve kalite itibariyle önemli bir yer tutan şiirlerini göz önüne aldığımızda,
şairin kısa denebilecek bir süre içinde hakkında müstakil bir yazıyı yazmayı
hak ettirecek kadar önemli bir yol kat ettiğini görüyoruz.
Murat Güzel şiire Ayhan, Karakoç, Cansever,
Özel, Uyar gibi şairlerin şiirini temel alarak başlamış bir şair. Etkiden kaçan
bir şair değil her şeyden önce. İşi; imgelem, mısra kuruş ve ses olarak buradan
alır, öyle ki ilk şiirlerinde ve yer yer sonraki şiirlerinde İkinci Yeni
şairleri arasında dolaştırılıyor gibidir okuyucu. Ayhan'ın "haklımızın/halkımızın
yoksul tarihi", Karakoç'un "ışığı", Cansever'in
"ölümü", "zamanı", "salıncağı", Özel'in
"hayat"ı, Uyar'ın "dirimi", "birtakım yorgun
adamları" iç içedir Güzel'in şiirinde. Ayhan'dan söz iktisadını,
Karakoç'tan yumuşaklığı, uzayan mısra kuruşu ve daha önemlisi mısraı,
Cansever'den ironiyi, Uyar'dan genişletme isteğini almış gibidir. Hem de bunu
açıkça, şairlerin isimlerini şiirlerinde anarak yapar. Aynı etkiye açıklığı,
yaşıtlarına ve yaşça daha genç şairlere karşı da gösterdiğini görüyoruz şairin.
“Şiirin çağdaşlığını izleyen bir şair” demekle aynı şey bu aslında. Güzel’i,
kısa zamanda giderek kendi yaklaşımını, şiirini, sesini, imgelemini, meselesini
getirebilmiş bir şair kılan da, bizce bu tutumudur. Kendine özgü bir yol
açmayı, etkileri bir araya toplayıp bunları serbestçe şiirine sokarak, şiirinde
yan yana konumlayarak deneyen bir tutum bu.
“AY
PARAMPARÇA”
Güzel’in şiiri atmosfer oluşturma kabiliyetiyle
öne çıkan bir şiir. Ama Güzel burada durmuyor: Koşutluk, benzerlik, yakınlık
gösteren parçalar arasında ilerleyip, şiiri genişletip bölümleyerek ve bu
bölümler halindeki şiir parçalarını çeliştirip çatıştırarak, kendi şiirindeki
uzunluğu, farklılaşmış sayıp-dökme mantığını, şiirinin ayırıcı vasfı haline
getirmiştir. İmajları görsel olmaktan çok, nesnelerin somutluğuyla, tarihiyle,
insan tecrübesiyle kurduğu çapraşık ilişkiyle ilgilidir. Farklılaşmış
sayıp-dökme mantığı derken, bu çatışmayı, paramparçalığı öne çıkarmayı
kastediyoruz ki bizce Murat Güzel’in Türk şiirine yaptığı temel katkı da burada
aranmalı. Yani insan tecrübesinin farklı katmanlarını bir araya getirip
bunlardan yeni bir bütün kurma üslubunda.
Güzel, okuyucunujn zihninde, gözünün önünde
şümullü bir sahne kurmaktan çok, bir şeylerin insan tecrübesinde bir araya gelip çarpışması, çelişki
oluşturmasına yönelir. Bu şeyleri şiirinde bir araya getirip çatışmayı şiirde
tekrar kurmaya, belirginleştirmeye
çalışır. Uyar’ın sayıp-dökmelerinden farkı da budur Güzel’in
sayıp-dökmelerinin. Uyar gibi bir çeşitleme, halkı, hayatı çoğullaştırma,
çeşitlendirme peşinde değildir. Karakoç ya da Süreya gibi, izlenime dayanarak
her şeyi yerli yerine koymaya da çalışmaz. O daha çok, hayatımızda çatışan
unsurları kesip yan yana getirerek çatışmayı belirginleştirip bir mesafeye,
ironi imkanına açılma yolundadır. 1971 doğumlu Hakan Arslanbenzer ve daha genç
şairlerden Safi’yle Kalkan’ın şiirlerindeki, koşut unsurların, siyaset
itibariyle gruplandırılmasından çok, Toksoy şiirinde izlerini gördüğümüz kesip
art arda getirme eğilimine yakındır. Güzel’de bu eğilimin “Vertigo”dan “Bir Toz
Meseli”ne daha denetlenmiş, kristalize bir hale geldiği saptanabilir.
Ağarıyor
ay pencereden, Veda tepelerinden, müziksel ifadenin yayılışı, dizeler,
dergiler, kitaplar boyunca, titrek ışıltısı kavisler çizerek (Toz
Meseli)
Güzel şiirinin önemli bir özelliği olarak, insan
tecrübesinde ortaya çıkan çatışmayı belirginleştirmeye yönelik çalışmayı öne
çıkardık. Çeşitli unsurların hayatta, düşüncede, gündelik tecrübede bir araya
gelip çatışmasının, Güzel’in temel ilgilerinden bitri olduğunu söyledik. Peki
neyle ne arasındadır bu çatışma? Ya da paramparçalık. İnsanın içindekiyle
dışındaki, düşünmek ve yazmakla yaşamak, kitabi olanla yaşayan,
zihinsel/felsefi olanla gündelik olan arasındaki çapraşık ilişkinin bu
çatışmanın bir tarafı olduğu öne sürülebilir. Bugünkü tarih ya da şairin
hayatıyla yani kişisel tarihiyle dünya tarihi, siyaseti arasında da benzeri bir
çatışmadan söz edebiliriz. Ama bütün bunları daha genel bir başlık altında
toplamaya kalkacak olursak, yani hem düşünceyle gündelik hayat, hem de tarihle
bugün arasındaki çatışmayı ifade etmek istersek; arzularla sınırlılık, insanın
sonsuzluğa açılma isteğiyle imkanları arasındaki “boşluk” demek bir ölçüde
işimize yarayacaktır. “Bir şapka ki melon/İçi boş bir cübbe” ve asıl olarak da
“şu kısa ömürle/şu azgın gebe kısrak” veya “Bu en büyük kavgada gömleğimden
kopan bir düğme” türünde mısralara çokça rastlarız Murat Güzel’in şiirlerinde.
Güzel, bu en büyük kavganın hemen yanına kopan gömlek düğmesini, “diş
ağrısı”nı, “bronşit”i veya “O halı sahada o solbekten/O umarsızca yediğimiz pis
goller”i getirir. Yani ay ışığının dergiler kitaplar üzerinde yayılmasına
dikkat eder.
Yazgı
ise değil, aşksa hiç, hayret edilmiyorsa tozun varoluşuna
(Toz Meseli)
Çatışmayla hayret, hayretle de ironi arasında
belirgin bir yakınlaşma vardır. Güzel şiirindeki hayretin temelinde de yukarıda
sözünü ettiğimiz çatışmanın bulunduğu söylenebilir. Burada meraktan başlayarak
hayrete, hayretten de bir şeye hayret edilmemesine hayret etmeye ilerleyen bir
süreçten bahsedebiliriz. Merak (“sorarak merakla mesela”) daha edilgenlik,
çocukçalık, masumluk iması içeren bir noktadadır. Hayret ise insanı hayret
ettiği şeyin dışına iter. Nesneyle arasında bir mesafe oluşmasına sebep olur.
Hayret edilmemesine hayret de, insanla diğer insanlar arasında bir mesafe
oluşmasına yol açar. Konunun bu karmaşık tarafı bir yana, merakın, hayretin
sözünü ettiğimiz ilk ve ikinci hallerinin ironiyle ilişkisi ortadadır. Şairin
dünyayı olduğu gibi kabullenmemesinin, dönüştürme çabasının bir tarafı,
dalgınlıkla, bilmezden gelmeyle, kısmi olarak algılamayla bağlantılı. Nesnenin
alışık olunan algılanışından uzaklaşmak da ancak bu yolla mümkün olur. Bunun
insanı götürdüğü yalnızlaşma ise, bir dostluk arayışının devreye sokulmasını
zorunlu kılıyor. İşte şiir yazmayı da buradan almak, anlamak hiç yanlış
olmayacaktır. “Bu zehir, filozofların değil, şairlerindir” yada “kanlı bıçaklı
bir şiir” ve “yekpare bir umut olarak şiir”in hemen yanında birliktelik arayışı
olarak şiir.
Güzel şiirini harekete geçirenin; dünyayı,
hayatı, içerdiği, taşıdığı bütün çapraşıklıkla, bütün çapraşıklığıyla bütünleme
isteği olduğu söylenebilir. Zıtlığı göstermeye, zıtlığa alışamamakta diretip
yine de onu katlanılır kılmaya, ondaki hayret uyandırıcılığı açığa çıkarmaya
çalışan bir şiir diyebiliriz Murat Güzel şiiri için. Bütünmüş, uyumluymuş gibi
görünenin altındaki çelişkiyi açığa çıkarıp burada durmayan, onu tekrar
bütünlemeye çalışan, bunu kendine has, “paramparça” bir atmosfer oluşturarak
başaran bir şiir.
Bu paramparçalığa koşut olarak, şairin hayatı
da, Özel’den ya da Arslanbenzer’in önceki şiirlerinden farklı olarak süreç
olarak girmez Murat Güzel şiirine. Bu anlamda Toksoy’a daha yakındır.
Hatıralar, şairin geçmişinden sahneler yeri geldikçe parçalar halinde, tek tek
anlar olarak katılır şiire. Dramatikten çok epiğe yönelen bir şirden beklenecek
olan da budur. Şair bir hikaye, bir bütün kurmaz bu parçalardan, onlar hakkında
konuşmaz –ki bu noktada şairin kendi hayatını mesele edip onunla şiirde
hesaplaşmasının, bu tavrın bilinci öncelemesi sayesinde ve bu yanıyla epiğe
katıldığını, mesela Özel şiirinin önemsenmesi gereken taraflarından belki de en
önemlisinin de bu olduğunu akılda tutmak gerek-; bunun yerine, kesik kesik,
parça parça anlam kazanabilecekleri bir çatışmanın içine sokar onları.
İnanın
halk kadar halka rağmen halka yakın halk için (Belki
Hepimizden Daha Narodnik)
Güzel’in bir unsuru tam zıddıyla, benzeriyle,
alternatifiyle birlikte anma şekli de dikkate değerdir. İkinci Yeninin bir şeyi
söyledikten sonra tam zıddını da söylemesi, ilk anda anlaşılanı çelmesi, “yada”ları,
“yahut”ları; kurulu bir düşünceye, tasnife, hazır bir kalıba konu edilmenin
önüne geçmeye dönük olarak anlaşılabilir. Bu, o bağlamın reddi, tartışmanın
üstüne çıkma anlamı taşıyor. Murat Güzel’in ise bunu bir adım ileri götürerek o
bağlamın, tartılmanın üstüne çıkmanın yanında, bu çelişkili parçaların hepsini
içeren bir bütüne varmaya yöneldiğini görüyoruz. Bu, şairin yukarıda sözünü
ettiğimiz yaklaşıma yaptığı bir katkı, bir farklılaştırma, bir ilerletme
sayılmalı.
KAPLAMLI
ŞİİRİN GEOMETRİSİ
Paramparçalığın yada çatışmanın, şiirin
tekniğiyle, bütünlüğüyle ilgili bir yanı, kendine özgü imkan ve zorlukları olsa
da, buraya kadar söylediklerimizde bunu bir zaaf olarak anmadığımız gözden
kaçmış olmamalı. Peki nedir bu durumun bir zayıflığa dönüşmesine engel olan?
Octavio Paz kaplamlı (“extensive”) şiirden söz ederken, bu çeşit şiirde her
parçanın kısmi bir özerkliği, kendi başına bir hayatı olmasının yanında
ikililik ilkesine; “birlik içinde çokluk” veya çeşitlilik kuralına dikkat
çekiyor. Yığılma yani mısra sayısı itibariyle genişleme yerine gelişmeyi koyan
Paz; ilerleme, çeşitlenme, farklılaşma, şaşırtmaca, buluş, eylem, kırılma ve
kopukluk ile tekrar, süreklilik, geriye dönüş ve bütünlüğün birlikte bulunması
gereğine işaret ediyor.
Murat Güzel’de de şiir bir yandan ilerleyip
değişirken, şiirin tekrarlanan unsurlarla derlenip toparlandığını görüyoruz. “Gereksiz
tekrar” diye gereksiz yere tekrarlanagelen durumun aksine Güzel şiirinde
tekrarların, hem sese katkısı vardır hem bütünlüğe. Ayrıca şiir ilerledikçe
yeni yönlere açılmak, ilerlemek için bir başlangıç noktası sunar. Bölüm içinde
ve bölümler arasında ilerleme, Güzel şiirinde ses ya da anlam çağrışımları,
benzerlik, zıtlık, ilgisizlik, zihin atlaması/bilinç akışı gibi yollarla ve
akışı kesintiye uğratacak şekilde başka bir sesle şiire girip soru sorma yada
hüküm verme olarak gerçekleşmektedir. Şair, bir kelime etrafında dönerek ve bir
önceki cümlede andığımız yollarla bölümler oluşturur, bölümler arasında
geçişlerle ilerler ve şiirin ana eksenine yaptığı gönderme, hatırlatmalarla
şiiri bütünler; böylece şiiri şimdilik sonlandırır.
Pek bütünlenememiş, çözük bir şiir olan “Kopukluklar-I”
bir kenarda tutulursa, Güzel’in, bütünlüğü gözeten bir şiir yazdığı rahatlıkla
söylenebilir. Güzel şiirinin sorunu daha çok zihin sıçramalarının bazen okuyucu
için takip edilemez bir hal almasına, şairin öznelliğin içinde/sınırlarında
kalıp belirsizleşmesinde. Bir diğer sorun olarak da bölümlerin uzaması ve bunun
şiirin takip edilebilirliğine, akılda kalıcılığına zarar vermesi anılabilir.
“TEK
ŞİİR TÜRKÇE”
Güzel’in şiirlerine tek tek bakmak, bunlar
arasındaki geçiş, değişim ve ilerlemeyi görmek açısından yararlı olacaktır. “Işık
Heykelleri-Birinci Heykel”le başlattığımızı söylemiştik Güzel şiirini. Bu şiirde
daha zamansız, bağlama gönderme yapmayan bir imgelem (“salıncak”, “antilop” –Cansever’in
“tavşan”ını hatırlayalım bu arada- vs.) görüyoruz. Yine de bölüm bölüm,
kopmadan ilerleyen, canlı bir şiir. “İkinci Heykel”de aynı canlılığın
bulunmadığı tespit edilebilir.
“The Question for Amnesia”dan itibaren
çatışmanın şiirde karşılanmasının ön plana çıktığını görüyoruz. Ayrıca bu
şiirle, Güzel’in meselesi genişliyor, daha somut, tarihsel bir bağlama
oturuyor. Bu yöndeki gelişimin sonraki verimleri “Narodnik”, “Tek Şiir Türkçe”
gibi şiirlerde izlenebilir.
Gündelik hayat parçalarının şiire girişi “Vertigo”da
daha düzensizken, “Toz Meseli”nde bunu denetleme konusunda daha ileri bir
aşamaya gelindiğini görüyoruz. Bu şiirde öne çıkan bir diğer özellik de,
özellikle başlarında şiirin ikişer mısra ikişer mısra geçişler halinde
ilerlemesindeki kusursuzluktur. Keserek geçme, atlama ve zihin sıçramalarının
denetlenmesi ile çatışmayı belirginleştirme konularında önemli bir şiir “Toz
Meseli”.
Güzel şiirini bizim için önemli kılan, bu şiirin
Türk şiirine katkısı yada şiirimiz adına açtığı imkan nedir, dediğimizde öne
çıkan, insanın gündelik hayattaki, genel olarak da hayattaki sıkışmışlığıyla
sonsuza açılma arzusu yada daha birçok şey arasındaki çelişkinin, burada açığa
çıkan çatışmanın, parçalanmış durumun şiirde karşılanmasına imkan verecek bir
genişliğin önünü açmasıdır.
Güzel’in “Metropol Hamfendisi”, “Banka Memuru”
şiirlerinde girdiği/denediği yolda başarılı olup olmayacağını ise yeni şiirleri
gösterecek. Ama şimdiden, yani “Banka Memuru” şiirinin yeni bölümlerini
görmeden, “Metropol Hamfendisi”ndeki kadronun ikna edici olmasını Güzel’in bu
işi de kıvıracağının bir işareti olarak okuyabiliriz.
Mehmet Ali Akyurt
Atlılar, 19, Ocak-Şubat 2005
5 Kasım 2013 Salı
ENTROPİ
Kentin
ortasında,
O büyük sabahın
başladığını hissedersen
Ya durmadan güle
itiraz et
Ya çıkar
esvaplarını düpedüz soyun
I
Oturup
oğlumla söyleşir dertleşirim
Oturup
kızımla söyleşir dertleşirim
Eğer
olsaydı bir oğlum
Bir
kızım olsaydı ya da
Yağmur
yağar
Ben
şemsiye taşımam
Olsaydı
bir oğlum
Bir
kızım olsaydı ya da
Ve
benimle söyleşenlerin dilinden
Oğlumun
dilinden kızımın dilinden
Dökülürse
bir gün kelimeler ve kader
Yağmur
yağar sağolsun tanrı ve melekler
Ben
yine de -bakın, ne kadar üzgünüm-
Şemsiye
taşımam
Alnımda
o gün bir dağ
Yanımda
o gün bir dağ
Sırtımda
o gün bir dağ
Ellerimde
gözümde dilimde
Kelimelerimde
kaderimde o gün bir dağ
Yağmur
yağar yağsın
Israr
etmeyin
Şemsiye
O
meçhul kelime
O
evde kalsın
II.
Bir
cümle buldum sonunda bir ünlem
Benimle
evlenir misin sonunda bir ünlem
Aniden
kanayan bir yara niçin kapanmaz hiç
Aniden
ağaran bir gök mutluluk getirmez neden
Bir
cümle buldum kelimesiz ve kadersiz
Bir
cümle saç tellerinden ince ve kızıl
Bir
cümle gülüşünden daha özgür
Aniden
herşeyin sonunda biten bir ünlem
Benim
için biraz farklı bir ünlem
Benim
için de dersin diyebilirsin
Benim
için ŞÜPHESİZ EVET
Şu
üstümüzde mavi görünen gök
Şu
altımızda yağız duran toprak
İkisi
arasında aniden de artık ne diyeceksen
BENİMLE
LÜTFEN BENİMLE EVLEN
Gece
bir melektir gündüz bir melek
Yağmurla
inen yağmurla inerek
Yağmurla
çekilirim o gün
Tenime
terime terlen gömleğime
Düğmesi
kopuk
Düğmesi
hiç dikilmemiş gömleğime
Sinen
o gün kaderimdir korkum durur
Omuz
silkerek ürkek durur
ANSIZIN
BENİMLE O GÜN
İğneler
iplikler
Avizeler
aplikler
Avaz
avaza o gün
Ayaklarım
yalan söylemez
Dudaklarım
yalan söylemez
Alnım
yalan söylemez o gün
Şiir
bile haddini bilir şüphesiz evet
Seçer
bir bir kelimelerini kaderini o gün
Her
şey o gün açık
Her
şey o gün şüphesiz göze görünür
BENİMLE
LÜTFEN BENİMLE EVLEN
III.
Hepimiz
üzgünüz
Bu
demek ki hepimiz için bir şiir yazılacak
Bu
hepimize üzgün isimler sıfatlar fiiller
Edatlar
bağlaçlar demek ki dertli şiirler
Söyleşen
şiirler yazılacak
BENİMLE
LÜTFEN BENİMLE EVLEN
Bölük
pörçük üzgün
Demek
yazılacak üstümüze üzgün
Ne
kadar üzgün geçiyor günler
Bu
günler caddelerde sokaklarda
Savaşlarda
barışlarda
Törenlerde
Uzun
boylu ve sıska törenlerde
Yağmur
yağar şemsiye taşımam törenlerde
Bayrak
taşırım flama fular taşırım fanilama dek ıslanır
BENİMLE
LÜTFEN O GÜN ŞÜPHESİZ BENİMLE EVET
DE
DERSİN DİYEBİLİRSİN DEMEN ŞÜPHESİZ DEMEN KADER
Oturup
söyleşiriz başka ne olsun
Demek
üzgün demek hepimiz başka ne olsun
Oğullarımız
bir kızlarımız bir olur olsun
Canlarımız
bir mallarımız bir olur olsun
Oturup
söyleşiriz başka ne olsun
Oğlumuz
olsun kızımız olsun
IV.
Hep
konuştuk konuştuk
O
kahrolası sözler
Hepsinin
sonunda bir ünlem
Yaktı
da dilimizi dudağımızı
Bir
bardak çay içemedik ağız tadıyla
(Gül
likörü mü kalsın
Çünkü
mü'miniz
İçemeyiz
değil içmeyiz)
Hem
üzgünüz aramayın telefonlarımız kapalı
Bize
günahları bize sevapları bize mutluluk ve azapları
Biz
şehirliyiz unutun bize kırları
Bize
havalar hepten kapalı
Bize
iyiler kötüler bize savaşlar zaferler
Bize
toprağın altından üstünden
Bize
el sallayan
Bize
işmar eden göz kırpan ÇİÇEK ISMARLAYAN
Kız
Lear kız liar kız değil mi bu kız hergiz her ayar
BEHEY
BU KAHROLASI SÖZLER!
Oysa
bize ne çay bahçelerinden pancar tarlalarından
Bize
büyük borçlarından büyük tacirlerin
Bize
açılmış yaralardan
Bize
kurumaz bizden akan kan
Bize
köy çerçilerinin bize sığır simsarlarının
Bize
köçeklerin koçakların kaçakların
Bize
zanilerin bize hırsızların bize katillerin
Bize
gidenlerin gelenlerin
Bize
dutlardan selvilerden söğütlerden
Bize
ne çeklerden senetlerden
Bize
iri bir kuşku ipiri bir zan
Bize
mühlet veren bize aman
Bize
ırmakların bize gürültülü bize sessiz vakitlerin
Bize
inançların sahte bize şahitliklerin yalan
Bize
gülen gözlerin bize buruşan yüzlerin
Bize
oturup söyleşen dertleşen
Bize
bir melek sağımızdan
Bize
bir melek solumuzdan
Bize
karanlık bir gece önümüzden
Bize
bulutsuz bir gün ardımızdan
BİZE
EZEL EBED DÜN-Ü GÜN
EGERÇİN
HER İŞ KEMTER OLUSAR
GÖZÜN
GÖRÜRKEN YARAĞUN EYLEYUGÖR
ÇÜN
SERTESER BÜYÜK HESAP O GÜN
V.
EY
KULMAŞ KARINCALAR
İnanmıyorum!
Öfkem
inanmıyor size!
Kelimelerim
ve kaderim inanmıyor!
Daha
kaç çocuk kaç anne
Kaç
umut kaç korku
(Kaç
televizyon buzdolabı kaç çamaşır makinası
Oturma
takımları kalkma yatma aldatma)
Kaç
sokak kaç kent kaç taksitle alışveriş daha
Kaç
tansık kaç kartvizit ŞU APLİK KAÇ YENİ LİRA?
Kaç
ölmek kaç dirilmek vaadi
Ah
her şey yolunda ah pazarlık tamam,
Kaç
ev size kaç dükkan kaç han hamam
Lafın
gelişi her şey canım
Lafın
gelişi La Fontaine
Ağustos
böcekleri karıncalar
Ah
lütfen yani karıncalar
Aldanmaz
lafın gelişiyle
GELİŞİMİ
KUTLARKEN KULMAŞ KARINCALAR!
Nar
tatlıları kıyık turtalar reçeller kaynatılmış
Şerbetler
şuruplar
Şu
berrak akan su oysa ŞERABEN TAHURA
Laf
gelmesin değil mi saçınıza sakalınıza
Saçınız
sakalınız taranmış
Giyiminize
kuşamınıza PAPYON TAKMIŞ
Oğlunuza
kızınıza
Çiçeklerinize
bakın onları hep sulayın
Kitaplarınızı
açıp okuyun evet hepsini kasvetle
Sigaranızdan
bir nefes ama mekruhtur AMENNA,
Ama
yani lütfen artık ona da karışmayın
Olacak
kusur o kadar hem kızda hem kadıda
ÖLÜR
İSE KO Kİ ÖLSÜN N'OLUSAR
BEHEY
GÜVEY VEYL YANİ SANA VEYL
YEDİĞİN
İÇTİĞİN ZEHİR OLUSAR
İŞBU
TENİN TERTİBİ OD-U YEL GÖRESEN BİR DE ÖZÜNÜ
ÖZRÜNÜ
NEREDE SUDA TOPRAKTA MISAN
YÜZÜN
KARA KEMTER BÜYÜK HESAP O GÜN
İRONİ
DERSEN DE DİYEBİLİRSİN HİÇ ŞÜPHESİZ
BENİM
İÇİN BİRAZ FARKLI BİRAZ EĞLE UZAN
EGERÇİN
DERSEN HAKİKAT SERTESER CİLVEDİR
VI.
Bir
şeyler deyip sürekli bir şeyler deneyip birlikte
Bir
şeyler dediğiniz sürekli denediğiniz ölümden başka nedir
Ölüm
başka nedir sürekli bir şeyleri demekten denemekten birlikte
Bir
adam nasıl durur sözgelimi aşkla inatla öptün ya
Ölçtün
kabaran öfkemi erkekliğimi dimdik durdum aşkla inatla
Ellerin
sıcağı sezmez ellerin aklı körelmiş bütün atların ölü
Bir
bilinmez buhara'nın şiraz'ın atları ölü
Ester
bilirdi gerçi Lut'un o görgüsüz o meraktan taşlaşan karısı da
Bakmayacaksın
dönüp geriye baktın mı taşlaşırsın
Yağmursa
yağar gülse açar gül niye açar hem bize ne
Bize
ne edip'ten cemal'den turgut'tan
Dante'den
gülle danseden angelius'tan ustan bize ne
Bize
atlar ölü derler bir bilinmez buhara'dan şiraz'dan
TOYNAKLARINDAN
SIÇRAYAN KIVILCIMA BAKIN
KADERİN
BAKIN UÇKUN ULCA
O
taşın oradan o yamaçtan aşağılara akışı ırmağın
O
kolonların savruluşu asfalta
O
kurşunun gelip buluşu bir çocuğu tam böğründen
O
kanların dökülüşü kuruyuşu sonra kuruyuşu kuruyuşu
O
inanılmaz o sabırla o gerilen sapan gerileyen sapan
HEP
KONUŞTUK KONUŞTUK O KAHROLASI SÖZLER
ÖFKEMİ
KADERİMİ KELİMELERİMİ ÖLDÜRÜPDÜRÜR
BİR
İNANSAM ÖFKEME KELİMELERİME KADERİME
ÖĞRENECEĞİM
O GÜN SAĞOLSUN TANRI VE MELEKLER
BEHEY
EMREM YUNUS YEĞREK DURAK NEDÜR
Kökler, 8, Ocak-Şubat-Mart-2005
Kökler, 8, Ocak-Şubat-Mart-2005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)