21 Eylül 2014 Pazar

İnsan haklarının arkasındaki vahşi tarih

2. Dünya Savaşı sonrasında ne oldu da özel bir tür insan hakları siyaseti ortaya çıktı? Bu siyasetin hukukla ilgisi nasıl gelişti? Mengele’nin Kafatası bu sorulara cevaplar arıyor. 

İnsan hakları söylemi her ne kadar Türkiye’nin siyasi gündemine 12 Eylül darbesinin akabinde girmişse de küresel ölçekte bu söylemlerin ortaya çıkışı 2. Dünya Savaşı sonuna denk gelir. İki dünya savaşı birden yaşamış Avrupa’da, bu savaşlar esnasında daha önce eşi görülmemiş ve sadece “savaş suçu” denip geçiştirilemeyecek önemdeki bazı uygulamaların eleştirisinden güç bulan “insan hakları söylemi” beraberinde kendi hukuki ve siyasi kurumlarını da getirdi. Peki, 2. Dünya Savaşı sonrasında ne oldu da özel bir tür insan hakları siyaseti ortaya çıktı? Bu siyasetin hukukla ilgisi nasıl gelişti? T. Keenan ve E. Weizman, Mengele’nin Kafatası ismini taşıyan kitaplarında “insan hakları söylemleri” etrafında adli estetiğin doğuşunu irdeleyerek bu sorulara makul cevaplar üretiyorlar. Çünkü 2. Dünya Savaşı sonunda, kötü şöhretli iki Nazi subayı farklı şekillerde ortaya çıkarıldı. A. Eichmann’ın 1960’ta Kudüs’te yargılanması, insan hakları ihlalleri davalarında “tanıklık çağı”nı başlattı. Josef Mengele Almanya’dan kaçtı ve hayatını Arjantin’de saklanarak sürdürdü. Mengele’nin  bedeni 1985’teki ölümünden sonra, Brezilya’daki bir morgun muayene masası üzerinde adli tıp ekibi tarafından kimliklendirildi.
Kitapta Keenan ve Weizman, insan hakları konusunda nesnenin ortaya çıkışını, takdim edilme koşullarını ve “şeylerin konuşmasını” yorumlarken başvurulan estetik faaliyetleri araştırıyor. Yazarlar, insan hakları siyasetinin, insan kalıntılarını fotoğraf, fotoğrafları insan kalıntıları gibi ele alan bilim insanları tarafından nasıl dönüştürüldüğünü gösteriyor. İnsan yaşamının tüm ayrıntılarına maruz kalan kemiklerin konuşması sağlanmıştı. Artık kurbanlar ve zalimler laboratuvarda yeniden ortaya çıkabilir ve mahkemedeki yerlerini alabilirdi. Adli estetiğin ortaya çıkışı konuşkan nesnenin ortaya çıkışıdır. Konuşan nesne tanık konumunu işgal eder ve böylece adalet bahsinde yepyeni bir sayfa açar. Kitap, böylelikle bizi “hukuki” olguların nasıl inşa edildiğini yeniden ele almaya sevk ederek, düşüncenin önüne yeni ve geniş bir coğrafya sunuyor.
Son dönemlerde özellikle hukuk süreçlerinde Türkiye’de yaşanan yasadışı dinleme, delil imal etme, kumpasla yargılama vb. tartışmaların sıkça yaşandığı göz önüne alınırsa “kanıtın doğa”sına dair eleştirel duyarlılıklarımızı yeniden gözden geçirip rafine etmemiz gerektiği de ortaya çıkıyor. Sadece insan hakları siyaseti ve hukukunda değil, diğer hukuki süreçlerde de adaletin tesisi bakımından adli bilimlerin sözde uzmanlığına ve ‘nesnelliği’ne güvenin giderek sarsıldığını göz önüne almak gerekiyor. Bu güvenin sarsılmasının doğurduğu ilk sonuç elbette adli süreçlere dair taşınan o büyük şüphe. Bu yönleriyle Mengele’nin Kafatası adalet, hukuk, siyaset ve toplum sorunlarını farklı bir çerçevede yeniden tartışmamızı ima eden önemde bir kitap.

SONSUZ SÖYLEŞİ'den


bir
Unutma ki niyetimiz halis olunca anlamlar da halis olur ve bil ki sen de ben de halis niyetli iki insanız. Teşekkür ediyorsun bunu söylediğim için, ama doğruyu söyledi diye bir insana teşekkür edilmez, çünkü doğruyu söylemek ifa edilmesi gerekli bir görevdir zaten.
Eğer ben ya da sen bozuk niyetli olsaydık iki şık olurdu önümüzde. Ya bu konuşma hiç olmazdı ya da başka türlü gelişirdi. El’an bir söyleşi yürüttüğümüze, yani ikinci şık olmayacağına göre bu sohbetin bu ana kadarki gelişiminden başka türlü gelişmesi de iki veya üç farklı devam yolu içerir. Devam yollarının ilkinde kavga ediyor olabiliriz, ikincisi ise bunun tam zıddı bir hal olabilir. Bir başka devam yolu daha var ki bu ilk ikisinden daha çok önemsenmesi gereken bir yoldur. Üçüncüsünü diyorum, sohbet ya da söyleşi dediğimiz halin olmadığı hali. Bu anlamda aramızda bir diyalog değil, bir monolog olabilir; monolog demişsem şu “ara” kelimesi de yersizleştiği için aradan çıkarılması gerekir.
Bütün bunları sana söylüyorum, çünkü bu diyalog boyunca zihnimin nasıl çalıştığını fark etmeni istiyorum. Zihnimin nasıl çalıştığını, ne kadar işlek olduğunu zaten bildiğini biliyorum. Ama kasdım zihinsel çalışmanın malzemesini dönüştürürken benimsediği usul, işe koştuğu fonksiyonlar değil salt; bunlarla birlikte asıl kasdım çalışmanın biçimi. Fark ettiğin üzere algoritmik bir zihnim var, duygusuz ve analitik. Biliyorsun ki düşünme eylemine duygu girdiği andan itibaren sırf zihin değildir işleyen, ruh ve kalb de devrededir
Konuşmamızın seyri üzerine az önce sana sunduğum düşünme biçimi bir yerde kalbsiz bir düşünme biçimidir ve aynı şekilde ruhsuzdur. Konuştuğum kişi sen ya da bir başkası olmuş konuşmamda ruh veya kalb yoksa çok bir şey fark etmez. Oysa bil ki dostum, bu konuşmada, bu söyleşide beni çeken unsur işte tam da bu, bu farkın oluşu. Bil ki bu farklılıktır beni susturan. Seni önemseyişim, senin ağzından çıkacak her kelimeye verdiğim değer. Eğer, dostum, benim senin kelimelerine verdiğim değeri bilmiş olsaydın konuşmak da senin için en az susmak kadar değerli olurdu. Çünkü bilirdin ki seni susturan da benim kelimelerimin senin için taşıdığı kıymettir.

iki
İnsan için kudema hep hayvan-ı natıka demiş, “konuşan canlı.” Konuşmak ile düşünmek arasında da derin bir bağ kurmuşlar, doğru düşünmenin ilm-i usulünü “mantık” olarak niteleyerek. Oysa sen de ben de biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz toplumlar, şu modernler yani, düşünmeyi sırf akli kılıp hisseden, yani sevinen, üzülen, acı çeken, neşelenen varlığı ondan ayırt etmeyi de düşünmenin asli unsuru kılmışlar. “Öznellik” demişler üstelik bütün bu duyguları ifade etmeye. Belli bir alana, “edebiyat”a hapsetmeleri belki bu yüzden bu duyguların ifade edilmesini. “Duyguları işe karıştırma!” en önemli düsturu olmuş bir bakıma bu yüzden modernlerin. Duygular çünkü zihinsel üretimin verimliliğini düşüren, bu faaliyetten umulan kârı asgariye indiren marazlar olarak görülmüş. Benim suskunluğumun sana kırılmam yüzünden meydana geldiğini düşünmen, beni “duygularımı sürekli devrede tutmakla” itham etmen de bu sebepten bir bakıma. Oysa dostum modernlerin düşünme faaliyetinin marazı olarak küçümsedikleri “öznellikler”, biraz daha düşünülürse görülecektir ki, düşünme faaliyetinin kök saldığı topraktaki minerallerdir bir yerde. Düşünce ağacının kökleri bu minerallerden beslenerek büyütürler o pek sevdiğimiz, esansı bizi sarhoş eden, tadı sürekli dimağımızda yer etmiş meyveleri. Kimi düşünür, dostuyla kavga etmiştir de “kavga yazıları” bile kaleme almış, fikri üretiminin en nadide parçaları arasına bu kavga tonu yüksek metinleri ekleyebilmiştir Nietzsche gibi. Kimi ise, kendi düşüncelerinin öznelliğine öyle bir biçimde hapsolmuştur ki, fikir mimarisinin aslını esasını çökerteceğini düşündüğü maddi gerçeklikleri bile inkar etmeyi tercih etmiştir, Pluton gezegeninin bulunmasından bir hafta önce felsefi sisteminin bir gereği olarak artık güneş sisteminde başka gezegen olmadığını savlayan Hegel gibi.
Ama haklısın dostum düşünme faaliyetini tamamen duygulara endeksli “düşünmek” de yanlış olacaktır. İlkokul çağlarından beri bildiğimiz bir şey: Bütün güven sermayemizi beş duyumuza yatırmak bizi kolayca yanıltacak çıkarımlara yol açacaktır elbette. Aynı şekilde bütün fikri birikimimize duygularımızı yönetici atamamız da hata olacaktır.
Söyleşmek dostum, bazen susup bazen konuşarak, bazen düşünüp bazen hissederek, bazen şen çığlıklarla el çırpıp hayret ederek varoluşumuza, bazen şu hazin dünyanın gidişatı karşısında içerlenip öfkelenerek, bazense içlenip ağlayarak söyleşmek. Sesini duymasam da, yüzünü görmesem de senin hemen yanı başımda, belki karşımda şekerini karıştırdığın çayın bardağından çıkan şıkırtıları, kaşlarının inip kalkmalarını, göz kapaklarını kırpıştırmanı, seni dostum bu “sonsuz söyleşi”nin her anında bana cevap üreten öznelliğini hissetmiyor değilim.

Benzerim, dostum, kardeşim…
Cafcaf

26 Ağustos 2014 Salı

Komplo teorileri ve seküler mistisizm

Güncel sosyal ve siyasi süreçleri analizlerde sık sık önümüze çıkan bir mesele komplo teorileri ve onları üreten komplo teorisyenleri. Bu teorilerin ve teorisyenlerin yaşadığımız süreçleri serinkanlı düşünmemize engel olduğu besbelli. Peki, bu teorileri üreten zihin yapıları nasıl analiz edilebilir? 
 
Çoğu komplo teorisinin üretiminde son derece kolaycı davranıldığı söylenebilir. Bu teorileri üreten zihin yapılarının ideolojik bazı angajmanlara sahip olmaları dolayısıyla söz konusu teorilerin de bağlanılan ideolojinin zihni kurgularının yeniden üretimi ve böylelikle tasdikine, yaşanan süreçlerin ideolojilerin önüne koyduğu “açıklanma” talebine bir karşılık olarak sağladıkları katkılar dolayısıyla tercih edildiklerini söyleyebiliriz. İdeolojik bağlıların yaşanan süreçlerin rakip siyasi ve fikri yaklaşımlara sağladığı avantajlı konumları berhava etmek, en azından güncel gelişmelerin bağlanılan ideolojiyi çürütücü etkilerini en aza indirmek maksadıyla üretilen komplo teorileri bu bakımdan belli bir rezervle yaklaşılması en kolay olan komplo teorilerindendir.
 
İdeolojik klişelerin doğrulanması maksadıyla olay ve olgular tercih edilen klişeye uygun hale getirilmek üzere eğilip bükülür ya da belki “olay ve olguları eğip bükme” gibi bir ölçüde zihinsel çaba sarf etmeyi gerektirmeyecek şekilde “olay ve olgular” imal edilir. Genellikle daha kolay olan ikinci yolun tercihi komplo teorilerinin yaşanan süreci ideolojik anlamını koruyacak şekilde açıklayıcı ve ikna edici gücünü zayıflatsa da ideolojik bağımlılıkları koyu militanların zaten ikna edilmeye teşne zihinsel ataletleri sebebiyle kolayca benimsenir. 
 
Sözgelimi Filistin’de HAMAS ve El Fetih arasında yaşanan tartışma sebebiyle sol ve sosyalist çevrelerin 1990’lı yıllarda ürettikleri HAMAS’ı İsrail’in FKÖ’yü bölmek için kurduğu bir örgüt olarak düşünmeleri bu türden bir komplo teorisidir. Ciddi her devletin kendine ait saydığı topraklar üzerinde yer alan ve kendisine muhalif olarak teşhis ettiği bu tür örgütsel yapılar içinde belli ölçülerde de olsa nüfuzunun bulunduğu gerçeğinden hareketle HAMAS’ı İsrail’in kurduğu bir yapı olarak lanse eden komplo teorilerinin kaçırdığı nokta aslında tam da dile getirdikleri gerçekte yatar. Sözde “ciddi bir devlet” olan İsrail’in, aynı ciddiyeti FKÖ’ye nüfuzu için gözetilmez, ancak söz HAMAS’a gelince HAMAS İsrail’in kurduğu bir örgüt olarak düşünülmeye çalışılır. FKÖ içindeki sol ve sosyalist tandanslı örgütlerle HAMAS arasında yaşanan ideolojik kavgada bu örgütlere Türkiyeli solcu ve sosyalistlerin yaptığı ideolojik bir yardım ve PR çalışmasına dönüşür böylelikle söz konusu komplo teorisi. Hem İsrail devletinin kuruluş sürecini, 1947-48’de Filistin’de yaşanan çatışmaları, hem HAMAS’ın tarihsel gelişimini, Mısırlı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın HAMAS’ın kuruluşundaki etkin rolünü araştırma zahmetinden de kurtulur solcularımız.
 
Süper özneler icad etmek
 
Dünyada yaşanan tüm siyasi gelişmeleri neredeyse kadir-i mutlak, her istediğini kolayca kurgulayabilen ve yapabilen birtakım süper özneler icat ederek açıklamayı tercih eden komplo teorileri de en az ideolojik klişelere yaslı komplo teorileri kadar kolayca keşfedilebilen komplo teorilerindendir. Onların da güncel olay ve süreçleri açıklayıcı gücü ideolojik komplo teorileri kadar ikna gücünden yoksun ve mantıksal tutarsızlıklar, ispatlanması gerekenin öncül olarak kabul edildiği mantıksal tutarsızlıklarla maluldür. Bu tür büyük komplo teorisi yığınları arasında en gözdesi elbette Yahudilerin ve Yahudiliğin kadiri mutlaklaştırıldığı teoriler setidir. Yaşadığımız bütün olumsuzlukların, ekonomik ve siyasi kötü gidişatın, işsizliğin, enflasyonun, gelir adaletsizliğinin, orada burada yaşanan tüm çatışmaların, siyasi kavgaların ardında hep “Yahudiler”in parmağı aranır. Özellikle Türkiye’de Cevat Rıfat Atilhan’ın kitapları bu komplo teorilerinin klasikleşmiş biçimlerini yansıtan güzide eserlerdendir.
 
Bu tür görece basit komplo teorilerinden farklı olarak keşfedilmeleri daha güç, mantıksal tutarsızlıkları daha gizli, gündelik hayatımızda gerçekliğine şahit olduğumuz olgu ve olayları baz alan, siyasi ve sosyal açıdan yer yer son derece sağlıklı analizler içeren, psikolojik olarak kolayca ıskartaya çıkartamayacağımız komplo teorileri de vardır. Savunulan teorinin haklı çıkarılması için olgu ve olayları inceden inceye analiz eden, yorumlayan, bir araya getirilmesi son derece güç ve hatta imkansız birtakım ayrıntıları birbirine ulamada gösterilen tuhaf becerilerin sergilendiği muazzam bir alandır belki de teşhis etmeye çabaladığımız türden teoriler. Güncel olgu ve olayların üzerindeki “esrar perdesi”ni indirmeye çalışan, neredeyse çözülmesi zor bir cinayetin soruşturmasını yürüten dedektiflere has bir serinkanlılık ve titizlikle ipuçlarını tespit eden, bu ipuçlarını ilk anda makul gelecek şekilde yorumlayan ve bir diğeriyle ilişkilendiren, üzerimizde oluşturdukları etki bakımından da karşı çıkılamaz bir “hakikat”miş gibi duran bu teorilerin de çeşitli tipleri olduğunu söylemek mümkün.
 
Bu tip komplo teorilerinin hemen hepsinde olmasa bile büyük bir bölümünde benimsenen “sonuçlara dayalı açıklama modeli” bu tip teorilerin ilk göze çarpan kusurudur. Yaşadığımız olaylardaki “maijeur arcana”yı (sırr-ul ekberi) açığa vurmak üzere benimsenen rasyonellik tarzları ve “muhasebeci”lere özgü bir kâr-zarar çizelgesi eşliğinde olgu ve olayları yorumlayan bu tür teoriler gündelik hayatımızda aşina olduğumuz türden bir hesapçılıkla hareket eder: “Olayların böyle gelişmesinden kim kârlı çıkıyorsa bu olayların böyle gelişmesini tezgahlayan da odur.” Esasen bu bilgelikte de “kadir-i mutlak” birtakım özneler varsayılır, komplo teorisinin dile getirilişi boyunca varlığı bize duyurulan, analiz öncesinde de kimliğinin sarih olduğunu, ama analizin içerdiği retorik yapı gereği telaffuz edilmediğini düşündüğümüz bu “özneler”i ifşa etmek üzere geliştirilmiştir bu teoriler. Sonuca dayalı bu açıklama modeliyle siyasi ve sosyal gelişmelerdeki olumsallıkları hemence devre dışı bırakan bu komplo teorileri büyük ölçüde yaşadığımız olaylardan duyduğumuz dehşet duygusunun rehabilitasyonuna da yardımcı olurlar. Bu olayları bizim için normalleştirir, zaten varlıklarını bildiğimiz “olağan zanlıları” bizim için neredeyse “suçlulukları inkar edilemez” bir hale dönüştürürler. Arap Baharı esnasında Arap Baharı’nı oluşturan isyan dalgalarının arka planında ABD, AB vb. büyük devletleri gören komplo teorileri ya da 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırıları bizzat ABD’nin tezgahladığını varsayan teoriler bu türün en güzel örnekleridir.
 
Bu teorilerin sonuca dayalı açıklama modellerindeki aksaklık Yahudiler için üretilen komplo teorilerindeki “çaresizlik” duygusunu bize tekar yaşatır. Ne yapılırsa yapılsın, kişinin kendisinin değil “gizli, belirlenemez, düşman” bir figürün bütün bu yapılanları yönlendirdiği düşünülür. Eylemenin ve özne olmanın imkansızlaştırıldığı, anlamsızlaştırıldığı bir kertedir bu. Sonuçları sebeplere göre değil, sebepleri sonuçlara göre tespit eden bakış açılarıyla komplo teorilerinin bize sunduğu derin bir endişe, karamsarlık ve nihilizmdir eni sonu. Bu noktadan sonra komplo teorilerinde içerilen zihin yapılarının bir tür seküler mistisizmle yoğrulduğu bile düşünülebilir. Bu mistisizm içinde düşünme yetisinin uzlete çekildiği, komplo teorilerinin gerektirdiği meditasyondan ötesine asla geçilemeyen, sebep ve sonuç ilişkilerini kısa devreye uğratmadan zahmetlice de olsa çözümlemeyi öneren bakış açılarına kapıları büsbütün kapatan bir mistisizm. Peki bu seküler mistisizme karşı nasıl bir tavır almalı?
 
Korkularımızın besini
 
“Kağıt olan yerde üçkağıt da vardır.” Teşhis İsmet Özel’e ait. Hayatın olağan akışı içinde rastlanabilecek, belki de sadece hayret duygumuzu harekete geçirmekle yetinsek yerinde bir tavır sergileyeceğimiz olumsuzlukları ve tuhaflıkları bile bizim için sıradışılaştıran, bu olumsuzlukların arkaplanına birtakım “ecinniler”i yerleştirerek düşünme gücümüzü dumura uğratan, bizi yaşadığımız hayatlara sahip çıkmaktan alakoyan komplo teorileri belki de en çok eyleme ve özne olmaya dair taşıdığımız korkudan beslenir. Kurulan tuzakları belirlemeye çalışmak başkadır, bütün bu tuzakları gayrışahsileştirip tuzak kuranları neredeyse kadir-i mutlak, olaylardaki tüm akışa hakim bir konuma getiren birer teori haline dönüştürmek başka. Çünkü biliyoruz ki eğer bir tuzak varsa kurulan tuzaklardan daha hayırlısı bizzat tuzakçılara kurulur. Çünkü “Allah tuzakların en hayırlısını kurar.”

Modern düşünceye yön verenler

Yeni Kantçılık 19. yüzyılın ortalarında başlayıp günümüze kadar devam etmiş bir felsefe akımıdır. Eduard Von Hartmann ile Helmholtz’un Kant’a yönelik yürüttükleri çalışmalar, Otto Liebmann’ın “Kant’a dönelim” (zurückzu Kant!) çağrısı, Friedrich Albert Lange’nin Kant’ın bilgi teorisini değerlendiren çalışması, Yeni Kantçılığın doğuşunda etkili ve belirleyici olmuştur.
Özellikle pozitivist düşüncelerin ve Hegelci idealizmin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte bu akım Kant’ın numen-fenomen ayrımını koruyarak hem pozitivizme hem de Hegecliğin olumsuz etkilerine karşı direnmeye çalışırlar.
Doğa bilimlerinin yüceltilmesine karşı kültür/tin bilimleri ya da beşeri bilimlerin kendilerine özgü yöntem ve yaklaşımlarının olabileceğini öne süren Yeni Kantçılar doğa bilimleri eleştirisine paralel olarak da bir tür kültür bilimleri epistemolojisi geliştirmeye çaba sarf ederler. Günümüzde etkin birçok fikri eğilimin, birçok yöntemin Yeni Kantçı çabalarla yolu bir yerde kesişir bu yüzden.
Yeni Kantçılığın Margburg okuluna mensup bir filozof olan Ernst Cassirer’i Türk kültür dünyası Takiyettin Mengüşoğlu’nun felsefi antropoloji yazı ve tercümeleriyle ve Doğan Özlem’in Cassirer’den çevirdiği Kant incelemeleri sayesinde tanıdı. Cassirer’in Kant biyografisine bir katkı olarak değerlendirilebilecek, Kant’la ilgili makalelerinden oluşan Rousseau, Kant, Goethe adlı kitapta Cassirer, Kant’ı iki farklı açıdan ele alıyor: Rousseau’nun Kant üzerindeki etkileri ve Kant’ın Goethe üzerindeki etkileri. Düşünür, yaşam tarzları ve karakterleri bakımından olduğu kadar üslupları bakımından da taban tabana zıt görünen Rousseau ve Kant arasında nasıl derin bir akrabalık olduğunu ortaya koyuyor. Rousseau’nun “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” kavramlarını Kant’ın “düzenleyici ilke” ve “ide” kavramıyla, Goethe’nin metamorfoz öğretisini Kant’ın üçüncü eleştirisiyle ilişkilendiriyor.

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Osmanlı-Alman ittifakının siyasi ve iktisadi temelleri

1871 senesinde Alman devletçikleri birleşmiş ve Alman milli birliği kurulmuştu. Kısa bir süre sonra ekonomik teknolojik ve askeri alanda dünyanın en güçlü devletlerinden birisi haline gelen Almanya sömürge ve pazar arayışına girmişti. Ancak doğuda ve Afrika’da bulunan sömürü alanları daha önceleri Avrupalı diğer büyük devletler tarafından paylaşılmıştı. Almanya için doğuda Osmanlı Devleti’nden başka girecek ve yayılacak pek alan kalmamıştı. Böylece Alman İmparatorluğu Osmanlı topraklarının sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden faydalanabilmek maksadıyla 19. yüzyıl sonlarına doğru bu verimli topraklara yönelmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı Padişahı’na göre Avrupalı diğer büyük devletler Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak istemekte fakat Almanya ise sadece iktisadi ve mali menfaatler gözetmekteydi. Emperyalist faaliyetlere geç başlayan Almanya’nın hammaddeye ve pazara ihtiyacı vardı, buna karşın Osmanlı Devleti ise birlikte hareket edebileceği güçlü bir devleti ihtiyaç olarak görmekteydi. Böylece Alman İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında siyasi askeri ve ekonomik alanda sıkı ilişkiler başlamıştır. Konya şehri ve Konya ovası özellikle Sultan II. Abdülhamid döneminde siyasi ve iktisadi sebeplerle İngilizler Fransızlar Ruslar ve Almanlar arasındaki büyük rekabete sahne olmuş ve bu rekabeti Almanlar kazanmışlardır. Yukarıda sözü edilen süreçte Almanlar Konya ve çevresiyle çok ilgilenmişler, bölgede demiryolu çalışmaları ziraat için sulama projeleri gerçekleştirmişler ve arkeoloji başta olmak üzere birçok alanda araştırmalar yapmışlardır.
Bu tarihsel arka planda özellikle Sultan II. Abdülhamid’in Bağdat ve Hicaz Demiryolu ile Konya Ovası İrva ve İska Projesi’ni hayata geçirme konusunda Almanlarla yaptığı işbirliği Anadolu’nun tarihsel anlamda ataletini üzerinden atıp hareketlenmeye başlamasının da miladını oluşturur. İstanbul’dan Konya’ya ve ardından Bağdat’a uzanan demiryolları projesi İç Anadolu’nun tarımsal üretiminin pazarlanmasında önemli bir rol oynarken bugünkü Konya Ovası Projesi’nin (KOP) tarihi atası olan Konya Ovası İrva ve İska İdaresi de 1907’de hayata geçirilir.
Elbette, bu çerçeve içinde Alman devleti kendi özel çıkarları doğrultusunda Anadolu ve Konya’nın değerli yeraltı kaynaklarını da tespit etmiş, arkeolojik kazılarla birçok tarihi eser Alman müzelerine kaçırılmıştır.
Fatih Çolak çalışmasında 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında Almanların Konya bölgesinde yapmış oldukları faaliyetleri, özellikle Deutsche Bank arşiv belgeleri ile Alman Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerini kullanılarak inceliyor. 100 yıl önce Osmanlı Devleti’nin, Fransa ve İngiltere’nin baskısından yılarak Almanya ile kurduğu zorunlu ittifakın bugüne etkileri Çolak’ın çalışmasını daha bir değerli kılıyor.

22 Haziran 2014 Pazar

Şakacı felsefe!

“Zizek’in Nükteleri” onun felsefi, politik, psikanalitik düşünceleri için bir dizin sağlıyor. Slovaj Zizek’e göre nükte felsefi bir içgörünün kısa yolu olan eğlenceli hikâyelerdir.

Ünlü dil filozofu Ludwig Wittgenstein, iyi bir felsefe çalışmasının tamamen nüktelerle yazılabileceğini savlamıştı. Aslında Aristotelesçi ünlü phronesis (halk bilgeliği, basiret) kavrayışında da sık başvurulan söylemsel motiflerdendir nükteler. Gündelik hayatın karşamış işleyişi içinde denk gelinen vukufları işaret etmede günlük dilde sık sık başvurduğumuz deyim, atasözü, şaka, fıkra vb. dilsel yapıların hepsini “nükte” adı altında bir araya getirebiliriz. Ünlü söylem analizi teorisyenlerinden Slavoj Zizek’in yazıları da sık sık fıkralara, nükte ve şakalara yer verir. “Zizek’in Nükteleri” başlığıyla Slavoj Zizek’in diğer kitaplarının aksine yazılarından derlenen nükteler, fıkralar ve şakalar onun felsefi, politik, psikanalitik düşünceleri için bir dizin sağlıyor. Zizek’e göre nükte felsefi bir içgörünün kısa yolu olan eğlenceli hikâyelerdir. “Emniyet teşkilatındaki rüşvetçiliği dalgaya alan eski bir Yugoslav fıkrası vardır: Bir polis habersizce evine gider ve karısını besbelli şehvete ve heyecana kapılmış halde yataklarında çırılçıplak yatarken bulur. Acaba onu başka bir adamla bastım mı diye şüpheye kapılıp odanın etrafını yoklamaya başlar. Kocası yatağın altına bakmak için eğildiğinde karısının beti benzi atar; ama iki saniye süren fısıldaşmadan sonra, polis yüzünde tatmin olmuş, halinden memnun bir sırıtışla doğrulup ‘Kusura bakma canım, yanlış alarmmış. Yatağın altında kimse yok!’ der. Elinde ise sıkı sıkı kavradığı, yüksek meblağda bir deste para vardır.”

“Öteki’nin bilgisinin anahtar rolünü örneklemek üzere Lacancılar arasında yıllardır klasik bir fıkra anlatılır: Kendisini darı tanesi sanan bir adam akıl hastanesine kaldırılır, orada doktorlar onu bir darı tanesi olmadığına, insan olduğuna inandırmak için ellerinden geleni yapar; fakat iyileşip (darı tanesi değil de insan olduğuna inanıp) hastaneden ayrılmasına izin verildikten sonra, çok geçmeden tir tir titreyerek ve ödü kopmuş bir halde geri gelir kapıda duran bir tavuğun kendisini yiyeceğinden korktuğunu söyler. ‘Dostum,’ der doktoru, ‘sen darı tanesi değil de insan olduğunu çok iyi biliyorsun.’ ‘Ben biliyorum tabii ki,’ diye cevap verir hasta, ‘peki ya tavuk biliyor mu?’ Belli bir felsefi vukufu daha kolay ve kısa yoldan anlatmanın bir unsuru olarak nüktelere başvurur Zizek. Gerçi Zizek’in okuduğunuz üç kitabının ardından size bıkkınlık veren ölçüde tekrara düştüğünü, aynı içgörüleri farklı kelime ve yazma teknikleriyle tekrarladığını hissedersiniz. Ancak aktardığı nükteler ile benimsediği bakış açısını okura aktarma konusunda Zizek’in son derece başarılı olduğu da ortadadır.

4 Haziran 2014 Çarşamba

Heidegger’e meşakkatli bir yolculuk

Geç modern felsefenin en önemli düşünce simaları arasında yer alır Martin Heidegger. Fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’in bu en parlak öğrencisinin 1928 yılında Fenomenoloji Yıllığı’nda ayrı basım olarak yayınlanan Seinund Zeit (Varlık ve Zaman) adlı kitabı o günden bugüne fenomenolojiden hermenötiğe, yapısökümden edebiyat teorilerine, antropolojiden teolojiye, mimarlıktan güzel sanatlara birçok farklı ve uzlaştırılamaz görünen alanda yankılanır. Yer yer tamamen kendisine özgü bir kelime dağarcığıyla, yer yer yanlış anlaşıldığını düşündüğü kelime ve kavramların ‘asıl’ anlamlarını tasrih ederek, yer yer de sıradan kullanımlara sahip kelimeleri kavramlaştırarak, çoğu kez yeni kavramlar icat ederek kurulan Heidegger’in zorlu felsefi dili iki dünya savaşı arasında yaşadığı Kehre tecrübesiyle şiir alanına da açılır.
Aslında Heidegger’in kendi deyimiyle “şiirlemeye” tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. Batı metafiziğinin kapanışını ilan eden Heidegger düşünmesinin en baştan beri, kelime dağarcığı ve üslup olarak ne kadar meşakkatli olursa olsun şiir (bilhassa Hölderlin, S. George) ve mistik geleneğin (bilhassa Meister Eickhardt ve Angelius Silesius) diliyle üstü kapalı bağları olduğu gösterilmiştir.
Metafiziğin bir bütün olarak düşünmenin başarısızlığı olarak adlandırılabileceğini öne süren Senem Kurtar, Heidegger’le birlikte düşünerek “düşünmeye açılan yeni yollar”ın kapılarını aralıyor; Heidegger’in meşakkatli düşünce yolculuğuna daha bir yakından bakmamızı olanaklı kılıyor.
Heidegger için olduğu kadar onun için de “Düşünmek, bize en yakın olanın çağrısında başlar ve varlığın bizi sahiplendiği ‘yazgı’yı anlamaya doğru ilerler. Metafizik düşünme biçimi ve onun doruğu olarak görünen günümüz teknoloji dünyası, bize en yakın olanın çağrısını da varlığın bizi sahiplenme olanağını da yitirmiştir... Metafizik gelenek, düşünmenin kökeninde düşünülemez olanın var olduğu hakikatine sırtını dönmüştür. Belki de en önemlisi, düşünmenin ‘görkemli bir başarısızlık öyküsü’ olduğu hakikatine teslim olabilmektir. Yeni düşünme yolu, Heidegger’in ustalıkla vurguladığı gibi, her şeyi bir anda ve bir bütün olarak başaran tek seferlik bir devrim ülküsü değildir. Bu çetin patika, devrimin sürekliliğinin ve düşünmenin mutlak başarısızlığının yoludur.”
Kurtar’ın kitabı Heidegger düşünmesinin kendine özgü biçimlenişini Türkçe civarında ve cidarında anlamaya dönük özgün bir çalışma.

25 Mayıs 2014 Pazar

Siyasi çoğulculuk ya da paganizm

Yazdığı Postmodern Durum adlı “rapor”la 25-30 yıldır dünyanın entelektüel gündeminde en çok tartışılan konuların başında gelen postmodernite düşüncesine kapı aralayan Lyotard, Türkiye’de yine de çok iyi bilinmeyen bir düşünür. Bunda elbette çeviri politikalarının güdümlülüğü kadar, Lyotard düşüncesinin zorluğu ve çizdiği “sapkın” zikzaklar da önemli bir rol oynar. Hazmedilmesi oldukça güç görüş ve fikirler ileri süren bu sıra dışı filozof Fransa’da “Sosyalizm Ya da Barbarlık” olarak bilinen Carlos Castoriadis’in politik grubundan kopuşu ve ardından yazdığı Libidinal Ekonomi ile entelektüel bir “skandal”a imza atar. Aynı Lyotard, Postmodern Durum’u kaleme aldığı yıl eski bir Maoist düşünür Thebaund’la kelimenin tam da Türkçe’deki anlamıyla bir “sohbet”e girişir. Hakkıyla bu sohbetlerin yayınlanmış halini içeriyor.
Hakkıyla’da Lyotard, dil felsefesinden, Kant’tan ve Lévinas’tan ödünç aldığı kavramlarla, Libidinal Ekonomi’nin yarattığı “skandaldan” sonra kendi politik duruşunu hazırlar ve ilan eder. Burada söz konusu olan, ne politik sorunun naif bir poetik düşünce adına terk edilmesi, ne de Lyotard’ın totaliter eğilimler taşıdığından şüphe ettiği spekülatif Hegel düşüncesinin yarattığı hayal kırıklığının ardından, basitçe Kant’a geri dönülmesidir. Söz konusu olan daha ziyade, Lyotard’ın politik düşüncesinin adalet sorusu etrafında yeniden şekillenmesidir.
Lyotard adalet sorununu Platoncu mimesis ve metafizikten arındırmak amacıyla, doğru ile iyi, güzel ve adil arasında kurgulanan özdeşliği yıkmaya yönelir. Ona göre, “olması gereken” “olan”dan zorunlu olarak çıkmaz. Lyotard, verili bir hakikat söyleminin meşrulaştırıcılığına muhtaç bir adalet fikrine inanmaz. İyi, Doğru ve Güzel’den farklı bir dil oyunudur Adil Olan’ın belirlendiği dil oyunu. Niteleyici (descriptive)dil oyunu ile buyurucu (prescriptive) dil oyunu arasındaki farklara dikkat çeken Lyotard için bu ikisi birbirinden bağımsızdır. Bu açıdan son derece voluntarist bir siyasi felsefeye omuz verir Lyotard. Son derece farklı görüşlerin yarıştığı bir alanda yargı vermek için dayanılabilecek bir üst merci yoktur ona göre. (Lyotard, aynı dönemde yazdığı Postmodern Durum’da detaylı şekilde yeniden ele alacaktır bu temaları. Böylelikle Türkiye’de algılandığı şekliyle Postmodern Durum’un bir anti-politik kitap olmadığı da görülebilecektir.) Meta-anlatıların meşrulaştırıcılığından yoksun kalmak politik bakımdan paganlığa sürükler. Paganlık, bu noktada Lyotard’ın savunduğu asıl siyasi felsefeyi oluşturur. Hakkıyla, siyasi çoğulculuğa yol açan bu paganizmin, “hakkıyla” ele alındığı bir kitap.

Hür ve kabul edilmiş liberaller

Öteden beri düşündüğüm bir şey: Türkiye’de gerçek bir “liberal” var mı? Türkiye’de “liberal” olmak ne anlama gelir? Siyasi liberalizmle iktisadi liberalizm arasında bir fark bulunur mu? Türkiye’de kendisini liberal olarak tanımlayanlar siyasi liberal mi, iktisadi liberal mi?
Bu sorularıma geçen yıl Kasım ayında vuku bulan “dershaneler” tartışması ve Şubat ayında bazı yurtlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aleyhine “tebbet” okumak istemeyen ya da yine Başbakan aleyhine gösterilmek istenen videoları seyretmekten imtina eden öğrencilerin yurtlardan atılması dolayısıyla gözlemlediğim bir sessizlik dolayısıyla kısmen bir cevap bulabildim.
Dershaneler tartışması esnasında kendini “liberal” olarak tanımlayan bazı zevat sosyal medyada dershanelerin kapatılamayacağını, çünkü bu kurumların hür teşebbüsün kaleleri olduğunu ileri sürmüşlerdi. Kısmen haklıydı bu eleştiri. Sonuçta birileri para kazanmak için birtakım kurumlar oluşturmuşlardı ve eğer Türkiye piyasa ekonomisi çerçevesinde eğitim mevzuunu piyasanın taleplerine göre şekillendirmek isteyen bir iktisadi strüktüre ve anlayışa sahipse bu kurumlar kapatılamazdı.
Peki, Şubat ve Mart aylarında karşılaştığımız olay neydi? Bazı özel yurtlarda ülkenin başbakanına dair kötü sözlerin edildiği bazı ritüellere katılmak istemeyen, ülkenin başbakanını seven bazı öğrenciler kapı dışarı edilmişlerdi. Üstelik yurt paralarını da ödemelerine rağmen bir gece ansızın kapının önüne konmuşlardı. Dikkatle izledim sosyal medyayı, bu konuda dershaneler tartışmasında meseleye hür teşebbüs nokta-i nazarından yaklaşanların ileri sürecekleri görüşleri merak ediyordum. Heyhat! Onca gün geçti, ne ağızlar açıldı, ne de klavyelere tuşlandı. Müthiş bir sessizliğe gark olmuştu kendini “liberal” tanımlayan çevreler. Oysa Türkiye’de yerleştirilmesine özen gösterilen iktisadi strüktür ve anlayışa göre parasını ödediği hizmetten yararlanırken sözleşme şartlarında yer almayan bir husus dolayısıyla o hizmetten mahrum bırakılmak kim ne derse desin öncelikle “tüketici hakları”na mugayirdi. Piyasa ekonomisini savunan liberal anlayışlılarımız nedense bu konuda konuşma mecburiyetinde hissetmiyorlardı kendilerini.
Peki ama öyleyse bu sessizliği nasıl yorumlamalıydı?  Ya bu sessizlikte bir aksaklık vardı ya da kendini liberal olarak lanse eden çevrelerin sözüm ona liberalizminde. Başka bir seçenek de söz konusu edilebilirdi lafın tam bu noktasında. Bu liberallerin liberalliği bir tür inisiyasyon içeriyordu. Birileri vakti zamanında bunları “liberal” olarak kutsamış ve kabul etmişti. Liberal olarak kutsanıp özgürleştirildiği var sayılan bu zevat da “kabul edilmişliğin” verdiği özgüvenle, her sözlerinde hikmet arayanlara gönüllü sözcülüğe soyunmuşlardı. Üstelik liberalliklerine artı bir değer olarak (“artı-değer” pek liberal bir kavram olmasa da!) bir gereği olarak muhalifliği ekledikleri için, belki de muhalif olmaları şartıyla liberal olarak inisiye edildikleri ve “kabul buyuruldukları” için mevcut iktidarla çatışan dini bir gruba dolaylı olarak destek olmanın yolunu suskunlukta bulmuşlardı. O dini grubun yararına olmadıkça ağızlarını bıçağın açmaması başka neye delalet ederdi ki?
O dini grupla iktidar arasındaki çatışmada taraf olmadan doğruları “kısmen” de olsa söylemenin yolu ‘liberal’, ‘sağcı’ ya da ‘solcu’ olarak addedilmekten geçmiyor. Türkiye’de en güvenli şekilde liberal olmanın gerek şartı piyasa ekonomisine, piyasa ekonomisinin ortaya koyduğu kurallara sonuna kadar sadık kalmak elbette. Ama bu yine de “liberal” olarak değerlendirilmeye yetmiyor. Ayrıca “muhalif aydın” olarak inisiye edilmeniz de gerekiyor.  Bu “muhalif aydın” ise öncelikle ülkede yerleşik kültüre, ülkenin tarih boyunca ürettiği medeni değerlere ve bu değerlerin menbaı olan dine ‘yabancı’ olmasanız bile ‘karşı’ olmanızı icbar ediyor. Yani muhalifliğin göstergesi iktidar karşıtlığı değil, toplum karşıtlığı. Öteki türlü bu ülkede “muhalif” bile saymıyorlar sizi.
Böylelikle sonuçta ortaya karışık bir “hür ve kabul edilmiş liberaller” locası çıkıyor. Bu locanın “hür ve kabul edilmiş masonlar” locasından farkı ise dilinde ve dimağında. Masonları aratmayan anlayışına rağmen dilleri masonlardan daha gevşek, dimağları ise daha karışık ve sinsi.  İktisadi liberalizmden siyasi liberalizme dönüşleri bile o açıdan şüphe içeren bir muhtevaya sahip. Ne iktisadi ne de siyasi açıdan güven uyandırıyor çünkü topluma, onun kültürü ve dinine karşı yürüttükleri şedit muhalefetleri.

Bu muhaliflikleri olmasaydı, iktisadi ve siyasi görüşleri ne olursa olsun, “aydın” ve “liberal” olarak tanımlanabiliyor olurlar mıydı? Hem yukarıda izah ettik, iktisadi ve siyasi görüşlerini onları “aydın” ve “liberal” olarak kabul edenler umursuyor mu ki?
Cafcaf, No: 61

20 Mayıs 2014 Salı

YAZGÜLÜ HANIMIN NİYAZİ MANTIĞI

Gazeteci-yazar Yazgülü Aldoğan, Soma’daki maden kazasında ölen işçiler için kullanılan “şehit” nitelemesini boşa çıkarmak için “Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti niyazi” deyimini kullanmış bir twitinde.
Aldoğan’ın bu twiti günlerdir hem twitterda hem “normal” medyada eleştiriliyor, eleştirenler arasında maden ocağında vefat eden işçilerin yakınları, siyasiler ve faciadan sağ kurtulanlar da bulunuyor.
Ben ise Yazgülü Hanım’ı eleştirenler arasında bulunmuyorum, bunun sebebi onun sözlerine hak verişim değil katiyetle. Bu sebebi açıklamak üzere bu yazıyı kaleme alıyorum.
Yazgülü Aldoğan’ın notunu şahsen ben 20 Temmuz 1987’de vermiştim: sıfır! O günden sonra bu ismin zihnimde kalışı sadece arşiv merakımdan doğrusu.
Peki ama 20 Temmuz 1987’de ne oldu?
16 yaşında İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde okuyan bir öğrenciydim, yaz tatili için Konya’daydım. Bir gazete bayiinde gördüğüm Yeni Gündem dergisi ilgimi çekmişti.
Newsweek tarzı kapak kompozisyonunda sürmanşet bir dosya başlığı ilgimi çekmişti, dergiyi satın almıştım bu yüzden: İslami Fen Liseleri.
Haberin başlığı buydu, haberde bahsi geçen okul benim okuduğum okuldu, haberde eleştirilen birçok hususa yakından tanıktım üstelik.
Haberi yazan kişi Yazgülü Aldoğan’dı, haber metninin içerdiği bazı fantazmalar ise dikkat çekiciydi.
Sözgelimi, benim de aralarında olmaktan büyük kıvanç duyduğum Müslüman öğrencilerin (erkeklerin!) kardan kız yapıp kar topuna tuttuğunu yazıyordu Yazgülü hanım (Böyle bir şey ise hiç olmamıştı.) Yazgülü Hanım’ın bu olaya yorumu ise Müslüman erkek öğrencilerin birtakım cinsel rahatsızlıklarını bu yolla dile getirdiğiydi.
Bu satırlarını okurken gülümsemiştim kendi kendime, okuldaki solcu erkek arkadaşları düşünüp. Onlar da kardan adam yapıp kartopuna tutuyorlardı! Demek ki demiştim kendi kendime, solcu arkadaşlarımızın daha büyük cinsel sorunları var!
“Sağcılara soğan, solculara sarımsak” dediğimizi de yazmıştı Yazgülü hanım!
Bu ibareyi hemence üstüme alınmıştım, çünkü lisede platonik aşk beslediğim kızın soyadını evirerek “soğan”a çeviren bendim, üstelik sınıfın kara tahtasında tebeşirle yapmıştım bunu. Ama Nevin, sağcı değildi ki!
Yazgülü Aldoğan ismine ilişkin algıda seçici olmama yol açan ikinci olay da 1990’da yaşanmıştı. Halil Ürün’ün Konya Büyükşehir Belediye Başkanı olarak kız öğrencilerin kendilerine mahsus otobüs taleplerini yerine getirmesi o dönem ülkede ortalığı birbirine katmıştı.
Hürriyet başta olmak üzere birtakım yayın organları Konya’yla ilgili basmakalıplaşmış yargılarıyla, klişeleriyle manşetlerini süslüyorlardı. Yazgülü Hanım “Konya Federe İslam Cumhuriyeti” lafzıyla müthiş bir buluşa bile imza atmıştı. Takdir edilmesi gerekirdi!

Neticede Yazgülü Hanım’ın Soma’daki işçilere ilişkin sarf ettiği sözlerine eleştirmek için dahi olsa bile değer vermeyişim, mantığa değer verişimden kaynaklı. Bunu da 1987 ve 1990 deneyimleriyle kazanmıştım.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Sondan bir önceki ‘şeyler’e dair...

Önemli bir sinema kuramcısı SiegfriedKracuer. Özellikle sinema kuramında gerçekçiliği bağnazlık derecesinde savunmasıyla ünlü. Yakın arkadaşı Walter Benjamin, Hitler Almanyasından Batı’ya geçememiştir, ama Kracuer sabrı sayesinde karısıyla birlikte Newyork’a geçebilmeyi başarmış bir Yahudi’dir. Kracauer de tıpkı Benjamin gibi modernliğin yüzeyinde kalan, ancak aslında onu oluşturan gündelik şeyler, nesneler, olaylar üzerine düşünür. Kracauer “son, nihai şeyler”in felsefi veya teolojik sistemler aracılığıyla kavranabileceğine inanmaz: Bu nedenle dikkatini “sondan bir önceki şeylere dair geçici bir içgörü kazanmaya” yöneltmiştir. Tarih tam da geçici karakteriyle ilgisini çeker onun; “hâlâ bir isimden yoksun oldukları için gözden kaçırılan ya da yanlış yargılanan hedefleri ve varlık tarzlarını ihya etme” yönünde derin bir arzu duyar. Kracauer’in bu son dönem çalışmasını görünüşte çok farklı sorunlarla uğraşan ilk çalışmalarına, özellikle de fotoğraf ve film hakkındaki çalışmalarına bağlayan da budur. Fotoğrafın tam bir sanat olmayışı gibi tarihin de tam bir bilim olmadığında ısrar eder ve bu karşılaştırmadan kayda değer saptamalar çıkarır. Tarihle ilgilenmesinin ikinci sebebi olarak Kracauer, “geçmişin belli anlarına duyulan müşfik bir ilgiye -deyim yerindeyse antikacı ilgisine-” bağlıyor. Proust’un hayaletimsi ağaçlarının ona verdiği mesaja benzer şekilde, geçmişte ilgilendiği anların kendisine yaptığı sözsüz çağrıya uyduğunu belirtiyor.
Teolojik spekülasyon
Kracauer, önceliği dini tahayyül ve teolojik spekülasyonun modern hayatta yokluğunun oluşturduğu boşluğu düşünmeye veriyor. Ona göre, “Helen evreninde dini tahayyül ve teolojik spekülasyon modern insanın kesinlikle ulaşamadığı manevi boyutlar açmıştı. Bunlara özlem bile duyuyor muyuz acaba? Bizim karşımızda geç antik dönemlerin henüz hayal edemeyeceği bir görev duruyor: Teknolojik know-how’ımız sayesinde insanlığın çoğunluğunun hâlâ içinde yaşadığı maddi koşulları iyileştirmeye çalışma donanımına sahibiz, dolayısıyla da bunu yapmak zorundayız.” Ancak bu görev maddi yoksunluktan kurtulmanın zamanla insanlık durumunun lehine olacağı varsayımına inanmakla başarılacak bir görev değil ona göre, çünkü “Kültürel talepler ve manevi temayüller, geçici olarak paranteze alınır veya kitlelere uydurmak amacıyla ucuz bir biçimde ele alınırlarsa buharlaşabilirler.”
Bu klasikleşmiş yapıt bir tarih felsefesi veya metodolojisi sunmaya çalışmıyor; her tarih kavrayışının yüzleşmek zorunda kalacağı sorunlar üzerine son derece parlak bir zihnin düşüncelerini sergiliyor.

9 Mayıs 2014 Cuma

Medyanın dini kullanımı

Politik teoloji konularının tartışılmasında, sürdürülen tartışmaların içerik ve biçiminin belirlenmesinde son 30 yılda büyük gelişme gösteren medya sektörünün kurucu işlevi vardır.

Türkiye’de kamusal alanda yürütülen tartışmaların birçoğunun medya üzerinden geliştiği iyi bilinen bir husus. Kamuoyunun ve kamusal alanın dijital-medyatik temsilleri ülkedeki tartışma konularının görsel temsillerine de kapı aralıyor sürekli.
Son 30 yıldır Türkiye’de sürdürülen kamusal tartışmaların ise iki temel konusu var: Terör ve Kürt sorunu ve din-devlet ilişkilerinin nasıl kurgulanacağı, İslam, İslamcılık ve Alevilik, cemaatler vb. konularda tafsilatlandırılabilecek politik teoloji sorunu. Bu iki sorunun da başka bir açıdan 1980’li yıllarla ülke gündemine giren “kimlik ve aidiyet” sorununun açılımı olduğu söylenebilir.
Politik teoloji konularının tartışılmasında, dahası sürdürülen tartışmaların içerik ve biçiminin belirlenmesinde yine son 30 yılda büyük bir gelişme gösteren medya sektörünün kurucu işlevi de gözardı edilemez.
Bu kamusal tartışmalar bir yandan dini bilginin demokratizasyonu sürecine, toplumun dini bilgilenim kanallarının çoğullaşmasına hizmet ederken başka bir yönden de tartışmaların yürütüldüğü mecralardan kaynaklı bir deformasyon ve çarpıtma sürecine de maruz kalınabilmektedir. Kamusal tartışmalarda taraflar arasındaki karşılaşmalarda tarafların aldıkları pozisyonlardan kaynaklı bu deformasyonun yanısıra ayrıca bizatihi tartışmaların kurucu unsuru olarak öne çıkan ve bu yüzden tartışmalara elverişsiz ortamlar hazırladığı düşünülebilecek medyanın din ile kurduğu ilişkinin boyutları da önem kazanmaya başlamaktadır.
Dinin dijitalleştirilmesi
Medya ve Din, Türkiye’de medya ile dinin ilişkisine değişik yönlerden bakabilen ‘ilk derleme’. Medya ve Din, dinin dijitalleşmesinden dinsel nefret söylemine, dinin karikatüral temsilinden medyanın din bilgisine, televizyonda dinin temsiline, reklam iletişimindeki dinsel kurguya, marka iletişiminde dinsel sembollerin kullanımına dek açılıyor. Oradan din ile moda, din ile sinema, din ile müzik ilişkisine geçiyor. Bir yandan da dini oluşumların medya stratejilerine, mezhep farklılıklarının medya yansımalarına değinmeyi ihmal etmiyor; dahası, din görevlilerinin sosyal medya kullanımını ve Alevi yayıncılığını da konu ediniyor. Medya ve Din’in yelpazesi altındaki başlıklar, medya ile din ilişkisini hem Türkiye tezahürleriyle hem de küresel açılımlarla irdeliyor.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Başlangıçtan günümüze Türk-Ermeni ilişkileri

30 ciltlik külliyat, Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihini, beraber yaşama kültürünü, ihtilaf, isyan ve çatışmalarını, bunların nedenini, gelişim ve nihayetini ayrıntılı şekilde inceliyor. 

Osmanlı Devleti’nde “millet-i sadıka” olarak bilinen Ermenilerle Türklerin tarihsel ilişkileri bin yılı aşkın bir süreyi kapsar. Zaman zaman, özellikle Türkiye Selçuklular döneminde var olan küçük Ermeni prenslikleriyle Türkiye Selçukluları’nın silahlı mücadeleleri haricinde genelde modern dönemlere kadar fazlaca hır gür yaşamayan Ermenilerle Türklerin barış içinde oluşu Osmanlı bürokrasisinin Ermenilere bu sıfatı vermelerinin en önemli sebebidir. Ancak modern zamanlarda Rusya ve Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla da olsa Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkışı Osmanlı devletini birçok tedbir almaya sevk etmiştir. 1. Dünya Savaşı esnasında yaşanan Ermeni Tehciri dolayısıyla bu tür tedbirlerin olumsuz etkileri katmerlenmiş ve günümüzdeki politik sorunların arkaplanını oluşturmuştur. Ermeni diasporasının Tehcir’den devşirmeye çalıştığı politik-tarihsel kâr güdüsü ile birleşen bu sorunların çözümü o kadar kolay da değildir.
 
Türk Tarih Kurumu yayınları arasında hazırlanan ve 30 cilde baliğ olması düşünülen Türkler ve Ermeniler başlıklı çalışma güncel birçok sorunun arkaplanını da aydınlatabilecek önemde makaleler içeriyor. Yerli ve yabancı 350 kadar akademisyenin kaleme aldığı makalelerden oluşan ve “Tarihte Türkler ve Ermeniler” adıyla kitaplaştırılmış olan çalışmanın ilk 10 ciltlik kısmı Türk Tarih Kurumu yayınlarından çıktı.
 
350 akademisyen imzalı Külliyat, Türk-Ermeni ilişkilerinin başlangıcından günümüze kadar uzanan tarihini, beraber yaşama kültürünü, ihtilaf, isyan ve çatışmalarını, bu ihtilaf ve çatışmaların ortaya çıkış nedenini, gelişim ve nihayetini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Külliyatın ilk 10 ciltlik kısmında bulunan bazı başlıklar ilerleyen yıllarda yapılacak çalışmalara ışık tutacak kaynak eser niteliği taşıyor.
 
Ermenilerin Erken Dönemleri, Ermenilerin Tarihî Coğrafyası, Ermenistan Coğrafyası, Ermeni Dili ve Edebiyatı, Türk-Ermeni Kültürel İlişkileri, Türk-Ermeni Dil ve Edebiyat İlişkileri, Türk-Ermeni Müzik İlişkileri, Türk-Ermeni Siyasî İlişkileri, İslâm Medeniyeti Sürecinde Ermeniler, Bizans Devleti Döneminde Ermeniler, Selçuklular Döneminde Ermeniler, OsmanlıToplum Yaşantısında Ermeniler gibi konular ele alan makaleler, Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihini kapsamlı bir şekilde serimliyor.
 
star-Açık Görüş

15 Nisan 2014 Salı

Petrol demokrasileri ve siyasal yaşam

Petrol kaynaklarının tükenmeye başladığı günümüzde petrole dayalı inşa edilen kitle demokrasileri ve dünya ekonomisinin geleceği nasıl olacak, siyasal yaşam nasıl şekillenecek?

Daha önce Türkçe’ye Mısır’ın sömürgeleştirilmesiyle ilgili bir kitabı kazandırılan Timothy Mitchell’in bu kez petrol ve enerjinin tarihini demokrasi mücadelesi ve modern dünyada Ortadoğu denen coğrafyanın oluşumuyla ilişkilendirdiği kitabı Karbon Demokrasi çevrildi.
Kapitalizmin ve modern dünyanın ortaya çıkışında buhar devrimine sosyolojik yönden büyük önem atfedilir. Ancak buhar devrimine yol açan fosil yakıtlarla ilgili sosyolojik-siyasal analizlerin olmaması dikkat çekicidir. Modern Batı’nın Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerine ilişkin popüler analizlerde genelde sık sık petrolün önemi vurgulansa da bu konularda sosyolojik-siyasal analizlere Türkçe’de rastlanmaması dikkat çekicidir.
Oysa Ortadoğu’nun petrol üreticisi oligarkları ile Batı demokrasisinin yönetici sınıfı arasındaki sağlam ilişkiler çok iyi bilinmektedir. Mısır’da yaşanan ve Batı’nın da darbe olarak adlandırmaya tenezzül bile etmediği Sisi darbesinin finansörü olarak Suudi petrol oligarklarının sahnede yer alışı bu noktayı yeniden gözler önüne serer. Fosil yakıtlarla Batı tipi demokrasiler arasındaki ilişkilerin bu yüzden tarihsel sosyolojik bir perspektifle tekrar okunması önemlidir.
Batı’da kapitalizmin yükselişinde Buhar Devrimi’ne atfedilen tarihsel önemin buharın üretilmesindeki temel hammadde olan kömür ve petrol gibi temel enerji kaynaklarına fazlaca değinmemesi fazlaca dikkat çeken bir eksiklik. Oysa kömür gücünün yükselişiyle, onun üretimini yöneten üreticiler enerji sistemlerini durdurma becerisini kazanmışlardı. Mitchell’in kitabını değerlendiren New Statesman yazarı Benjamin Kunkel’e göre”Bu onların ilk kitle demokrasilerini inşa etmek için kullandıkları bir tehditti. Petrol Batı’ya bir seçenek sundu ve onunla birlikte yeni bir siyaset biçimi doğdu. Petrol, merkezi nesnesi -ekonomi- sonsuz büyümeye muktedir görünen, doğadan arındırılmış siyasal yaşamı yarattı. Bunun sonucu Orta Doğu’nun demokratik olmamasına bağımlı hale gelmiş bir Batı demokrasisiydi.”
Peki, petrol kaynaklarının tükenmeye başladığı günümüzde petrole dayalı inşa edilen kitle demokrasilerinin ve dünya ekonomisinin geleceği nasıl olacak. Bu gelecekte siyasal yaşam nasıl şekillenecek? Mitchell’ın yazdığı Karbon Demokrasi’nin cevap aradığı sorular arasında bunlar yer alıyor ve Mitchell fosil yakıtlarla beslenen kapitalizmin ve kitle demokrasisinin eşzamanlı yükselişini inceliyor ve petrol üretimi düştüğü zaman demokrasinin kaderinin ne olacağıyla ilgili oldukça zekice sorular soruyor.
muratgzl@gmail.com
Karbon Demokrasi, TimothyMitchell, Açılım Kitap, 2014 
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

Kemalizm’e irca...

Kemalizm’in modernist-aydınlanmacı projelerden bir proje olması onun ‘dünyevileşme’nin müsebbibi olmasını gerektirmiyor. Yıldız, Kemalizm aleyhtarı yaklaşımları da Kemalizm’e irca ediyor. 
Türkiye’nin siyasi modernleşme tarihi içinde en çok tartışılan, eleştirilen akımlardan birini oluşturur Kemalizm. Kemalist toplum ve siyaset tasavvurları ideologlarının farklılaşmasıyla birlikte birçok farklılık gösterse de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olduğu şeklinde ileri sürülen tez hemen hemen bütün yaklaşımlarda müşterek bir noktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun Türkiye’de gerçekleştirdiği toplumsal dönüşüme doğrudan atıfta bulunmanın bir yoludur Kemalizm. Ancak siyasi ve fikri bir akım olarak belirlenişinin Atatürk’le sınırlandırılması mümkün değildir. Özellikle Cumhuriyet’i kuran parti olarak övünen CHP’nin savunduğu haliyle Kemalizm ile diğer siyasi yaklaşımların Kemalizm’leri arasında (sözgelimi TKP’nin savunduğu Kemalizm!) arasında ortak noktalar bulunabilir mi?
Kemalizm’in Türk toplumunda zarfıyla öldüğü, ancak mazrufuyla yaşamayı sürdürdüğü tespitiyle yola çıkan Ahmet Yıldız, Kemalizm’in en önemli bakiyesinin, milliyetçilik ya da medeniyetçilik kanalları üzerinden toplumun ana gövdesine, bu dünyacı bir hayatı benimsetmekte kaydettiği başarı olduğunu ileri sürüyor. Bu tezle dindarların milliyetçiliği, cemaatlerin devletçiliği, ulusalcıların ırkçı nefreti, Kürtlerin Kemalist milliyetçiliği yeniden üretmesi, ama tüm bunların üzerinde insanların rahat meyliyle sürekli tüketime dayalı kapitalist hayat tarzını benimsemede geldiği noktayı işaret ediyor. Yıldız’a göre Kemalizm, dünyayı dine tercih rejimidir.  
Kemalizm için yaptığı bu tanım doğrultusunda Kemalizm’in milliyetçilik ve medeniyetçilik yüzlerinin dünyevileşmenin gerçekleştirildiği iki ana mecra olduğunu öne süren Yıldız, bu yüzleri sorguluyor. Elbette Yıldız’ın hem Kemalizm’e ilişkin benimsediği tanım, hem dünyevileşmeye ilişkin yaptığı analiz sorgulanması gereken birçok yön barındırıyor.
Kemalist milliyetçilik
Kemalizm’in modernist-aydınlanmacı projelerden bir proje olması onun doğrudan ‘dünyevileşme’nin müsebbibi olmasını gerektirmiyor ilkin. Dünyevileşmenin, siyaset ve ekonomiye bağlı bir sosyolojik süreç olmakla birlikte, başka boyutları olduğu da görülebilmeli. Ayrıca Aslında Kemalizm tanımıyla Yıldız, Kemalizm aleyhtarı yaklaşımları da Kemalizm’e irca ediyor. Bu indirgemeci tavrın da Kemalist bakiyenin bir ürünü olduğunu söylemek gerekli.
Bu tartışmalara giriş için yine de iyi bir başlangıç noktasını oluşturuyor Yıldız’ın kitabı.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Doğa bilimlerinden insan doğası bilimine...

Speculum Mentis, Collingwood’un düşüncesinin altyapısını oluşturan bir temel kitap olma niteliği taşımaktadır. Bu yönüyle “insani deneyim ve bilginin birliği” ideasına bir katkıdır.

İngiliz filozof Collingwood, felsefi görüşlerini, farklı bilgi türleri arasında kurmaya çalıştığı bir birlik arayışı üzerine temellendiren bir filozof. 
Kendi döneminde, insan için en temel deneyim biçimleri olan sanat, din, bilim, tarih ve felsefenin birbirleriyle hiç ilgisi olmayan bilgi türleri olarak görülmesi, Collingwood için, kabul edilemez bir durum olmuş ve bu nedenle, bütün yapıtlarında bu soruna bir çare bulmak istemiştir. Esasen kendi “tarih felsefesi” doğrultusunda bu disiplinlere de özgün bakışlar geliştirebilmiş olan Collingwood, bu disiplinleri birbirleriyle diyalektik bir tarzda ilişkilendirmenin yollarını da aramıştır.
Speculum Mentis, Collingwood’un, sanat, din, bilim, tarih ve felsefeye ilişkin görüşlerini ayrıntılı bir biçimde dile getirmiş olduğu yapıtıdır. Bu kitapta, Collingwood, deneyim formları olan, sanatı, dini, tarihi, bilimi ve felsefeyi, diyalektik bir formlar skalası haline getirmektedir. Bundan amaç, günümüzde herhangi bir insana yararlı olabilecek tek felsefe yapma tarzının, insan deneyiminin başlıca formlarının eleştirel olarak gözden geçirilmesi olduğunu göstermek ve buna bağlı olarak, felsefi olarak kavranabilecek yeni bir İnsan Doğası İncelemesi’ne girişmektir.
Collingwood için, ilke ve yöntemleri doğa biliminkine benzetilerek tasarlanan bir “insan doğası bilimi” önerisi, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda, doğa biliminin kendi ilke ve yöntemlerinin yeni yeni geliştirilmiş ve dünyanın soruşturulmasında yeni yeni kullanılmaya başlanmış olduğu bir dönemde ortaya çıkmış eski bir öneridir. 
Ona göre Locke da, Hume da, Kant da insan doğası bilimiyle insanın anlama yetisinin ne olduğunu anlamakta ve insan zihninin kendisi hakkında bilgi edinmesi sorununu çözmekte başarısız olmuşlardır. 
Speculum Mentis, bu sorunu çözme girişimidir ve bu yönüyle, Collingwood’un düşüncesinin altyapısını oluşturan bir temel kitap olma niteliği taşımaktadır. Bu yönüyle “insani deneyim ve bilginin birliği” ideasına bir katkı olarak düşünülebilir.
Speculum Mentis ya da Bilginin Haritası, R. G. Collingwood, Çev: Kubilay Aysevener-Zerrin Eren, Doğur-Batı, 2014 
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

26 Mart 2014 Çarşamba

‘Yaban’ mıyız ‘yamyam’ mıyız?

Levi-Stauss’un kendi kültürü ve toplumundaki adetlerden felsefi tartışmalara, mitik düşünce, örf ve adetlerden gündelik alışkanlıklara değindiği yazılarının bir toplamı Hepimiz Yamyamız.

İsmi yapısalcılıkla ve antropolojide gerçekleştirdiği büyük devrimle anılan bir antropolog Claude Lévi-Strauss. Yaban Düşünce, Hüzünlü Dönenceler gibi kitaplarıyla öteden beri yakından tanınan düşünürün fikirlerinin temelini Ferdinand de Saussure’un modeli oluşturur. Saussure yapısal analizi, “ezeli evrensel insan gerçeklerinin” keşfedilmesinde bir yöntem olarak sunmaktadır. Saussure ‘dil’i bir yapı olarak ele almakla, yani dili kendi iç öğelerinin işleyişi bakımdan değerlendirmekle bu yöntemi geliştirmiştir. Levi-Strauss içinse, özellikle, evrensel insan gerçeklikleri, insan olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir. Levi-Strauss, kültürel alanı Saussure’ün yöntemiyle değerlendirmeye girişir. Tıpkı, bir göstergeler sistemi gibi ele alır kültür olgusunu. Peki, Claude Lévi-Strauss gibi “uzaktan bakma”yı tercih ettiğini açıklamış bir antropolog günlük bir gazeteye yazı yazacak olsaydı ortaya nasıl bir toplam çıkar? “Hepimiz Yamyamız” bu soruya verilmiş güzel bir cevap olarak duruyor elimizde. Kitap, Lévi-Strauss’un 1989-2000 yılları arasında İtalyan La Repubblica gazetesine yazdığı yazılardan oluşuyor. Yeri geldiğinde “deli dana” hastalığı veya Lady Diana’nın ölümü gibi güncel konulardan hareket eden bu yazılarda, bir yandan antropolojinin ana temaları ele alınıyor, bir yandan da modernliğin getirdiği “yeni” sorunlara daha geniş bir perspektiften bakılıyor. Lévi-Strauss’un duru bir dille kaleme aldığı konular arasında ilerleme ve ilkellik, mitik düşünce ve ensest yasağı üzerine görüşler, aile ve akrabalık ilişkileri, toplu yaşamın kökeni ve kadın cinselliği hakkındaki biyolojik spekülasyonlar üzerine eleştirel notlar, Noel kutlamalarının yaygınlaşmasının nedenleri veya yamyamlığın Batı’ya ait bir fantezi olup olmadığı gibi sorular, Poussin’in bir tablosu ile Amerika yerlilerinin mitosları arasındaki tematik ilişki yer alıyor.
Köşe yazarı filozof
Kitaba önsöz yazan Maurice Olender’e göre Lévi-Strauss her alışkanlığın, her inancın ya da örfün, “ne kadar acayip, sarsıcı, hatta başkaldırtıcı görünürse görünsün”, kendi bağlamı içinde açıklanabildiğini ileri sürüyor. 1992’de, Montaigne’in ölümünün 400. yılı vesilesiyle, antropologumuz, halen güncelliğini korumakta olan bir felsefi tartışmayı yeniden başlatıyor: “Bir yanda, tarihteki bütün toplumları eleştiriye tabi kılan ve rasyonel bir toplum ütopyası besleyen bir Aydınlanma felsefesi. Diğer yanda, bir kültürün farklı kültürleri yargılama hakkını kendinde görebilmesini sağlayacak her türlü mutlak kıstası reddeden rölativizm. Montaigne’den beri ve onu örnek alarak, bu çelişkiye bir çıkış aranmış durulmuştur.”

19 Mart 2014 Çarşamba

ŞİİR VE TEORİ ÜSTÜNE KISA BİR MUHAVERE

-"Önce şiir sonra kuram. Ve kuramın şiirle haklılaşması, doğrulanması. Töresi budur bu işin." Cemal Süreya. Adam haklı...
-Adam ne Bodler'i ne de Verlaine'i biliyor:)
-Kuramların şiirle doğrulanması gerektiği konusunda haklı olduğu gerçeğini değiştirmez:)
-Kardeş dediğimi anlamadın sanırım, kuramsız şiir "güdük"tür:) Ya da her şiirin zaten bir kuramı vardır:) Dil varsa "dünya görüşü"n vardır:) Ha, kastettiğin "dilsiz şiir"se bilemem:)
-Cemal Süreya'nın bilmediklerinden bahsettiniz anlaşılan budur:) Şiir kuramı kapsar, ya da şiirsiz kuram olmaz:)
-Dediğim açık, dünya görüşü taşımayan dil, dünya görüşü taşımayan konuşma, gerekçesiz şiir olmaz
-Elbette olmaz, benim söylediğim de bunun aksi değil, birbirini doğuran şeylerdir bunlar.
-"önce" ve "sonra" demiştin sanırım adama dayanarak:)
- Zamanlamadan bahsetmedim. Kuramın somutluğa ihtiyacı vardır:) Adama dayanmaya gerek yok:) Saydığın adamları da bilirim, yıllarımız geçti onlarla:)
-Kastettiğim öncelik ve sonralık temporal değil, zihinseldir:) Öncelikli bunu düzeltelim:) Dil dediğin zaten "nutk"tur:)  Yani bir söylemsel örgüye baştan haiz olan bir yeti:) Kuralsız, teorisiz, soyut değildir:) 

15 Mart 2014 Cumartesi

Edebiyatsız hukuk olur mu?

Özellikle Franz Kafka’nın çetrefilli, okuruna birçok yorum güçlüğü çıkaran, çeşitli yollarla ele alınabilecek ve ama her seferinde ve her okunuşunda okurun muhayyilesini kışkırtan “Yasa Önünde” metni hukuk ve hukuk metinleri ile yasa, hak ve diğer kavramlar arasındaki ilişkilerin sorgulanmasında edebiyatın, alegori, eğretileme, kinaye vb. söz figürlerinin önemini gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de yaşanan birçok hukuki tartışmanın yasa metinlerinin lafzından kaynaklandığı da sık sık ileri sürülür. Bir kelimenin nasıl yorumlanacağı, ne şekilde ele alınması gerektiği sonuçları sistem açısından ölümcül olabilecek tartışmaların doğmasına yol açmaktadır sürekli. Hukukun formel soyutluğu ile hayatın kıpır kıpır olan canlılığı arasında sürekli gerilen bir toplumdur Türk toplumu.
Hukuk tartışmalarında en çok ıskalanan şeyin hayatın capcanlı gerçeği oluşu; hayatı kanunların ruhuyla değil de biçimlerine sıkıştırarak ele alma tavrının toplumumuza yaşattığı hafakanların bir parçasıdır öte yandan. Hayatın capcanlı kımıltısını ise en iyi hissedebileceğimiz, hayattaki akışın farklılaşmalarını süzebileceğimiz metinler ise genelde edebi olmakla maruftur.
Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu: Edebiyat ve Hukuk Yazıları, hukuk antropolojisi ve Spinoza düşüncesi üzerine eserler vermiş olan Cemal Bâli Akal’ın, “Burası Tanzanya mı, Karanfil”den (2011) sonra yayımlanan ikinci deneme kitabı. Akal bu derlemede Sofokles, Euripides, Shakespeare, Cervantes, Swift, Sade, Büchner, Stendhal, Dostoyevski, Melville, Kafka, Conrad, Barrie, Musil, Camus, Faulkner, Koestler gibi devlerin eserlerinde dolanarak, edebiyatsız bir hukuk kavrayışının sadece fakir değil, bazı hukukçular bunu bilmese de, gerçekte olanaksız olduğunu gösterir. Fakat bunu edebi metinlerde hukuki terim avına çıkarak değil, “edebiyat ve hukuk” denince şartlı refleks haline gelmiş kabulleri sorgulayarak, asıl olanın hayatın kendisi olduğunu unutturan her türlü indirgemeciliğe şüpheyle yaklaşarak, yasa bekçilerinin bönlüğünün karşısında, kendi akıl sağlığımızı korumak için, en etkili yöntemin belki de ironi olacağını hatırlatarak yapar. 
Dahası, Akal’ın denemeleri, edebi metinler ile siyasi hukuk kuramı arasındaki ilişkiyi irdelerken şu çetin meseleye, “özgür irade mi, yoksa zorunluluk mu?” ikilemine gelir dayanır hep. Kitaptan gelen şu soru üzerine bolca düşünülmesi gerekli bir soru kanaatimizce: Hukuk sisteminin soyutluğundan azade bir haklar mücadelesi verirken, “gerçek bir karşı çıkış için, insanın önce kendisini kuşatan zorunlulukları mı kavraması gerekir acaba?”

Edebiyatsız hukuk olur mu?

Özellikle Franz Kafka’nın çetrefilli, okuruna birçok yorum güçlüğü çıkaran, çeşitli yollarla ele alınabilecek ve ama her seferinde ve her okunuşunda okurun muhayyilesini kışkırtan “Yasa Önünde” metni hukuk ve hukuk metinleri ile yasa, hak ve diğer kavramlar arasındaki ilişkilerin sorgulanmasında edebiyatın, alegori, eğretileme, kinaye vb. söz figürlerinin önemini gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de yaşanan birçok hukuki tartışmanın yasa metinlerinin lafzından kaynaklandığı da sık sık ileri sürülür. Bir kelimenin nasıl yorumlanacağı, ne şekilde ele alınması gerektiği sonuçları sistem açısından ölümcül olabilecek tartışmaların doğmasına yol açmaktadır sürekli. Hukukun formel soyutluğu ile hayatın kıpır kıpır olan canlılığı arasında sürekli gerilen bir toplumdur Türk toplumu.
Hukuk tartışmalarında en çok ıskalanan şeyin hayatın capcanlı gerçeği oluşu; hayatı kanunların ruhuyla değil de biçimlerine sıkıştırarak ele alma tavrının toplumumuza yaşattığı hafakanların bir parçasıdır öte yandan. Hayatın capcanlı kımıltısını ise en iyi hissedebileceğimiz, hayattaki akışın farklılaşmalarını süzebileceğimiz metinler ise genelde edebi olmakla maruftur.
Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu: Edebiyat ve Hukuk Yazıları, hukuk antropolojisi ve Spinoza düşüncesi üzerine eserler vermiş olan Cemal Bâli Akal’ın, “Burası Tanzanya mı, Karanfil”den (2011) sonra yayımlanan ikinci deneme kitabı. Akal bu derlemede Sofokles, Euripides, Shakespeare, Cervantes, Swift, Sade, Büchner, Stendhal, Dostoyevski, Melville, Kafka, Conrad, Barrie, Musil, Camus, Faulkner, Koestler gibi devlerin eserlerinde dolanarak, edebiyatsız bir hukuk kavrayışının sadece fakir değil, bazı hukukçular bunu bilmese de, gerçekte olanaksız olduğunu gösterir. Fakat bunu edebi metinlerde hukuki terim avına çıkarak değil, “edebiyat ve hukuk” denince şartlı refleks haline gelmiş kabulleri sorgulayarak, asıl olanın hayatın kendisi olduğunu unutturan her türlü indirgemeciliğe şüpheyle yaklaşarak, yasa bekçilerinin bönlüğünün karşısında, kendi akıl sağlığımızı korumak için, en etkili yöntemin belki de ironi olacağını hatırlatarak yapar. 
Dahası, Akal’ın denemeleri, edebi metinler ile siyasi hukuk kuramı arasındaki ilişkiyi irdelerken şu çetin meseleye, “özgür irade mi, yoksa zorunluluk mu?” ikilemine gelir dayanır hep. Kitaptan gelen şu soru üzerine bolca düşünülmesi gerekli bir soru kanaatimizce: Hukuk sisteminin soyutluğundan azade bir haklar mücadelesi verirken, “gerçek bir karşı çıkış için, insanın önce kendisini kuşatan zorunlulukları mı kavraması gerekir acaba?”

10 Mart 2014 Pazartesi

VE ÜŞÜYEREK...

                   Senin için, son kez...

Ve üşüyerek gidiyorum öteye
Kalanlara selam olsun...

SOPHIA AETERNA-3

                       Neslihan'a

3. Yürüyünce çölün kalbine
Yürüyünce çölün kalbine
Kadınım, kaderim, kumlara
Adadığım sözler gibi kaldım, sensiz.

Sonsuz, açılmışsa sözün ufku
Kalarak berisinde, hiçin gölgesinde
Göğsünde arzunun çoğalan zikri

Şimdi sormak gereksiz niçin ve niye

9 Mart 2014 Pazar

‘Hukuk devleti’ tartışmasının siyasiliği...

Özellikle 17 ve 25 Aralık kalkışmalarının ardından Türkiye’de öteden beri tartışma konusu olan “hukuk devleti” kavramı yeniden tartışılmaya başlandı. Savcı-polis bürokrasisi eliyle yürütüldüğü iddia edilen darbe girişiminin siyasi nitelikleri ile “hukuk devleti”, “yargının bağımsızlığı” vb. genel geçer klişelerin gerçek insanların gerçek hayatlarındaki yeri ise bu tartışmalar esnasında sürekli göz ardı edildi. “Hukuk devleti” tartışmalarının “hukuki” değil, siyasi bir muhtevaya sahip olduğunu fark etmek bu bakımdan son derece önemli.
Hukuk devleti söylemlerinin mevcut siyasal süreçlere bağlı gelişiminin tarihsel bir incelemesi bu söylemleri ortaya çıkaran hak alma süreçlerini ve bu süreçlerin gerçek hayat içindeki yerini de ortaya çıkaracaktır. “Güçlünün değil haklının” yanında olması beklenen adalet süreçlerinin çarpıtılmasına dair girişilen çözümlemelerin kendilerini hep “hukuk devleti normları” ile kayıtlı kurgulamaları ise öncelikle güç, ha, adalet, hukuk, şiddet, devlet vb. kavramların sarih toplumsal-tarihsel anlamlarına vukufiyeti şart koşuyor. Özenç, Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi’nde soyut normlar vasıtasıyla tarif edilen sosyal ve siyasal ilişkiler yerine somut güç mücadelelerinin biçimlendirdiği bir süreç olarak hukuk ve devlet ilişkisini ele alıyor. Ete kemiğe bürünmüş insanlarla, fiziki ve siyasi mücadelelerin şekillendirdiği hak alma süreçlerini ve bu süreçlerin nasıl tanzim edildiğini tartışıyor. Dolayısıyla soyutluk dünyasına ihraç edilip insanların hayatları üzerindeki etkisi görünmez kılınan hukuki süreçlerin, maddi bir zeminde somut insanların hayatına nasıl etki ettiğini ve somut siyasal sonuçlar ürettiğini tarihsel bir çerçeve içinde inceliyor. 
Özenç’in kitabındaki tezini şu sözleri özetliyor: “Siyasi iktidarın, istikrar ve sürekliliğini koruyabilmesi için hukuk devleti olarak örgütlenmesinin önemli bir ideolojik işlevi vardır. Erkek egemen ve sınıflı toplum yapısının biçimlendirdiği siyasi iktidar alanı ve iktidardan masun olduğu var sayılan özel alan, hukuk devletinin kurucu rolü aracılığıyla gayri şahsi bir düzenin parçaları olarak tahayyül edilir. Başta toplumsal cinsiyet ve kapitalist üretim tarzından kaynaklananlar olmak üzere, her türlü baskı ve sömürü ilişkisinden soyutlanmış eşit hukuki öznelerin, soyut normlar vasıtasıyla özgürce hukuki ilişkilere girdiği bu kurgusal düzende iktidar görünmez olur. Hukuk devleti ilkesinin bu ideolojik işlevi karşısında, devlet ve hukukun hiçbir zaman tarafsız ya da nesnel olmadığı ve olamayacağına dair saptama önem taşır. Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi hukukun maddi içeriğinin, onu üreten ve uygulayanlardan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini vurgulayan kapsamlı bir tartışma sunuyor.

7 Mart 2014 Cuma

YASANIN ÖNÜNDE

Yasanın Önünde (1915), Franz Kafka
Yasa’nın önünde bir kapıcı durmaktadır. Taşralı bir adam bu kapıcıya gelerek Yasa’ya kabul edilme ricasında bulunur. Fakat kapıcı şu anda buna izin vermeyeceğini söyler. Adam bunu bir an düşünür daha sonra kabul edilip edilmeyeceğini sorar. “Mümkün” der kapıcı, “fakat şimdi değil." Kapı, her zamanki gibi açık durduğundan ve kapıcı da kapının bir yanında dikildiğinde, adam da biraz öne eğilerek kapının girişinde pek de aydınlık olmayan içerisini şöyle bir görmeye çalışır. Bunu izleyen kapıcı güler ve şöyle der; “Eğer içeriye girmeyi bu kadar istiyorsan, benim reddime rağmen girmeyi bir dene istersen. Ama şunu bil; ben güçlüyüm ve ben kapıcıların en sonuncusuyum. Her salonun girişinde başka bir kapıcı ile karşılaşacaksın, her birisi bir öncekinden daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı öyle güçlü ki ben bile ona bakmaya dayanamıyorum.” Bunlar taşralı adamın beklediği zorluklardı. “Yasa elbette herkesin her zaman erişebileceği bir şey olmalıdır.” diye düşünüyordu. Ama şimdi, kürk mantosu içindeki, kocaman sivri burunlu, uzun, ince tatar sakallı kapıcıya baktıkça girme iznini alana kadar beklemenin daha iyi olacağına karar verdi. Kapıcı ona bir tabure verdi ve kapının bir yanına oturttu. Adam orada günlerce, yıllarca oturdu. Kabul edilmek için birçok girişimde bulundu ve ısrarcılığıyla kapıcıyı yordu. Kapıcı ara sıra onunla konuşuyor, ona evi ve başka şeyler hakkında sorular soruyordu. Ancak bu sorular büyük efendilerin sordukları sorular kadar kayıtsızca sorulmuş sorulardı. Ve konuşmalar hep henüz içeriye girmeyeceği cümlesi ile bitiyordu. Bu yolculuk için yanında pek çok şey getirmiş olan adam, sonunda kapıcıya rüşvet vere vere her şeyini tüketti. Memur her şeyi kabul etti ama hep şunu vurguladı: “Bunu kabul etmemin tek nedeni, acaba yapmadığım bir şey kaldı mı diye düşünmekten kurtarmaktır seni.” Bu yıllar boyunca adam dikkatini neredeyse sürekli bir biçimde kapıcı üstünde yoğunlaştırdı. Diğer kapıcıları unuttu, ve bu ilki ona yasaya erişim yolundaki engel gibi görmeye başladı. Kötü talihine lanet etti; ilk yıllarda yüksek sesle ağzına geleni söylüyordu, daha sonra yaşlandıkça yalnızca kendi kendine homurdanır oldu. Gitgide çocuklaştı; kapıcıyı uzun yıllardır temaşa ettiğinden ve kürk yakasının üstündeki pireleri dahi artık çok iyi tanıdığından, kapıcının fikrini değiştirmek için kendisine yardım etsinler diye pirelere bile yalvarmaya başladı. Gözleri zayıfladı, artık uzağı pek görmemeye başladı. Dünyanın gerçekten karanlık mı olduğu yoksa gözlerinin mi kendisini aldattığını bilmez oldu. Ama içinde bulunduğu karanlıkta, yasanın kapısından söndürülemez bir ışığın sızmakta olduğunun farkına varmıştı. Pek fazla zamanı kalmamıştı artık. Tam ölmeden önce bu uzun yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler kafasında tek bir noktada, şu ana kadar kapıcıya sormamış olduğu bir soruda birleşti.
Elini sallayarak kapıcıya gelmesini işaret etti, çünkü artık kaskatı kesilmiş olan vücudunu kaldıramamaktaydı. Kapıcı ona doğru eğilmek zorunda kaldı, çünkü  aralarındaki boy farkı taşralı adamın aleyhine oldukça değişmişti. “Şimdi ne istiyorsun?” diye sordu kapıcı, “ne kadar tatmin olmaz adamsın.” “Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor.” dedi adam, “peki nasıl oluyor da bunca yıldır buraya benden başka, Yasa’ya kabul edilmek talebiyle gelen olmadı?” Kapıcı adamın hayatının sonuna geldiğini anlamıştı , adan iyice zayıflamış olan kulaklarını işitebilmesi için iyice yaklaşarak haykırdı: “Senden başka kimse kabul edilemezdi bu kapıdan, çünkü bu kapı yalnızca senin için yapılmıştı. Artık şimdi kapatacağım onu.”

4 Mart 2014 Salı

Tarihyazımı - tarihyorumu

Herodotos’un Aynası, gerek sunumuyla gerekse yaklaşımıyla sadece tarihçilik mesleğiyle değil, antropoloji, edebiyat eleştirisi, dinler tarihi alanlarıyla ilgili de yeni bir bakış sunuyor.

Walter Benjamin’in vurguladığı gibi tarih, kazananların zaferlerini anlatır hep. Tarihin enkazı altında kalanların, kaybedenlerin, yenilenlerin, ötekilerin belki de sadece sessiz çığlıkları kalmıştır. Benjamin’in “Tarihin havını tersine tarama” şeklinde önerdiği yaklaşımın da çoğu kez bu öteki ve ötekilik diyalektiğinden kurtulamadığını, onu bir türlü alt edemediğini görürsünüz. Tarih evraklarla, belgelerle yazılır. Geçmişten bugüne devreden kayıtlarla... Bu tarihçilik mesleğine bir yerde yorumculuk niteliği de katar. Geçmişten bugüne devreden kayıtların yeniden okunma, anlaşılma, yorumlanma ve tarihçinin anlatısına dahil edilme şekilleri bu yorumbilimin temel özellikleri arasında yer alır. Tarih yazımı disiplininin “bilimsel nesnesi” geçmiş olduğu kadar, geçmişi temsil ettiği düşünülen “kayıtlar”dır da; onların yorumlanması, alt edilmesi, ötekiliklerinin giderilmesi, anlaşılabilir ve anlatılabilir kılınmasıdır özde tarih disiplini.
Yazdığı tarih kitabıyla tarihçilik mesleğinin, vakanüvisliğin atası kabul edilen Herodot’u ve kitabını yorumlayan Hatrog metinler ve yorum ilişkisini Herodot’un Tarih kitabı özelinde şöyle anlatıyor: İşte böylece bir kültür (en azından bizimki) oluştu; bu kültür sürekli onu oluşturan “metinlere” dönmüş, bu metinleri ilk kez bile okunsalar yeniden okunuyorlarmış gibi evirip çevirmiştir. Bu kültür ister bundan gurur duysun, ister yakınsın, isterse bunları tahnit etsin ya da reddetsin, bu metinlerin ipliğiyle örülmüş ve sanki onlar tarafından “okunmuştur”. Bir kültür tarihçisinin görevi, bu metinlerin, yorumbilim diliyle söylersek, bir zamanlar yanıtlamış oldukları soruyu yeniden kurgulayarak, oluşumlarından günümüze kadar (kimi zaman da yokluklarıyla) yarattıkları beklenti ufuklarını yeniden çizerek, işareti ve ifadesi oldukları hesapları yeniden ortaya koyarak, birbiri ardına neden oldukları anlam kaymalarına yeniden parmak basarak, yeni bir okumaya açmaktır. Böylesi bir tarihselleştirmesi değil, onların güncel olmayan günceliklerini, yani artık sormadığımız, soramadığımız ya da sadece sormayı “unuttuğumuz” sorulara verdikleri yanıtları duyurmaktadır. Bir yazısal tür ve bir bilim dalı ile aynı adla anılan Herodotos’un Tarih’i, hiç kuşkusuz bir ana metin rolü oynamıştır.
Peter Burke’ün deyimiyle “bir tarihçinin yine bir tarihçi üzerine yaptığı en etkileyici çalışma” olan bu kitap Fransız Adademisi’ninMontyon Ödülü’nü kazandı. Hatrog, halen İtalya’da 1996’da yayımlanmaya başlayan 5 ciltlik I Greci başlıklı, Yunan dünyası üzerine yüzden fazla uluslararası araştırmacının yazılarını bir araya getiren yayının yönetim kurulunda yer almaktadır.
Herodotos’un Aynası, gerek sunumuyla gerekse yaklaşımıyla sadece tarihçilikle ilgilenenlere değil, antropoloji, edebiyat eleştirisi, dinler tarihi alanlarıyla ilgilenenlere de yeni bakışlar kazandırabilecek bir çalışma. 

28 Şubat 2014 Cuma

SON DANS



ŞARKININ SÖZLERİ:

Oh ma douce souffrance,
Pourquoi s'acharner tu r'commence
Je ne suis qu'un être sans importance
Sans lui je suis un peu "paro"
Je déambule seule dans le metro
Une dernière danse
Pour oublier ma peine immense
Je veux m'enfuir, que tout recommence
Oh ma douce souffrance

Je remue le ciel, le jour, la nuit
Je danse avec le vent, la pluie
Un peu d'amour, un brin de miel
Et je danse, danse, danse, danse, danse, danse
Et dans le bruit, je cours et j'ai peur
Est-ce mon tour?
Vient la douleur...
Dans tout Paris, je m'abandonne
Et je m'envole, vole, vole, vole, vole
Que d'espérance...
Sur ce chemin en ton absence
J'ai beau trimer, sans toi ma vie n'est qu'un décor qui brille, vide de sens

Je remue le ciel, le jour, la nuit
Je danse avec le vent, la pluie
Un peu d'amour, un brin de miel
Et je danse, danse, danse, danse, danse, danse
Et dans le bruit, je cours et j'ai peur
Est-ce mon tour?
Vient la douleur...
Dans tout Paris, je m'abandonne
Et je m'envole, vole, vole, vole, vole

Dans cette douce souffrance.
Dont j'ai payé toutes les offenses
Ecoute comme mon cœur est immense
Je suis une enfant du monde

Je remue le ciel, le jour, la nuit
Je danse avec le vent, la pluie
Un peu d'amour, un brin de miel
Et je danse, danse, danse, danse, danse, danse
Et dans le bruit, je cours et j'ai peur
Est-ce mon tour?
Vient la douleur...
Dans tout Paris, je m'abandonne

Et je m'envole, vole, vole, vole, vole

TÜRKÇESİ:

Son Dans 

Oh benim tatlı ıstırabım 
Kavga etmeye gerek yok, tekrar başlıyorsun 
Fakat ben onsuz 
Sıkıntılıyım 
Metronun etrafında tek başıma dolanıyorum 
Büyük acımdan kurtulmak için 
Son bir dans 
Uzaklaşmak istiyorum, her şeye yeniden başlamak istiyorum 
Oh benim tatlı ıstırabım 

Gökyüzünü, günü ve geceyi karıştırıyorum 
Rüzgarla ve yağmurla dans ediyorum 
Birazcık sevgi ve balın bir damlasıyla 
Dans ediyorum 
Ve gürültüde koşuyorum ve korkuyorum 
Bu benim sıram mı? 
İşte acı geliyor 
Bütün Paris'te, kendimi terk ediyorum 
Ve uzağa uçuyorum 
Senin yokluğunda bu yolda 
Yalnızca umut 
Deneyebileceğim kadar deniyorum, sensiz hayatım yalnızca anlamsız parıltılı bir dekor 

Gökyüzünü, günü ve geceyi karıştırıyorum 
Rüzgarla ve yağmurla dans ediyorum 
Birazcık sevgi ve balın bir damlasıyla 
Dans ediyorum 
Ve gürültüde koşuyorum ve korkuyorum 
Bu benim sıram mı? 
İşte acı geliyor 
Bütün Paris'te, kendimi terk ediyorum 
Ve uzağa uçuyorum 

Bu tatlı ıstırabımda 
Kimi kırdıysam bedelini ödedim 
Büyük kalbimin nasıl olduğunu dinle 
Ben dünyanın çocuğuyum 

Gökyüzünü, günü ve geceyi karıştırıyorum 
Rüzgarla ve yağmurla dans ediyorum 
Birazcık sevgi ve balın bir damlasıyla 
Dans ediyorum 
Ve gürültüde koşuyorum ve korkuyorum 
Bu benim sıram mı? 
İşte acı geliyor 
Bütün Paris'te, kendimi terk ediyorum 
Ve uzağa uçuyorum