26 Mart 2014 Çarşamba

‘Yaban’ mıyız ‘yamyam’ mıyız?

Levi-Stauss’un kendi kültürü ve toplumundaki adetlerden felsefi tartışmalara, mitik düşünce, örf ve adetlerden gündelik alışkanlıklara değindiği yazılarının bir toplamı Hepimiz Yamyamız.

İsmi yapısalcılıkla ve antropolojide gerçekleştirdiği büyük devrimle anılan bir antropolog Claude Lévi-Strauss. Yaban Düşünce, Hüzünlü Dönenceler gibi kitaplarıyla öteden beri yakından tanınan düşünürün fikirlerinin temelini Ferdinand de Saussure’un modeli oluşturur. Saussure yapısal analizi, “ezeli evrensel insan gerçeklerinin” keşfedilmesinde bir yöntem olarak sunmaktadır. Saussure ‘dil’i bir yapı olarak ele almakla, yani dili kendi iç öğelerinin işleyişi bakımdan değerlendirmekle bu yöntemi geliştirmiştir. Levi-Strauss içinse, özellikle, evrensel insan gerçeklikleri, insan olma niteliği sayesinde bütün insanlar tarafından paylaşılır ve yapının her düzeyinde gözlemlenebilir. Levi-Strauss, kültürel alanı Saussure’ün yöntemiyle değerlendirmeye girişir. Tıpkı, bir göstergeler sistemi gibi ele alır kültür olgusunu. Peki, Claude Lévi-Strauss gibi “uzaktan bakma”yı tercih ettiğini açıklamış bir antropolog günlük bir gazeteye yazı yazacak olsaydı ortaya nasıl bir toplam çıkar? “Hepimiz Yamyamız” bu soruya verilmiş güzel bir cevap olarak duruyor elimizde. Kitap, Lévi-Strauss’un 1989-2000 yılları arasında İtalyan La Repubblica gazetesine yazdığı yazılardan oluşuyor. Yeri geldiğinde “deli dana” hastalığı veya Lady Diana’nın ölümü gibi güncel konulardan hareket eden bu yazılarda, bir yandan antropolojinin ana temaları ele alınıyor, bir yandan da modernliğin getirdiği “yeni” sorunlara daha geniş bir perspektiften bakılıyor. Lévi-Strauss’un duru bir dille kaleme aldığı konular arasında ilerleme ve ilkellik, mitik düşünce ve ensest yasağı üzerine görüşler, aile ve akrabalık ilişkileri, toplu yaşamın kökeni ve kadın cinselliği hakkındaki biyolojik spekülasyonlar üzerine eleştirel notlar, Noel kutlamalarının yaygınlaşmasının nedenleri veya yamyamlığın Batı’ya ait bir fantezi olup olmadığı gibi sorular, Poussin’in bir tablosu ile Amerika yerlilerinin mitosları arasındaki tematik ilişki yer alıyor.
Köşe yazarı filozof
Kitaba önsöz yazan Maurice Olender’e göre Lévi-Strauss her alışkanlığın, her inancın ya da örfün, “ne kadar acayip, sarsıcı, hatta başkaldırtıcı görünürse görünsün”, kendi bağlamı içinde açıklanabildiğini ileri sürüyor. 1992’de, Montaigne’in ölümünün 400. yılı vesilesiyle, antropologumuz, halen güncelliğini korumakta olan bir felsefi tartışmayı yeniden başlatıyor: “Bir yanda, tarihteki bütün toplumları eleştiriye tabi kılan ve rasyonel bir toplum ütopyası besleyen bir Aydınlanma felsefesi. Diğer yanda, bir kültürün farklı kültürleri yargılama hakkını kendinde görebilmesini sağlayacak her türlü mutlak kıstası reddeden rölativizm. Montaigne’den beri ve onu örnek alarak, bu çelişkiye bir çıkış aranmış durulmuştur.”

19 Mart 2014 Çarşamba

ŞİİR VE TEORİ ÜSTÜNE KISA BİR MUHAVERE

-"Önce şiir sonra kuram. Ve kuramın şiirle haklılaşması, doğrulanması. Töresi budur bu işin." Cemal Süreya. Adam haklı...
-Adam ne Bodler'i ne de Verlaine'i biliyor:)
-Kuramların şiirle doğrulanması gerektiği konusunda haklı olduğu gerçeğini değiştirmez:)
-Kardeş dediğimi anlamadın sanırım, kuramsız şiir "güdük"tür:) Ya da her şiirin zaten bir kuramı vardır:) Dil varsa "dünya görüşü"n vardır:) Ha, kastettiğin "dilsiz şiir"se bilemem:)
-Cemal Süreya'nın bilmediklerinden bahsettiniz anlaşılan budur:) Şiir kuramı kapsar, ya da şiirsiz kuram olmaz:)
-Dediğim açık, dünya görüşü taşımayan dil, dünya görüşü taşımayan konuşma, gerekçesiz şiir olmaz
-Elbette olmaz, benim söylediğim de bunun aksi değil, birbirini doğuran şeylerdir bunlar.
-"önce" ve "sonra" demiştin sanırım adama dayanarak:)
- Zamanlamadan bahsetmedim. Kuramın somutluğa ihtiyacı vardır:) Adama dayanmaya gerek yok:) Saydığın adamları da bilirim, yıllarımız geçti onlarla:)
-Kastettiğim öncelik ve sonralık temporal değil, zihinseldir:) Öncelikli bunu düzeltelim:) Dil dediğin zaten "nutk"tur:)  Yani bir söylemsel örgüye baştan haiz olan bir yeti:) Kuralsız, teorisiz, soyut değildir:) 

15 Mart 2014 Cumartesi

Edebiyatsız hukuk olur mu?

Özellikle Franz Kafka’nın çetrefilli, okuruna birçok yorum güçlüğü çıkaran, çeşitli yollarla ele alınabilecek ve ama her seferinde ve her okunuşunda okurun muhayyilesini kışkırtan “Yasa Önünde” metni hukuk ve hukuk metinleri ile yasa, hak ve diğer kavramlar arasındaki ilişkilerin sorgulanmasında edebiyatın, alegori, eğretileme, kinaye vb. söz figürlerinin önemini gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de yaşanan birçok hukuki tartışmanın yasa metinlerinin lafzından kaynaklandığı da sık sık ileri sürülür. Bir kelimenin nasıl yorumlanacağı, ne şekilde ele alınması gerektiği sonuçları sistem açısından ölümcül olabilecek tartışmaların doğmasına yol açmaktadır sürekli. Hukukun formel soyutluğu ile hayatın kıpır kıpır olan canlılığı arasında sürekli gerilen bir toplumdur Türk toplumu.
Hukuk tartışmalarında en çok ıskalanan şeyin hayatın capcanlı gerçeği oluşu; hayatı kanunların ruhuyla değil de biçimlerine sıkıştırarak ele alma tavrının toplumumuza yaşattığı hafakanların bir parçasıdır öte yandan. Hayatın capcanlı kımıltısını ise en iyi hissedebileceğimiz, hayattaki akışın farklılaşmalarını süzebileceğimiz metinler ise genelde edebi olmakla maruftur.
Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu: Edebiyat ve Hukuk Yazıları, hukuk antropolojisi ve Spinoza düşüncesi üzerine eserler vermiş olan Cemal Bâli Akal’ın, “Burası Tanzanya mı, Karanfil”den (2011) sonra yayımlanan ikinci deneme kitabı. Akal bu derlemede Sofokles, Euripides, Shakespeare, Cervantes, Swift, Sade, Büchner, Stendhal, Dostoyevski, Melville, Kafka, Conrad, Barrie, Musil, Camus, Faulkner, Koestler gibi devlerin eserlerinde dolanarak, edebiyatsız bir hukuk kavrayışının sadece fakir değil, bazı hukukçular bunu bilmese de, gerçekte olanaksız olduğunu gösterir. Fakat bunu edebi metinlerde hukuki terim avına çıkarak değil, “edebiyat ve hukuk” denince şartlı refleks haline gelmiş kabulleri sorgulayarak, asıl olanın hayatın kendisi olduğunu unutturan her türlü indirgemeciliğe şüpheyle yaklaşarak, yasa bekçilerinin bönlüğünün karşısında, kendi akıl sağlığımızı korumak için, en etkili yöntemin belki de ironi olacağını hatırlatarak yapar. 
Dahası, Akal’ın denemeleri, edebi metinler ile siyasi hukuk kuramı arasındaki ilişkiyi irdelerken şu çetin meseleye, “özgür irade mi, yoksa zorunluluk mu?” ikilemine gelir dayanır hep. Kitaptan gelen şu soru üzerine bolca düşünülmesi gerekli bir soru kanaatimizce: Hukuk sisteminin soyutluğundan azade bir haklar mücadelesi verirken, “gerçek bir karşı çıkış için, insanın önce kendisini kuşatan zorunlulukları mı kavraması gerekir acaba?”

Edebiyatsız hukuk olur mu?

Özellikle Franz Kafka’nın çetrefilli, okuruna birçok yorum güçlüğü çıkaran, çeşitli yollarla ele alınabilecek ve ama her seferinde ve her okunuşunda okurun muhayyilesini kışkırtan “Yasa Önünde” metni hukuk ve hukuk metinleri ile yasa, hak ve diğer kavramlar arasındaki ilişkilerin sorgulanmasında edebiyatın, alegori, eğretileme, kinaye vb. söz figürlerinin önemini gözler önüne sermektedir.
Türkiye’de yaşanan birçok hukuki tartışmanın yasa metinlerinin lafzından kaynaklandığı da sık sık ileri sürülür. Bir kelimenin nasıl yorumlanacağı, ne şekilde ele alınması gerektiği sonuçları sistem açısından ölümcül olabilecek tartışmaların doğmasına yol açmaktadır sürekli. Hukukun formel soyutluğu ile hayatın kıpır kıpır olan canlılığı arasında sürekli gerilen bir toplumdur Türk toplumu.
Hukuk tartışmalarında en çok ıskalanan şeyin hayatın capcanlı gerçeği oluşu; hayatı kanunların ruhuyla değil de biçimlerine sıkıştırarak ele alma tavrının toplumumuza yaşattığı hafakanların bir parçasıdır öte yandan. Hayatın capcanlı kımıltısını ise en iyi hissedebileceğimiz, hayattaki akışın farklılaşmalarını süzebileceğimiz metinler ise genelde edebi olmakla maruftur.
Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu: Edebiyat ve Hukuk Yazıları, hukuk antropolojisi ve Spinoza düşüncesi üzerine eserler vermiş olan Cemal Bâli Akal’ın, “Burası Tanzanya mı, Karanfil”den (2011) sonra yayımlanan ikinci deneme kitabı. Akal bu derlemede Sofokles, Euripides, Shakespeare, Cervantes, Swift, Sade, Büchner, Stendhal, Dostoyevski, Melville, Kafka, Conrad, Barrie, Musil, Camus, Faulkner, Koestler gibi devlerin eserlerinde dolanarak, edebiyatsız bir hukuk kavrayışının sadece fakir değil, bazı hukukçular bunu bilmese de, gerçekte olanaksız olduğunu gösterir. Fakat bunu edebi metinlerde hukuki terim avına çıkarak değil, “edebiyat ve hukuk” denince şartlı refleks haline gelmiş kabulleri sorgulayarak, asıl olanın hayatın kendisi olduğunu unutturan her türlü indirgemeciliğe şüpheyle yaklaşarak, yasa bekçilerinin bönlüğünün karşısında, kendi akıl sağlığımızı korumak için, en etkili yöntemin belki de ironi olacağını hatırlatarak yapar. 
Dahası, Akal’ın denemeleri, edebi metinler ile siyasi hukuk kuramı arasındaki ilişkiyi irdelerken şu çetin meseleye, “özgür irade mi, yoksa zorunluluk mu?” ikilemine gelir dayanır hep. Kitaptan gelen şu soru üzerine bolca düşünülmesi gerekli bir soru kanaatimizce: Hukuk sisteminin soyutluğundan azade bir haklar mücadelesi verirken, “gerçek bir karşı çıkış için, insanın önce kendisini kuşatan zorunlulukları mı kavraması gerekir acaba?”

10 Mart 2014 Pazartesi

VE ÜŞÜYEREK...

                   Senin için, son kez...

Ve üşüyerek gidiyorum öteye
Kalanlara selam olsun...

SOPHIA AETERNA-3

                       Neslihan'a

3. Yürüyünce çölün kalbine
Yürüyünce çölün kalbine
Kadınım, kaderim, kumlara
Adadığım sözler gibi kaldım, sensiz.

Sonsuz, açılmışsa sözün ufku
Kalarak berisinde, hiçin gölgesinde
Göğsünde arzunun çoğalan zikri

Şimdi sormak gereksiz niçin ve niye

9 Mart 2014 Pazar

‘Hukuk devleti’ tartışmasının siyasiliği...

Özellikle 17 ve 25 Aralık kalkışmalarının ardından Türkiye’de öteden beri tartışma konusu olan “hukuk devleti” kavramı yeniden tartışılmaya başlandı. Savcı-polis bürokrasisi eliyle yürütüldüğü iddia edilen darbe girişiminin siyasi nitelikleri ile “hukuk devleti”, “yargının bağımsızlığı” vb. genel geçer klişelerin gerçek insanların gerçek hayatlarındaki yeri ise bu tartışmalar esnasında sürekli göz ardı edildi. “Hukuk devleti” tartışmalarının “hukuki” değil, siyasi bir muhtevaya sahip olduğunu fark etmek bu bakımdan son derece önemli.
Hukuk devleti söylemlerinin mevcut siyasal süreçlere bağlı gelişiminin tarihsel bir incelemesi bu söylemleri ortaya çıkaran hak alma süreçlerini ve bu süreçlerin gerçek hayat içindeki yerini de ortaya çıkaracaktır. “Güçlünün değil haklının” yanında olması beklenen adalet süreçlerinin çarpıtılmasına dair girişilen çözümlemelerin kendilerini hep “hukuk devleti normları” ile kayıtlı kurgulamaları ise öncelikle güç, ha, adalet, hukuk, şiddet, devlet vb. kavramların sarih toplumsal-tarihsel anlamlarına vukufiyeti şart koşuyor. Özenç, Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi’nde soyut normlar vasıtasıyla tarif edilen sosyal ve siyasal ilişkiler yerine somut güç mücadelelerinin biçimlendirdiği bir süreç olarak hukuk ve devlet ilişkisini ele alıyor. Ete kemiğe bürünmüş insanlarla, fiziki ve siyasi mücadelelerin şekillendirdiği hak alma süreçlerini ve bu süreçlerin nasıl tanzim edildiğini tartışıyor. Dolayısıyla soyutluk dünyasına ihraç edilip insanların hayatları üzerindeki etkisi görünmez kılınan hukuki süreçlerin, maddi bir zeminde somut insanların hayatına nasıl etki ettiğini ve somut siyasal sonuçlar ürettiğini tarihsel bir çerçeve içinde inceliyor. 
Özenç’in kitabındaki tezini şu sözleri özetliyor: “Siyasi iktidarın, istikrar ve sürekliliğini koruyabilmesi için hukuk devleti olarak örgütlenmesinin önemli bir ideolojik işlevi vardır. Erkek egemen ve sınıflı toplum yapısının biçimlendirdiği siyasi iktidar alanı ve iktidardan masun olduğu var sayılan özel alan, hukuk devletinin kurucu rolü aracılığıyla gayri şahsi bir düzenin parçaları olarak tahayyül edilir. Başta toplumsal cinsiyet ve kapitalist üretim tarzından kaynaklananlar olmak üzere, her türlü baskı ve sömürü ilişkisinden soyutlanmış eşit hukuki öznelerin, soyut normlar vasıtasıyla özgürce hukuki ilişkilere girdiği bu kurgusal düzende iktidar görünmez olur. Hukuk devleti ilkesinin bu ideolojik işlevi karşısında, devlet ve hukukun hiçbir zaman tarafsız ya da nesnel olmadığı ve olamayacağına dair saptama önem taşır. Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi hukukun maddi içeriğinin, onu üreten ve uygulayanlardan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini vurgulayan kapsamlı bir tartışma sunuyor.

7 Mart 2014 Cuma

YASANIN ÖNÜNDE

Yasanın Önünde (1915), Franz Kafka
Yasa’nın önünde bir kapıcı durmaktadır. Taşralı bir adam bu kapıcıya gelerek Yasa’ya kabul edilme ricasında bulunur. Fakat kapıcı şu anda buna izin vermeyeceğini söyler. Adam bunu bir an düşünür daha sonra kabul edilip edilmeyeceğini sorar. “Mümkün” der kapıcı, “fakat şimdi değil." Kapı, her zamanki gibi açık durduğundan ve kapıcı da kapının bir yanında dikildiğinde, adam da biraz öne eğilerek kapının girişinde pek de aydınlık olmayan içerisini şöyle bir görmeye çalışır. Bunu izleyen kapıcı güler ve şöyle der; “Eğer içeriye girmeyi bu kadar istiyorsan, benim reddime rağmen girmeyi bir dene istersen. Ama şunu bil; ben güçlüyüm ve ben kapıcıların en sonuncusuyum. Her salonun girişinde başka bir kapıcı ile karşılaşacaksın, her birisi bir öncekinden daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı öyle güçlü ki ben bile ona bakmaya dayanamıyorum.” Bunlar taşralı adamın beklediği zorluklardı. “Yasa elbette herkesin her zaman erişebileceği bir şey olmalıdır.” diye düşünüyordu. Ama şimdi, kürk mantosu içindeki, kocaman sivri burunlu, uzun, ince tatar sakallı kapıcıya baktıkça girme iznini alana kadar beklemenin daha iyi olacağına karar verdi. Kapıcı ona bir tabure verdi ve kapının bir yanına oturttu. Adam orada günlerce, yıllarca oturdu. Kabul edilmek için birçok girişimde bulundu ve ısrarcılığıyla kapıcıyı yordu. Kapıcı ara sıra onunla konuşuyor, ona evi ve başka şeyler hakkında sorular soruyordu. Ancak bu sorular büyük efendilerin sordukları sorular kadar kayıtsızca sorulmuş sorulardı. Ve konuşmalar hep henüz içeriye girmeyeceği cümlesi ile bitiyordu. Bu yolculuk için yanında pek çok şey getirmiş olan adam, sonunda kapıcıya rüşvet vere vere her şeyini tüketti. Memur her şeyi kabul etti ama hep şunu vurguladı: “Bunu kabul etmemin tek nedeni, acaba yapmadığım bir şey kaldı mı diye düşünmekten kurtarmaktır seni.” Bu yıllar boyunca adam dikkatini neredeyse sürekli bir biçimde kapıcı üstünde yoğunlaştırdı. Diğer kapıcıları unuttu, ve bu ilki ona yasaya erişim yolundaki engel gibi görmeye başladı. Kötü talihine lanet etti; ilk yıllarda yüksek sesle ağzına geleni söylüyordu, daha sonra yaşlandıkça yalnızca kendi kendine homurdanır oldu. Gitgide çocuklaştı; kapıcıyı uzun yıllardır temaşa ettiğinden ve kürk yakasının üstündeki pireleri dahi artık çok iyi tanıdığından, kapıcının fikrini değiştirmek için kendisine yardım etsinler diye pirelere bile yalvarmaya başladı. Gözleri zayıfladı, artık uzağı pek görmemeye başladı. Dünyanın gerçekten karanlık mı olduğu yoksa gözlerinin mi kendisini aldattığını bilmez oldu. Ama içinde bulunduğu karanlıkta, yasanın kapısından söndürülemez bir ışığın sızmakta olduğunun farkına varmıştı. Pek fazla zamanı kalmamıştı artık. Tam ölmeden önce bu uzun yıllar boyunca yaşadığı tecrübeler kafasında tek bir noktada, şu ana kadar kapıcıya sormamış olduğu bir soruda birleşti.
Elini sallayarak kapıcıya gelmesini işaret etti, çünkü artık kaskatı kesilmiş olan vücudunu kaldıramamaktaydı. Kapıcı ona doğru eğilmek zorunda kaldı, çünkü  aralarındaki boy farkı taşralı adamın aleyhine oldukça değişmişti. “Şimdi ne istiyorsun?” diye sordu kapıcı, “ne kadar tatmin olmaz adamsın.” “Herkes yasaya ulaşmaya çalışıyor.” dedi adam, “peki nasıl oluyor da bunca yıldır buraya benden başka, Yasa’ya kabul edilmek talebiyle gelen olmadı?” Kapıcı adamın hayatının sonuna geldiğini anlamıştı , adan iyice zayıflamış olan kulaklarını işitebilmesi için iyice yaklaşarak haykırdı: “Senden başka kimse kabul edilemezdi bu kapıdan, çünkü bu kapı yalnızca senin için yapılmıştı. Artık şimdi kapatacağım onu.”

4 Mart 2014 Salı

Tarihyazımı - tarihyorumu

Herodotos’un Aynası, gerek sunumuyla gerekse yaklaşımıyla sadece tarihçilik mesleğiyle değil, antropoloji, edebiyat eleştirisi, dinler tarihi alanlarıyla ilgili de yeni bir bakış sunuyor.

Walter Benjamin’in vurguladığı gibi tarih, kazananların zaferlerini anlatır hep. Tarihin enkazı altında kalanların, kaybedenlerin, yenilenlerin, ötekilerin belki de sadece sessiz çığlıkları kalmıştır. Benjamin’in “Tarihin havını tersine tarama” şeklinde önerdiği yaklaşımın da çoğu kez bu öteki ve ötekilik diyalektiğinden kurtulamadığını, onu bir türlü alt edemediğini görürsünüz. Tarih evraklarla, belgelerle yazılır. Geçmişten bugüne devreden kayıtlarla... Bu tarihçilik mesleğine bir yerde yorumculuk niteliği de katar. Geçmişten bugüne devreden kayıtların yeniden okunma, anlaşılma, yorumlanma ve tarihçinin anlatısına dahil edilme şekilleri bu yorumbilimin temel özellikleri arasında yer alır. Tarih yazımı disiplininin “bilimsel nesnesi” geçmiş olduğu kadar, geçmişi temsil ettiği düşünülen “kayıtlar”dır da; onların yorumlanması, alt edilmesi, ötekiliklerinin giderilmesi, anlaşılabilir ve anlatılabilir kılınmasıdır özde tarih disiplini.
Yazdığı tarih kitabıyla tarihçilik mesleğinin, vakanüvisliğin atası kabul edilen Herodot’u ve kitabını yorumlayan Hatrog metinler ve yorum ilişkisini Herodot’un Tarih kitabı özelinde şöyle anlatıyor: İşte böylece bir kültür (en azından bizimki) oluştu; bu kültür sürekli onu oluşturan “metinlere” dönmüş, bu metinleri ilk kez bile okunsalar yeniden okunuyorlarmış gibi evirip çevirmiştir. Bu kültür ister bundan gurur duysun, ister yakınsın, isterse bunları tahnit etsin ya da reddetsin, bu metinlerin ipliğiyle örülmüş ve sanki onlar tarafından “okunmuştur”. Bir kültür tarihçisinin görevi, bu metinlerin, yorumbilim diliyle söylersek, bir zamanlar yanıtlamış oldukları soruyu yeniden kurgulayarak, oluşumlarından günümüze kadar (kimi zaman da yokluklarıyla) yarattıkları beklenti ufuklarını yeniden çizerek, işareti ve ifadesi oldukları hesapları yeniden ortaya koyarak, birbiri ardına neden oldukları anlam kaymalarına yeniden parmak basarak, yeni bir okumaya açmaktır. Böylesi bir tarihselleştirmesi değil, onların güncel olmayan günceliklerini, yani artık sormadığımız, soramadığımız ya da sadece sormayı “unuttuğumuz” sorulara verdikleri yanıtları duyurmaktadır. Bir yazısal tür ve bir bilim dalı ile aynı adla anılan Herodotos’un Tarih’i, hiç kuşkusuz bir ana metin rolü oynamıştır.
Peter Burke’ün deyimiyle “bir tarihçinin yine bir tarihçi üzerine yaptığı en etkileyici çalışma” olan bu kitap Fransız Adademisi’ninMontyon Ödülü’nü kazandı. Hatrog, halen İtalya’da 1996’da yayımlanmaya başlayan 5 ciltlik I Greci başlıklı, Yunan dünyası üzerine yüzden fazla uluslararası araştırmacının yazılarını bir araya getiren yayının yönetim kurulunda yer almaktadır.
Herodotos’un Aynası, gerek sunumuyla gerekse yaklaşımıyla sadece tarihçilikle ilgilenenlere değil, antropoloji, edebiyat eleştirisi, dinler tarihi alanlarıyla ilgilenenlere de yeni bakışlar kazandırabilecek bir çalışma.