19 Haziran 2015 Cuma

Kültürel Kimlik Krizi ve Siyasal İslam

Entelektüel ve siyasal bir hareket olarak kök­leri on dokuzuncu yüzyıla dek uzanan İs­lamcılığın medeniyet ve tarih bilinci zavi­yesinden iki temel yönelime sahip olduğu ileri sü­rülebilir: Bu yönelimlerden ilki İslamcılığa bir me­deniyet refleksi nitelikleri kazandıran nostalji veçhesiyken ikincisi onun yeni bir medeniyet projesi olarak sivrilebilmesine imkan tanıyan ütopyacı veçhedir. Aslında İslamcılığın tarihsel gelişimi ve çeşitlenişi boyunca bu iki yönelim ve veçhe arasın­da gerilimli bir birliktelik ve diyaloğun var olduğu, bu gerilim ve diyaloğun Müslümanların modern dünyadaki kimliklerinin oluşumunda önemli rol­ler üstlendiği söylenebilir. Bu yazıda Batılılaşma süreciyle birlikte Müslümanların düçar kaldıkları kültürel kimlik krizini, onların “etkin tarihselliğini” oluşturan bu iki veçheyle birlikte ele almaya gayret edecek, bu veçheler arasındaki gerilim ve diyaloğun çağdaş Müslüman öznelliğine olan etkile­rini değerlendirmeye çalışacağız. Pek tabiidir ki bu çaba kendisine temel olarak belirli türden bir tarih bilincini seçecektir. Söz konusu veçhelerin analitik bir yorumu için “tarih bilinci” perspektifi kaçınıl­mazdır. Bu perspektif aynı zamanda İslamcılığın tarihsel gelişim ve çeşitlenişini de en azından önemli noktalarda göz önünde bulundurmak du­rumundadır. Sözünü ettiğimiz tarih bilinci görece modern bir şeydir; geçmişi değerlendirmenin da­ima bugünü değerlendirmek, geçmişi bugünde ve bugün için değerlendirmek anlamına geldiğini öngörür. Çiğdem(1997:26)’in yorumuna göre “İs­lam düşüncesi halihazırda ‘gelecek bir geçmiş tasa­rısı’ olarak vardır ve bu durum bütün İslam dü­şüncesinin modern problematiğinin kendisini oluşturur.” Bu problematik, kendi içerisinde yaşa­dığı bazı çatallanmalar haricinde, ayrıca modern zamanlarda egemenliğini kabul ettirmiş tarihsel ve toplumsal süreçlerle de diyalektik bir gerilim içeri­sindedir. Bu vasatta İslamcılığın tarih bilinci, İs­lamcılığın savunduklarını, onun kimlik krizine önerdiği çözümleri belirleyen önemli bir unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Bu açıdan nostalji ve ütopya kavramları bu bilincin oluşumunda etkin bir öznelliğe imkan tanıyan veçhelerin adı olarak ele alınabilirler.
Her şeyden önce bu iki veçhe de bugünün olumsuzlanmasında ortak duygulara sahiptir. Nos­taljik veçhede, bugünün eleştirisi kısmen “geçmiş güzel günler edebiyatı” olarak nitelenebilecek bir duyarlılık ve tonda asıl ifadesini bulurken ütopyacı veçhede “gelecek güzel günlere” duyulan özlem ve umut işlerlik kazanmaktadır. Ancak, İslamcılık içerisinde “geçmişin kaybedilmiş güzellikleri” ile “geleceğin güzel günleri” edebiyatını aşan bir eleştirellik ve “tarih duygu­su” her zaman iş başın­da olmuş ve söz konusu edebiyatların olumsuz etkilerine karşı bu eleştirellik bir elek nite­liği taşımıştır. İslamcılı­ğa hem bir medeniyet olma refleksi hem de yeni bir medeniyet kurma iradesini üstlen­me cesareti veren en önemli şey kanaatimiz­ce bu tür edebiyatları aşan bu tarihsel duygu ve eleştirel bilinçtir.
Gerçi, mevcut kültürel kimlik krizlerinin olu­şumunda hem bu duy­gunun hem de eleştirelliğin önemli katkıla­rı gözlemlenebilir. An­cak, “kriz” tarihsel bi­linç ve eleştirellik söz konusu olduğunda ço­ğunlukla olumsuz bir anlama gelmez ya da getirilmemelidir. Her “kriz”, aynı zamanda bir “imkan” da sunar onu yaşayanlara. Bu noktada Müslümanların “her zorlukla bera­ber bir kolaylığın da var olduğuna”imanları tamdır. Bu yüzden modern dünyanın tahmil ettiği sorunlarla uğra­şırken Müslümanların zorlukları zorluk, kolaylıkları kolaylık olarak kavrayabilme, zorluklar ile kolaylıkların içi çeliğini göz ardı etmeme liyakatini üstlenmeleri onlar açısından hem bir zorunluluk, hem bir sorumluluk, hem de yeni bir imkandır. Söz konusu zorunluluk, sorumluluk ve imkanlar dizisi, aynı zamanda, hem zorlukların hem de ko­laylıkların “ne” olduğu­na dair serinkanlı bir düşünme cehdini gös­terebilmekle mukayyed bir şeydir. Bu meyanda, Müslümanların geçmiş, şimdi ve gelecekle te­orik ve pratik, ama bil­hassa pratik ilişkilerini yeniden gözden geçir­me, değerlendirme ve hiç korkmadan eleştir­me sorumlulukları var­dır. Ne “geçmiş” bazı modernist Müslümanların zannettiği gibi yükünden öyle kolayca kurtulabileceğimiz bir şeydir ne de “gelecek” bazı gelenekselci Müslümanların korktuğu gibi tümden karanlık ve habis ruhlu bir hayalet­tir. Her ikisi de esasen bugünümüzde mevcut ve bugünümüzle ilgili tasavvurlar olarak el’an vardırlar ve bu sürekli­lik formunda ele alın­mayı hak etmektedirler. Bu noktada Müslümanlar içinde bulundukları krizi, yani hem krize yol açan tarihsel ve toplumsal şartlan hem de doğrudan krizin görü­nümlerini kendi perspektiflerinden yorumlamak, izah etmek ve onun üstesinden gelmenin yollarını aramak durumundadırlar. Söz gelimi Türkiye’nin yaşadığı sıkıntıların bir “tarih kri­zinden neş’et ettiğini söylemek mümkündür (Kılıçbay 1999:48). Bu tarih krizi kanaatimizce mede­niyet değiştirme çabalarından beslenen, bu çabalarla mukayyed bir tarihsel rota değişikliğini ifade eder. Türkiye’de İslamcılık bu rota değişikliğine verilen, ona karşı üretilen bir cevap olma niteliğini taşımasına karşın bu tarih krizinin makul bir iza­hını halen sunamamıştır. İslamcılığın bu krize ye­terli bir cevap tescil edip etmediği hususu açık bı­rakılmak kaydıyla kendisinin de bu sürece dahil bir unsur olup olmadığı bu açıdan tartışılabilir. İs­lamcılık bir “tarih bilinci”ne sahip midir? Varsa bu bilinçte etkin olan unsurlar nelerdir? İslamcılığın sahip olduğu tarih bilinci ile modernliğin tarihselliği arasında ne tür bağlantılar, çelişkiler, zıtlıklar ve çatışmalar bulgulanabilir? Bu sorular aşağıdaki bölümlerde tartışılmaya çalışılacaktır.
Evrimci Tarih Anlayışları, Tarih Krizi ve İslamcılık
Yaşadığımız tarih krizi Batılı tarihin ve Batı’nın ta­rihsel serüveninin ökümenik ve evrensel bir niteli­ğe sahip olduğunun, yani diğer kültür ve toplumların bu tarihin geri aşamalarını teşkil ettiğinin düşünülmesiyle başlamıştır. Bu düşünceye uygun olarak Türkiye’nin yaşadığı sorunlar ya Batı’nın yaşadığı kimi tecrübelerin (dinsel reform, kapitalist birikim, aydınlanma, sanayi devrimi, sekülerleşme vb.) Türkiye’de vuku bulmamasından neş’et eden ya da farklı toplumsal ve kültürel örüntülerin (Doğu ile Batı’nın, İslam ile Hıristiyanlığın) aynı potada karşı karşıya getirilmesinden beslenen bir “şizofrenik kültürün”(Shayegan 1991) sorunları olarak algılanır. Bazı yaklaşımlarda bu “şizofrende kültür” Türkiye’nin jeo-politik konumu ile ilişkilendirilerek Doğu-Batı, Türk-İslam ya da -Z. Gökalp’ in ünlü teslisiyle- Türk-İslam-Batı sentezle­riyle aşılabilecek bir imkan olarak ortaya atılır.
Tarihin on sekizinci yüzyılda gelişen evrimci ve ilerlemeci tarih felsefelerinin bir icadı olarak Batı’ya inhisar ettirilmesi, diğer toplumların tarihi­nin Batılı tarihin prototarihi olduğu önyargısı bu düşünce ve algıların değişmez bileşenidir. Gerçek­ten de Batı kendi kimliğini Doğuyu ve kendi hari­cinde tuttuğu diğer toplumları “ötekileştirerek ta­nımlamış, kendini tarihin evrimsel basamakları­nın en tepesine yerleştirmiştir. Modern Batılı kim­liğin oluşumu bu açıdan farklılık nosyonuna yasla­nır. Batı, diğerlerinden farklı olmaklığıyla Batı’dır bu tanıma göre. Batıyı Batı kılan bazı özelliklerin yokluğu diğerlerini Batı’dan ayıran, dahası Batı’yı tarihsel olarak onlara nazaran imtiyazlı yapan önemli bir etkendir. Batı’nın kendisini diğer top­lum ve kültürler üzerinden tanımlaması, bu top­lum ve kültürleri “ötekileştirmesi” onun evrimsel ilerlemeci bir tarih modelini kurmasına da yar­dımcı olmuştur. Buna mukabil olarak, İslam kendi klasik çağında temsil ettiği hakikati asla diğerine bakarak tanımlamamıştır. İslam medeniyeti kendi hakikatini diğer kültür ve medeniyetlerin hakikat ya da yanlışlarını araştırarak kurmaya uğraşma­mıştır (Sayın 1997). Ancak bu durum on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda bir çok cephe ve coğ­rafyada Batıyla giriştiğimiz ölüm-kalım savaşını kaybetmemizin bir neticesi olarak tedricen değiş­miştir. Başta ulema, okumuşlar ve riyaset erbabı olmak üzere Müslüman toplumların önde gelen bir çok kesimi modernleşme çabalarına hazır bir entelektüel ve kültürel ortama imkan tanımışlardır (Aktay 1999). İslamcılık entelektüel ve siyasal bir program olarak böylesi bir ortama doğmuştur. Bu ortamda İslamcılık ile Batılılaşmanın oluşturduğu tartışma bağlamına dikkat edilirse görülecek olan ilk şey ağır bir yenilgi psikozudur. Bu yenilgi psiko­zu içerisinde Batılı evrimsel tarih anlayışları, ilerlemecilik, pozitivizm vb. olgularla birlikte ve bizce bütün bunlardan daha önemli olacak bir biçimde Batı tarihinin ökümenik-evrenselcolduğu iddiaları bazen açıktan bazen de zımni olarak kabullenil­mek zorunda kalınmıştır. İslamcılığın tarih algıla­rının bu noktada yeterince berrak sayılmadığını halen gözlemeye devam etmekteyiz. Liberalizmin egemen olduğu dönemlerde liberal İslamcılık, sosyalizmin egemen olduğu dönemlerde “İslam Sosyalizmi”, küreselleşme söylemlerinin egemen olduğu dönemlerde yersiz bir kozmopolitizm İs­lamcı söyleme halcim temalar olarak dahil olmaktadırlar. Bu temaların “yabancılaştırma efekti” olarak İslamcı söy­leme dahil oluşu öte yandan bu söy­lemin kendi içeri­sindeki bütünselli­ği, derinliği ve sü­rekliliği yitirmesi­ne yol açmaktadır.
İslamcı söylemin fragmanlaşması, her yeni tarihsel dönemde bu frag­manlardan bir baş­kasının egemenliği altına girişi, dün savunulanın bu­gün herhangi bir gerekçe göster­meksizin inkar edilişine, değişim adına değişim arayışlarına sebebiyet vererek onu tutarsızlaştırmaktadır.
Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık
İslamcılığın, ilk beliriş yıllarında, ağırlıklı olarak nostaljik nitelikler sergilemesi, bu niteliklerin onun sonraki gelişim tarihine derinliğine işleme­siyle sonuçlanmıştır. Bu nostaljik niteliklerin olu­şum sebepleri arasında Batı’nın ve Batılılaşmanın gösterdiği pervasızlık ve saldırganlık yer alıyorsa da İslamcılığın ilk kez Batı’da ortaya çıktığı ileri sürülen “tarih devrimi”nden nisbeten uzak oluşu da hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir. İslamcılık “tarih devrimi” olarak adlandırılan gelişmeye karşı yeterli bir cevap üretememiş, Batı merkezci bir düşünce rotasını izlemek zorunda kalmıştır. Klasik İslam tarih yazımcılığının alabildiğine nesnel, yan­sız, hatta bir ölçüye dek Asr-ı Saadet haricinde ka­lan geçmişimizi önemsizleştiren tutumu (Laroui 1991) İslamcılığın geçmişe ilişkin yürüttüğü mu­hasebeye de sirayet etmiştir. Bu yüzden İslamcılı­ğın tarihe ilişkin yargıları büyük ölçüde romantik bir vasfa bürünmüş, İslamcılığın tarihsel muhase­besi İslam’ın ger­çekte ne olduğunu ortaya koyma ça­basıyla eşzamanlı bir biçimde geliş­mesine karşın sözlü/rivayetçi kültü­rün sınırlarını aşamamıştır. On dokuzuncu yüzyılda ve onu takiben yir­minci yüzyılın baş­larında İslamcılığın sergilediği özür dileyici/teslimiyetçi bazı tutumların İs­lam’ın gerçekte ne olduğu sorusuna doyurucu bir cevap üretemeyişlerinin bir sebebi de kanaatimizce bu sözlü/rivayetçi kültü­rün etki alanı içinde aranmalıdır. Ayrıca, bu cevapların oluşumunda Batı(lılaşma)nın olumsuz etkisi kayda değer bir boyuttadır. Nostaljik veçhe, o dönemlerde Müslümanların büsbütün Batılılaşma seline kapılmaları­nı önlemişse de onların bilinçlerinde ağır yaralar açılmasına yol açan kuşkuları gidermeye yetme­miştir. Bunun sonucunu ise Y. Kaplan şu satırlarla özetlemektedir: “Bir yandan kendi kültürel kodla­rımızı, dinamiklerimizi, anlam haritalarımızı yeni­den icat etmekte başarısız olmamız, öte yandansa hayali, gerçekte var olan Batıyla pek fazla ilişkisi olmayan sözüm ona batılılaşma/ kültür ve medeni­yet değiştirme projesi geliştirme çabası içine gir­memiz, epistemolojik ve ontolojik bir kırılma sü­reci, yani bir fetret dönemi yaşamamıza yol açtı” (Kaplan 2000:18). Bu satırların da zımnen ifade et­tiği gibi İslamcılık bir medeniyet refleksi olarak doğmasına karşın bu niteliğini yeterince sergileyememiş ve fetret dönemi umulanın ötesinde bir uzunluğa erişmiştir.
Benzeri bir durum İslamcılığın ütopyacı veç­hesinde de gözlemlenebilir. İslamcılık yeni bir me­deniyet perspektifi, projesi olarak kendini tanımla­dığında başvurduğu ilk unsur daima ve sadece “geçmiş”; geçmişin ya bütünüyle reddi ya da bütü­nüyle kabulü olmuştur. Gerçekte ilk tavır Batı(lılaşmacı) yaklaşımlarla paylaştığımız bir tavırdır. Geçmişi bütünüyle reddetmekle onun içerdiği kö­tülüklerden kurtulabileceğimiz sanısı bu tavrın tercihinde asıl saik olarak göze batmaktadır. Oysa geçmiş sadece geçip gitmiş olan değildir. İnsan hayatında “saf bir unutma” asla vaki olmamıştır. Geçmişin kötülükleri bizim onları büsbütün red­detmemizle ortadan kalkacak kötülükler olarak kavranamaz. Bu kötülükler biz ancak onlarla ce­surca yüzleşmeyi seçtiğimiz an üstesinden geline­bilecek kötülüklerdendir. İkinci tavır, yani gelenekselcilik olarak adlandırılabilecek tavır ise bugü­nün ve geleceğin getirmesi muhtemel kötülüklere karşı ihtiyaç duyduğumuz eleştirel rikkati bize te­darik etmesine karşın büsbütün “yeni” tartışma problematiklerini geleneğe ekleyerek, onları gele­nekselleştirerek temellük etmiş; yeni şartların oluşturduğu ortama uygun kültürel kod ve anlam haritalarım icad etmede başarısızlığa düşmüştür (Laroui 1991). Bu başarısızlık, geçmişe ait düşün­ce kalıpları aracılığıyla bugünün ve geleceğin sorunlarıyla mücadele etme yanılgısını doğurmuş­tur. Böylece İslamcılığın doğuş yıllarında sahip ol­duğu “tarih duygusu’nun etkin bir “tarihsel bilin­ce” dönüşememesi yaşadığımız tarih krizini derin­leştirmiştir. İslamcılığın “zayıf bir tarihselliğe” sa­hip olduğunu ileri süren sosyolojik yaklaşımların eğer bir haklılık payı varsa burada aranmalıdır söz konusu pay. Bu zayıf tarihsellik aynı zamanda İslamcılığın toplumsal bir kimlik olarak inşası ça­balarının da zaaf noktasını teşkil etmektedir. İs­lamcılığın tarih ve toplumla kurduğu iletişimin bu anlamda bir iletişimsizlik olarak vasf edilip vasf edilemeyeceği bile düşünülebilir.
Tarih bilinci her türlü kültürel, toplumsal, siya­sal kimliğin oluşumunda büyük bir öneme sahip­tir. Bir kimlik krizinden söz etmeyi mümkün kılan şey yaşadığımız tarih krizidir. İslamcılık, eğer eleş­tirilecekse bu krize yeterli bir cevap üretememiş olmakla eleştirilmelidir, başka bir şeyle değil. Bu açıdan İslamcılık gelenek ile modernlik arasına sı­kışmış bir bilinci temsil eder. Her ne kadar bu bi­lincin “şizofrenik” olduğunu iddia etmek müm­künse de bu iddia “ara”da olmanın ontolojik tekinsizliğine müracaatla haklılaştırılabilecek bir id­dia görünümüne sahiptir. Ontolojik olarak “arada olmak” her zaman tekinsiz bir konumda olmak anlamına gelmeyebilir. Arada olmak, İslamcılığın bu tarihsel ve toplumsal muhayyerliği, belki de onun en önemli imkanlarından biridir…
Umran
Referans:
AKTAY, Yasin, 1999, Türk Dininin Sosyolojik imkanı,İstanbul: İleti­şim.
ÇİĞDEM, Ahmet, 1997, "Gelecek Bir Geçmiş Tasarısı Olarak İslam Düşüncesi", Birikim,No: 95.
GÜZEL, Murat, 2000, “Siyasal İslam'ın Geleceği”, Umran, No: 69.
KAPLAN, Yusuf, 2000, “Kimlik Sorunu: Fetret Dönemi Krizi”, Umran, No:69.
KILIÇBAY, M. Ali, 1999, “Nominal Tarihle Reci Tarihin Karşılaştığı Noktada Kriz”, DüşünenSiyaset,No:l.
LAROUİ, Abdullah, 1991, Tarihselcilik ve Gelenek(çcv. H. Bacanlı), Vadi: Ankara
SAYIN, Zeynep B.,1997, “Filoloji ve İslam:Yeni Bir Kültürel Okumaya Doğru”, Birikim,No: 95.
SHAYEGAN, Daryush, 1991, Yaralı Bilinç(çev. H. Bayrı), Metis: İstan­bul.
Kaynak: Umran Dersgisi: Haziran 2000, Sayı:70, Sayfa:15-19