29 Aralık 2013 Pazar

Burjuva egemenliği ve kapitalizmin sürekliliği

Burjuvazinin Sosyolojisi’nde Monique Pinçon-Charlot ve Michel Pinçon burjuva egemenliğinin sürmesine yarayan ayrıcalıkları ekonomik ve kültürel düzeyde soruşturmaya çalışıyor.

Modern toplumların ortaya çıkış sürecinde üzerinde en çok tartışma yapılan toplumsal tipleme yeni bir ekonomik sınıf olarak belirginleşen burjuvalardır. Modern kapitalist toplumların sosyolojik yapılaşmasında burjuvaziye merkezi ve kilit olduğu kadar gizemli bir statü de atfedilir. Burjuvazinin Sosyolojisi, burjuvazinin gizemlerini usulünce kapatan örtüyü bir ucundan da olsa kaldırma çabasını gösteren bir kitap. Kitapta Monique Pinçon-Charlot ve Michel Pinçon burjuva egemenliğinin sürmesine yarayan ayrıcalıkları ekonomik ve kültürel düzeyde soruşturuyor. 
Marksist bir analizi benimsemiş görünen yazarlara göre kapitalizmin bitmeyen inşasını tanımlayan temeller, elbette ki “ekonomi dünyası”nda, başka sınıfları ekonomik olarak sömüren mekanizmada aranır. Ekonomik sömürü sonsuzdur ve “işte, sömürü şurada bitiyor!” diyebileceğimiz bir hudutla da işaretlenemez. Ekonomik sömürü görülür, en azından alım gücünün erişemediği “tüketim nesneleri” karşısında algılanır. Ama kapitalizmin devamlılığını sağlayan esas öğe olan burjuva egemenliğinin işleyiş biçimleri öyle kolayca fark edilemez. Egemenlik biçimleri günlük hayatlara, her günkü koşuşturmalara da nüfuz etmiştir.
Monique Pinçon-Charlot ve Michel Pinçon, Burjuvazinin Sosyolojisi’nde ekonomik sömürü ve egemenlik arasında bir ayrım çizgisi çekerek, burjuvazinin sürekliliğini sağlayan temel unsurun egemenlik olduğunu vurguluyorlar. Egemenliği tanımlayan unsur ise insanlar arası ilişkide belirleyici olan burjuva sosyolojisinin bütün topluma yansıttığı tarihsel kültürdür.
Onlara göre, “Burjuvalar zengindir. Ancak burjuvazinin zenginliği çok biçimlidir: Para, çok para, kültür, toplumsal ilişkiler ve prestijden oluşan bir karışımdır burjuvazinin zenginliği. Başkalarının toplumsal sıkıntıları ne kadar yığılmışsa burjuvazinin kültüre dayalı ayrıcalıkları da bir o kadar üst üste yığılmıştır. Kamuoyu yoklamaları, burjuvazi ve zenginlik denince ilk akla gelen şeyin para olduğunu ortaya çıkarıyor: Zengin olmak ekonomik olarak tanımlanıyor. Ama burjuvazi sadece para ile tarif edilen zenginlikten ibaret değildir. Burjuvazinin sosyolojik sistemi, ekonomik sermaye, toplumsal sermaye ve kültürel sermayenin toplaşmasından oluşur. Kültürel sermaye ve toplumsal sermaye paradan daha az dikkat çeker, ama burjuva kavramının ve hayatının belirlenmesine katkıda bulunan biçimlerdir. Burjuvazinin hayatta kalmasını sağlayan unsur, burjuvazinin sosyolojisiyle birlikte ilerleyen kültürdür.”
Burjuvazinin Sosyolojisi, Monique Pinçon-Charlot ve Michel Pinçon, Çev. Hande Turan Abadan, Epos, 2013

25 Aralık 2013 Çarşamba

BÜROKRASİ VE SİYASET ÜZERİNE BİR MUHAVERE

AK Parti bürokrat vekillerden çekti, siyasetin ilk basamaklarından gelerek siyaset yapanlardan değil:) Örn. Güler, Bayraktar
SORU: Bu durumda cemaat için buyurduğunuz ÖA, e uslu durumu mu sözkonusu?
CEVAP: bu ülkedeki tüm siyasi yapıların genel durumu. Daha doğrusu "bürokrat"lığın psiko tahlili:) 1000'li yıllardan beri:) bu durumun tamamen bürokratik düzenlerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Selçuklu, İlhanlı, Osmanlı, Cumhuriyet vb. yapıların tamamında egemen bir psikososyal örüntü:) İrade zaafıdır bürokratlardaki hep.  Yani şu, bir memur sözgelimi, kolayına bir bakkal dükkanı bile işletemez:)
SORU:  ama ülkede (bugün için demiyorum) yönetimde olan hep bürokrasiden gelenler olmadı mı! Siyasi gelenekten gelen kaç kişi var ki!
CEVAP: Siyasi iradeyi temsil edecek liayakatleri sçeerken memur takımına fazlaca bel bağlamamak icap eder. Bu yargımı herhangi bir kişiye ve siyasi oluşuma felan da bağlamam. Genel olarak vurguluyorum. Sosyolojik bir tespit olarak. bürokrat elbette gereklidir her yapı için, başta vakıf yapılar olmak üzere. ama sınırlılıklarını da göz önünde tutmak şart:) ülkenin bugüne kadar yaşadığı sıkıntıların temelinde bu yok mu? Gerçekten benim bakış açım biraz da tarihsel odaklı:) Bürokratik yapı, patrimonyalizm, Demirel'de tecessüm eden baba figürü. bu yapıların sıkıntısı yaşanıyor, Osm. bunu padişah iradesiyle aşabiliyordu, geleneksel yapılar yönetici hanedan bağıyla sıkıntıyı çözüyodu ve bürokratik yapıların güçlerini sınırlayarak, mesela görevden alınanın bütün mallarını müsadere ederek:) Sorunu çözümü için  öncelikle devlet ile bürokrasi arasında kurgulanan özdeşliğin bir şekilde çözülmesi gerekli, Siyasal yapılarda özne konumlarının daha da pekiştirilmesi, siyasal yapıların bürokratik yapılara dönüşmesinin engellenmesi gerekli.
SORU: belki siyasi gelenekten insanlar devlet yönetiminde tecrübesi olmadığı için bürokratlara sarılıyorlardır
CEVAP: Bu doğru. Ama 'devlet tecrübesi' denen şey zaten o "vesayetçi yapının talepleri"

24 Aralık 2013 Salı

AZİZ İRONİ: BİÇİMİN METNİ/ÖZÜN METNİ

Herhangi bir edebi metnin “biçim” ve “öz” (yahut “anlam” ve “içerik”) adı verilen iki unsurdan mürekkep olduğu edebiyat teorisinin muhkem kaziyeleri arasında yer alır. Edebi metinler bazen biçimin bazen de özün yekdiğerine ağırlık ve üstünlüğünü hissettirdiği metinler olabilir. Buna rağmen edebiyat eleştirmenleri biçim ve özü, edebi metnin birbiriyle ilişkili iki temel unsuru olarak düşünmeye devam ederler. Özü ya da biçimi, diğerine öncelikli ve üstün tutsa da bir eleştirmen, edebi eserin başarısı açısından ikincil kıldığı unsurun bu başarıdaki katkısını hiç bir zaman yadsımaya cüret edemez. Bir edebi metnin özünü ya da biçimini araştırmayı ve o eserin değerini bunlardan birine bağlı kalarak açıklamayı seçmiş eleştiri anlayışlarında bile bu iki unsurdan her birinin diğeriyle ilişkisi mutlaka göz önüne alınır, en azından edebi metnin değeri, açıklayıcı unsurun diğer unsurun şekillenişine yaptığı katkıya atıfla yorumlanır.
Bu yüzden edebi metinlerin oluşumunda biçim ve öz unsurlarının işlev ve mahiyetleri (işlevsel-gönderimsel boyut) ile birbirlerine karşı öncelik ve üstünlüklerinin (yapısal-ayrımsal boyut) nasıl değerlendirileceği konusunda önemli bir muğlaklık bulunsa da; herhangi bir edebi metnin başarısını ya da başarısızlığını, eleştirmenler genelde bu unsurların birbirlerine “uygunluğu” olarak adlandırabileceğimiz bir ölçüt sayesinde belirlerler. Bir edebi metnin biçimsel özellikleriyle içeriğine ilişkin özelliklerinin o edebi metnin başarısı için birbirlerine mukayyet olmaları gerektiği sözünü ettiğimiz muhkem kaziyenin belki de en önemli sonuçlarından biridir.
Bu kaziyeye şimdilik kaydıyla karşı çıkmayacağız. Hatta birazdan üzerinde ayrıntılı bir biçimde duracağımız görüşler açısından bu kaziyenin muhafaza edilişi handiyse gerekli. Her ne kadar biz bu gerekliliğe tam anlamıyla ikna olmamışsak da, biçimi öze üstün tutan (biçimci) ya da özü biçime nazaran yeğlenebilir kılan (özcü) yaklaşımların her ikisini birden, birbirlerine karşı ve birlikte ele alıp eleştirmemizde bu kaziyenin ve edebiyat eleştirisinin en temel ölçütünün (yani biçim ile özün birbirine uygunluğunun) korunması bize epey yardımcı olacak.
Öyleyse öncelikle bu yazı boyunca ironi sanatı hakkındaki görüşlerimizi üzerinde temellendirmeye çalışacağımız kendi kabullerimizi ifade edelim: Her edebi metnin, kendisini oluşturan unsurların ifade ettikleri ve böylelikle oluşturdukları metin bağlamlarının fevkinde bir metin olduğunu öne sürüyoruz. Bu açıdan özün ürettiği metin ile biçimin ürettiği metnin birbirlerinden ayrı ve fakat birbirleriyle alakalı iki ayrı metin olduğunu kabul ediyoruz. Asıl edebi metni teşkil eden metnin bu öz ve biçime ait metinsel parçacıkların özgül bir bileşkesi olduğunu ileri sürüyoruz. Bu temel kabullerden yola çıkarak ironik olduğu düşünülebilecek herhangi bir edebi metnin başarısının da çoğu kez mezkûr metnin içerdiği ironik öğelerin öze ve biçime ait metin parçacıklarına dağılımının asıl edebi metnin var oluşunu tehdit etmesiyle mümkün olduğunu bu tezin mütemmim cüzü olarak ekliyoruz. İronik metinler öyle düzenlenmişlerdir ki, içerdikleri ironi o metinlerin bütünlüklü algılanmasına yönelik bir tehdidi potansiyel olarak barındırır. Bu tehdidi barındırmaları ölçüsünde de o metnin bütünselliği tesis edilmiş olur.
İmdi, hem bu kabullerimize yol açan muhakemeyi ayrıntılandırmak hem de bu kabullerin ve bu kabuller eşliğinde ileri sürdüğümüz tezlerin doğuracağı sonuçları görebilmek için, şiirselliğin ne olduğunu örneklemek üzere şiir eleştirmenlerinin sık sık başvurduğu bir mısraya biz de başvuralım.

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz

Yahya Kemal'in bu mısraında 'hatıra geldikçe' ibaresinin 'anıldıkça' ibaresiyle yer değiştirmesinin, anlamı (yani “özü” ve anlamı, yani işlevsel-gönderimsel unsuru) zedelemese de biçimi zedelediği için şiirselliği ortadan kaldırdığı sık sık söylenir. Hatta bu örnek şiirin anlam ve özden çok biçime dayalı bir “dil oyunu” olduğuna ilişkin akıl yürütmeleri haklılaştırıcı bir tarzda da istihdam edilir: Anlamın korunmasına karşın biçim üzerindeki tasarruf şiirsel ifadeyi bozmuştur. Peki, öyle midir?
Biçim ile öz ya da içerik arasında, yukarıda hemen bütün edebiyat eleştirmenlerinin kabul ettiği o ayrım doğrultusunda yeniden düşünürsek, Yahya Kemal'in mısraındaki kelime değişikliğiyle şiiriyetin ortadan kalktığı şeklindeki tespitin, şiirsel ifadelerde ibarelerin ve doğru kelime seçimlerinin (Benveniste'in ifade ettiği metaforik-metonimik hiyerarşiye bağlı kalmanın) belirleyiciliği ön kabulüne dayalı bir çıkarım olduğunu da görebiliriz. Hâlbuki klasik ayırımın öngördüğü gibi biçim metnin dış sınırı, o metnin yüzeyi ve böylelikle ilk iki boyutu iken, öz ya da içerik ise -bakış açısına göre- o metnin derinliği, üçüncü boyutu, içi ya da anlamsal ufkudur. Yani o metnin gerçekte var olmasını sağlayan şeydir bu üç boyutun birlikte var olması. Edebi metnin oluşumu bu iç ile dışın, derinlik ile yüzeyin birbirlerini karşılıklı belirlemesine dayanır. Tıpkı bir soğan gibi metnin biçimini ne kadar metinden ayırt etmeye kalkışırsanız kalkışın, geride kalanın bir “dış”ı, yani biçimi muhakkak olacaktır. Ya da soğanı kabuklarından soyma, soyutlama çabanızın sonucunda elinizde en iyi ihtimalle bir cücük bulacaksınız. Öz ile biçim, iç ile dış arasında bir ayırım yapmanın yersizleştiğini fark edeceğimiz nokta da budur. Herhangi bir edebi metinden biçimi soyutlarsanız elde edeceğiniz şey o edebi metnin özü olmayacak, aksine başka bir metin olacaktır. Yani yine üç boyutlu başka bir metin! Eğer metnin var olmasını sağlayan biçimi o metinden bütünüyle ayırt etmeye kalkacak olursanız geride öz ya da başka bir şey de kalmayacaktır.
Tersine bir edebi metni, özünü bir yana bırakarak biçimsel özellikleriyle değerlendirmeye çalıştığınızda da bu değerlendirme çabanız o metinle ilgili olmaktan çıkacak, özün işaret ettiği başka bir metin üzerine konuşmuş olacaksınız. (Sözgelimi bu yüzden bir şiirin başka bir dildeki tercümesi yeni bir şiir olarak anlaşılır ya da tam tersine bir dildeki şiirin asla başka bir dile çevrilemeyeceği ileri sürülür. Çünkü herhangi bir şiir çevirisinde anlam korunmuş ve öteki dilde yeniden ifade edilmiştir. Ama biçimsel özelliklerinin büyük bir kısmı da değişmiştir.) Her iki halde de konuşma konumuzun, ilk edebi metin olmaktan çıktığını kabul etmek zorunda kalacağız. Fakat boyut sayısını ikiye ya da bire indirdiğimizi asla iddia edemeyeceğiz.
Estetik idrakimizin sınırları içinde elde ettiğimiz bu ikincil metni edebi saymak ya da saymamak da böylelikle bizim estetik anlayışımıza ve idrakimize terk edilmiş bir şey olarak kalacak. Tıpkı ilk, başlangıçtaki metni edebi sayıp saymamamızla alakalı sorunların aynısı, üretilmiş metinde de aynen korunacaktır. (Her iki durumda da hem özün hem de biçimin iki ayrı metni üretmemize imkan tanıyacağını söylemek bile gereksizdir.) Sözgelimi bu yüzden Yahya Kemal'in 'Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz' mısraı ile 'Ağlarım anıldıkça gülüştüklerimiz' cümlesi arasındaki fark bizim şiiriyet olarak algıladığımız özellikler silsilesiyle, şairane bulmadığımız bir cümle arasındaki farktan, yani estetik beğenimizin sınırlarına hapsolduğumuzun ifşasından öteye gitmeyen bir tespit olarak değerlendirilebilecektir böylelikle.
Buraya kadar dile getirdiğimiz düşünceleri daha teknik terimlerle yeniden ifade ederek yazımızın bu mukaddime kısmını sonlandıralım: Bir edebi metnin biçimi (biçim derken başta türsel özellikler olmak üzere teknik vb. bütün, anlamsal olarak metnin temel mesajını doğrudan belirlemeyen, ama bu mesajın sunuluşuna katkıda bulunan bütün nitelikleri kastediyoruz) o edebi metni diğer edebi metinlerden ayırt etmemize katkı yapan yapısal-ayrımsal unsurdur, fakat o edebi metnin özü de yine o edebi metnin diğer edebi metinler arasındaki işlevini gösteren işlevsel-gönderimsel unsur olarak korunur. Burada kafaları karıştıran nokta şudur: Yapısal-ayrımsal unsurun bu özellikleriyle birlikte bir edebi metinde hemen her zaman işlevsel-gönderimsel bir mahiyeti vardır ve tersine işlevsel-gönderimsel unsur da hemen her zaman o edebi metni diğer edebi metinlere nazaran biricik kılan bir yapısal-ayrımsal mahiyete sahiptir. Yapısal-ayrımsal unsur ile işlevsel-gönderimsel unsur arasındaki yapısal ayrılıklar ya da işlevsel farklılıklar bu durumda rahatlıkla birbirlerinin yerine ikame edilebilirler. Biçimin metni ya da özün metni gibi deyişlerimize anlamlı, işlevsel, yapısal ve ayrımsal bir nitelik katan husus da doğrudan budur.
Bu noktadan itibaren bir metnin metinselliğini salt biçimsel ya da özsel unsurlara istinat ederek, biçimsel unsurdaki metinselliği ya da özsel unsurdaki metinselliği sorgulayarak kavrayamayacağımız açığa çıkmış olmalıdır. Özsel ya da biçimsel metinlerin kendilerine özgü bir imtizacını bulgulayarak da herhangi bir metnin metinselliğini her halükarda garanti altına almış olmayız. Sözgelimi edebiyat teorisinde şimdiye dek sadece edebi bir sanat olarak değerlendirilmiş “ironi”yi daha geniş bir metin teorisi bakımından tartışmak, bu noktayı görmemizi sağlayabilir.

Edebi sanatlar ve anlamın katmanları
Edebi sanatlar genellikle 'lafzi anlam' ile 'gerçek anlam' olarak nitelendirilebilecek iki ayrı anlamsal öğenin edebi metnin oluşturduğu söylemsel mekanda tuttukları yerler ve mesafeler arasında zihnin iş görmesini sağlayan bir niteliğe sahiptir. Çoğu kez edebi açıdan lâfzî anlam deyişini bile fuzuli kılan bir miktarda atıl hammadde gündelik dilde yer alsa bile, edebi dil ile gündelik dil arasında önemli bir farkın var olmasını sağlayan asıl unsur, edebi sanatların ve edebi anlatım tarz ve tekniklerinin lâfzî anlam ile gerçek anlam arasındaki söylemsel mekânı kullanma tarzları, o mekânı kendilerine has bir şekilde doldurmalarıdır. Bu kendine has özellikler bir metnin morfolojik, tektonik yapısından tutun da inşa edilirken kullanılan iskeletlere, metnin gövdesindeki sıva, badana ve boya işlerine, o mekânın farklı kullanım amaçlarına kadar hemen her unsuru kapsayabilir. Ama buna rağmen, sonuçta o metin binasının varlığı bu tür unsurların süsleyiciliğinden bağımsız bir anlama sahiptir. Bu tür unsurlar sözü edilen anlamın sunuluş teknikleri olarak tavsif edilebilse de doğrudan sunulan şeyin ontolojisine müdahil değillerdir. Onların bu öze müdahaleleri çoğu kez dolaylıdır.
Edebi sanatların elbette sadece edebi sunumun daha etkili, daha göze ve zihne hoş gelen, ifade edilemez olduğu düşünülmüş hususları ifade edilebilir kılan meziyetleri var olabilir. Sözgelimi 'tevriye' ile bir şair aynı anda iki ya da üç anlamı birden tek bir lafza sığdırabilir ya da kinaye ile ifadenin yakın anlamı ile uzak anlamı arasındaki farktan yararlanarak asıl iletisini daha kuvvetli bir biçimde dile getirmiş olabilir. Metafor ve mecaz kullanarak uzun uzadıya anlatabileceği hususları çok daha kısa, daha kesif bir tarzda okura sunabilir. Yine de bu söz sanatlarında lafzi anlamla gerçek anlamın birbirinden ayrı tutulması gerektiği, aradaki sınırın öyle kolayca çiğnenemeyeceği izahtan varestedir. Sözgelimi yorumlayıcı bakış açısından kinayedeki ister yakın anlamı ister uzak anlamı tercih edin, ne kadar eksik olursa olsun o metnin ifade etmek istediğine uygun bir anlam elde etme ihtimaliniz vardır.

İroni, öz ve biçim
Diğer edebi sanatlara nazaran ironinin, anlamı teksif edici, pekiştirici ya da daha kuvvetli bir tarzda sunulmasını sağlayıcı bir nitelik arz etmediğini ileri sürebiliriz. Elbette diğer edebi sanatlarda da lâfzî anlam ile gerçek anlam arasında önemli bir fark vardır. Fakat bu fark, lafzi anlam ile gerçek anlam denen iki ayrı semantik zatiyet arasındaki 'mekansallığın' oluşumunu, ortaya çıkışını ya da şekillenişini ifade etmekte başvurduğumuz bir farktır. Metafor kelimesinin gündelik Yunanca'da 'taşıt' anlamına da gelecek şekilde kullanılması ne demek istediğimizi biraz olsun açıklar. Tevriye de dahil olmak üzere kinaye ve mecaz gibi edebi sanatlarda lafzi anlam ile edebi anlam arasındaki fark bu anlamların edebi söylemsel mekana yerleşimleri arasındaki farktır. Bu sanatlarda lafız ile anlam arasında koyutlanan fark bütünüyle olmasa bile baskın olarak biçimsel bir farktır. İfadenin anlaşılması istenen kavramsal/biçimsel bağlamını, düzeyini ya da düzlemini değiştirerek özü de değiştirebilirsiniz. Mecazi anlamın katmanlarını bu anlamı keşfetmekte başvurduğumuz biçimsel kalıpları değiştirerek keşfedebiliriz pekâlâ. Oysa ironide lafzi anlam ile gerçek anlam ikiliği arasındaki fark, bu iki anlamın tamamen aynı bağlam, düzey ve düzlemde birbirlerine dönüşmelerinin oluşturduğu gerilimle belirlenir.

İroni, uygunluğun iptali ve asimetrik diyaloji
İroni, biçimin metni ile özün metninin hep aynı semantik katmanda kalarak çatışmasının bir ürünü olarak tezahür eder hemen her zaman. İroni sanatında lâfzî anlam ile gerçek anlam arasındaki fark asla bağlamlar ya da katmanlar arasındaki bir farktan neşet etmez bu yüzden. Lâfzî anlam ile gerçek anlamın aynı bağlamda birbirlerini itelemelerinin, reddetmelerinin bir neticesidir handiyse ironi. İroninin vuku bulduğu bağlam, hemen her zaman diyalojik bir bağlamdır bu sebeple. İronide lâfzî anlam ve gerçek anlam arasında yaptığınız ayrım her zaman itibari bir ayrımdır ve bu yüzden asimetriktir. Diyalojik konumlara bağlı olarak her iki anlam da kolaylıkla karşılıklı yer değiştirebilirler. Bu ayrımın metinsel bir dayanağı yoktur, bu yüzden sözgelimi ironize edilmiş bir sözü lâfzî anlamıyla kavramayı yeğlemeniz, anlamazlıktan gelmeniz bile mümkündür. Hatta bu tercihiniz, ironinin kudretini, dolayısıyla -birazdan bahsedeceğimiz- ihanetinin doğurduğu tehlikeleri savuşturabilmeniz için gerekli bile sayılabilir. İroni için öznel, nesnel, epik, dramatik vb. sıfatları kullanabilmemize imkân tanıyan husus bu diyalojikliktir tamamen. İroniyi anlamazlıktan gelmeniz sizin bu diyalogu sürdürmenizin yeter şartıdır; öteki halde, ironinin kudretine teslim olmak ve susmaktan başka bir çareniz kalmayacaktır.
Zaman zaman lâfzî anlamı 'yüzeysel' anlam, gerçek anlamı 'derin anlam' olarak niteleyen yaklaşımların ironi sanatındaki bu incelikli noktayı kaçırmaları gayet muhtemeldir, çünkü çatışma ne derindeki anlamla yüzeydeki anlam arasındadır ne de görünür ile gerçek arasında. İronideki çatışma aynı mantıki geçerlilik düzlemindeki iki anlam arasındadır. 'İki anlam' deyişi bile bu açıdan sözün gelişidir, çünkü tek bir metinsel düzeyde, yüzeyde yahut derinde, ama tamamen asimetriye dayalı diyalojik bir düzeyde vuku bulan tek bir anlama, ironik anlama içkin bir gerilimden bahsetmekteyiz! Tam da burada ironinin ‘paradoks’la arasındaki farkı da ön plana çıkarabiliriz. Paradoks, hemen her zaman iki anlam ya da iki tercih arasındaki çelişkinin giderilemezliği olarak vardır. Ancak, bu iki anlam ya da tercihi ortaya koymamızı sağlayan lafızlar da birbirinden ayrıdır.
Lâfzî anlamı basitçe biçimin işaret ettiği metinsellik, gerçek anlamı da özün işaret ettiği metinsellik olarak tanımlayarak ilerlemeyi murat edecek olsak da ulaşılacak sonuç değişmez: Biçimin metni ile özün metni arasındaki çatışmanın derecesi, ironinin keskinlik derecesini ortaya koyar sadece, bu ironideki niteliksel (anlamsal) bir değişimi vazetmez. İronik anlam belki de bu yüzden özün metni ile biçimin metninin birbirleri üzerine göçüştükleri, neyin biçime neyin öze ait olduğunun ayırt edilemediği, derinlik ile yüzey arasındaki ayrımın açıklayıcı anlamını yitirdiği bir kertede vuku bulur. İronik ifadenin lâfzî anlamı ile gerçek anlamı arasında tasnif edici, böylelikle zihnî konforu yeniden tedarik eden ayırımların yapılamadığı bir kertedir bu. İronide lafzın işaret ettiği anlam ile gerçek anlam arasındaki çatışma hiyerarşi dışı bir çatışmadır. Ne yatay ne de dikey hiyerarşilerle açıklanamayacak bir çatışma. Bizzat bu iki anlamı birbirinden ayrıymışçasına ele almamıza imkân veren, onları kuran, oluşturan bir çatışma; belki de ironinin kâmilen ortaya konabilmesi için bu halin bir çatışmama hali olarak anlaşılması elzemdir. Klasik eleştirmenlerin metnin başarısı açısından biçim ile öz arasında varsaydıkları uygunluk ölçütü, ironik metnin başarısını değerlendirmede geçerliliğini yitirir böylece.

İroni ve kinizm
Bu kertede ironi ile kiniklik arasında bir ayrım daha yaparak, sık sık karşılaşılan bir kafa bulanıklığını gidermeye uğraşalım. İroni kişinin karşısında bulduğuna karşı mesafeli tavrıdır. Hakikat ile ironi arasındaki ilişki bu yüzden hakikatin keşfedilebilir oluşunun bir inkârına varmaz. İroni, hakikat söz konusu olduğunda gözden kaçanları, hakikatin öteki yüzünü işaret etmeye yarar. Herhangi bir sözün önerme içeriğini reddeden ironi, bu önerme içeriğini külliyen kabul edilemez buluyor değildir. Sadece onun ifade edilişinde kaçırılanları, kör noktaları yeniden göz önüne almayı sağlayan bir ufka gerisin geri çekiliyordur. Kinizm ise ironinin tam tersine, hakikatin keşfedilebilir bir içeriğe sahip olduğunun inkârıyla mümkün olabilir. Bir kinik hemen her şeyden şüphe eder, kendi varlığından bile. Sözgelimi ‘hakikatin varlığı’na en büyük delilin ‘varlığın hakikati’ olduğunu söylerse bir filozofun tavrını biraz polemikçi ve ironist bir tavır olarak görebilirsiniz; lakin bir kinik hemen her zaman ne varlığa atfedilebilecek bir hakikat ne de hakikate atfedilebilecek bir varlık durumunun olmadığını ileri sürecektir.

İroninin ihaneti

Bu noktada bir adım daha atarak şunu söyleyebiliriz: İronik çatışmanın döngüselliğinde sözün var olma şart ve bağlamına bile pekâlâ kolayca ihanet edilebilir. Bu ironik ihanet hareketine en güzel örnek belki de dramatik ironide karşılaştığımız sahnedir. Bir anlamda Hegel'in 'aklın hilesi' dediği ihanet türüdür bu: Bir şeyin gerçekleşmemesi için harcadığınız bütün çabalar o şeyin gerçekleşmesine sebeptir. İngilizlerin 'irony of fate', bizimse inançlarımızdan dolayı daha sevecen bir ifadeyle 'kaderin bir cilvesi' dediğimiz bu durumsal ironiyi semantik bağlama yapılmış bir ihanet olarak ya da semantik bağlamı mümkün kılan bir ihanet olarak görmekte ise muhayyeriz. Çünkü ironi, öyle bir biçimde gerçekleşmiştir ki, neredeyse var oluşu bile 'kader' kelimesinin de zımnen vurguladığı gibi zorunludur. Metin teorileri bakımından bu zorunluluk hem metinsel (itibari, metni üretenin seçimlerine bağlı olarak gelişen metin içi) olumsallıklar tercih edildiğinde metnin yapısal var oluşuna müteallik olumsallıkları devre dışı bırakan; hem de metnin yapısına ilişkin addedebileceğimiz ve bu yüzden yapısal olarak niteleyebileceğimiz olumsallıklar yeğlendiğinde metin içi olumsallıklara kapıyı kapatan bir zorunluluk tarzıdır. Her iki halde de hem metin, hem metni üreten, hem de metni tüketen ironinin azizliğine uğrar. Her iki halde de olumsallık, zorunludur. Nihayetinde ironi sayesinde uğradığımız bu azizliğe ironinin ihaneti dememek için en az ironi kadar aziz olmamız beklenir.
Kaynak: Fayrap, sayı: 10, Ağustos 2008

23 Aralık 2013 Pazartesi

APTAL İLE AHMAK ARASINDAKİ FARK

Aptallar ve ahmaklar arasında yaptığım o ayrım baki. Kızgınlığım aptallara değil ahmaklara...
Aptal dediğimiz kişi aklı kıt olan zaten, o kıt aklıyla künhüne varamadığı meseleyi anlamaya çalışan... Aklı kıtsa niye suçlayalım ki aptalı?
Ahmak ise odur ki Allah'ın ona ihsan ettiği aklı yerli yerinde kullanamaz bir türlü. Humk sahipleri sahip oldukları aklı yeterli işleyemez.,
Yaptıkları her 5 çıkarımdan dördü hatalıdır, biri ise konuyla ilgisiz...
Ahmaklara aptal demek, bu yüzden aptallara hakarettir.

22 Aralık 2013 Pazar

Hepimizin kaseti var!

Hayatımızın her ayrıntısı hiçbir zaman olmadığı kadar çok yakından izleniyor, kaydediliyor ve üstelik gözetim altındakiler genellikle gözetleyenlerle gönüllü bir işbirliği içinde.
Panoptikon, Michel Foucault’un modern gözetim toplumlarını tasvir ederken Bentham’dan ödünç alıp işlediği ve dönüştürdüğü bir kavramsal mekanizma. İktidarın modern toplumları disipline ederken başvurduğu bütün yol ve yordamları özetleyen bu kavramsal aygıtı yeni bir düzeye taşıyan ise modern toplumlardaki yeni gelişmeler. Yeni toplumsal akışkanlık içinde gözetim mekanizmalarının da incelerek akışkanlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Hayatımızın her ayrıntısı hiçbir zaman olmadığı kadar çok yakından izleniyor, kaydediliyor ve üstelik gözetim altındakiler genellikle gözetleyenlerle gönüllü bir işbirliği içinde. Londra’dan New York’a, Yeni Delhi’den İstanbul’a, bütün büyük kentlerde kameralar artık kamusal alanların alışıldık, itiraz edilmeyen parçası haline geldi.  Uçağa binecekseniz, bedeniniz boydan boya taranıp biyometrik kontrole tabi tutulur; arama motorları ve kredi kartı okuyucuları bütün alışkanlıklarımızı, ilgilerimizi ve tercihlerimizi kaydedip sessizce piyasanın hizmetine sokar. Günümüz dünyasında, günlük hayatımızın işleyişini esneklik ve hareketlilik belirliyor. Ulusal sınırları geçmek sıradan bir etkinlik haline gelirken, sosyal medya herkesin her an elinin altında. Mekanın sabitlikten uzak ve zamanın sınırsız olduğu bu dünyada, hiçbir hareketimiz yok ki kaydedilmesin. Gözetim, modern hayatın bu akışkan doğasına uyum sağlayarak, hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı bir şekilde, erişemediği hiçbir alan bırakmamak üzere yayılıyor.
İktidarın içselleştirilmesi
Akışkan Gözetim’de, akışkan modern dünyayı en ince ayrıntısına kadar gözler önüne seren Zygmunt Bauman’la, gözetim ve kontrol mekanizmaları konularında dünyanın en önde gelen analistlerinden David Lyon bir araya geliyor ve çok hayati sorunları birlikte masaya yatırıyorlar. Her anımızın gözetlendiği karanlık bir gelecek mi bekliyor bizi? Özgürlüğe ve umuda yer kalmadı mı artık? Gündelik hayatın koşuşturması içinde kaybettiğimiz insan olma sorumluluğumuza nasıl sahip çıkabiliriz? Akademik çevreler kadar genel okuru da ilgilendiren bu soruları, iktidar, teknoloji ve ahlak çerçevesinde irdeleyen kitap, bugün gözetlenmenin ve gözetlemenin ne anlama geldiğini soruşturuyor. Panoptikon metaforuyla başlayan bu süreçte iktidarın birtakım disiplinler aracılığıyla içselleştirilmesi, akışkanlaşan gözetim mekanizmalarıyla birlikte iktidarın da akışkanlaştığı yeni toplumsallığı anlamak bakımından önem taşıyor. 
Akışkan Gözetim, David Lyon, Zygmunt Bauman, Çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı, 2013)


Kaynak: Hepimizin kaseti var! - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/hepimizin-kaseti-var/haber-819193#ixzz2oCdZoTTJ

‘Paralel devlet’ mi ‘paralel cemaat’ mi?

Cemaatin de kendi varlığını koruyabilmesi ve kendi istemleri dışında operasyonlara alet edilmekten korunabilmesi için sınırlarını çizeceği yeni bir demokratik yapılanmaya geçmesi gerekli.
ABD’li siyaset felsefecisi William Connolly, Türkçe’ye Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri adıyla çevrilmiş bir kitabında kültürün ziraatle ilgili kök anlamına atıfta bulunarak, “Kültür toprağının bir kaç yerini sivri uçlu bir değnekle kazıyın ve bir iki tohum ekin. Mevsimin sonlarına doğru verdikleri filizlere bakın, bunları sulayın ve yabani otlardan temizleyin. (Ah şu temizleme... işin en zevkli yanı!) Başkaları da yetiştirmeye değer bir şeyler bulurlarsa, bir iki bitki büyür ve siyasi söylemin manzarasını şu ya da bu biçimde değiştirir. Elbette onlar da temizlenecek başka yabani otlar bulacaklardır” der.
Yabani otlarla mücadele
3 Kasım 2002 genel seçimlerinden büyük bir zaferle çıkan AK Parti iktidarının aradan geçen 11 yıllık süre zarfında Türkiye’nin siyasi kültür toprağında epey yeri, “sivri uçlu bir değnekle” değil, neredeyse çapa makinesiyle kazıp attığı tohumların aradan geçen sürede Türkiye’deki siyasi söylemin manzarasını epey değiştirdiği fark edilecektir. Türkiye’nin siyasi kültürüne egemen vesayetçi söylemlerin geriletildiği bu süreçte birçok badire atlatan AK Parti’nin “yabani otlarla mücadele” temelinde verdiği mücadele, siyasiler açısından Connolly’nin tahmininin aksine “işin en zevkli yanı”nı oluşturmasa da, siyasi manzaranın değişiminde en önemli etkinlik olmuştur. 2007 seçimlerinde kurucuları arasında yer alan Abdüllatif Şener’i, 2011 seçimlerinde bakanlık düzeyinde görev yapmış Murat Başesgioğlu’nu gözden çıkarmış AK Parti’nin kendi içindeki “yabani otlar”ı yeri geldiğinde tasfiye etmekten çekinmediği ortadadır. Benzeri işlemleri AK Parti’nin 10 yıl boyunca gelişen söyleminde değişen unsurlar aracılığıyla da gözlemlemek mümkündür.
AK Parti’nin siyasi rakiplerinin, sözgelimi ulusalcı-laikçi koalisyonların AK Parti’ye karşı yürüttükleri kampanyalarda belki de en çok ihmal ettikleri konuların başında “siyasi kültür toprağı”nın yenilenmesi gelmektedir. Üzerinde siyaset üretebilecekleri zeminin verimliliğini artırıcı faaliyetlerin eksikliği bu koalisyonların siyasi manzaranın değişimindeki etkilerini azaltmış, yok derecesine indirmiştir. Bu koalisyonların ekip diktiği bitkiler, belki de “yabani otlardan temizleme” faaliyetinin ihmal edilmesinden olsa gerek, Türkiye’nin siyasi kültürüne kök salamamış, mevsim geçince solmaya mahkûm nitelikler sergilemiştir. AK Parti iktidarına karşı 2002’den beri üretilegelen “gizli ajanda, tehlikenin farkında mısınız, Malezyalılaşma, mahalle baskısı, hayat tarzına müdahale, otoriterleşme” vb. kampanyaların muvakkat kalışı, geniş halk yığınlarının AK Parti tercihlerini değiştiremeyişi; bu kampanyalar sırasında çiçek açan bitkilerin kuruyup gitmesini de beraberinde getirmiştir. Hemen her mevsim ekilen bu tohumlar nedense bir sonraki mevsimi görebilecek bitkilere dönüşememiştir ve halk her seferinde bu ayrık otlarına rağmen AK Parti’ye artarak süren bir desteği esirgememiştir.
Gerilimi ateşlenmek
Son olarak Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 2009 yılında hazırlanan ve 2010-2014 yılları arasında hayata geçirilmesi planlanan Stratejik Eylem Planı’ndaki hedeflerden önemli birini oluşturan “dershanelerin özel okullara dönüştürülmesi” projesine “cemaat” gazetelerinin gösterdiği sert tepkiyle başlayan tartışmalarda, bu gazetelerde yazan cemaate mensup yazarların dile getirdiği “uçuk” varsayım, tez, iddia, haber, öngörü, duyumlar (Bu “uçuk”luğa verilebilecek en güzel örnek “Dershaneleri kapatma sözünün Oslo’da verildiği” iddiasıdır) kadar imal edilen belgelerin de (ki bu belge imalleri kadar dikkat çekici olan başka bir şey de “çarpıtma”lardır. Kamuoyunun dikkatine sunulan belgelerin biçimsel mevsukiyeti ile içeriğe ilişkin mevsukiyeti arasındaki gedikte işleyen bu çarpıtma işlemleri, dikkatsiz okurların sunulan belgelerin ileri sürülen tezlere dayanak teşkil etmediğini görmesine engel olur ) benzeri bir zirai üretim sonucu olduğunu düşünebiliriz. Gerçi “belge imali” ve “çarpıtma” işlemleri Türk siyasi kültüründe genellikle “ulusalcı-laikçi” kesimlere has görünürse de son tartışmalarda bu kavga usulünü bu kesimlerin tam zıddında yer aldıklarını söyleyen çevrelerde de rastlamak mümkündür. Hatırlanacağı gibi çarpıtma ve belge imali gibi unsurlara dayalı bu medyatik kavga usulünü benimseyenler genellikle ulusalcı-laikçi sayabileceğimiz unsurlardır. Yukarıda zikrettiğimiz kampanyalar çerçevesinde bu kavga usulünün hemen her çeşidine rastlandığını da belirtelim. Yani, son kampanyalarda kullanılan usullere siyasal kamuoyu bağışıklık kazanmıştı haddi zatında.
AK Parti ile cemaat arasında 2011 Haziran’ında gerçekleşen seçimlerden itibaren başlatabileceğimiz düşük düzeydeki gerilimin 7 Şubat 2012 MİT krizi ile ateşlendiğini, süreç içinde gerilimin yükselerek “dershanelerin dönüşümü” bazında bir “çatışma”ya dönüştüğünü söyleyen analiz tarzlarının değeri, bu süreci yorumlarken dayandıkları “komplo teorileri”ne tanıdıkları primle birlikte düşünülebilir. Komplo teorileri bu analizlerin sıhhatine her ne kadar zarar verse de, bana kalırsa, “paralel devlet” analizlerinin yanıldığı asıl nokta, cemaat ile “paralel devlet” amaçlayanları özdeşleştirmesinde yatmaktadır. Bu özdeşleştirme cemaate ilişkin daha önemli başka bir sorunu göz ardı eder. Dershaneler konusunda sosyal medya başta olmak üzere farklı medya mecralarında sürdürülen tartışmalarda ortaya çıkan en önemli sorun, cemaatin “temsiliyeti” sorunudur. Cemaat adına söz alanların cemaat adına konuşmadıklarını kabul etmemizi icbar eden bir sorundur bu. Cemaate ait gazetelerde yazı yazanların düşüncelerinin cemaati bağlamadığını ileri sürerek, o düşünceleri onaylamadıklarını da zımnen dile getiren birçok cemaat mensubunu zorlayan bir noktadır bu. 
Cemaat adına konuşmaya yetkili olduğu varsayılanların bile sözlerinin cemaati bağlamadığını söyleyerek söz almaları bu sorunu gösterir. Cemaat adına konuşanların tamamını “yabani ot” statüsüne mahkûm eden bu temsiliyet krizi beraberinde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin açıklamalarının nasıl yorumlanacağı sorununa da yol açar. Gülen’in açıklamaları cemaat içinde çoğul okumalara yol açtığı kadar cemaat eleştirilerinde de farklı yorumların yapılabilmesine imkân tanır. Cemaatin, “paralel devlet” arzusu taşıyan “yabani otlar”ı temizlemekte çektiği güçlük bir süre sonra bizatihi cemaati de “paralel”leştiren bir niteliği haizdir. Cemaatçi bazı unsurların “gölge siyaset”lerinden rahatsız olan AK Parti’nin “dershaneler” hamlesiyle bu gölge siyasetçileri gün ışığına çıkardığı ve onları bu zemin üzerinde siyaset yapmaya iteklediği analizlerine değer katan da budur. Komplo teorisyenlerini haklı sayarsak, süreç sonunda “paralel devlet” değil, “paralel cemaat” bulmamız işten bile değildir.
‘Paralel cemaat’ 
Meramımızı olabildiğince iyi niyetle ifade edecek olursak, cemaatin temsiliyeti noktasında yaşanan sorunu kendi lehlerine alabildiğine kullanan “yabani otlar”ın teşhiri, ilk aşamada, cemaatçe benimsenmemiş görünse bile, ileriki dönemlerde bu otların temizlenmesine yol açacağı umulur. Cemaat bunu yapmadıkça ne temsiliyet sorununu aşmaya niyetli sayılabilir, ne de birtakım operasyonlara alet olmaya teşne bir yapı olmadığını göstermeye...
Hocaefendi’ye ait “Adanmış ruhların faaliyetleri ve müesseseleri anılırken ‘Hizmet’, ‘Hareket’, ‘Cemaat’ ve ‘Câmia’ gibi farklı isimlendirmelerde bulunuldu. Aslında bu işin içinde her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insan var; adeta çok nakışlı ve çok işlemeli gergef gibi bir şey. Bunlar, camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanlara benzetilebilir; belki çoğu birbirini dahi tanımıyor ama bir makuliyette, bir mantıkiyette bir araya gelmişler” sözlerinin gösterdiği üzere her türün, her anlayışın, her renk ve desenin bir araya geldiğinin varsayıldığı ‘cemaat’te sözü edilen işin makuliyeti sona erince (“namaz bitince”) dağılma tehlikesi de her zaman vardır. Hocaefendinin  sözleri bizatihi yapının operasyon gerçekleştirmeye son derece müsait bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. “Her tür, her cins, her renk ve her desen” neleri kapsar ve kuşatır? Neleri dışlar, nelerle iç içe geçer? Ya da Hocaefendi göstereni ve “hizmetin makuliyeti” etrafında bir araya gelmiş insanlar topluluğu olarak tanımlanan bir Camia ya da Hareket, sınırları ve sorumlulukları çok iyi çizilmiş, temsiliyet nokta-i nazarından herhangi bir sorun yaşamayan siyasi bir partiyle çatışırsa ne olur? 
Çatışma terminolojisiyle söylenecek olursa, AK Parti ile Camia arasındaki bu çatışmada tarafları birbirine bağlayan şeyin içsel bir dolayım olduğunu da kabul etmek gerekir. Çatışma siyasal kertede yaşanmaktadır ve “siyasal” kertede örgütlenmiş olan bu “siyasal çatışma”yı siyasetin doğası gereği kazanır. Öte yandan, toplumsal kertede gevşek örgülerle birbirine bağlanmış insanlar topluluğundan mürettep bir hareketin siyasal manevralarla varlığını idame ettirmesi, “siyasal çatışma”yı kaybetse bile mümkündür. Merhum Necmettin Erbakan ile yine merhum Esat Coşan Hocaefendi arasında 1990’ların başında yaşanan çatışma buna bir örnek sayılmalıdır. İskenderpaşa cemaati, Gülen Camiası’na nazaran daha sıkı içsel bağlara sahip olmasına karşın söz konusu çatışmada Refah Partisi tarafından yenilgiye uğratılmıştır, cemaat küçülmüş ve gerek parti içinde gerekse kontrol ettiği kitle nezdinde güç ve itibar kaybına uğramıştır. Ancak bu örneği, AK Parti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki çatışma bakımından geçersizleştiren bir detay daha vardır. İskenderpaşa Cemaati Refah Partisi ile ortak yaşam sürerken Fethullah Gülen cemaatinin böyle bir ortak yaşam sürdüğüne ilişkin bir karine ortada yoktur. Neticede çatışma sürmesi Fethullah Gülen cemaatini ortadan kaldırmaya yetmez, ancak cemaatin de kendi varlığını koruyabilmesi ve kendi istemleri dışında operasyonlara alet edilmekten korunabilmesi için sınırlarını çizeceği yeni bir demokratik yapılanmaya geçmesini gerektirir.
AK Parti ile Cemaat arasındaki çatışmada olduğunu söylediğimiz içsel dolayım, siyasi kararları kimin vereceği sorusu etrafında şekillenir. Kendisini siyasi alanda tanımlamamış, bu alandan uzak olduğunu defaatle dile getirmiş bir yapının “siyasi olduğu, siyasi sorumluluklar gerektirdiği” belirtilen bir kararı devralmaya çalışması bu dolayımda kaybeden tarafın da kim olduğunu gösterecektir. Çünkü, Başbakan Erdoğan’ın müteaddit defalar dile getirdiği ve meclis iradesi üstünde herhangi bir meşruiyet olamayacağını hatırlatan ifadeleri demokratik mücadele içinde mevzu bahis çatışmayı kazanacak tarafı da göstermeye yeter. Erdoğan’ın ifadeleri halkın iradesi ile cemaate atfedilebilecek makuliyetin karşı karşıya geldiği bir siyasal zemini açar. Türkiye’deki siyasetin dönüşen iklimi, halkın iradesi üstünde “vesayet” anlamına gelebilecek türden çıkışların, velev ki siyasal zeminde dile getiriliyor olsunlar, halk nazarında kabule şayan bulunmayacakları öngörüsünde bulunmamıza imkân tanımaktadır.
Dershanelerin özel okullara dönüşmesi mi kolaydır yoksa cemaatin siyasallaşması mı? Önümüzdeki sürecin en önemli sorusu budur. 


Kaynak: ‘Paralel devlet’ mi ‘paralel cemaat’ mi? - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/paralel-devlet-mi-paralel-cemaat-mi/haber-819191#ixzz2oCd9FDFA

20 Aralık 2013 Cuma

AK PARTİ GEÇİCİ, CEMAAT KALICI; AMA YA DOĞRUYSA

Dershaneler tartışmasıyla birlikte başlayan AK Parti-cemaat çatışması bu hafta "yolsuzluk operasyonu" diye adlandırılan ve üçü bir yerde yapılmış bir operasyon ile röntgencilik-montajcılıkla adlandırılabilecek sefih bir kaset saldırısıyla taçlandı.
Bu süreç bana kalırsa AK Parti'den daha çok cemaate zarar verdi. Dershaneler tartışması esnasında sosyal medyada birçok cemaat bağlısı AK Parti'nin geçici, cemaatin ise kalıcı olduğunu savlamışlardı. Genelleme düzeyinde siyasi partileri geçici, dini anlayışarı da kalıcı sayan bu tezi doğru addedebiliriz. Ancak tam da bu sebeple sözkonusu çatışmadan en çok zararı görenin cemaat olduğu da ileri sürülmeliydi. Tanım gereği geçici olması hasebiyle AK Parti'nin zarar görmesi ya da görmemesinin kısa vadeli etkileri olabilir, fakat AK Parti siyasetinin tahkim ettiği alanın bu zarardan uzak olduğu da unutulmamalıdır. AK Parti bu siyasi alanın görünümlerinden, maskelerinden biridir.
Kavgada AK Parti'nin güvenirliliğinin zedelenmesi kadar cemaatin de aynı zarara uğradığını görmek bu açıdan çok önemli. Doğru kabul ettiğimiz sav gereği AK Parti'nin gelecekte olmayacağını da kabul edebiliriz, aynı şekilde cemaatin de var olmaya devam ettiğini, yani kalıcılık ve dayanıklılık gösterdiğini. Fakat bir farkla. AK Parti'nin tahkim ettiği siyasi alanda yer alacak herhangi bir parti sav gereği başka bir parti olacak, yani yeni, yani güven yitimine uğramamış bir parti. Bu partinin güvenilir, cemaatin ise güvenilmez olduğu bir evreye işaret edecek gelecek. Kalıcı olduğu savını ileri süren yapı bu kalıcılıkla birlikte kavga esnasında kullandığı şantaj ve tehdit sözcelemlerinin de kalıcı olduğunu kabullenmiş oluyor çünkü. Bu durumda yeni siyasi partinin tehdit ve şantajı geçmişten tescilli yapıyı hiçbir şekilde meşrulaştırmayacağı da öngörülebilir.
Toparlayalım: Bu siyasi kavganın AK Parti'ye (onun tahkim ettiği siyasi alana) verdiği zarar geçici, cemaate verdiği zarar kalıcı olacak. Doğruluğunu başlangıçta kabul ettiğimiz sav gereği bu. Ne demiştik AK Parti geçici, cemaat kalıcı. AK Parti'nin aldığı zarar geçici, cemaatin aldığı zarar (tehdit ve şantaj suçlamalarına maruz kalmak) kalıcı.

15 Aralık 2013 Pazar

Geçimlik olmayan ekonomi: Gölge iş

Karşılığı maaşla ödenmeyen ancak hane halkının piyasadan bağımsızlaşmasına hiçbir katkısı olmayan yeni bir emek türünün ortaya çıkışından söz ediyor İvan Illich.
Türkçe’de Okulsuz Toplum, Şenlikli Toplum gibi kitaplarıyla belli bir popülerlik düzeyi yakalamış, alternatif düşünür ve tarihçiler arasında farklı bir yere sahiptir Ivan Illich. Kendi tarihçiliğini anlatırken “Bir tarihçi olarak tamamen yeni olma iddiası taşıyan her şeye şüpheyle yaklaşırım. Bir fikrin öncüllerini tespit edemezsem, derhal bunun aptalca bir fikir olduğundan şüphe ederim. Eğer geçmişte yaşamış insanlardan tanışık olduğum ve hayalimde beni şaşırtan şey hakkında tartışabileceğim birisini bulamazsam kendimi son derece yalnız ve bugünkü kısıtlı ufkuma mahkûm kalmış hissederim” diyen Illıch, Gölge İş adıyla Türkçe’ye çevrilmiş kitabında modern ekonomi içinde pek görülmeyen farklı bir sektörün yükselişine odaklanıyor. Illıch’e göre, sözgelimi “öğretilmiş anadil eğitimi” bu sektöre dahil bir faaliyet.
Ücretli-ücretsiz emek 
Karl Polanyi’nin modern tarihi piyasa ekonomisinin ‘ilişiksizleşme’ süreci olarak tarif edişine katıldığını belirten Illıch benzeri olmayan modern ve ilişiksizleşmiş ekonomiyi, formel ekonomi bilimine ait kavramların rahatça uygulanabileceği bir perspektif kullanarak incelemiyor. Daha çok bu “ilişiksizleşme” sürecinin gölgede kalan yanıyla ilgilenen Illich, kendi sözleriyle, “Gölge ekonominin formel ekonomi kategorisine dahil olmayan ve antropolojinin geçimlik kültürlere dair araştırmalarında kullanabileceği özelliklerini tarif etmek istiyorum. 19. yy başlarının tarihine baktığımda parasallaştırmanın ilerleyişi ile birlikte parasallaşmamış ve diğerini tamamlayan bir yarıkürenin ortaya çıktığını görüyorum. Bu iki yarıküre eşit derecede, ama farklı şekillerde, endüstri öncesi toplumların genel yapısına yabancı. Her ikisi de çevrenin kullanım değerini ortadan kaldırıyor ve geçimlik ekonomiyi yok ediyor.”
Karşılığı maaşla ödenmeyen ancak hane halkının piyasadan bağımsızlaşmasına hiçbir katkısı olmayan yeni bir emek türünün ortaya çıktığını gözlemleyen Illich, bu emek türünün başlıca örneğini ise ev kadınının geçimlik olmayan, yani evsel alanda yaptığı faaliyetler olduğunu söylüyor. Bir nevi gölge iş olan bu yeni faaliyet türü, Illich’e göre, evin parasını kazanan kişinin ortaya çıkışı için de gerekli koşuldur. Illich’e göre, modern ücretli emek kadar yeni bir fenomen olan gölge iş, meta-yoğun toplumun bekası için daha gerekli bile olabilir. Bunun geçime odaklı halk kültürlerine has vernaküler etkinliklerden farkı ise Illich’in en çok zorlandığı ama en verimli olduğu konuyu oluşturuyor. 

Kaynak: Geçimlik olmayan ekonomi: Gölge iş - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/gecimlik-olmayan-ekonomi-golge-is/haber-816429#ixzz2nYElanss

14 Aralık 2013 Cumartesi

Murat Güzel ve İtibar dergisi


 Murat Güzel
Murat Güzel, eski şairlerden ve doksan kuşağındandır. Aynı zamanda iyi bir şairdir. Fayrap dergisinde bir ara yazdı, epey hacimli ve kaliteli şiirlere imza attı. Belli bir okur kitlesi de oluşturdu diyebiliriz. İlginç üslubuna, çoğu şiir okuyucusunu aşina kılmayı ve belli bir tarz şiirin de sahibi olmayı başardı. Felsefi ve bilinç yanı ağır basan, aynı zamanda güncellik bağlamından da kopmayan bir şiir yazıyor Murat Güzel. Bu, Murat Güzel’in, Ezra Pound ve T. S. Eliot gibi şairleri zamanında iyi özümsediğini gösterir. Gerçi şimdi Eliot’tan, Pound’dan filan bahsetmek ne kadar yenidir bilinmez. Ama doksan kuşağı şairlerinin bu isimlerle yatıp kalktığını biliyoruz. Onlardan sağlam bir şiir bilinci edindiklerini de. Ama işte, yerli, ana kaynaklar ihmal edilince maalesef Ezra Pound da veya başkası da sizi ulaşmanız gereken yere götürmüyor. Sonuçta doksan kuşağı gibi Ezra Poun’dan tevarüs edilmiş tavırlarla şiirler yazmış oluyorsunuz sadece. Hakan Şarkdemir’in, Murat Güzel’in hatta doksan kuşağının birçok şairinin eda ve bilgelik bakımından bu kaynaklardan beslendiklerine şahit olduk. Şiirde iyi sayılırlar ama yerli değiller. Tabi bunun yanın da tuhaf bir İsmet Özel şiiri etkisi de var, doksan kuşağında. Fakat bu başlı başına ayrı bir konu.


Sophhia Aeterna


İri, seyrek damlalar halinde düştük toprağa


Bir kez kendime


Bir kez daha fısıldadığım da kendime


Çıkar çarığını


Bu kutlu, bu ketum topraklarda yürü yalınayak


Yanan çalılığın ateşi yüzünde harlanarak


Dinlediğin kalp atışları


Telaffuzu zor bir harfken gırtlağında kaderin kendine bir pay bırak


… (İtibar, Murat Güzel,22)


Sophhia Aeterna, Ocak 2013 sayısından itibaren İtibar dergisinin yayımlamış olduğu en dolgun ve en derinlikli şiiridir. Üstelik bu şiir, İtibar dergisinde, lirik zannedilen, mantık ve içerik olarak metafizik donanımı zayıf hece şiirlerinin arasında başka bir dünyadan geldiği izlenimi de vermiyor değil- Hece şiirini kendine has bir şekilde kavrayan tek şair İbrahim Tenekecidir, diğerleri onun taklitleri olarak naylon bir etki yayıyor. Çünkü şiir açısından Murat Güzel şiirini taşıyamıyor gibi duruyor dergi. Eğer gerçekten İtibar dergisi Murat Güzel’in şiirlerini yayımlamaya devam edecekse şiir okuyucusu olarak kendi adımıza sevineceğiz. İtibar’ın diğer şairleri adına da üzülmek durumunda kalacağız. Çünkü bu tür şiirler İtibar’ın aşina olduğumuz diğer şiirlerini görünmez kılacaktır. Veya ezecektir. Tam yerli bir şiir olarak kabul edilmese de Murat Güzel’in bu şiirleri, kendisini fark ettiren, okutan kaliteli şiirlerdir. Üstelik, bu tür bilgece konuşmaların, tarihsellik ve derinlik barındırmayan küçük adamın mırıltıları yanında daha etkili ve güçlü görünmesi çok doğaldır.
 

 

Yeprem Türk 

Kaynak: http://kurulusdergisi.blogspot.com/2013/09/murat-guzel-ve-itibar-dergisi.html 

MEKÂNIN POETİKASI YOKTUR


Asla öyle mekânın psikolojisi gibi bir derdim olmadı. Şundan: Bir gün Meram’da bir kır kahvesinde, aşağıda meram çayı şırıl şırıl akar, börtü böcek ötüp durur, temmuz ayıdır, sen terle men sileyim şeklinde bir haldir, çayım da yanımdadır, ama içimde müthiş bir sıkıntı vardır. Çevrenin psikolojiye yapacağı etki pek öyle umursanabilecek değildir. Ama yine bir gün Kızılay'da, Ankara'da emek işhanının önünde kalabalığın içindesindir. Müthiş bir sevinç vardır. Bağıracak gibisindir. Yani nedir?
Mekânın psikolojisi dediğin şey senin bakışındır. Mekânda psikoloji msikoloji yoktur. Mekanda poetika da yoktur. Gaston Bachelard halt etmiştir.

8 Aralık 2013 Pazar

Eleştirel Teori’nin eleştirisi

Rıdvan Şentürk’e göre Eleştirel Teori, iktidar karşıtlığına odaklanmış ve hükümranlık ruhuna işlerlik kazandıran araçsal akıl, kültür endüstrisi ve medya eleştirisine yönelmiştir.
Yirminci yüzyıl sosyal bilim düşüncesinde, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Teodor Adorno ve Max Horkheimer gibi isimlerle birlikte anılan Franfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün uğraşlarının genel adı olarak ortaya çıkan Eleştirel Teori önemli bir ağırlığa sahiptir. Marksizm ile psikanaliz, Marx ve Freud’u birlikte okuma ve toplumsal sorunlara uygulama teorinin en merkezi düğümü olarak görünürken özellikle Aydınlanmanın Diyalektiği, Otoriter Kişilik gibi çalışmalar, araçsal aklın eleştirisi, kültür endüstrisi vb. kavramlar da düşünce diline Frankfurt Okulıu tarafından kazandırılan eser ve kavramlar olarak dikkat çeker.
Eleştirel Teori’nin bir eleştirisini yapmayı amaçlayan Doç. Dr. Rıdvan Şentürk’e göre Eleştirel Teori, tohumlarının aydınlanma döneminde atıldığını ileri sürdüğü bütünlük felsefesi ve iktidar karşıtlığına odaklanmış ve dönemi karakterize eden hükümranlık ruhuna işlerlik kazandıran araçsal akıl, kültür endüstrisi ve medya eleştirisine yönelmiştir. Ancak Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Teorisi Batı düşünce geleneğinden, özellikle idealist felsefeden, estetik modernizmden, klasik-modern bilimsellik iddiasından, Freud psikanalizinden, Yahudilik mistisizminden ve yontulmuş Marksizm, hatta ihtiyaca göre anarşist-liberal düşünce gibi çeşitli ve birbirinden farklı unsurlardan/söylemlerden müteşekkil bir kolaj oluşturur; özü itibariyle, modern ideal öznenin rehabilitasyonu ve yeniden tesisinden başka çıkar yol bulamayan ve böylece sürecin başına geri dönmekten ve yeniden denemekten başka umudu olmayan nihilist bir çığlık olarak kalmıştır.
Muhafazakar devrimciler...
Şentürk’ün eserinde Max Horkheimer’la 1970 yılında Der Spiegel dergisinin yaptığı bir söyleşinin çevirisi de yer alıyor. Söyleşide Horkheimer, Adorno ile kendisinin temel tutumunu şu sözlerle aktarıyor: “...ben ve Adorno, mütemadiyen, farklı alanlarda değiştirilmesi ve iyileştirilmesi gerekenlerin tanımlanabileceğini açıkladık. Ayrıca ben sıkça, hakiki etkinliğin basitçe değişimde değil, aynı zamanda belirli kültürel anları (değerleri) muhafaza etmekle hasıl olacağını vurguladım. Evet, öyle ki, hakiki muhafazakar, hakiki devrimciye, bir faşistten daha yakındır, tıpkı hakiki devrimcinin, hakiki muhafazakara günümüzün sözde komünistlerinden daha yakın olduğu gibi.”
Eleştirel Teorinin Eleştirisi, Rıdvan Şentürk, Kesit, 2013

Kaynak: Eleştirel Teori’nin eleştirisi - Açık Görüş - Star Gazete http://haber.stargazete.com/acikgorus/elestirel-teorinin-elestirisi/haber-813725#ixzz2mtZ5CO9Z

7 Aralık 2013 Cumartesi

İSLAM, İSLAMCILIK VE SİYASET -Mücahit Bilici'ye Bazı Yanıtlar-

Kültür toprağının bir kaç yerini sivri uçlu bir değnekle kazıyın ve bir iki tohum ekin. Mevsimin sonlarına doğru verdikleri filizlere bakın, bunları sulayın ve yabani otlardan temizleyin. (Ah şu temizleme... işin en zevkli yanı!) Başkaları da yetiştirmeye değer bir şeyler bulurlarsa, bir iki bitki büyür ve siyasi söylemin manzarasını şu ya da bu biçimde değiştirir. Elbette onlar da temizlenecek başka yabani otlar bulacaklardır (Connolly, 1995: 12).
Türkler olarak bizim felaketimizi İslamcılığın Türk kafasında bir civar ve cidar meselesi olarak yer işgal etmesi doğurmuştur ... İslamcılık Türkler için bir civar ve cidar meselesi değilse, mutlaka merkezi ve cevheri bir meseledir... İslamcılığı şimdiye kadar civarda ve cidarda bırakanlar kararsızlardır. Onların kararsızlığına sebeb ararsanız gayri müslimler karşısında duydukları aşağılık duygusundan başka bir şeyi bulamazsınız (Özel, 2001)


Giriş: Terminoloji Sorunu ve İslamcılık Eleştirileri
İslam ve siyaset ilişkilerini, dolayısıyla İslamcılık meselesini konu edinen tartışmaların çoğu kez bir terminoloji sorununa gelip dayandığı, bu noktada tıkandığı ileri sürülebilir.(1) Din ile siyasetin farklı dil oyunlarına dayalı söylemsel, simgesel ve edimsel yapı ve pratikler olmasından dolayı aralarında süreklilik gösterdikleri ölçüde bir eşölçülemezlik/eşkavramsallaştırılamazlık sorunu yaşandığı vurgusu bu tür tartışmalarda sıklıkla ön plana çıkarılır. Hatta İslamcılık, bu eşölçülemezlik/eşkavramsallaştırılamazlık ilkesini çiğnemesinden ötürü bir ölçüde suçlanan, yaka silkilen bir fenomen olarak belirir.
Hakikaten, farklı söylemsel-simgesel formasyonların bir süreklilik ilişkisi içerisinde  birbirine "tercüme" edilmesinden dolayı önemli ölçüde bir kavramsal kargaşa yaşandığı hususunda hiç şüphe yoktur. Aynı dil oyunu içerisinde bile farklı semantik içeriği haiz "hamle"lerin birbirleriyle karşılaştırılmasını ve kıyaslanmasını sağlayabilecek, bütün hamleler için eşdüzeyde geçerli mantıki ve metodik bir ilkenin varlığından söz edilemez. Belki yapısal-sembolik açıdan teoride  bir tamlık arzeden zekaya dayalı oyunlarda bile bu tür bir praxise yönelik eşölçülemezlik ilkesi tasarlanabilir. Saussure'yan dil/söz (langue/parole) ayırımını takip ederek söyleyecek olursak bir satranç oyunundaki kurallar (dil), hamleleri (söz) sınırlar, ama belirlemez. Sözgelimi çeşitli düzeylerde sıkı bir biçimde işlenmiş, sistematize edilmiş satranç teorisi eni sonu satranç oyuncusunun pratiğine ve bireysel yeteneğine katkıda bulunur. Ancak, kimileyin bazı "oyuncular" bu teoriye aykırı öyle hamleler yapar ki geleneksel(leşmiş) teorinin dayandığı bütün ilkeler alt üst olur. (2) Satrançta bu yüzden kurallara uygun  bir hamlenin geçerlilik ve başarısı, meta-teorik bir zeminde (satranç oyununa özgü meta-teorik zemin, bu oyunun tarihinden, diyeceğim o ana dek oynanmış bütün oyunların bir külliyatından derlendiği halde retrospektif açıdan yine de onlardan daha fazla bir şeyleri gözetmek zorundadır) verimlilik ve bu hamlenin dayandığı yeni ilkenin uygulanabilirlik spektrumu aracılığıyla yorumlanır. Satranç oyununun kurucu kuralları ise bu uygulanabilirliliği değerlendirme zeminini sınırlar sadece. Ayrıca, hamlelerin satranç tahtasındaki verimlilikleri de  konumsal ve bağlamsal şartlarla aralarındaki stratejik ve taktik uygunlukça (justiness) yeniden belirlenir.
Başka bir örnek bilim alanından verilebilir: "Modern fizik bilimi" içerisinde Newtoncu paradigmanın "kütle" kavramı ile Einsteincı paradigmanın "kütle" kavramı arasında, her ne kadar her ikisinin de göstereni sessel olarak aynı kalsa da, hem bu kavramların işaret ettikleri "sözde-olgu"lar bakımından hem de tanımlanırken dayanılan önilkeler bakımından bir süreksizliğin  varolduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Bu, genel olarak bilimsel dil oyununda, özel olarak "modern fizik bilimi"ndeki farklı teoriler arasında da bir 'tercüme sorunu'nun yaşanabileceğine delalet eder. Benzer bir şekilde, Öklitçi geometrinin inşai kavramları ile Lubaçevski'nin ya da Riemann'ın tasarımlarından kaynaklanan geometri modellerinin inşai kavramları arasında da bir tercüme edilemezliğin varolduğu söylenebilir.
Başka alanlardan örnek aramaya ne hacet: doğrudan aynı dil, hatta aynı dil oyunu içerisinde farklı "özne konumları"ndan kaynaklanan bir ortak duyum (sensus communis) sorunu kavramsal kesinlik (certainty) açısından giderilemez bir biçimde hala varlığını korur . İngilizce "chair" kelimesinin Türkçe mukabili acaba şunlardan hangisidir: "sandalye", "oturak", "iskemle", "tabure"? Türkçe kullanım içerisinde tabure ile iskemle arasında ne tür anlamsal yakınlık(lar) ya da fark(lar) gözetilebilir? Bu yakınlık ve/ya da fark(lar) kavramsal bir kesinlik içerisinde tüketilebilir mi? Bu durumda, "sözlüklerin çoğu kez kelimeleri tanımlamaktan çok onları örneklendirdiğini" ileri süren Austin (akt. Derrida, 1993) haksız mıdır? Benzeri bir analizi, söz gelimi, Ebu'l ala el-Mevdudi, Kur'an-ı Kerim'den seçtiği "dört terim"e uygularken biraz aşırıya kaçmaz mı? O, "dört terim"in Kur'an-ı Kerim'de kazandığı anlamları tüketici bir tarzda ele alıp çözümlerken metin ile okur arasındaki '"hermenötik daire"yi ihlal edici kesinlikte, nesnellikte ve kapalılıkta bir okuma üretmez mi? (Mevdudi, 1986).
Bu soruları düşünmek, bizi, kısmen, Spivak'ın 'ihlal olarak tercüme' olarak adlandırdığı bir süreci ele almaya götürür. Spivak'a göre, fark her zaman benzemeyen ama yine de göndermede bulunularak anlaşılır olandır (Spivak, 1986: 235). Tercüme edilebilir olmak, asimile edilebilir olmakla eşdeğerdir bir noktaya kadar. Hangi noktaya kadar olduğuna karar vermek ise "gönderimsel mantık" diyebileceğimiz bir şeyin sınırları içerisinde çözümlenebilir ancak. Bu gönderimsel mantık yüzünden her tercüme girişimi aynı zamanda bir irca (indirgeme) girişimidir; metni, onun bütünsel anlamını oluşturduğu/çerçevelediği düşünülen bir merkezilik etrafında başka bir dil, bağlam ve söyleme göndererek onlarda yeniden örme/inşa etme teşebbüsü. Yine de burada farkedilmesi gereken, "farkındalığı"nı sürekli elimizde tutmamız gereken şey biraz ironik bir biçimde ifade edecek olursak şudur: Neyi nasıl asimile edebilir, neyi nasıl ihlal edebilir, neyi nasıl kendi kavramsallarımızla ifade edebiliriz, onu bu kavramsallara irca ve tercüme edebiliriz? Genellikle bir özdüşünümsellik ve öz farkındalık olarak kavramsallaştırılan, ama son kertede bir fark olup olmadığına karar verme süreci olarak ele alınabilecek süreç bu sebeble tercüme edilebilirliği/indirgenebilirliği bir şart olarak ötekine dayatır. Haddi zatında bizatihi bir farkın olup olmadığına karar vermeye; kimi söylemsel formasyonları kendi söylemlerimizden farklı, tercüme edilmesi gereken ve tercüme edilebilir (anlaşılabilir/indirgenebilir), kimi söylemsel formasyonları bütün farklılığına karşın tercüme edilemez (anlaşılamaz/indirgenemez), kimi söylemsel formasyonları da dilimize "aşina" ve tercüme edilmesine gerek olmayan yapılar olarak işaretlemeye çalışan çabalarda geçerli olan sözel ekonomi-politiğe içkin bir aporia'nın varolduğunu, sözkonusu aporia'nın bu çabaların huzurunu kaçırdığını düşünmek pek de yanlış olmasa gerektir (3). Bir şeyin, bir söylemin, bir argümanın, dahası bir hakikat bağlamının bu söylemi, bu argümanı, bu bağlamı işgal edip işaretleyen kimseler için taşıdığı anlamın o söylem, argüman ve bağlamın dışına çıkartılabilir; böylelikle, tercüme edilebilir (anlaşılabilir/indirgenebilir) oluşuna nerede, nasıl, kim  tarafından karar veriliyor; kimin tarafından, nerede ve nasıl bir söylemsel artı-anlam (politik kar) üretilip bölüşülüyor?(4)Başta "tercüme deneyimi" olmak üzere hangi deneyim yazıya tercüme edilmeye çalışıldığında tercüme edilemez, diyeceğim indirgenemez ve kamilen anlaşılamaz olarak bize kendini duyurmuyor ki?
Bu yüzden, özne ötekini sürekli kendinden yola çıkarak kendi deneyimleri dolayımında, -hermenötik bir bağlamda yeniden formüle edip söyleyecek olursak- kendi 'anlama ufku'nda kavrayıp temsil ettiği için her tercüme girişimi esasen ötekinin farklılığını giderme, daha kötüsü ortadan kaldırma girişimi olarak da yorumlanmaya müsait değil midir? En azından ötekinde (onun varoluşunda, dilinde ve söyleminde) gözlemlediğimiz yabancılık ve farklılığı (yabancılık olarak gözlemlediğimiz farklılığı) dönüştürme, indirgeme, kavranabilir kılma zorunluluğu nerede, nasıl, hangi varoluşsal gereklilikler ve süreçler dolayısıyla söylemsel-sembolik ve/veya  fiziksel bir şiddete dönüşür? Benim anladığım şey, her zaman, tam da ötekinin anlattığı şey midir? (5) Gadamer'in "ufukların kaynaşması" olarak nitelediği anlama eylemi (Gadamer, 1975; Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1996; Tatar, 1999) ufuk çizgilerindeki bir yer değişmesini (displacement) önceden var saymaz mı? Bu kertede bir de şöyle sormayı deneyelim: "Tercüme sorunu"nu bir "ihlal" sorunu olarak tahlil etmek bizatihi bu sorunu, yani tercüme sorununu sistematik olarak ihlal etmek değil midir? Tercüme sürecinde sınırlar sürekli ihlal edilir, ufuk çizgileri birbiriyle kaynaşır; "gerekir" kelimesinin kullanılmasının gerekli olduğu yer belki de bu sınırların sürekli ihlal edilmesi ve ufuk çizgilerinin yer değiştirmesi gerektiğinin söylenebildiği yerdir. Tercüme (anlama/indirgeme) bu sebeble hem olanaklıdır, hem olanaksız; hem mümkündür, hem değil.(6) O, kapanmayan, dinamik bir süreçtir bu bakımdan.
Benzeri bir sorunu, Connolly kimlik ve farklılık sorunsalı çerçevesinde "etiğin paradoksu" başlığı altında işler. Ona göre, "Farklılığın tanımlanması kimliğin mantığı içinde yer etmiş olan bir gerekliliktir, ötekiliğin inşa edilmesi ise bu mantığın içine kolayca sızan bir ayartmadır, hatta bu ayartmadan da öte bir şeydir: Bir ayartmadır, çünkü sürekli işlerselliktedir ve siyasal araçlarla sınırlandırılabilir ya da gücü azaltılabilir; ayartmadan öte bir şeydir, çünkü bilinçli düşünce etkinliğinin altında hareket eder ve onunla uzlaşmak için yapılacak her girişim kimliğin mantığında yer etmiş inatçı engellerle ve toplumsal örgütlenmenin yapısal buyruklarıyla karşılaşır" (Connolly, 1995: 24).
Kimliğin/ötekiliğin kuruluşu, sürekli benin ve ötekinin zihinsel, toplumsal, kültürel ve siyasal pratiklerce ve bu pratiklere tercümesini öngerektirir. Bu tercüme faaliyetinin dayandığı mantık; dinamik, çeşitli toplumsal, kültürel ve siyasal eklemlenmeler ve kopuşlar içeren bir süreçler çoğulluğunu içeren diyalojik bir mantıktır. Özkimlik araştırmaları, ötekinin kim olduğunu belirleme hakkını da neredeyse öznenin temellük ettiği, bu öznenin bir tercüme faaliyetine ihtiyaç duymadığı iddiasına dayalı olarak oluşturulduğu bu karmaşık mantığın monolojik bir mantığa gerisin geri indirgenmesiyle özneye belli bir özgüvenin kazandırılmasını amaçlar. Kimlik mantığında içerilen "yapısal ayartma", öznenin  kaybetmiş olduğu özgüven duygusunu basitçe yeniden ele geçirmesini sağlayan bu stratejiyi meşrulaştırmakta işlevselleşir(7) . Dilin yapısal ayartmaları her türlü tercüme girişimini bozguna uğratıp kolayca onu baştan çıkarırken monolojik özkimlik araştırmaları "kimlik perdesi"nin ardında sahici bir şeyler bulmayı amaçlar(8).
Bilici, modernliğin baskınıyla birlikte iki tür İslamcılığın oluştuğunu ileri sürüp bu İslamcılıkların açmazlarını irdelerken bu özkimlik meselesini tarihdışılaştırmaya, onun içerdiği diyalojik vecheyi perdelemeye yönelir bir bakıma (Bilici, 2001: 155). Onun analizinde modernlik ile İslam arasındaki çatışma iki zıt tavra yol açar: geleneksel kesimlerin "modernliğin talepleri karşısında yok olmamak için" benimsedikleri teslimiyetçi tavır ve modernistlerin kendi içinde çelişkili reddiyeci tutumu. İslam ile modernliğin çatışmasında kökenlenen bu iki tavır da kabul edilemezdir elbette; ama ya bu köken denen şey bir efsaneyse, o zaman, ne yapacağız?
Bu noktada, İslam, İslamcılık ve siyaset arasındaki ilişkileri sorgulamayı amaçlayan bir tartışmanın sadece kullanılan bu terimlerin terminolojik bir açıklığına, zihinsel tercümenin berraklığına ulaşmakla/sığınmakla sürdürülebileceğini düşünmek yanlış olacaktır. Hatta, bu durumda, tam tersini düşünmek daha doğrudur: ortada bir terminoloji/tercüme sorunu yoktur; bu tartışmaya katılan herkes birbirini gayet iyi  bir biçimde, yani yanlış  bir biçimde ve sürekli kullanılan kavramların "başka yüklemelerini" gözardı etmek zorunda kalarak anlamaktadır (9). Eğer tartışmada yaşanan bir terminoloji/tercüme problemi varsa, bizatihi bu problem tartışmanın merkezinde yer alır; tartışmayı mümkün kılan şeydir o, aksi takdirde tartışmaya niye ihtiyaç duyalım ki? Yani, "önce şu terminolojide bir anlaşalım; sonra tartışmayı yürütürüz" demek tartışmanın merkezi izleğini, tartışma doğuran şeyleri ıskalamak olur.
Öyleyse kavramsal-linguistik bir terminoloji/tercüme sorunu olarak düşündüğümüz şey çok daha geniş bir bağlamda iletişimsel-siyasal-estetik-hermenötik-hayati (10) bir yorum sorunu olarak belirmektedir (11). Sorunu kışkırtıcı bir biçimde, yani baştan çıkarıcı bir sesle yeniden telaffuz edelim: anlama sorunu ve onunla birlikte terminoloji/tercüme sorunu bizatihi siyasal bir sorundur ve kişinin siyasal önyargıları ve ufku, her seferinde anlamayı, terminolojiyi, kimliği ve dolayısıyla tercümeyi önceler; bu sorundan kaçmak mümkün değildir.
Terminoloji/tercüme sorununu siyasal-hayati bir sorun şeklinde belirlemek acaba problemimizi çözer mi? Bu noktada "tercüme sorunu" olarak tercüme sorununa  daha yakından bakmakta epey fayda vardır. Yukarıda ifade ettiğimiz gerekçelerden dolayı anlaşılmış olmalı ki bizce, "argümanları diğer söylemsel yapılara ne kadar tercüme edilebilir olursa olsun", her söylemsel yapının ve her söylemsel kimliğin tercüme edilemez ögeleri, onu diğerinden ayırt etmek için gerekli bir fark, o söylemsel yapıya ya da kimliğe atfedilen, onu o olarak belirleyebildiğimiz ek bir şeyler, tercüme işlemini olanaklı kılan ek bir tercüme edilemezlik/indirgenemezlik daima mevcut olarak kalacak, artacaktır. (12) Bu anlamda İslamcılığın İslamcılık olarak belir(til)ebilmesi, tanı(mla)nabilmesinin koşulu olan tercüme edilemez bir şeyler, hatta kavramsal olarak indirgenemez bir şey'iyyet/zatiyet (entity) mevcuttur; ki, bu şey'iyyeti/zatiyeti, o olarak değil, bir argümantasyon zinciri/bağıntısı olarak İslamcılığa isnat edebilelim. Bir söylemin tercüme edilebilirliği haddizatında bu söylemdeki diğer unsurlardan, "tçrcüme edilemez"lerden kaynaklanmaz mı? (Diğer taraftan İslam'ın da İslam olarak tercüme edilebilir ve tercüme edilemez ögelerinin olduğunu söylemek gerekir. En çok da onun için söylemek gerekir; çünkü, insan idrakine indirilmiş (tenzil) bir ilahi kelamdan bahsediyoruz).
Bu vargı, İslamcılığın sadece bir argümanlar yumağı olmadığını gözlemlemek bakımından önemlidir. Yani İslamcılığın argümanları İslamcılığın kendi  değildir; İslamcılık, paradoksal bir biçimde İslamcılıktan fazla bir şeydir; kendi kendisiyle kavramsal düzeyde bir türlü çakıştıramadığımız bir şey. (12) Bu yüzden, yine kavramsal düzeyde, İslamcılık ile İslamcılığın öne sürdüğü argümanlar arasında bir aralık muhakkak varolacaktır. Bu aralık her seferinde, her siyasal olayda/yorumda katedilmek, kapatılmak zorundadır. İslamcılığın İslamcı argümanlarla çakışmaması, basit bir teknik-terminolojik sorun olarak görülemez bundan dolayı. Yasin Aktay'ın da sarih bir biçimde söylediği gibi, İslamcı argümanların değişmesi İslamcılığın değişmesine tekabül etmez. Haddi zatında Üslamcılık da değişebilir, İslamcılık olarak kalabilmesi için değişmesi gerekir; ancak değişen şeyi değişen şey olarak belirleyebilmemizi sağlayan başka bazı şeylerin de olduğunu söylemek kaydıyla (Aktay, 2000b). İslamcılığın İslamcılık olarak kalabilmesi için değişmek zorunda oluşu onun bir zaafiyeti değil; aksine bir meziyetidir- yine bu değişimin hesabını, kendi siyasallık ve hakikati bağlamında tutarlı bir biçimde verebilmesi kaydıyla.
İslamcılığın İslamcılık olarak kalabilmesi için değişmesi gerekir: Bu yargı, basitçe, oportünizmin teorik bir doğrulanışı kipinde okunursa bugüne dek İslamcılara yöneltilen bütün o ucuz eleştirilerin mecrasına dahil olmaktan öteye götürmez bizi. Bu yargıyı, İslamcılığı İslamcılık kılan şeyin değişmesiyle birlikte İslamcılığın değişmesi gibi kavramak daha yerinde ve daha doğru olur. Yirminci yüzyılın başlarında Mehmed Akif merhum İslamcıdır; aynı şekilde, her ne kadar İslamcılığa yönelik önemli eleştirilerin sahibi olarak görünse de, İsmet Özel (13) de yirminci yüzyılın sonunda "hâlâ" İslamcıdır. Bu cümlede, sadece bir isimlendirme sorunundan daha fazla bir şeyler olduğunu söylememize bilmem gerek var mı?
Tanıl Bora(1999)'nın güzel metaforuyla İslamcılık, belki de, "sıvı hal"dir; ya da bir "akış"tır (flux) Deleuze ve Guattari (1988)'nin demeyi tercih edecekleri biçimde. "Akış"ı akış olarak belirlememizi sağlayan şey nedir o zaman diye sorulmalı elbet; akışın zemini ya da akışın dibinde akmadan kalan şeyler, "tortular" mı yoksa bunlar? Aşağıda, peşini süreceğimiz ya da peşimizden sürüklenecek olan soru belirlenmedi mi şimdiden: İslamcılık nedir?
"İslamcılık" Nedir?
Peki o zaman İslamcılık nedir? "... nedir?" biçiminde sorulmuş ve bizden tanımlayıcı bir karşılık, sabit bir ilk-örnek (archetype) bekleyen soruların cevaplandırılmasında genellikle karşılaşılan  güçlük bu "nedir"e karşılık gelen somut bir "budur"un olmayışı değildir sadece. Somut bir "budur"un yanısıra somut bir "bu değildir" de zikredilmelidir- tabii sabitlikte sebat etmek mümkün olursa! Aksi takdirde, "bu budur"cu petitio principii'nin boş döngüselliğinde salınıp durulur. İslamcılığa yönelik her tanımlama girişiminin, tanımlanan şeyi kuşatan, onun özelliklerini belirlememize yarayan "efradını cami, ağyarını mani" bir tanıma ulaşamayışı İslamcılığın, kendini "İslamcı" olarak niteleyen kimseler arasında da pozitif bir içeriğe sahip olmadığını gösterir. Sözgelimi, bazı İslamcılara göre (14), İslamcılık bir ideoloji değildir,  İslamcılık bir siyaset değildir , İslamcılık bir kimlik değildir vb... "İslamcılık nedir?" sorusuna verilen en doyurucu cevapların "İslamcılık ... değildir" oluşu, başka bir deyişle İslamcılığın sürekli olumsuzlamalarla (negations) tanımlanışı, ex hypothesi, bir yandan onun somut içeriğinin ve iddialarının değişkenliği ve belirsizliğiyle ilintiliyken (yukarıda sözünü ettiğimiz diyalojik kimlik mantığı bu belirsizlik ve karar verilemezliğin en önemli müsebbibidir) bir yandan da bu içerik ve iddiaların fantazmagorik-söylemsel bir ekonomi-politik kürede kazandığı artı-anlam ve artı-değeri, yani en başından beri "politik karı" gözeten bir monolojik kimlik mantığını gündeme getirir (Çiğdem, 1998: 9). Bu ekonomi-politik kürenin en önemli veçhelerinden birisinin de yukarıda sözünü ettiğimiz  kısmi ve dinamik "tarihsellik" (historicity) olduğunu yeri gelmişken belirtelim. Kimlik mantığının monolojik ve diyalojik veçheleri arasındaki yarılmanın makul bir analiz ve 'izah tarzı'nı bu kavram aracılığıyla geliştirmek mümkün olabilir.
Bu noktada İslamcılığın ne olmadığına ilişkin başka bir olumsuz tanımı da -tartışmayı sürdürebilmek için- biz vermiş olalım: İslamcılık, sadece İslamcıların, yani taraftarlarının argümanları ve pratik edimleriyle varolan bir söylem değildir; diyeceğim, İslamcılığın oluşumunda, bir söylem olarak İslamcılığı yadsıyanların katkısı azımsanamaz bir yekun oluşturur (15). İslamcılığın İslamcı argümanlarla çakışmaması dediğimiz süreç de bir ölçüde bu yekundan beslenmektedir zaten. Bir metnin/söylemin anlamını sadece o metni/söylemi yazanların/üretenlerin niyetine ya da metnin/söylemin içeriğine başvurarak kavrama girişiminin yetersizliğine dikkat etmek gerekir. O metnin/söylemin anlamı, bunlarla birlikte, ayrıca metnin/söylemin yazıldığı/üretildiği biçimsel yapı ve bağlama kazınmış ve oradan türetilen bir "ortak kullanım"dır. İslamcılık, çağdaş müslüman öznelliğinin (kimliğinin) bir ifade formu, maskesi/yüzü olduğu kadar ve için, bu formun, maskenin/yüzün alımlanışına dönük algıları da içerir; onlar tarafından da adlandırılır. Bu diyalojik ortak kullanım sorununu görmezden gelerek,  İslamcılığı kavramsallaştırmak/içeriklendirmek mümkün değildir.
Zizek'in bahsettiği gibi isimlendirme  adıyla maruf sözedimsel edimin geriye dönüşlü (retro-active) etkisi sayesinde isimlendirme faaliyeti bir artı-değer, ek bir anlam daha kazanır (Zizek, 1989: 89-98; Mutlu, 2001: 111). Sözgelimi, İslamcılık daha önceden demokratik söylemlere işaret etmezken bu etki sayesinde şimdi bu söylemlere de işaret eden bir şey haline dönüşür. Tıpkı Dede Korkut hikayelerindeki Boğaç Han'da olduğu gibi. Boğaç Han, ad alışına kadar geçen hayatında isimsizdir. Gösterdiği kahramanlık neticesinde Boğaç Han ismini alır (16) ve elbette bu kahramanlıktan önceki hayat kesiti de mezkur isimlendirme eyleminden nasiplenir. Bu hayat kesiti, Boğaç Han'ın Boğaç Han olmazdan önceki hayatıdır. Artık Boğaö Han göstereni ona da işaret eder. İsimlendirme söz ediminin bu çapraşık karakteri, isimlendirmeye konu edilen nesnenin anlamındaki, bu anlamın kuşattığı simgesel alanın sınırlarının kaypaklığından kaynaklanan artma ya da eksilmelere göre yeniden ele alınabilir. Bu anlamda, İslamcılık bir katı-gösterendir. İslamcılık göstereninin çerçevelediği söylemsel-simgesel-toplumsal alan, siyasal gelişmelere bağlı olarak sürekli yerinden çıkmakta ya da yeniden yeni mahalline yerleşmektedir. Hatta burada Bilici'nin verdiği örneklere dayanarak bu mahal ile girdikleri komşuluk ilişkisi ve derecelerine göre sıcak-yumuşak (Ahmet Taşgetiren), soğuk-katı (Şevki Yılmaz), ılımlı-ılımsız İslamcılık ayırımları bile yapılabilir:))
Örnek tanımımızın bu ikili karakteri, yani İslamcılığı sadece İslamcıların çabasına münhasır kılmayıp karşıtlarının çabasına da teşmil etmesi, bir noktada İslamcılığın somut, yekpare ve sabit bir mevcudiyete/bütünlüğe sahip olmadığını söylemekle eşdeğerdir (17). Bizim tanımımızın politik getirisi/karı nedir o zaman? Bu soruyu düşünmeyi şimdilik başka bir yazıya erteleyerek "İslamcılık nedir?" sorusuna bir cevap ararken karşımıza çıka(rıla)n güçlüklerle biraz daha yakından uğraşalım.
Buraya kadar zikrettiğimiz ontolojik-hermenötik zorlukların yanısıra, bir başka zorluk da, ontik-pratik alandan sökün eder. Bilişsel tanımlama ve önyargılarımızın hermenötik bir rehabilitasyonunu tehdit eden en önemli faktör "gündelik yaşamın orijinal zorluğu"dur (Caputo, 1987). Açıkçası, bugün pratik hayatta İslamcı sayılmanın ölçütü sadece bazı dinsel-kültürel örüntülere iştirak etmekle değil aynı zamanda bazı siyasal tutum ve davranışları ısrarla sürdürmekle belirlenmektedir. Bu tutum ve davranışlar sürekli bir olumsuzlama kipinde gelişir; İslamcılar, dünyanın şu andaki gidişatından memnun olmayanlardır ve dahası onlar bu memnuniyetsizlik ve eleştirilerini dini kavram ve kelimelerle dile getirmeyi tercih edenlerdir. Bu ölçüt sayesindedir ki bazı insanlar çıkıp "elhamdülillah biz de müslümanız, ama İslamcı değiliz" diye başlayan cümleler kurabilmektedirler (18). Bu tür cümleler kuranları varolan teolojik-politik  durumdan memnun olanlar olarak adlandırmak haksızlık mı olur? Niçin bazı insanlar varolan durumdan dolayı oluşan rahatsızlıklarını dini kavram ve kelimelerle dile getirme ihtiyacı içerisindeyken, bazıları bu ihtiyacı hissetmezler? Diyeceğim, "onlar bu ihtiyacı hissetmezler; çünkü onlar 'içerden' müslüman", demek ne kadar doğru olabilir? Ya da şöyle sormayı deneyelim: İslamcılık olmasaydı biz sivil dindarların hali nic'olurdu? İslamcılığın yanısıra şimdi de bir "sivil dindarlık" kategorisi ile karşı karşıyayız demek ki... Bu sivil dindarlık İslamcılıktan önce miydi, sonra mı? Otantik mi, sahte mi? Başlangıçta mı, sonda mı? Sebeb mi, amaç mı? İslam'ın içinde mi, dışında mı? İslam'ı; İslamcılık mı, "sivil dindarlık" mı temsil ediyor? Ya da İslam temsil edilebilir mi? Bu sorular eşliğinde İslamcılığın sivil dindarlık denebilecek bir kategoriyi gözardı ederek kendini tanımladığı ve İslam'ı "kıskançça" sahiplendiği eleştirisi epey zayıf kalmaktadır. Aksine, sivil dindarlık kategorisi, İslamcılık denen neyse tam da ona tekabül etmeyeceği varsayılan bir sürü eşyanın, görüngünün, görüntünün tıkıştırıldığı, İslamcılığın karanlık mahzeni denebilecek bir alanı göstermek üzere istihdam edilmektedir (19) (Bilici, 1999; Yılmaz, 2000). Buna karşın, bizatihi İslamcılığın bu mahzenle bir alıp vereceğinin bulunup bulunmadığı tartışma konusu bile edilmemektedir. Bu da İslamcılığın siyasal sorununu ıskalamanın/anla(ya)mamanın farklı bir biçimi olsa gerektir. İslamcılığın sahip olduğunun iddia edildiği "dışlama mantığı", hatta oryantalizm suçlaması böylece bir bumerang vazifesi görür. Gerçekte özkimlik mantığının yapısal ayartmasının etkisi altında ileri sürülen bazı İslamcılık eleştirileri, bundan dolayı, aynı dışlayıcı yaklaşımın bir ürünüdürler. Gelgelelim, İslamcı argüman(lar) tam da bunları eleştiriyordu; farklılıkların bastırılışını! İslamcı argüman(lar)ın, yeni bir baskı oluşturmak üzere yola koyulduğu  iddialarına haklılık kazandırmak anlamına mı geliyor bu? Evet, kabul edilmeli ki, bir terminoloji sorunu  yaşanıyor!
Pratikteki bu olumsuzlama hali İslamcılığın bütün itiyat ve alışkanlıklarını belirleyecek düzeyde gelişmiyor pek tabii ki. İslamcı söylemde taşınan negativite, hem geçmişin hem de şu anın, şimdinin olumsuzluklarının dolaysızca yadsınışını temsil ettiği oranda bu külli ve dolayımsız  yadsıyıştan arta kalanları da dolaylı yollardan temsil etmek zorunda kalıyor. İslamcılığın kapalı bir simgesel kurgu olmayışının, açık-uçluluğunun -zannedildiğinin aksine- belki de tek olumlu  yanı budur. Bu İslamcılığın sonu ya da başarısızlığı değil; aksine yegane başarısıdır. Bu durumda -yeni bir tercüme sorununa meydan vermemek kasdıyla, Hegelci bir dille konuşacak olursak- İslamcılık ve anti-İslamcılık arasındaki dışsal dolayım ile İslamcılık ve İslam arasındaki içsel dolayımın, bir ve aynı dolayım olarak ele alınmasının garip bir örneğini teşkil etmiyor mu Bilici'nin bize ilham veren yazısı? Peki, ama diye sorulacak; bütün bu dolayımlar yumağı içerisinde modernliğin yeri ne? El-cevap: modernlik; İslam ve İslamcılık, İslamcılık ve anti-İslamcılık arasındaki dolayımların dolayımlayıcı bir moderatörüdür. Bu, modernliği merkeze aldığımız anlamına mı gelir ilk elden? Soru "bütün bu dolayımlar yumağı içerisinde geleneğin yeri ne?" şeklinde olsaydı da vereceğimiz cevap değişmeyeceği için modernliği merkeze almış sayılmayız hâlâ. Hem, üstelik, modernizm ile modernite arasındaki farktan/gerilimden yararlanarak dünyanın gidişatı hakkındaki eleştirelliğini dile getirmek, müslümanlar açısından niçin mümkün olmasın?
İslamcılığı bir "müslüman milliyetçiliği" olarak adlandırma, onu böylelikle diğer "asıl" milliyetçiliklerle ilişkili, ikincil bir milliyetçilik kılma girişimi de, Bilici her ne kadar oryantalist söylemi bitirmeye kararlı görünse de bize Ernest Gellner (1999)'in Cezayir meselesi dolayısıyla Said'i eleştirirken kullandığı tezlerin silik bir kopyası olarak görünüyor: Milliyetçiliklerin başaramadığını başaran, tamamlayamadığını tamamlayan fundemantalizmler safsatası! Böylelikle Bilici anti-oryantalist bir nominalizmi istihdam etmeye uğraşırken kapıdan kovulan oryantalizm bacadan girmekteki alışılmış maharetini  sergilemekten uzak durmuyor.
İslam, İslamcılık ve Anti-Oryantalizm
Burada tartışılması gereken bir nokta daha var: Bilici'nin yazısının diplerinde gezinen anti-oryantalizm tortusu. Oryantalizmden kaçınmaya çalışan bazı teorik çabaların bulaştığı anti-oryantalist nominalizm Bilici'nin yazısından da eksik olmuyor (19). İslam'ın içi ya da dışı, "ev" ve benzeri metaforlara konu ettiği şekliyle Bilici, oryantalizme karşı bir araştırmacı olarak İslam adına konuşmayı kendisine yasaklayan Edward Said'den daha öteye geçiyor ve müslümanlara da İslam adına konuşmayı yasaklıyor: Müslümanların İslam adına siyasete girmeleri yasaktır (20). Çünkü bu durum, siyaset etkinliğini dini temsil iddiası ile yapmak anlamına gelir. Bu anlamda, hayatın diğer alanlarına nazaran, siyasete çok özel bir pozisyon yüklediğinin farkında mı acaba Bilici?
Bu yüklemenin bir nevi anti-oryantalist nominalizmi davet ettiğini görmemek için kör olmak lazım: Müslümanlar hayata, İslam'ın içinden baktıkları için İslam'ın kendi üzerlerindeki sınırlarını göremezler/belirleyemezler (21), ama -bu nasıl olacaksa artık- siyasete girerken temkinli olmalı ve İslam'ı temsil etmemeye dikkat etmelidirler (22). Çünkü siyaset hayatın içinde değildir- bilhassa reel olanı! Müslümanlar, müslüman olarak değil insan olarak konuşabilirler; insan olarak (insan-olmaklık da beni kuşatacağı için Bilici'nin açıklama modeli içerisinde bu "insanlık" denen şeyi nasıl görebileceğimizin ya da belirleyebileceğimizin makul bir izahını isteme arzumuz yersiz midir?)  siyasete, ekonomiye, eğitime girebilirler (23); ama hiç bir şekilde onların bütün bu alanlarda sergilediği "yanlış" (kime ve neye göre yanlış? Başörtüsüyle üniversitelere giremeyen kızlara göre mi, onları üniversitelere almak istemeyenlere göre mi?) davranışlar İslam'a mal edilebilecek bir şey değildir. Bu retorik, artık sadece İslam düşmanları için değil, müslümanlar için de çok sıkıcı olmaya başlamadı mı?
Siyasal alanda bile olsa İslam'ı temsil etmemeye çalışırken İslam'ın sınırlarının neler olabileceğini düşünmemek mümkün müdür? İslam'ı temsil iddiası ile ortaya çıkmamak: başka bir alana, İslam-dışı bir alana girdiğiniz andan itibaren -bunu ister iddia edin, ister etmeyin- "bu adamlar/kadınlar İslam'ı temsil ediyorlar" denmesinden daha normal ne olabilir? "Hayır ben İslam'ı temsil etmiyorum; kendimi temsil ediyorum", demek müslümanlıktan ayrı bir kendilik icat etmek (bizatihi bir kendilik iddiasının kimi icat ve buluşlar üzerine yükseldiğini farketmek bu kendilik iddialarını yazımızın girişinde bahsettiğimiz monolojik özkimlik mantığı çerçevesinde sorunsallaştırmamızı gerektirir), Bilici'ye ait o güzel deyimle kendini ötekileştirmek ya da ötekiliği içselleştirmek değil midir? İslam'ın sınırlarını düşün(e)memenin bir yolu da İslam'ın sınırsızlığını düşünmek olabilir elbette. Bu durumun intac edeceği çelişki daha da büyür o zaman. Müslüman, ex hypotesi, "emaneten" sahip olduğu; diyeceğim, kendisine verilmiş olan hayatın, anlayışın ve iz'anın sınırlılığını/faniliğini kavrayabilen kişidir çünkü... Neticede, absurdum ad infinitum!
Bu açmazdan kurtulmanın bir yolu var mı? Biraz naif bir biçimde de olsa, 1996 yılında yazdığımız bir yazıda, din ile  dine dayalı eylem/bilgi arasında yapılabilecek quasi-essential bir ayırımla bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmıştık (24).  Fakat, şimdi farkediyoruz ki, söz konusu retorik içerisinde bu yarı-özcü yaklaşım bile meseleyi çözmekte yetersiz kalmaktadır. Oryantalizm versus anti-oryantalizm ikileminden -ne tür olursa olsun- özcü bir çerçevede kurtulmanın imkanı yoktur. Bu noktada özcü olmayan bir başka yol Sayyid tarafından söylem-analizi kuramı (the teory of discourse-analyses) çerçevesi içerisinde önerilmektedir ve bu yol trajik bir biçimde de olsa kabule şayan bir başarı sergilemektedir (Sayyid, 2000).
Türkiye ve İslamcılık(lar)
Soyut planda tartıştığımız bütün bu hususları bir de Türkiye'deki İslamcılığın söylemsel-oluşumsal tarihini irdeleyerek ele almakta sayısız fayda vardır. Burada bu söylemsel-oluşumsal tarihi bütün ayrıntılarıyla yeniden yapılandırmak gibi bir amacımız yok; sadece dikkat çekici bir iki noktaya değinmekle yetineceğiz.
Aktay'ın doktora çalışmasında (1997) vurguladığı gibi 1924'de hilafetin kaldırılışı İslam ümmetinin "organsız bir beden" ya da "bedensiz organlar" olarak dağılmasını, müslümanların kendilerini söylemsel bir diasporik mekanda ifade etmelerini getirmişti. İslamcılığın düşünsel kökleri her ne kadar 19., hatta 18. yüzyıla dek izlenebilirse de bu durumun bir deneyim olarak hemen hemen bütün müslümanların hayatında önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiği iddia edilebilir. Günümüz müslümanları hala bu deneyimin aşırı fenomenleriyle boğuşmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle 28 Şubat deneyiminin getirdiği ek maliyetlerle birlikte bu aşırı fenomenlerin daha da şedid bir nitelik arzetmeye başladıkları gözardı edilmemelidir. Bu noktada Hasan Mezarcı trajedisi hatırlatılabilir.
Mehmet Akif merhumun "Bülbül" şiirinden ya da Necip Fazıl'ın "öz yurdunda garipsin, öz yurdunda parya" mısrasından İsmet Özel'in "Of Not Being A Jew"üne kadar müslüman şairlerin terennümüne konu olan  bu "yeni hal", daha önceden halifenin şahsında ve hilafetin simgesel-tüzel varlığında toparlanan "müslümanların birliği" imgesinin dağılmasında, onunla birlikte geniş bir coğrafyanın kaybında odaklaşan bir "matem duygusu"nun serpilmesine sebebiyet vermiştir. Hilafetin varlığında bir "medeniyet refleksi/projesi" (bu düzeyde bile belli ölçülerde bir kararsızlığın varolduğunu kabul edebiliriz) hüviyeti arzeden söylemsel formasyon "hilafetin kaldırılışı"nın temsil ettiği bir "simgesel şiddet"le yüzleşmek zorunda kalışı sonucu kendi yenilgisini kabullenmiştir. "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafere" duyulan iştiyak, Necip Fazıl sonrası İslamcı edebiyatın en önemli figürü Sezai Karakoç Bey'in dergisinin isminde izlenebilir: Diriliş.  (25)
Daha açık söylemek gerekirse Cumhuriyetle birlikte Türk toplumunun kabul etmek zorunda kaldığı şey "bizim bir medeniyetimizin olmadığı"; (önceden) sahip olduğumuz simgesel bütünlüğün artık bilinçaltımızda da parçalandığıdır (26). Ancak bu kabulün de kendi içerisinde epey sorunlu olduğunu belirtmek gerekir. Hakikaten önceden sahip olduğumuz bir simgesel bütünlük var mıydı?  Kur'an-ı Kerim'de "yeryüzünün varisleri" olarak nitelenen "salih kullardan" değil miydik yoksa? Miras bırakılana varis olmak nasıl bir şeydir? Yeryüzünün verasetine talip olmak milliyet.ilik midir; velev ki "müslüman milliyetçiliği" olsun? Varis olmak, mirasta hak iddia etmek; "Hakk'a tapanların hakkı olan" bir istiklali arzulamak, Hakk'a tapıyor olmanın meşruiyeti ile bir hak iddiasını sürdürmek, diğerlerini "aramızdaki ortak kelimeye davet etmek"; bir özgürlük, bir bağımsızlık, bir veraset davasını sürdürmenin kahredici/hüzün verici ağırlıktaki sorumluluğunu üstlenmek... Az şey miydi bunlar? Niçin geçmiş kipinde konuşuyoruz, niçin ağzımızdan hep geçmiş çıkıyor? Miras geçmişten gelmişse bile ona varis olmak, bu mirası haketmek gelecekte değil midir? Hem mirasın geçmişin mirası olduğunu kim iddia etti ki? Miras, gelecek olandır, gelmesi beklenendir, o gelmesi beklenen olarak geçmişte ve buradadır zaten; gelmesi beklenen olarak geçmişte vaad edilmiştir  ve şimdi de bu vaadin gramerine mündemiçtir. Miras ge.miş olandır aynı zamanda, geçmiş oluşuna sürekli tanıklık ettiğimiz bir şey, sürekli tanıklığına çağrıldığımız bir şey... Geçmişin mirasından değil mirasın geçmişinden bahsetmek bu yüzden daha yerinde olur belki de...
Geçmişi bütünleştirmeye, anlamlı bir bütün haline getirmeye dönük bir çaba olarak tarihyazımı faaliyetleri yerine getirdikleri toplumsal-simgesel işlevler bakımından faydaları azımsanamayacak faaliyet türlerindendir. Onlar "geçmiş" olarak adlandırdığımız "iyi" bir takım şeylerin artık olmayışının (bu olmayan şeyler arasında sözgelimi "müslüman" kimliği de vardır ki bazılarımız "biz, müslüman mıyız?" sorusunu bile düşünebilmiştir) ontolojik dehşetinden bizi masun kılmaya uğraşan, bu dehşet duygusunu rehabilite eden, sağlıklı bir hale dönüştüren anlatısal formların başında gelirler. Kierkegaardçı "hakikat anı"nda kapıldığımız dehşeti kollektif bilinçdışında çeşitli aktarım süreçleriyle yeniden ifade etmemizi/dışsallaştırmamızı sağlarlar. "Yalan Söyleyen Tarih Utansın", "Sahte Kahramanlar"  vb. popüler İslamcı tarih kültürüne ait eserler bu minvalde yorumlanabilir elbette; tıpkı, karşıtı oldukları Türk Tarih tezlerinde olduğu gibi...
İslamcılık bu "yeni hal" karşısında, elbette "bitişik düzen" yürümeyecektir; farklılaşacak, çoğalacak, hatta İslamcılık(lar) olacaktır; ama, yine de, bu lar'ı (lar) şeklinde yazmaya devam edeceğiz tıpkı İslamcılıktan -cılık'ı çıkardığımız halde hala bu ekin (27) kendine ait bir varoluşu toplumsal ve tarihsel bilinçdışında sürdürmeye devam etmesi gibi.
(Bu anlatıların oluşturduğu negatif kimlik etkilerinin messiyanik-çileci içerimleri muhakkak vardır; gerçi, bu sorunun aşılacağını varsaymak bile imkansızdır; ama, bu özsel kimliksizlik, özsel özsüzlük içinde bile kabul edilebilir, savunulabilir  özdeşleşme/farklılaşma(lar)ın çoğulluğunu/silsilesini birbirine eklemleyen/dikişleyen ilahi bir müfredatın olmadığını söylemek mümkün müdür? Cüneyd-i Bağdadi "mü'min kişi odur ki günde kırk kalıba girer; mürai kişi odur ki kırk yıl girdiği bir kalıptan çıkamaz" derken mürailiği mi övüyordu acaba? Mü'min yeryüzünde yersiz-yurdsuzdur; o yüzden, bu bakımdan da, Hz. İbrahim bütün mü'minler için bir numune-i imtisaldir, en güzel örnektir; oğlu İsmail'le birlikte kendine bir ev inşa etmemiştir; Allah'ın evini  onarmıştır sadece. Üstelik, Levinas'ın da vurguladığı gibi O, İthaki'ye geri dönen Odyseus'un tersine asla evine geri dönmemiştir. "Eve dön! Kendine dön! Şarkıya dön!" diyen siren seslerine aldanmamıştır ki! O, yüzünü Rabbi'ne dönmüştür ve Rabbi'n vechesi biz nereye dönersek oradadır.
Çok mu İbrani, çok mu mistik oldu? Doğup büyüdüğü yeri, Mekke'yi o kadar çok seven Hz. Peygamber Mekke'nin fethinden, mü'minlere açılışından sonra bile, acaba niçin Medine'de öldü? Hiç düşündük mü bunu?)
Bir başka yazımızda (2001b) kısmen çözümlemeye çalıştığımız gibi Türk tarih tezinde örneklenen şey İslamcı matem ile Cumhuriyetçi melankolinin zıtlaşmasıdır. Cumhuriyetçi simgesel kurgunun bir türlü üstesinden gelemediği kimlik hasarı, yokluğunu ikame etmeye çalıştığı "içselleştirilmiş" nesneden dolayı bu simgesel kurgunun söylemsel dokusunda oluşan yara ve yarıktır (punctum). Cumhuriyetçi egoda gelişen bu bölünme sonucu, Cumhuriyet, "egemen olduğu halk"ın bir bölümünün kendisine düşman olduğunu düşünür. Hala günümüzün postfaşist koşullarında kimi siyasetçi, idareci ya da bürokratımızdan "Türkiye'de ikiyüzbin vatan haini vardır" sözünü duymak zorunda kalışımız sözkonusu bölünmenin tarihsel etki alanına ışık tutmaktadır.
Sonuç: Din ve Siyasalın İstismarı
Genellikle, din ve siyaset ilişkileri konu edildiğinde "dinin siyasal istismarı" denen ve ne olduğu da tam olarak belirlenemeyen/bilinemeyen bir ibare kullanılır (28). Dinin ulviliği, dolayısıyla gündelik siyasete sokulmaması gerektiği yargısı, besbelli, bu ibarenin oluşumunda epey etkin roller oynamıştır. Bu tür söylemlerde, işin en ilginç tarafına, ulvileştirilip yüceleştirilen duyguların süfli siyasal ortamlara sokulmasının müteferrik zararları olduğu iddia edilirken rastlanır. Yüceleştirilen şey, süfli ortamlarda nedense bu yüceliğini koruyamaz! O yüzden, olabildiğince, bu süfli ortamlardan uzak tutulmalı, hatta onun bu alanlardaki görünümü elden geldiğince yasaklanmalıdır. Bu tür sonuca dayalı ve bu yüzden faydacı (29) 'ahlakçı' yasaklamalar, Olivier Roy (1994)'un "klasik İslami siyasi muhayyile" adını verdiği şeyin günümüzdeki izdüşümlerini takip etme konusunda bize epey yardımcı olurlar. Bu noktada, İslamcılık(lar) sadece Kemalizm(ler)le değil aynı zamanda klasik İslami siyasal muhayyileyle, onun müslümanlar arassındaki kültürel-siyasal hinterlandıyla da hesaplaşmaktadır/hesaplaşmalıdır. (Güzel, 1996).
Başka yerlerde de değindiğimiz gibi, Mücahit Bilici'nin yaklaşımı da geleneksel ulemanın siyaseti ahlakla karşılayan, siyasal sorunu ahlaki ufka gerisin geri çekilip çözmeyi amaçlayan tutumuyla örtüşür (Güzel, 1996 ve 2000a). Bu ahlaki-formalist yaklaşım, sürekli kendi içine çekilen melankolik öznelerinin, siyasal sorunla yüzleşmeyi seçmekten çok onun içsel ikame-nesnelerinde yoğuşmayı tercih eden libidinal enerjilerinin söz ekonomisi içerisinde kendi kendini kahredip durur. Kendini bilmenin söz ekonomisinden kendini silmenin söz ekonomisine doğru bu gerileyiş, yine de kişiyi dışarının kötülüklerinden azade kılmaz (Güzel, 2000b). Hatta bu tavrıyla kişi dışarıdaki kötülüğün artmasının en önemli sorumlusudur. Çünkü, Şeytan, sürekli onların sadırlarında onlara vesveseler, komplo teorileri fısıldayıp durur.
Siyasetten kaç(ın)manın siyasal bir bedeli/sonucu varsa -ki vardır- bu bedel/sonuç yine siyasetten kaç(ın)anlar tarafından ödenir, ceremesi onlar tarafından çekilir. Bu anti-siyasal kısır döngü içerisinde reel iktidarın güçlenmesinden başkaca bir siyasal sonuççıkmaz. Türkiye'de, siyasallığı aşağılayanların yalnızca 'muktedirler'den oluşmayışı, tesadüfi bir şey midir?
Yine dinin siyasal istismarı konusuna dönelim. Dinin siyasal istismarı denince, dinin haklarının ve dini hakların siyaset tarafından çiğnenmesinden ve kötü(ye) kullanılmasından mı bahsediliyor acaba? Yoksa dinin siyasal alanı "ihlali"nden, bu alana "sızması"ndan, onu kötü(ye) kullanmasından mı? Dini duygular mı siyaset tarafından baştançıkarılıyor; yoksa dini duygular mı siyaseti baştan çıkarıyorlar? Hangi şık geçerli olursa olsun demek ki bir "baştan çık(arıl)ma" durumu, kötü bir durum, şeytani bir ayartma sözkonusu...
Ulviliği vurgulanıp yüceltilen din, demek ki, bir şeyleri 'ihlal eden', o şeylere bir casus gibi 'sızan' ya da bir ruh, bir 'hayalet' gibi o şeylere hulul eden, onlara musallat olan, onları baştan çıkaran bir şey. Ulviliğin siyasal alana, süfli olana hululünden niçin korku duyuluyor? Yoksa bazıları bu süfliliğin ulvilik tarafından ifsad edilmesi ihtimalinden mi korkuyorlar? Siyasal alan, tam da bazılarının işine geldiği gibi, süfli olarak kalsın mı isteniyor? Onun böyle kalışı kimin işine gelir acaba? Din eğer yüce ve ulvi ise süflilikten korkmaz; aksine siyasal alanda da pek sık kullanılan ayet-i kerimenin vurguladığı gibi "hak gelince batıl zail olur; çünkü batıl zail olmaya" mahkumdur. Hak, 'hak'lığını bilsin ve bizim batıl alanımıza dahil olmasın, karışmasın mı deniyor? Anlamak güç doğrusu!
Bu durumda, belki de, çok farklı bir şey düşünmek gerekli; bu söylemlerin dillerinin altında ıslatıp durdukları bakla "biz siyasalı istismar ediyoruz"dan öteye geç(e)mezdi yoksa. "Dinin siyasal istismarı" ibaresi dinin haklarına halel gelmesinden korkularak oluşturulmuş bir ibare değildir; aksine dinin siyasalın haklarını çiğnemesi ihtimaline karşı alınmış bir tedbirdir. Sanırım,  Bilici'nin ve benzeri görüş sahiplerinin İslamcılığa atfettikleri dünyevileşme anlatısı da bu tedbir muvacehesinde devreye sokulmaktadır. Dinin ulviliğini vurgulayıp onu rafa kaldırmanın, etkisizleştirmenin bir yolu değil midir bu? Yine tercüme edilemez bir argümanla karşı karşıyayız belki de kim bilir? Ya da yine Bilici'nin o güzelim deyimiyle bir "içselleştirilmiş ötekilik" ile?
DİPNOTLAR
1. Bu yazıyı yazarken epey "ilham aldığım" Mücahit Bilici'nin (2001) yazısı da benzeri bir sorunu gündeme getirip "reel siyaset"e din adına girmenin yol açtığı problemleri tartışıyor. Bu yazıdaki amacımız Bilici'nin sorduğu bütün sorulara İslamcılık adına bir cevap vermek değil, bu soruların sorulabilme şartlarını elden geldiğince gözden geçirip iyileştirmeye, tavzih etmeye çalışmaktır. Bu yüzden biz yazımızda doğrudan kavramların içeriklerinin aydınlatılmasından çok kavramsal bağıntıların kuruluşunda etkili olan fikri ve söylemsel unsurları çözümlemeyi tercih edeceğiz. Bunu yaparken Bilici'nin yazısında içerilen bütün argümanları tek tek ele almak gibi bir amacımız yok. Böyle bir amaç ve tavır, bu yazıda tartışmayı düşündüğümüz hususlar açısından hem yersiz hem de son kertede gereksiz kalacaktır.
2. Sözgelimi, Steinitz'in modern satranç teorisi ve -Weber'in modern rasyonel kapitalizm yaklaşımına benzer- "küçük konumsal ve maddi kazançların rasyonel birikimine" dayalı oyun stratejisi; Alekhine, Reti, Spassky, Fischer ya da Tal gibi muhayyileleri geniş, hırslı, ultra-modern satranççılar kuşağının performatif etkinlikleri karşısında 1920'lerin sonunda iflas etmiş ve bütün satranç teorisinin yeni baştan ele alınması gerekmiştir. Bu yenilenme esnasında, modern satranç stratejisine ait özgül dil ve sözdağarı elbette değişmemiştir; ama bu dildeki kuralların ve sözdağarının anlamsal içeriği epey farklılaşmıştır.
3. Bu durumun temel sebebleri arasında elbette sensus communis'in, Lyotard'ın bahsettiği gibi ne bir intellectio communis  (kavranan şeyin ortaklığından kaynaklanan bir iyi anlama) ne de bir intellectio communitatis   (cemaat idraki) olması vardır. Sensus communis, bizim için, hala, kavramsal-olmayan, idrak edilemez olan, hatta kavramsallık ve idrak öncesi bir cemaat sorunu olarak kalır. Sensus communis deyimlemesinin ayrıntılı bir özümlemesi için bkn. Lyotard, 1991: 217.
4. Derrida'nın differance kavramı bu noktayı açıklamada epey işlevseldir. O'na göre kelimeler öteki kelimelerle aralarında taşıdıkları farklılıklara bakılarak belirlenir; ancak bir anlamlandırma sisteminde her kelime bizi öteki kelimelere göndereceğinden anlam sürekli ertelenmiş  olarak kalır. Derrida'nın bu kavramının daha detaylı bir açıklaması için bkn. Göka, Topçuoğlu, Aktay, !996: 211-212.
5. Carl Schmitt'in her toplumsal teoriye ve düzene öncelediği nomosla ilgili  soruları bunca önemli kılan şey bu değil miydi? Siyasal nomos, bu kararın verilişine ilişkin bir tasarım girişimi olarak yorumlanamaz mı? Bkn. Çiğdem, 1997 ve Güzel, 2001a.
6. Bilici'nin yazımıza ilham verdiğini düşündüğümüz kaygılarını anlayamamamızın bir sebebi de bu olabilir mi?
7. Mevlana  "sen ne kadar bilgili olursan ol anlatabileceklerin yalnız karşındakinin anlayabileceği kadardır" derken bir hakikati dile getirmez mi? Anlamanın iyi niyet  ve bilgiyle, yani kavrayış gücüyle birincil düzeyde alakalı olmadığını ileri sürmek gerekmez mi?
8. "Kısmi ve dinamik tarihsellik" kavramı aracılığıyla bu tür sorunların üstesinden belki gelinebilir. Bu kavramla kasdettiğimiz şeyin çok daha ayrıntılı bir çözümlemesini bu tartışma yazısında geliştirmemize olanak yok.
9. Sözgelimi "ötekiliğin filozofu" olarak tanınan E. Levinas'ın Sabra ve Şatilla'da İsrail'in gözetimi altındaki Hıristiyan falanjistlerce öldürülen Filistinlileri "öteki" olarak adlandırmaya bile tenezzül etmeyen yaklaşımı bir "ilk felsefe olarak etik" arayışını sorunsallaştırmamızı gerektirmez mi? Bkn. Finkielkraut ve Levinas, 2001: 139. Bu söyleşisinde Levinas bir ilk felsefe olarak  handiyse siyonizmi önerir.
10. "Maske" ile "yüz" arasındaki gerilimdir bu. Sadık Hidayet'in güzelim romanı Kör Baykuş'ta dediği gibi bazı insanlar zengindir ve yüzlerce maske kullanırlar; bazıları ise fakirdir ve bütün ömürleri boyunca tek bir maskeyle, yüzleriyle yetinmek  zorundadırlar. Maskenin ardında bir yüz bulmayı amaçlayan çabaların trajedisidir bu.
11. Bu savı ileri sürerken elbette bütün yorumların epistemolojik düzeyde eşit ölçüde geçerli ve iyi olduklarını iddia ediyor değiliz. Bu iddiayı ileri sürerken asıl amacımız, siyasal açıdan, geçerli yorum belirsizliğinin siyasal karar ve/ya da kararsızlıklarımızı nasıl belirlemeye/öncelemeye başladığını göstermeye çalışmaktır. Bu "bütün yorumların kabul edilebilirliği" meselesinin daha ayrıntılı bir tartışması için bkn. Norris, 1982.
12. Bütün bu vechelerin tek tek ele alınıp değerlendirilmesi, "tercüme sorunu"nun toplumsallık ve öznelerasılıkla yakın bağlantısını ortaya çıkarmakta son derece faydalıdır. Bu anlamda tercüme sorunu özneler arasındaki bir anlama ve diyalog sorunudur. Tarafların a priori eşit olduğu, aynı şekilde mes'ul olup katkıda bulundukları ya/ya da maruz kaldıkları bir sorun.
13. tezkire'de, geniş bir zaman dilimine yayılarak sürmüş olan "İslami hareket" tartışmaları ile "hermenötik" tartışmalarının birbirinden kopuk olduğunu düşünmek bu bakımdan, yine ironik bir biçimde dile getirecek olursak, yanlış bir anlamanın ürünü sayılsa gerektir. "Siyasallığı eğretilemenin" değeri hermenötik-dilsel bağlamda kavranabilir: İslam'ın ne olduğunu düşünmek ile İslami hareketin ne olduğunu düşünmek şeklinde -tezkire sayfalarında- birbirine paralel gelişen özdüşünümsel çabalar, ilkeler bazında, ne birbirinden  ne de yaşadığımız hayattan kolayca ayrıştırılamaz. Sadece, bir önem hiyerarşisi gözetilebilir ki bu da tartışma bağlamımıza yeniden dönmekten öteye bir şey ifade etmez. Bu yüzden hermenötik-siyasal sorun olarak adlandırdığımız şeyi yeniden ifade edelim: Türkiye'de İslamcılığı tartışmak, genel olarak İslam'ın ne olduğunu tartışmak anlamına gelmez; Türkiye'de İslam'a ne olduğunu tartışmak anlamına gelir.
14. Özellikle edebi eserlerin tercümeleriyle uğraşanlar bu sorunun yakıcılığını en iyi kavrayabilecek olan kimselerdendir. Sözgelimi Veled İzbudak'ın Mesnevi tercümesi ile A. Gölpınarlı'nın ya da F. Halıcı'nın Mesnevi tercümeleri arasında hangisi Mevlana'ya ait Mesnevi'dir? "Türkçe namaz" problemi bu sorundan azade bir şekilde ele alınabilir mi?
15. Benzeri bir şey, benim ismimle cismim arasında da bulgulanamaz mı? Eğer ismin benim nazarımda, bana ait herhangi bir yüklemesi olmayacaksa, ben ismimi zikretmeden de ben olarak var olabiliyorsam; diyeceğim, isim sadece başkalarının beni tanımasına, anlamasına yarayan ve bu yüzden varoluşumun mükemmelliğine yapılmış bir katkı, ama buna rağmen, aynı zamanda, benim kendimi konumlandırmamda ve kendimi algılamamda fuzuli bir ekse, başkalarının bana verdiği lakaplardan niçin bazılarını kabullenip bazılarını reddediyorum? Bütün yönleriyle benimsediğim bir isim, lakap veya "maske" yine de benim cismimi (varoluşumu) tam olarak karşılayabilir mi? Bu noktada, ismimin benden bağımsız bir varoluşu yok mudur? İsmime duyduğum özgüven ile cismimin bu özgüveni doyurmada çektiği zorluk arasında ne tür bir kapatılamaz mesafe vardır? Bu zorluk ismimden mi cismimden mi kaynaklanır? Bu tür problemlerin Derridacı/Lacancı hayalilik temi etrafında ilginç bir tartışması için bkn. Zizek, 1996.
16. İsmet Özel'in, Necip Fazıl'ın tersine, "müslüman" olmadan önce yazdığı şiirleri reddetmeme gerekçesi burada tartıştığımız konu bakımından önemli bir örnek sayılabilir. O'na göre, 1960'larda sosyalist dünya görüşüne bağlanmasına yol açan kaygılar, 1970'lerde İslami dünya görüşüne bağlanmasına da olanak sağlamıştır. Bkn. Özel, 1988.
17. Gerçek Hayat'ın düzenlediği "İslamcılık soruşturması"ndan, bu konuya ilişkin olarak bolca malzeme devşirilebilir. Bkn. Gerçek Hayat, No: 14.
18. İslamcılığın "bağlamsallığı" ve "süreçselliği" olarak kavramsallaştırdığımız bu hususu daha ayrıntılı olarak bir başka yazımızda tartışmıştık. Bkn. Güzel, 2000a.
19. Boğaç Han'a bu isim Dede Korkut tarafından, yani toplulukça kabullenilmiş bir üstün isimlendirme mercii  tarafından verilir.
20. Cumhuriyetçi tahayyülde varolduğu şekliyle İslamcılık, Türk toplumunun "muasır medeniyetler seviyesi"ne ulaşamamasının, Türk siyasal sisteminin bütünlüklü, tutarlı bir yapı arzedememesinin sorumlusu olarak görülür. Her dini talebi, "gericiliğin hortlaması" retoriği/gotiğiyle karşılayan bir kurgudan bahsediyor olmamız bile meselenin salt kavramsal-linguistik ayırımlarla halledilemeyecek olduğunu göstermektedir. Cumhuriyetçi simgesel kurgunun, İslamcılık bağlamında işle(yeme)yişinin daha ayrıntılı analizleri için bkn. Güzel, 2000a; 2000b; 2001a; 2001b.
21. Türkiye'de İslamcılığı anmadan toplumsal sınıf, zümre ve tabakalar bakımından geçerli tesbitler yapılamayacağını iddia eden İsmet Özel'in şu satırlarına hak vermemek elde midir: "Türklerin karşısına geçip 'ben müslümanım; ama İslamcı değilim' diyenlerin ya bir katakulli çevirdikleri veya çevirmek istedikleri katakulliye hazırlandıklarını fark etmek tedbirli olmanın bir parçasıdır" (Özel, 2001).
22. Bu anlamda İslamcılık, sivil dindarların İslam'a ilişkin duydukları arzunun dolayımlayıcısı olarak görülebilir. Tabii ki İslamcıların İslam'a duydukları ilginin de dolayımsız bir ilgi olmadığı sarahaten vurgulanmalıdır. Gelgelelim, biz, İslamcılık ile İslam arasındaki mesafenin niteliğine uygun olarak bu dolayımın içsel bir dolayım olarak anlaşılması gerektiği noktasında ısrarcıyız. Buna mukabil, sivil dindarlık kategorisi laikçiliğe ya(t)kın nitelikleriyle İslamcılığı, İslam'a ilişkin geliştirdiği arzunun rakibi olarak görüyor ve böylece İslamcılık bu arzunun dışsal dolayımcısı olarak zemmediliyor.
23. Anti-oryantalizmlere yönelik metodik ve literatür içi ayrıntılı bir eleştiri için bkn. Sayyid, 2000.
24. Cumhuriyetçi laik çözüm bundan başka bir şeyi mi  öneriyordu şimdiye dek? Bilici'nin normatif İslamcılık eleştirisi ile Cumhuriyetçi laikçiliklerin İslamcılık eleştirileri arasında ne tür farklar var? İyimser bir gözle bakacak olursak bu eleştiriler arasında bizce, statü farkından çok bir derece farkı bulunabilir- bu fark yeterli bir fark mıdır?
25. Şu satırlar Bilici'ye ait: "Müslüman kendi üzerinde İslam'ın sınırlarını göremez. çünkü kendi sınırları, İslamla çizilir ve hayata İslam'ın içinden bakar" (s. 145).
26. Şu satırlar da Bilici'ye ait: "Müslüman'ın menfaati ile İslam'ın kendisi belli noktalarda çakıştığı zaman geriçekilmesi gereken Müslüman'ın menfaatidir" (vurgular bana ait, M.G.). İmdi müslüman İslam'a içeriden bakan biri olarak İslam'ın kendisini ve menfaatlerini görme imkanına sahip olabilir mi? "İslam'ı merkeze almak", İslamcıların da en güçlü iddialarından biridir. Bilici'nin bu iddiayı tersyüz ederken kullandığı yöntem doğrudan onun yaklaşımlarını tersyüz etmek için kullanılabilir değil midir? Trajik de olsa şunu söylemek gerekmiyor mu: İslam müslümanlarla birlikte görünürlülük kazanır; onlarla birlikte görünürlülüğünü yitirir. İslam elbette sadece müslümanlara ait değildir; ileride müslüman olabileceklere de ait olabilir; hemen eklemek gerek, tabii ki ileride  ait olabilir- ama şimdi  değil! Haddi zatında, İslam'ın "mülkiyet" meselesi, teorik-kelami bir tartışma kipinde gündeme getirilecekse "dinin, Allah'ın dini" olduğunu söylemekte bir beis yok. Din, bu yüzden, elden de gitmez Allah istemedikçe. Bu suhulete sahip olmak iyidir, İslamcıların ya da onlara benzer tavırlar sergileyen müslümanların çabalarını küçümsemeye alet kılınmadıkça iyidir. Müslümanların hatalarının İslam'a mal edilmesi tehlikesi el'an, hatta müslümanlar İslam adına davranmadıkça da mümkündür. Müslümanların, müslüman olmaklıkları dolayısıyla suçlandıkları bir tarihsel ve toplumsal vasatta müslüman olarak da suçlanmaları mümkündür demek istiyoruz. Bu yargımız, İslamcıların bütün yanlışlarını tezkiye ettiğimiz anlamında okunmamalı tabii ki; ancak, biz "hatasız kul olmaz" diyen bir kültürün ürünleri değil miyiz acaba diye insanın aklına bir şüphe de gelmiyor değil.
27. "Müslüman" derken kompakt, yalıtık bir hayali özneden mi bahsediyoruz yoksa- bütün diğer toplumsal rollerinden İslam aracılığıyla sıyrılmış bir özneden? İslamcılığa yönelteceği normatif eleştirinin içkin düzlemini bu tür bir hayali özne tasavvuruna dayanarak çizmeye başladığı andan itibaren Bilici'nin yazısının kapıldığı ve onun argümantasyon zincirlerini kopartan tezat ve tenakuzlar saymakla bitmez. Sözgelimi, İslamcılık, "İslam'ı" merkeze aldığı iddiasına karşın başka bir şeyleri merkezleyen bir yaklaşımdır Bilici'ye göre. Çünkü İslamcılığın sürekli İslamdan bahsetmek zorunda kalışı bunun böyle olduğunu gösterir. Öte yandan, eğer Bilici'nin iddialarına bir an haklılık payı verirsek, müslüman da sürekli kendi hayatında İslam'ı başka şeylerden -siyasetten, ekonomiden, eğitimden- ayırt edip yeniden konumlamak, İerkezileştirmek zorunda kalacaktır. Çünkü içinde yaşadığı toplumsallık ve tarihsellik İslam'ın her durumda merkezi bir konumda olduğu  bir toplumsallık ve tarihsellik değildir. Böylelikle müslüman da sürekli kendine ve başkalarına müslüman olduğunu gerek sözleriyle gerek davranış kodlarıyla hatırlatmak, böylelikle bütün toplumsal ilişkilerinde, bütün söz ve davranışlarında bedenlenen İslam'ın sınırlarını ve hududullahı temsil etmek zorunda kalacaktır. Bu durumda, Bilici'nin geliştirmeye çaba sarfettiği normatif eleştirinin içkin düzlemi ve olabilirlik şansı ortadan kalkacaktır. "Hoşgörü" adına ülkede yaşayan herkesi kucaklamak için müslüman olarak anılmak istemeyenleri de müslüman olarak anmak, müslüman olduğunu iddia edip de İslam'ın menfaatleri zıddına hareket edenlere toz kondurmamak- bunlar mı normatif eleştirinin amaçları? Eğer bunlarsa, Bilici, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için yanlış bir hedef tahtası seçmiş demekten başka şansımız kalmıyor.
28. Bu ayırımın detaylandırılması hususunda bkn. Güzel, 1996.
29. İslamcılığın Cumhuriyet dönemindeki serüvenini, dini söylemin modernleşme ve otantikleşme  diyalektiğindeki gerilimi aracılığıyla ele alan, bu süreci "beden", "metin", "kimlik" kavramlarıyla ilintili olarak yorumlayan Aktay'ın doktora tezinde çok daha ayrıntılı bilgi ve çözümleme bulunabileceği için bu "acıklı" konu üzerinde daha fazla durmayı gereksiz addediyoruz.
30. "İslam devleti" kavramının halifeliğin kaldırılışının hemen akabinde R. Rıza tarafından telaffuzu bir tesadüf müdür? Bkn. İnayet, 1989.
31. Ek/lenti (supplement) kavramının ayrıntılı bir yapıçözümü için. Derrida (1976: 144-167)
32. "İstismar" kelimesi çerçevesinde Cumhuriyet dönemi din-devlet ilişkilerini yeniden okuyan iyi bir çalışma için bkn. Aktay, 2000a.
33. Bilici'nin İslamcılığa yönelttiği normatif eleştirinin başka bir kusuru da bu faydacılıkta bulunabilir. İslamcıların söz ve eylemlerinin İslami doğrulukları/kabul edilebilirliklerini değil, dünyevi sonuçlarını tartışan bir eleştiri İslam açısından ne kadar normatif-ahlakçı olabilir? Bu noktada Bilici'nin merkezi kaygısı İslamdan ve hakikatten uzaklaşıp  faydacı-dünyevi bir rotaya girmez mi?

REFERANSLAR

Aktay, Yasin, 1997, Body, Text, Identity, The Islamist Discourse of Authencitity in Modern Turkey, yayınlanmamış doktora tezi, ODTÜ: Ankara.
Aktay, Yasin, 2000a, "Cumhuriyet Döneminde Din Politikaları ve Din İstismarı", İslamiyat, Cilt: 3, No: 3.
Aktay, Yasin, 2000b, "Siyasal İslam Anlatısının Sonu", Tezkire, No: 17.
Bilici, Mücahit, 1998, "İçselleştirilmiş Ötekilik ya da Herşey Olarak İslam", Birikim, No: 113.
Bilici, Mücahit, 1999, "Soru: İslamcılık Bitti mi? Cevap: :))", Birikim, No: 131.
Bilici, Mücahit, 2001, "İslamcılığa Dair Bazı Sorular", Tezkire, No:20.
Bora, Tanıl, 1998, Türk Sağının Üç Hali: Milliyetilik, Muhafazakarlık ve İslamcılık, İstanbul: İletişim.
Caputo, John D., 1989, Radical Hermeneutics: Repetition, Deconstruction and The Hermeneutic Project, Bloomington: Indiana University Press.
Connolly, William E., 1995, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri (ev. F. Lekesizalın), İstanbul: Ayrıntı.
Çiğdem, Ahmet, 1998, "Siyasal vs. Kültürel İslam", Tezkire, No: 14-15.
Çiğdem, Ahmet, 1997, "Globalizasyonun Nomosu", Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm (der. A. Topçuoğlu, Y. Aktay) içinde, Ankara: Vadi.
Derrida, Jacques, 1993, Spectres of Marx (trans. P. Kamuf), London: Routledge.
Derrida, Jacques, 1976, Of Grammatology (trans. Gayatri C. Spivak), London: John Hopkins University.
Gadamer, Hans-Georg, 1975, Truth and Method (trans. G. Barden, J. Cumming), New York: Seaburry Press.
Gellner, Ernest, 1999, Milliyetçiliğe Bakışlar  (Ǎev. Simten Coşar vd.), İstanbul: İletişim.
Göka, E., Topçuoğlu, A., Aktay, Y., 1996, Önce Söz Vardı: Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi.
Güzel, Murat, 1996, "Siyasal İslam Abalı mı?", Tezkire, No: 9-10.
Güzel, Murat, 2000a, "Türkiye'de İslamcılık ve Sağcılık", Tezkire, No: 17.
Güzel, Murat, 2000b, "Özeleştiri Temrinleri: Mağlupların Dili ve Ethosu", Tezkire, No: 18.
Güzel, Murat, 2001a, "Simgesellik(ler), Siyasal Nomos ve Tahayyül", Tezkire, No: 19.
Güzel, Murat, 2001b, "Tarihin Sonundaki İroni", Tezkire, No: 20.
Ünayet, Hamit, 1989, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce (Çev. Yusuf Ziya), İstanbul: Yöneliş.
Lyotard, J. F., 1991, "Sensus Communis: The Subject in statu nascendi" (trans. M. Hobson), Who Comes After The Subject (ed. E. Cadava, P. Connor, Jean-Luc Nancy) içinde, London: Rout ledge.
Mevdudi, Ebu'l Ala el-, 1986, Kur'an-ı Kerim'de Dört Terim (Çev. İsmail Kaya, Osman Cilacı), İstanbul: Beyan.
Mutlu, Erol, 2001, "Feminist Perspektif(ler) ve Müslüman Kadın", Tezkire, No: 19.
Norris, Christopher, 1982, Deconstruction: Theory and Practice, London: Methuen.
Özel, İsmet, 1988, Waldo Sen Neden Burada Değilsin, İstanbul: Risale.
Özel, İsmet, 2001, "İslamcılığın Eleştirisi", 28 Nisan, Yeni Şafak.
Roy, Olivier, 1994, Siyasal İslamın İflası  (Çev. C. Akalın), İstanbul: Metis.
Tatar, Burhanettin, 1999, Felsefi Hermenötik ve Yazarın Niyeti, Ankara: Vadi.
Sayyid, S., 2000, Fundemantalizm Korkusu: Avrupamerkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu (Çev. E. Ceylan, N. Yılmaz), Ankara: Vadi.
Spivak, Gayatri C., 1986, "Imperialism and Sexual Difference", Oxford Literary Review, cilt: 8, No:1-2.
Yılmaz, Nuh, 2000, "Oryantalizm ve İslamcılık: Söylem, Otantisite ve Siyaset", Birikim, No: 137.
Zizek, Slavoj, 1989, The Sublime Object of Ideology, London: Verso.
Zizek, Slavoj, 1996, "Müstehcen Efendi" (Çev. Mustafa Yılmazer), Toplum ve Bilim, No: 65.

t e z k i r e, düşünce, siyaset, sosyal bilim dergisi, yıl 10, sayı 21, haziran/temmuz, 2001, s.131-150