Entelektüel ve siyasal bir hareket olarak kökleri on dokuzuncu yüzyıla dek uzanan İslamcılığın medeniyet ve tarih bilinci zaviyesinden iki temel yönelime sahip olduğu ileri sürülebilir: Bu yönelimlerden ilki İslamcılığa bir medeniyet refleksi nitelikleri kazandıran nostalji veçhesiyken ikincisi onun yeni bir medeniyet projesi olarak sivrilebilmesine imkan tanıyan ütopyacı veçhedir. Aslında İslamcılığın tarihsel gelişimi ve çeşitlenişi boyunca bu iki yönelim ve veçhe arasında gerilimli bir birliktelik ve diyaloğun var olduğu, bu gerilim ve diyaloğun Müslümanların modern dünyadaki kimliklerinin oluşumunda önemli roller üstlendiği söylenebilir. Bu yazıda Batılılaşma süreciyle birlikte Müslümanların düçar kaldıkları kültürel kimlik krizini, onların “etkin tarihselliğini” oluşturan bu iki veçheyle birlikte ele almaya gayret edecek, bu veçheler arasındaki gerilim ve diyaloğun çağdaş Müslüman öznelliğine olan etkilerini değerlendirmeye çalışacağız. Pek tabiidir ki bu çaba kendisine temel olarak belirli türden bir tarih bilincini seçecektir. Söz konusu veçhelerin analitik bir yorumu için “tarih bilinci” perspektifi kaçınılmazdır. Bu perspektif aynı zamanda İslamcılığın tarihsel gelişim ve çeşitlenişini de en azından önemli noktalarda göz önünde bulundurmak durumundadır. Sözünü ettiğimiz tarih bilinci görece modern bir şeydir; geçmişi değerlendirmenin daima bugünü değerlendirmek, geçmişi bugünde ve bugün için değerlendirmek anlamına geldiğini öngörür. Çiğdem(1997:26)’in yorumuna göre “İslam düşüncesi halihazırda ‘gelecek bir geçmiş tasarısı’ olarak vardır ve bu durum bütün İslam düşüncesinin modern problematiğinin kendisini oluşturur.” Bu problematik, kendi içerisinde yaşadığı bazı çatallanmalar haricinde, ayrıca modern zamanlarda egemenliğini kabul ettirmiş tarihsel ve toplumsal süreçlerle de diyalektik bir gerilim içerisindedir. Bu vasatta İslamcılığın tarih bilinci, İslamcılığın savunduklarını, onun kimlik krizine önerdiği çözümleri belirleyen önemli bir unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Bu açıdan nostalji ve ütopya kavramları bu bilincin oluşumunda etkin bir öznelliğe imkan tanıyan veçhelerin adı olarak ele alınabilirler.
Her şeyden önce bu iki veçhe de bugünün olumsuzlanmasında ortak duygulara sahiptir. Nostaljik veçhede, bugünün eleştirisi kısmen “geçmiş güzel günler edebiyatı” olarak nitelenebilecek bir duyarlılık ve tonda asıl ifadesini bulurken ütopyacı veçhede “gelecek güzel günlere” duyulan özlem ve umut işlerlik kazanmaktadır. Ancak, İslamcılık içerisinde “geçmişin kaybedilmiş güzellikleri” ile “geleceğin güzel günleri” edebiyatını aşan bir eleştirellik ve “tarih duygusu” her zaman iş başında olmuş ve söz konusu edebiyatların olumsuz etkilerine karşı bu eleştirellik bir elek niteliği taşımıştır. İslamcılığa hem bir medeniyet olma refleksi hem de yeni bir medeniyet kurma iradesini üstlenme cesareti veren en önemli şey kanaatimizce bu tür edebiyatları aşan bu tarihsel duygu ve eleştirel bilinçtir.
Gerçi, mevcut kültürel kimlik krizlerinin oluşumunda hem bu duygunun hem de eleştirelliğin önemli katkıları gözlemlenebilir. Ancak, “kriz” tarihsel bilinç ve eleştirellik söz konusu olduğunda çoğunlukla olumsuz bir anlama gelmez ya da getirilmemelidir. Her “kriz”, aynı zamanda bir “imkan” da sunar onu yaşayanlara. Bu noktada Müslümanların “her zorlukla beraber bir kolaylığın da var olduğuna”imanları tamdır. Bu yüzden modern dünyanın tahmil ettiği sorunlarla uğraşırken Müslümanların zorlukları zorluk, kolaylıkları kolaylık olarak kavrayabilme, zorluklar ile kolaylıkların içi çeliğini göz ardı etmeme liyakatini üstlenmeleri onlar açısından hem bir zorunluluk, hem bir sorumluluk, hem de yeni bir imkandır. Söz konusu zorunluluk, sorumluluk ve imkanlar dizisi, aynı zamanda, hem zorlukların hem de kolaylıkların “ne” olduğuna dair serinkanlı bir düşünme cehdini gösterebilmekle mukayyed bir şeydir. Bu meyanda, Müslümanların geçmiş, şimdi ve gelecekle teorik ve pratik, ama bilhassa pratik ilişkilerini yeniden gözden geçirme, değerlendirme ve hiç korkmadan eleştirme sorumlulukları vardır. Ne “geçmiş” bazı modernist Müslümanların zannettiği gibi yükünden öyle kolayca kurtulabileceğimiz bir şeydir ne de “gelecek” bazı gelenekselci Müslümanların korktuğu gibi tümden karanlık ve habis ruhlu bir hayalettir. Her ikisi de esasen bugünümüzde mevcut ve bugünümüzle ilgili tasavvurlar olarak el’an vardırlar ve bu süreklilik formunda ele alınmayı hak etmektedirler. Bu noktada Müslümanlar içinde bulundukları krizi, yani hem krize yol açan tarihsel ve toplumsal şartlan hem de doğrudan krizin görünümlerini kendi perspektiflerinden yorumlamak, izah etmek ve onun üstesinden gelmenin yollarını aramak durumundadırlar. Söz gelimi Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıların bir “tarih krizinden neş’et ettiğini söylemek mümkündür (Kılıçbay 1999:48). Bu tarih krizi kanaatimizce medeniyet değiştirme çabalarından beslenen, bu çabalarla mukayyed bir tarihsel rota değişikliğini ifade eder. Türkiye’de İslamcılık bu rota değişikliğine verilen, ona karşı üretilen bir cevap olma niteliğini taşımasına karşın bu tarih krizinin makul bir izahını halen sunamamıştır. İslamcılığın bu krize yeterli bir cevap tescil edip etmediği hususu açık bırakılmak kaydıyla kendisinin de bu sürece dahil bir unsur olup olmadığı bu açıdan tartışılabilir. İslamcılık bir “tarih bilinci”ne sahip midir? Varsa bu bilinçte etkin olan unsurlar nelerdir? İslamcılığın sahip olduğu tarih bilinci ile modernliğin tarihselliği arasında ne tür bağlantılar, çelişkiler, zıtlıklar ve çatışmalar bulgulanabilir? Bu sorular aşağıdaki bölümlerde tartışılmaya çalışılacaktır.
Evrimci Tarih Anlayışları, Tarih Krizi ve İslamcılık
Yaşadığımız tarih krizi Batılı tarihin ve Batı’nın tarihsel serüveninin ökümenik ve evrensel bir niteliğe sahip olduğunun, yani diğer kültür ve toplumların bu tarihin geri aşamalarını teşkil ettiğinin düşünülmesiyle başlamıştır. Bu düşünceye uygun olarak Türkiye’nin yaşadığı sorunlar ya Batı’nın yaşadığı kimi tecrübelerin (dinsel reform, kapitalist birikim, aydınlanma, sanayi devrimi, sekülerleşme vb.) Türkiye’de vuku bulmamasından neş’et eden ya da farklı toplumsal ve kültürel örüntülerin (Doğu ile Batı’nın, İslam ile Hıristiyanlığın) aynı potada karşı karşıya getirilmesinden beslenen bir “şizofrenik kültürün”(Shayegan 1991) sorunları olarak algılanır. Bazı yaklaşımlarda bu “şizofrende kültür” Türkiye’nin jeo-politik konumu ile ilişkilendirilerek Doğu-Batı, Türk-İslam ya da -Z. Gökalp’ in ünlü teslisiyle- Türk-İslam-Batı sentezleriyle aşılabilecek bir imkan olarak ortaya atılır.
Tarihin on sekizinci yüzyılda gelişen evrimci ve ilerlemeci tarih felsefelerinin bir icadı olarak Batı’ya inhisar ettirilmesi, diğer toplumların tarihinin Batılı tarihin prototarihi olduğu önyargısı bu düşünce ve algıların değişmez bileşenidir. Gerçekten de Batı kendi kimliğini Doğuyu ve kendi haricinde tuttuğu diğer toplumları “ötekileştirerek tanımlamış, kendini tarihin evrimsel basamaklarının en tepesine yerleştirmiştir. Modern Batılı kimliğin oluşumu bu açıdan farklılık nosyonuna yaslanır. Batı, diğerlerinden farklı olmaklığıyla Batı’dır bu tanıma göre. Batıyı Batı kılan bazı özelliklerin yokluğu diğerlerini Batı’dan ayıran, dahası Batı’yı tarihsel olarak onlara nazaran imtiyazlı yapan önemli bir etkendir. Batı’nın kendisini diğer toplum ve kültürler üzerinden tanımlaması, bu toplum ve kültürleri “ötekileştirmesi” onun evrimsel ilerlemeci bir tarih modelini kurmasına da yardımcı olmuştur. Buna mukabil olarak, İslam kendi klasik çağında temsil ettiği hakikati asla diğerine bakarak tanımlamamıştır. İslam medeniyeti kendi hakikatini diğer kültür ve medeniyetlerin hakikat ya da yanlışlarını araştırarak kurmaya uğraşmamıştır (Sayın 1997). Ancak bu durum on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda bir çok cephe ve coğrafyada Batıyla giriştiğimiz ölüm-kalım savaşını kaybetmemizin bir neticesi olarak tedricen değişmiştir. Başta ulema, okumuşlar ve riyaset erbabı olmak üzere Müslüman toplumların önde gelen bir çok kesimi modernleşme çabalarına hazır bir entelektüel ve kültürel ortama imkan tanımışlardır (Aktay 1999). İslamcılık entelektüel ve siyasal bir program olarak böylesi bir ortama doğmuştur. Bu ortamda İslamcılık ile Batılılaşmanın oluşturduğu tartışma bağlamına dikkat edilirse görülecek olan ilk şey ağır bir yenilgi psikozudur. Bu yenilgi psikozu içerisinde Batılı evrimsel tarih anlayışları, ilerlemecilik, pozitivizm vb. olgularla birlikte ve bizce bütün bunlardan daha önemli olacak bir biçimde Batı tarihinin ökümenik-evrenselcolduğu iddiaları bazen açıktan bazen de zımni olarak kabullenilmek zorunda kalınmıştır. İslamcılığın tarih algılarının bu noktada yeterince berrak sayılmadığını halen gözlemeye devam etmekteyiz. Liberalizmin egemen olduğu dönemlerde liberal İslamcılık, sosyalizmin egemen olduğu dönemlerde “İslam Sosyalizmi”, küreselleşme söylemlerinin egemen olduğu dönemlerde yersiz bir kozmopolitizm İslamcı söyleme halcim temalar olarak dahil olmaktadırlar. Bu temaların “yabancılaştırma efekti” olarak İslamcı söyleme dahil oluşu öte yandan bu söylemin kendi içerisindeki bütünselliği, derinliği ve sürekliliği yitirmesine yol açmaktadır.
İslamcı söylemin fragmanlaşması, her yeni tarihsel dönemde bu fragmanlardan bir başkasının egemenliği altına girişi, dün savunulanın bugün herhangi bir gerekçe göstermeksizin inkar edilişine, değişim adına değişim arayışlarına sebebiyet vererek onu tutarsızlaştırmaktadır.
Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık
İslamcılığın, ilk beliriş yıllarında, ağırlıklı olarak nostaljik nitelikler sergilemesi, bu niteliklerin onun sonraki gelişim tarihine derinliğine işlemesiyle sonuçlanmıştır. Bu nostaljik niteliklerin oluşum sebepleri arasında Batı’nın ve Batılılaşmanın gösterdiği pervasızlık ve saldırganlık yer alıyorsa da İslamcılığın ilk kez Batı’da ortaya çıktığı ileri sürülen “tarih devrimi”nden nisbeten uzak oluşu da hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir. İslamcılık “tarih devrimi” olarak adlandırılan gelişmeye karşı yeterli bir cevap üretememiş, Batı merkezci bir düşünce rotasını izlemek zorunda kalmıştır. Klasik İslam tarih yazımcılığının alabildiğine nesnel, yansız, hatta bir ölçüye dek Asr-ı Saadet haricinde kalan geçmişimizi önemsizleştiren tutumu (Laroui 1991) İslamcılığın geçmişe ilişkin yürüttüğü muhasebeye de sirayet etmiştir. Bu yüzden İslamcılığın tarihe ilişkin yargıları büyük ölçüde romantik bir vasfa bürünmüş, İslamcılığın tarihsel muhasebesi İslam’ın gerçekte ne olduğunu ortaya koyma çabasıyla eşzamanlı bir biçimde gelişmesine karşın sözlü/rivayetçi kültürün sınırlarını aşamamıştır. On dokuzuncu yüzyılda ve onu takiben yirminci yüzyılın başlarında İslamcılığın sergilediği özür dileyici/teslimiyetçi bazı tutumların İslam’ın gerçekte ne olduğu sorusuna doyurucu bir cevap üretemeyişlerinin bir sebebi de kanaatimizce bu sözlü/rivayetçi kültürün etki alanı içinde aranmalıdır. Ayrıca, bu cevapların oluşumunda Batı(lılaşma)nın olumsuz etkisi kayda değer bir boyuttadır. Nostaljik veçhe, o dönemlerde Müslümanların büsbütün Batılılaşma seline kapılmalarını önlemişse de onların bilinçlerinde ağır yaralar açılmasına yol açan kuşkuları gidermeye yetmemiştir. Bunun sonucunu ise Y. Kaplan şu satırlarla özetlemektedir: “Bir yandan kendi kültürel kodlarımızı, dinamiklerimizi, anlam haritalarımızı yeniden icat etmekte başarısız olmamız, öte yandansa hayali, gerçekte var olan Batıyla pek fazla ilişkisi olmayan sözüm ona batılılaşma/ kültür ve medeniyet değiştirme projesi geliştirme çabası içine girmemiz, epistemolojik ve ontolojik bir kırılma süreci, yani bir fetret dönemi yaşamamıza yol açtı” (Kaplan 2000:18). Bu satırların da zımnen ifade ettiği gibi İslamcılık bir medeniyet refleksi olarak doğmasına karşın bu niteliğini yeterince sergileyememiş ve fetret dönemi umulanın ötesinde bir uzunluğa erişmiştir.
Benzeri bir durum İslamcılığın ütopyacı veçhesinde de gözlemlenebilir. İslamcılık yeni bir medeniyet perspektifi, projesi olarak kendini tanımladığında başvurduğu ilk unsur daima ve sadece “geçmiş”; geçmişin ya bütünüyle reddi ya da bütünüyle kabulü olmuştur. Gerçekte ilk tavır Batı(lılaşmacı) yaklaşımlarla paylaştığımız bir tavırdır. Geçmişi bütünüyle reddetmekle onun içerdiği kötülüklerden kurtulabileceğimiz sanısı bu tavrın tercihinde asıl saik olarak göze batmaktadır. Oysa geçmiş sadece geçip gitmiş olan değildir. İnsan hayatında “saf bir unutma” asla vaki olmamıştır. Geçmişin kötülükleri bizim onları büsbütün reddetmemizle ortadan kalkacak kötülükler olarak kavranamaz. Bu kötülükler biz ancak onlarla cesurca yüzleşmeyi seçtiğimiz an üstesinden gelinebilecek kötülüklerdendir. İkinci tavır, yani gelenekselcilik olarak adlandırılabilecek tavır ise bugünün ve geleceğin getirmesi muhtemel kötülüklere karşı ihtiyaç duyduğumuz eleştirel rikkati bize tedarik etmesine karşın büsbütün “yeni” tartışma problematiklerini geleneğe ekleyerek, onları gelenekselleştirerek temellük etmiş; yeni şartların oluşturduğu ortama uygun kültürel kod ve anlam haritalarım icad etmede başarısızlığa düşmüştür (Laroui 1991). Bu başarısızlık, geçmişe ait düşünce kalıpları aracılığıyla bugünün ve geleceğin sorunlarıyla mücadele etme yanılgısını doğurmuştur. Böylece İslamcılığın doğuş yıllarında sahip olduğu “tarih duygusu’nun etkin bir “tarihsel bilince” dönüşememesi yaşadığımız tarih krizini derinleştirmiştir. İslamcılığın “zayıf bir tarihselliğe” sahip olduğunu ileri süren sosyolojik yaklaşımların eğer bir haklılık payı varsa burada aranmalıdır söz konusu pay. Bu zayıf tarihsellik aynı zamanda İslamcılığın toplumsal bir kimlik olarak inşası çabalarının da zaaf noktasını teşkil etmektedir. İslamcılığın tarih ve toplumla kurduğu iletişimin bu anlamda bir iletişimsizlik olarak vasf edilip vasf edilemeyeceği bile düşünülebilir.
Tarih bilinci her türlü kültürel, toplumsal, siyasal kimliğin oluşumunda büyük bir öneme sahiptir. Bir kimlik krizinden söz etmeyi mümkün kılan şey yaşadığımız tarih krizidir. İslamcılık, eğer eleştirilecekse bu krize yeterli bir cevap üretememiş olmakla eleştirilmelidir, başka bir şeyle değil. Bu açıdan İslamcılık gelenek ile modernlik arasına sıkışmış bir bilinci temsil eder. Her ne kadar bu bilincin “şizofrenik” olduğunu iddia etmek mümkünse de bu iddia “ara”da olmanın ontolojik tekinsizliğine müracaatla haklılaştırılabilecek bir iddia görünümüne sahiptir. Ontolojik olarak “arada olmak” her zaman tekinsiz bir konumda olmak anlamına gelmeyebilir. Arada olmak, İslamcılığın bu tarihsel ve toplumsal muhayyerliği, belki de onun en önemli imkanlarından biridir…
Umran
Referans:
AKTAY, Yasin, 1999, Türk Dininin Sosyolojik imkanı,İstanbul: İletişim.
ÇİĞDEM, Ahmet, 1997, "Gelecek Bir Geçmiş Tasarısı Olarak İslam Düşüncesi", Birikim,No: 95.
GÜZEL, Murat, 2000, “Siyasal İslam'ın Geleceği”, Umran, No: 69.
KAPLAN, Yusuf, 2000, “Kimlik Sorunu: Fetret Dönemi Krizi”, Umran, No:69.
KILIÇBAY, M. Ali, 1999, “Nominal Tarihle Reci Tarihin Karşılaştığı Noktada Kriz”, DüşünenSiyaset,No:l.
LAROUİ, Abdullah, 1991, Tarihselcilik ve Gelenek(çcv. H. Bacanlı), Vadi: Ankara
SAYIN, Zeynep B.,1997, “Filoloji ve İslam:Yeni Bir Kültürel Okumaya Doğru”, Birikim,No: 95.
SHAYEGAN, Daryush, 1991, Yaralı Bilinç(çev. H. Bayrı), Metis: İstanbul.
Kaynak: Umran Dersgisi: Haziran 2000, Sayı:70, Sayfa:15-19