21 Eylül 2014 Pazar

İnsan haklarının arkasındaki vahşi tarih

2. Dünya Savaşı sonrasında ne oldu da özel bir tür insan hakları siyaseti ortaya çıktı? Bu siyasetin hukukla ilgisi nasıl gelişti? Mengele’nin Kafatası bu sorulara cevaplar arıyor. 

İnsan hakları söylemi her ne kadar Türkiye’nin siyasi gündemine 12 Eylül darbesinin akabinde girmişse de küresel ölçekte bu söylemlerin ortaya çıkışı 2. Dünya Savaşı sonuna denk gelir. İki dünya savaşı birden yaşamış Avrupa’da, bu savaşlar esnasında daha önce eşi görülmemiş ve sadece “savaş suçu” denip geçiştirilemeyecek önemdeki bazı uygulamaların eleştirisinden güç bulan “insan hakları söylemi” beraberinde kendi hukuki ve siyasi kurumlarını da getirdi. Peki, 2. Dünya Savaşı sonrasında ne oldu da özel bir tür insan hakları siyaseti ortaya çıktı? Bu siyasetin hukukla ilgisi nasıl gelişti? T. Keenan ve E. Weizman, Mengele’nin Kafatası ismini taşıyan kitaplarında “insan hakları söylemleri” etrafında adli estetiğin doğuşunu irdeleyerek bu sorulara makul cevaplar üretiyorlar. Çünkü 2. Dünya Savaşı sonunda, kötü şöhretli iki Nazi subayı farklı şekillerde ortaya çıkarıldı. A. Eichmann’ın 1960’ta Kudüs’te yargılanması, insan hakları ihlalleri davalarında “tanıklık çağı”nı başlattı. Josef Mengele Almanya’dan kaçtı ve hayatını Arjantin’de saklanarak sürdürdü. Mengele’nin  bedeni 1985’teki ölümünden sonra, Brezilya’daki bir morgun muayene masası üzerinde adli tıp ekibi tarafından kimliklendirildi.
Kitapta Keenan ve Weizman, insan hakları konusunda nesnenin ortaya çıkışını, takdim edilme koşullarını ve “şeylerin konuşmasını” yorumlarken başvurulan estetik faaliyetleri araştırıyor. Yazarlar, insan hakları siyasetinin, insan kalıntılarını fotoğraf, fotoğrafları insan kalıntıları gibi ele alan bilim insanları tarafından nasıl dönüştürüldüğünü gösteriyor. İnsan yaşamının tüm ayrıntılarına maruz kalan kemiklerin konuşması sağlanmıştı. Artık kurbanlar ve zalimler laboratuvarda yeniden ortaya çıkabilir ve mahkemedeki yerlerini alabilirdi. Adli estetiğin ortaya çıkışı konuşkan nesnenin ortaya çıkışıdır. Konuşan nesne tanık konumunu işgal eder ve böylece adalet bahsinde yepyeni bir sayfa açar. Kitap, böylelikle bizi “hukuki” olguların nasıl inşa edildiğini yeniden ele almaya sevk ederek, düşüncenin önüne yeni ve geniş bir coğrafya sunuyor.
Son dönemlerde özellikle hukuk süreçlerinde Türkiye’de yaşanan yasadışı dinleme, delil imal etme, kumpasla yargılama vb. tartışmaların sıkça yaşandığı göz önüne alınırsa “kanıtın doğa”sına dair eleştirel duyarlılıklarımızı yeniden gözden geçirip rafine etmemiz gerektiği de ortaya çıkıyor. Sadece insan hakları siyaseti ve hukukunda değil, diğer hukuki süreçlerde de adaletin tesisi bakımından adli bilimlerin sözde uzmanlığına ve ‘nesnelliği’ne güvenin giderek sarsıldığını göz önüne almak gerekiyor. Bu güvenin sarsılmasının doğurduğu ilk sonuç elbette adli süreçlere dair taşınan o büyük şüphe. Bu yönleriyle Mengele’nin Kafatası adalet, hukuk, siyaset ve toplum sorunlarını farklı bir çerçevede yeniden tartışmamızı ima eden önemde bir kitap.

SONSUZ SÖYLEŞİ'den


bir
Unutma ki niyetimiz halis olunca anlamlar da halis olur ve bil ki sen de ben de halis niyetli iki insanız. Teşekkür ediyorsun bunu söylediğim için, ama doğruyu söyledi diye bir insana teşekkür edilmez, çünkü doğruyu söylemek ifa edilmesi gerekli bir görevdir zaten.
Eğer ben ya da sen bozuk niyetli olsaydık iki şık olurdu önümüzde. Ya bu konuşma hiç olmazdı ya da başka türlü gelişirdi. El’an bir söyleşi yürüttüğümüze, yani ikinci şık olmayacağına göre bu sohbetin bu ana kadarki gelişiminden başka türlü gelişmesi de iki veya üç farklı devam yolu içerir. Devam yollarının ilkinde kavga ediyor olabiliriz, ikincisi ise bunun tam zıddı bir hal olabilir. Bir başka devam yolu daha var ki bu ilk ikisinden daha çok önemsenmesi gereken bir yoldur. Üçüncüsünü diyorum, sohbet ya da söyleşi dediğimiz halin olmadığı hali. Bu anlamda aramızda bir diyalog değil, bir monolog olabilir; monolog demişsem şu “ara” kelimesi de yersizleştiği için aradan çıkarılması gerekir.
Bütün bunları sana söylüyorum, çünkü bu diyalog boyunca zihnimin nasıl çalıştığını fark etmeni istiyorum. Zihnimin nasıl çalıştığını, ne kadar işlek olduğunu zaten bildiğini biliyorum. Ama kasdım zihinsel çalışmanın malzemesini dönüştürürken benimsediği usul, işe koştuğu fonksiyonlar değil salt; bunlarla birlikte asıl kasdım çalışmanın biçimi. Fark ettiğin üzere algoritmik bir zihnim var, duygusuz ve analitik. Biliyorsun ki düşünme eylemine duygu girdiği andan itibaren sırf zihin değildir işleyen, ruh ve kalb de devrededir
Konuşmamızın seyri üzerine az önce sana sunduğum düşünme biçimi bir yerde kalbsiz bir düşünme biçimidir ve aynı şekilde ruhsuzdur. Konuştuğum kişi sen ya da bir başkası olmuş konuşmamda ruh veya kalb yoksa çok bir şey fark etmez. Oysa bil ki dostum, bu konuşmada, bu söyleşide beni çeken unsur işte tam da bu, bu farkın oluşu. Bil ki bu farklılıktır beni susturan. Seni önemseyişim, senin ağzından çıkacak her kelimeye verdiğim değer. Eğer, dostum, benim senin kelimelerine verdiğim değeri bilmiş olsaydın konuşmak da senin için en az susmak kadar değerli olurdu. Çünkü bilirdin ki seni susturan da benim kelimelerimin senin için taşıdığı kıymettir.

iki
İnsan için kudema hep hayvan-ı natıka demiş, “konuşan canlı.” Konuşmak ile düşünmek arasında da derin bir bağ kurmuşlar, doğru düşünmenin ilm-i usulünü “mantık” olarak niteleyerek. Oysa sen de ben de biliyoruz ki, içinde bulunduğumuz toplumlar, şu modernler yani, düşünmeyi sırf akli kılıp hisseden, yani sevinen, üzülen, acı çeken, neşelenen varlığı ondan ayırt etmeyi de düşünmenin asli unsuru kılmışlar. “Öznellik” demişler üstelik bütün bu duyguları ifade etmeye. Belli bir alana, “edebiyat”a hapsetmeleri belki bu yüzden bu duyguların ifade edilmesini. “Duyguları işe karıştırma!” en önemli düsturu olmuş bir bakıma bu yüzden modernlerin. Duygular çünkü zihinsel üretimin verimliliğini düşüren, bu faaliyetten umulan kârı asgariye indiren marazlar olarak görülmüş. Benim suskunluğumun sana kırılmam yüzünden meydana geldiğini düşünmen, beni “duygularımı sürekli devrede tutmakla” itham etmen de bu sebepten bir bakıma. Oysa dostum modernlerin düşünme faaliyetinin marazı olarak küçümsedikleri “öznellikler”, biraz daha düşünülürse görülecektir ki, düşünme faaliyetinin kök saldığı topraktaki minerallerdir bir yerde. Düşünce ağacının kökleri bu minerallerden beslenerek büyütürler o pek sevdiğimiz, esansı bizi sarhoş eden, tadı sürekli dimağımızda yer etmiş meyveleri. Kimi düşünür, dostuyla kavga etmiştir de “kavga yazıları” bile kaleme almış, fikri üretiminin en nadide parçaları arasına bu kavga tonu yüksek metinleri ekleyebilmiştir Nietzsche gibi. Kimi ise, kendi düşüncelerinin öznelliğine öyle bir biçimde hapsolmuştur ki, fikir mimarisinin aslını esasını çökerteceğini düşündüğü maddi gerçeklikleri bile inkar etmeyi tercih etmiştir, Pluton gezegeninin bulunmasından bir hafta önce felsefi sisteminin bir gereği olarak artık güneş sisteminde başka gezegen olmadığını savlayan Hegel gibi.
Ama haklısın dostum düşünme faaliyetini tamamen duygulara endeksli “düşünmek” de yanlış olacaktır. İlkokul çağlarından beri bildiğimiz bir şey: Bütün güven sermayemizi beş duyumuza yatırmak bizi kolayca yanıltacak çıkarımlara yol açacaktır elbette. Aynı şekilde bütün fikri birikimimize duygularımızı yönetici atamamız da hata olacaktır.
Söyleşmek dostum, bazen susup bazen konuşarak, bazen düşünüp bazen hissederek, bazen şen çığlıklarla el çırpıp hayret ederek varoluşumuza, bazen şu hazin dünyanın gidişatı karşısında içerlenip öfkelenerek, bazense içlenip ağlayarak söyleşmek. Sesini duymasam da, yüzünü görmesem de senin hemen yanı başımda, belki karşımda şekerini karıştırdığın çayın bardağından çıkan şıkırtıları, kaşlarının inip kalkmalarını, göz kapaklarını kırpıştırmanı, seni dostum bu “sonsuz söyleşi”nin her anında bana cevap üreten öznelliğini hissetmiyor değilim.

Benzerim, dostum, kardeşim…
Cafcaf