29 Eylül 2015 Salı

Borç her şeyden önce politik bir inşadır

Gerek özel gerek kamusal, borç bugün ekonomiden ve politikadan “sorumlu olanların” ana meşguliyeti gibi görünüyor. Bir anlamda Türkçe’deki o güzel deyime uygun olarak borç, günümüzde neoliberal projenin, kamçısı haline bürünmüş. Çağdaş “ekonomi”  kavramının hem ekonomik üretimi hem de öznelliğin işlenmesini içerdiğine dikkat çeken Lazzarato, ekonomi-politika  ve ekonomi-etik ilişkilerinin çağdaş formlarını “borç ekonomisi”nin şekillendirdiğini ileri sürüyor.
Bununla birlikte, Borçlandırılmış İnsanın İmali’nde, Maurizio Lazzarato, borcun, kapitalist ekonomi için bir tehdit olmak şöyle dursun, neoliberal projenin tam merkezinde yer aldığını gösteriyor.
İnsan da bir ‘sermaye’
Marx’ın değeri pek bilinmemiş bir metninin yanı sıra, Nietzsche, Deleuze, Guattari ve yine Foucault’nun yazılarını yeniden okumak suretiyle, yazar borcun her şeyden önce politik bir inşa olduğunu ve alacaklı/borçlu ilişkisinin günümüz toplumlarının temel toplumsal bağını ve ilişkisini teşkil ettiğini ortaya koyuyor.
Borç sadece ekonomik bir dispozitife indirgenemez; o aynı zamanda yönetilenlerin zamanının ve davranışlarının belirsizliğini azaltmayı hedefleyen, bireysel ve kolektif öznelliklerin denetimine ve yönetimine ilişkin bir güvenlik tekniğidir.
Devlet’e, finansal kuruluşlara, özel sigortalara ve daha genel olarak, şirketlere karşı hep daha fazla borçlu hale geliyoruz ve vaatlerimizi yerine getirmek için hayatlarımızın, “insani sermaye”mizin “girişimcileri” olmaya teşvik ve icbar ediliyoruz; tüm maddi, zihinsel ve duygulanımsal ufkumuz böylece yeniden biçimlendirilmiş ve alt üst edilmiş bulunuyor.
Borcun suça dönüşü
Lazzarato’ya göre alacaklı-borçlu ilişkisi sömürü mekanizmalarını çaprazlamaya şiddetlendirir. Nietzsche’nin ortaya koyduğu üzere “borçlu insanın imali” bir yerde suçlu insanların imalidir. Kamu borcu aracılığıyla bütün toplum da borçlandırıldığı için bütün toplum suçlu hale dönüşür.
Bu imkânsız durumdan nasıl çıkabiliriz?  Borçlu insanın neoliberal koşulundan yakamızı nasıl kurtarabiliriz? Eğer Lazzarato’nun yaptığı çözümlemeleri izlersek, çıkışın sadece teknik, ekonomik ya da mali olmadığını teslim etmemiz ve kapitalizmi yapılandıran temel toplumsal bağı ve ilişkiyi, yani borç sistemini yeniden köklü biçimde masaya yatırmamız gerekir.

Sosyolojiye muhtaç sosyallikler

Toplumu, toplumsal eylem, kurum ve etkileşimleri, yani kısaca toplumsal gerçekliği anlamak ve açıklamak üzere geliştirilmiş bir disiplin sosyoloji. Sosyologların toplumu ve toplumsal gerçekliği kavramak için kullandıkları kavram, önerme, argüman zincirleri ve teorilerin genelde yalnızca alanı yakından takip eden uzmanlar tarafından anlaşılan soyut bir dile sahip olduğu da söylenebilir. Bizzat “toplum” kavramının kendisi de bir soyutlamadan ibaret kalır nihayetinde, hatta sosyolojiden önce “toplum”un var olup olmadığı, sosyolojinin incelediği soyut teorik nesnenin bizatihi disiplinin icat ve inşa ettiği bir nesne olduğuna ilişkin de literatürde yaygın bir tartışma vardır.
Yine de mevcut sosyolojik teorilerin büyük bir kısmı toplumsal gerçekliği kavrama iddiası taşırlar, ancak sadece uzmanların anlayabileceği özel bir dile sahip olmaları sebebiyle gerçekliği açıklama iddiası taşıyan teorilerin gerçeklikle kurdukları ilişkinin ne menem bir ilişki olduğu da muamma doludur. Bazen bizatihi konuyla ilgili sosyolojik bir teorinin varlığı sebebiyle yaşanan gerçekliğin değiştiği görülür. Kimi Marksistlere göre, Karl Marx’ın teorisinin başına gelen de budur: Kapitalizmin kökünü kazımaya dönük bir devrim vaadiyle ifade edilmiş Marksist teori, kapitalizmin bu vaade ilişkin gerekli tedbirleri alması sebebiyle akamete uğramıştır.
Gerçek dünyadaki toplumsal fenomenlerin nasıl olduğunun kavranması, sosyolojik teori inşa etme çabasında olan ve bu amaçla modeller öneren bilim adamları için zordur; uzman olmayanlar içinse teorilerin diline de vakıf olmadıkları için imkansıza yakındır.
Peki toplumsal işleyişi anlamak ve açıklamak için bilimsel, sosyolojik teorilere ne kadar muhtacız? Bu ihtiyaç varsa hepimizin mi yoksa sadece sosyologların mı? Ancak bu soruya nasıl bir cevap üretilirse üretilsin, toplumu, toplumsal işleyişi kavramak için eninde sonunda bir teoriye, bir “bakış”a muhtaç olduğumuz da besbellidir.
Sosyolojik teoriler bu bakımdan, beşeri bir birer faaliyet olarak, toplumsal gerçekliğin nasıl göründüğünü açıklamak için bize modeller önerirler. Her beşeri faaliyette olduğu gibi bu faaliyette birtakım sınırlılıkların olması neredeyse mukadderdir. Önerilen modellerin topluma giydirilmeye çalışılan elbiseler olması kuvvetle muhtemeldir. Kimi elbisenin dar, kimisinin bol gelmesi gibi sosyolojik teorilerin de yaşanan gerçekliğe tetabuk etmeyen bazı yönlerinin olması da bir o kadar kaçınılmazdır. Yine de yaşanan gerçekliği anlama noktasında epey yardımlarını görürüz bu teorilerin.
Richter’in Sosyolojik Paradigmalar adlı kitabında, toplumsal gerçekliği bir araya getirmeyi mümkün kılan pek çok parçayla ilgili ifadeler ve başlangıç noktaları yer alıyor.

SPİNOZA “VAHDET-İ MEVCUTÇU” MU?

Descartes’le açılan modern felsefenin belki de etkileri hâlâ süren en güncel filozofudur Spinoza. Bu ilginin devamında özellikle Althusser’in Marx’ı Hegel üzerinden değil de Spinoza üzerinden dolanarak okuması kadar Matheron ve Deleuze gibi Fransız aydınlarının yeni Spinoza okumaları üretmelerinin etkisi de büyüktür.
Spinoza etrafında çağdaş literatürde yazılan eserlerin sayısı hızla artarken, onun Tanrı inancı da sık sık tartışma konusu olur. Kimi Spinoza’nın tek bir töz olduğunu ileri sürüp Tanrı ile tabiatı özdeşleştirdiğini düşünerek onu panteist olarak nitelerken kimileri de ateist, panenteist, akozmik, natüralist gibi farklı sıfatları Spinoza için kullanır. Sözgelimi Spinoza’nın ünlü Ethica adlı şaheserini Türkçe’ye ilk kazandıran ünlü Türk felsefeci Hilmi Ziya Ülken, Spinoza ile İbn Arabi kıyasını eleştirerek Spinoza’nın panteist (vahdet-i mevcutçu), İbn Arabi’nin panenteist (vahdet-i vücutçu) olduğunu söyler. Ancak varolan her şeyin Tanrı değil, Tanrı’da olduğunu savlayan görüşün panteist değil, panenteist olduğunu düşünenlere göre Ethica’nın 15. önermesinde yer alan şu ifade de Spinoza’nın panenteist olduğunun delilidir: “Varolan her şey Tanrı’da vardır ve Tanrı olmadan hiçbir şey var olamaz ve tasarlanamaz.”
Yaşadığı dönemlerde aforoz edildiği Yahudi cemaati ile dindar Hıristiyanların Spinoza’nın görüşlerini tanrıtanımazlıkla itham ettiğini de biliyoruz. Bazıları ise geometrik düzende yazılmış Ethica’nın açılış önermesinin, yani ilk önermesinin Tanrı üzerine oluşundan yola çıkarak onu Tanrı sarhoşu bir filozof olarak bile niteler.
Spinoza’nın Ethica’nın yayınlanmasından beri tartışılan Tanrı anlayışı üzerine yazılmış bir kitap M. Kazım Arıcan’ın incelemesi. Arıcan Spinoza’nın Tanrı anlayışı yeterince anlaşılamazsa onun tüm sistemi ve felsefesinin anlaşılamayacağını öne sürerek filozofun eserlerinde ortaya çıkan Tanrı anlayışını panteizm, panenteizm ve ateizm kavramları eşliğinde tartışıyor. Ethica kadar ünlü Teolojik-Politik Traktatus adlı kitabıyla da çağdaş siyaset felsefesini etkilemeyi sürdüren Spinoza’nın felsefi sistemine ilişkin yetkin bir eser Arıcan’ın kitabı.

Sosyoloji’nin ara sokaklarında

Akademik anlamda ABD’de 1890’lı yıllarda kurulan sosyoloji bölümü Türkiye’de 1916 tarihinde Ziya Gökalp’in çabalarıyla bir kürsü olarak Darulfünun’da kurulur. Bu anlamda bağımsız bir bölüm olarak Almanya’da 1920’de kurulan sosyolojinin Türkiye’deki tarihinin 100 yılı aştığı görülür. Lakin, Türkiye’ye özgü sosyolojik yaklaşım ve akımların olmayışı da sıkça yakınılan bir durumdur. Bunun sebeplerinden bazıları elbette Batılılaşma/modernleşme süreçlerine içkinse de bazıları da bizatihi Türkiye’de bilimsel çalışmaların yürütülme şeklinden ve bizzat Türk aydınlarının yetersizliklerinden kaynaklanır.
Bu sebeplerden bir kısmını da yayıncılık alanında bulabiliriz. Genelde Batılı müelliflerden yapılan tercümeler ya da Türkçe’ye henüz çevrilmemiş Batılı müelliflerin eserlerine verilen bolca dipnotla kotarılan ‘sosyolojik’ eserler yayıncılık piyasasında revaçtadır. Bu durum sosyoloji şehrinin Cemil Meriç’in deyimiyle ‘cadde’lerinde olup biteni resmetmemize imkân tanırken aynı şehrin ara sokakları olarak düşünebileceğimiz dergicilik sahasında ise işler daha da kötüleşir. Meriç’in metaforuna sadık kalarak söyleyecek olursak sosyoloji şehrinin ara sokakları karanlıkta kalmış, bu alanda yayınlanan dergilerin birçoğu uzun ömürlü olamamıştır.
Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde görevli Prof. Dr. Köksal Alver editörlüğünde yayınlanan Sosyoloji Divanı bu alanda yayınlanan tek dergi. Hakemli bir dergi olarak yılda iki kez çıkan derginin 2015’teki ilk sayısı “Toplumsal Hareketler”le ilgili ayrıntılı yazılara yer veriyor. Erhan Tecim, Selahattin Güven ve Ayşegül Dede, toplumsal hareketlerin ortaya çıkış şartlarını, teorik zemini gözeterek izah ediyorlar. Bu teorik yazıların dışında farklı sosyolojik alanlarda toplumsal hareketlerin yansımalarını irdeleyen yazılara da dergide yer verilmiş. Ertan Özensel sosyal medya, Ferhat Tekin beden temsilleri, Mehmet Birekul ise 1980’lerde yaygınlaşan İslami marşlarla Grup Yorum’un marşlarını sosyolojik açıdan ele alıyorlar.
Dergide ayrıca İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Korkut Tuna ile yapılan söyleşi ile Ahmet Demirhan’ın Orhan Koçak üzerinden psikanaliz aracılığıyla edebiyat eleştirisinin imkan ve çıkmazlarını irdeleyen son derece üretken bir yazısı ilgi çekiyor.

Demokratikleşmeden kasıt ne?

Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde çok partili hayata geçişle birlikte demokrasi ve demokratikleşme çabaları en çok tartışılan siyasi sistem ve süreç olageldi. Özellikle 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası soğuk savaş yıllarında Kemalist sol çevrelerde yaygınlaşan anlayış azgelişmiş, üçüncü dünya ülkelerinde demokrasinin çoğunluğun temsili değil ancak “zinde kuvvetler”in öncülüğünde ve Nasır tipi bir sosyalizm eşliğinde kalkınmanın motoru olabileceğiydi. Bu anlayış azgelişmiş bir üçüncü dünya ülkesi addettiği Türkiye ve benzeri ülkelerdeki demokrasileri “cici demokrasi” ya da “Filipin tipi demokrasi” olarak adlandırmayı tercih ediyordu.
Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte bütün dünyada yaygınlık ve itibar kazanan Batı tipi liberal demokrasi ise demokrasi kavramının tek düzeleşmesini, tek bir demokratikleşme tecrübesinin genel geçer kabul edilmesini beraberinde getirdi. Birbirinden farklı sosyal yapılara sahip ülkelerin her birinde siyasal sistemin kendine has biçimlerinin olduğunun düşünülmesi gerekirken “Batı tipi liberal demokrasi”nin bütün farklılıkları örten, toplumlar arası kültürel, siyasal farkları gözardı eden bir çerçeve olarak, tek muteber siyasi sistem olarak düşünülmeye başlandı.
Kemalist sol çevrelerin 1960’lı-70’li yıllarda “cici demokrasi”, “Filipin tarzı demokrasi” diyerek küçümsedikleri “demokrasi” biçimiyle Batı tipi liberal demokrasi arasında Türkiye’de süregelen tartışma AK Parti iktidarı boyunca demokrasi kavramı ve demokratikleşme süreci üzerinde yürütülen tartışmaların da fikri arka planını oluşturdu. Bir tarafta ülkedeki seçmenin desteğinin yarıya yakınını almış, uzun süre daha da bu kitleye hitap edecek görünen bir siyasal hareket ve bu siyasal hareketin demokratikleşme ajandası; diğer tarafta bu siyasal hareketin radikal politik pratiklerle ve yeni “zinde kuvvetler” ittifakıyla alaşağı edilmesi stratejisi. Özellikle 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumunun ardından şiddetlenen bu tartışma gündeminin anlaşılmasında demokrasi ve demokratikleşmenin farklı toplumsal yapılardaki tezahürlerinin asgari müştereğinin belirlenmesi büyük önem arzediyor.
Hamit Emrah Beriş’e göre kitabında demokrasi ve demokratikleşmenin anlaşılmasında bu tartışma noktaları esasında bir yönetim biçimi olarak demokrasinin temel karakteristiklerinin ortaya konulması ihtiyacını beraberinde getiriyor. Farklı kültür havzalarında farklı uygulamalarıyla kavramın asgari ortak çerçevesini çizmek mümkün müdür? Bu siyasal sistemin sınırları nelerdir? Demokratikleşmeden kasıt ne olabilir? Beriş bir yönetim biçimi olarak demokrasiyi tarihsel arka planıyla birlikte ele alıyor, kavramın süreç boyunca siyasal sistem içinde uygulama tarzlarını, kurumsal şekillenişini inceliyor, günümüz tartışmalarına ışık tutacak bir entelektüel derinlikle demokratik siyasal sistemin sınırlarını araştırıyor.

Edebiyat: Bir büyük yabancı

Yirminci yüzyılın en önemli düşünce tarihçisi ve sosyal teorisyenleri arasında yer alan Michel Foucault, hem ürettiği metinler hem de kavramlar ile çağdaş batı düşüncesinin ufkunu belirleyenler içinde özgül bir konumu işgal etti hep.
Deliliğin Tarihi, Hapishanenin Doğuşu, Kelimeler ve Şeyler, Bilginin Arkeolojisi, Cinselliğin Tarihi gibi sosyal bilimler ve felsefe ile ilgilenenlerin bir çırpıda saydığı kitapların yazarı olarak Foucault’un çağdaş düşünce içinde zikredilme frekansının da epey yüksek olduğu ileri sürülebilir. Sosyal teori ve felsefe alanında yeni bir düşünme tarzının ortaya çıkması bir şekilde Foucault’un eserlerinde dile gelen yaklaşım biçimiyle de bir hesaplaşmayı içerir bu yüzden. Fransız bilim tarihçisi Caunguilheim ile Fredrich Nietzsche’den derinlemesine etkilendiğini bildiğimiz Foucault’un hem ele aldığı konular ve bu konuları ele alma tarzı hem de konularını işlerken başvurduğu kavramsal avadanlık yapısalcılık-sonrası olarak adlandırıla gelen fikri hareketin de en önemli temalarını ve izleklerini teşkil eder. Gerçi Foucault, kendisinin postyapısalcı ve postmodernist vb. terimlerle birlikte anılmasını reddeder. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne yoğunlaştıran Foucault’nun yaklaşımı özellikle aydınlanmacı-Marksist çevreler açısından kasvet vericidir. Foucault’nun özellikle hakikat ve iktidar kurgularına odaklı felsefi çözümlemeleri kendisinden sonraki tartışmaların bütün seyrini derinlemesine etkilemiştir.
1960’ların başında Foucault’nun edebiyatla yakın bir ilişki kurduğu iyi biliniyor, Deliliğin Tarihi için yaptığı hazırlık okumalarının notlarını incelemek bunu görmeye yeter. Foucault bu arşiv poetikasının, “17. yüzyıldan bu yana edebiyatın eğilim hattı” dediği şeyin güzelliğine tutulur.
Foucault, edebiyata felsefi bir bakışı yansıtan Büyük Yabancı başlıklı konuşma metinlerinde 1960’larda kafasını en çok meşgul eden meselelerden üçünü ele alıyor: dil, delilik ve edebiyat. Birinci konuşmada deliliğin dil ve edebiyatla kesişme noktası üstünde durduktan sonra, ikinci konuşmada edebiyatın ve edebiyat eserinin dille ilişkisini -yapısalcıların yönteminden esinlenen ama aynı zamanda ona eleştirel yaklaşan- felsefi bir yöntemle irdeliyor ve edebiyat eleştirisinin ufkunda araştırılmayı bekleyen konulara işaret ediyor. Üçüncü konuşmadaysa Sade’ın kurmaca metinlerindeki hakikat iddiasının temelini araştırdıktan sonra, eserlerinde teorik söylevler ile kurmaca sahneler arasındaki ilişkiyi odağa alıyor ve bu söylevlerin edebi ve felsefi işlevini inceliyor.
Bir söyleşisinde edebiyatı “büyük yabancı” olarak niteleyen Foucault’nun bu konuşmalarında da diğer eserlerinde rastladığımız türden zekice fikir, tespit ve eleştiriler metni okuma zevkini artırıyor.

20 Eylül 2015 Pazar

Türk solunun beliğ bir hücceti var mı?


Beliğ, Arapça'dan Türkçe'ye geçmiş bir kelime. Hüccet de öyle. 'Beliğ'e yaklaşık "tam, yeterli, açık" anlamını vermek mümkün. 'Hüccet'in anlamı ise biraz daha karmaşık. Sözlükler hüccet'e 'tanıt', 'belgit' gibi karşılıkları uygun buluyorlar. Daha geniş açıklama ise şöyle: "Öne sürülen bir şeyin doğruluğunu göstermede izlenen fikri süreç." Hatta bir sözlük 'din alimlerine verilen san' diye de özellikle yazmış ve geleneğimizde Hüccet-ül İslam olarak tanınan İmam Gazali'ye, Şah Veliyyullah Dehlevi'ye telmihte bulunmuş. Yazımızın başlığını oluşturan soruyu twitter'da ilk ifade ettiğimde karşılaştığım bazı 'muzip' cevaplar bu ön açıklamayı yapmama sebep oldu. Muzip cevapların ifade ettikleri yaklaşık şöyleydi: "Solcularımız soruyu anlayabilirlerse bir cevap verecekler inşallah!"
Şimdilik muzipliği bir kenara bırakıp sorunun ifade ettiğine odaklanalım. Türk solunun açık, tam, yeterli bir argümanı, fikri süreci var mıdır? Bu fikri süreci bize gösteren iz, emare, işaret ve kerteler nelerdir? Bazı din alimlerine "hüccet" denebilmesinden cesaret bularak soralım: Solcu oluşları dolayısıyla başkalarını da bu fikri bütüne ikna edebilecek, yani hüccet olabilecek yeterlikte isimler bulunuyor mu Türk solunun geleneğinde? Hemence akla Deniz Gezmiş, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, İdris Küçükömer gibi isimler gelecektir muhakkak. Peki bütün bu isimlerin "Türk solu" dediğimiz fikri bütünü temsil kabiliyeti nedir? Niye solcu olmayanların ilk aklına gelen Nazım Hikmet, Kemal Tahir, İdris Küçükömer gibi isimler de Mihri Belli, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran değil? İlk isimlerin genelde solcu popüler muhayyilenin Elvis Presley'leri olduğu açık. Bu özellikle Deniz Gezmiş ve Nazım Hikmet gibi isimler için geçerli. Kemal Tahir ile İdris Küçükömer'in ise sağcı popüler muhayyileden de ayrıca destek bulup katkı gördüğünü bu yargımıza eklemeli.
Bu açıdan Türk solunun "varlık ispatı"nı fikri süreçte aramak bize kalırsa daha doğru ve yerinde olur. Ancak varlık ispatı konusunda önemli ölçüde bir sıkıntı yaşadığı da açık Türk solunun. Kendine ait bir fikri süreç bir yana, bir düşüncesinin olduğu bile kuşkulu. 1970'lerin birçok ünlü solcusunun 1980'lerde, 90'larda ve şimdi karşımıza hep reklamcı, gazeteci, liberal olarak çıkması da bunun bir göstereni. Türkiye'de sol kızamık, difteri gibi bir 'çocukluk hastalığı' neredeyse. Genelde hep azınlıklarla ilgili konularda yazıp çizmeleri, buna karşın ulus-üstü bir organizasyon olma iddiasındaki Avrupa Birliği yandaşlıkları da ilginç. Halkın kültüründen soyutlanarak kozmopolit bir Avrupa kültürüne bel bağlamaları belki Türk modernleşmesine özgü dip akıntılar sebebiyle mazur görülebilir; lakin, ait oldukları halkı aşağılamaya varan tutumları asla mazur görülemeyecek boyutlara taşınıyorsa yer yer, durup tekrar düşünmeli.
Türk solunu bugün niteleyen özellikler, bu adlandırmayı boşa çıkarmaktadır. Demem o ki, ne Türk solu, "Türk" soludur; ne de onun küçük kardeşi Kürt solu, "Kürt" soludur. Ayrıca ifade edelim ki Türk solunun beliğ bir hücceti de yok. Yani Mustafa Suphi'den Murat Belge'ye çizeceğimiz tarihsel hatta eşlik edecek bir fikri hat yok. Hatta sol düşünce bakımından Murat Belge; Sultan Galiyev, Mustafa Suphi gibi figürlere nazaran sol cenahta fikri bir inkırazı işaret ediyor. Bir yerde bu böyle de olmak zorunda aslında. Çünkü sol artık Türkiye için bir "düşünce üslubu" olmaktan çok bir "hayat tarzı", ama sadece bir "hayat tarzı" konumunda. Günümüzdeki solcuların öne sürdüğü fikirlerin hiç biri yine aynı solcuların hayat tarzları bakımından olmazsa olmaz değil, bu fikirlerin bu hayatlara dair bir etkisi yok. Bu bir yerde hüccet oluşturacak şekilde bir fikri süreci adımlamaktan solcularımızın çoktandır vazgeçtiğini gösteriyor. Böylelikle hayat tarzlarına ilişkin zevkler ve renklerden bir renge dönüşüyor Türkiye'de solculuk. Zevkler ve renklerin tartışılamaz kılınmasına ise çoktandır alıştık. (Cafcaf)

NASIL BİR KÜLTÜR BAKANI İSTİYORUZ?


AK Parti'nin geride bıraktığı 13 yıllık iktidarı boyunca tamamen başarısız demesek de pek etkili olamadığı, taşları yerinden oynatamadığı alanların başında saymıştık kültürel sahadaki yönetimini. AK Parti hükümetleri deyince elbette Kültür bakanlarını da sözkonusu etmiştik. Sorun belki de buydu. Kişilere bağımlı, kişilerin arzu, istek ve yönetim hırslarıyla belirlenecek kültürel politikaların sonuçsuzluğu...
O yüzden 7 Haziran seçimlerinde yenilenecek parlamentoyla birlikte epey değişikliğe uğraması beklenen kabinede kimin kültür bakanı olacağını sormanın kültürel politikalara ilişkin köklü bir yenilenme arzusunun akıbetine etkisi pek olmayacak. Daha doğrusu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na gelecek ismin kişiliğinden çok niteliği ve üreteceği kültürel politikalar daha önde ve önemli sayılacak nazarımızca.
Yeri gelmişken hemen bir noktayı aydınlatalım. Kültür ve turizmin birbirinden ayrılması gerektiğini ileri süren savların birçok haklı noktası olsa da yerindelik bakımından bu önerilerin Türkiye şartlarında istenen sonuçları vermeyeceğini ifade etmeliyiz.  Kültürün artık endüstrileştiği bir çağda,kültürel faaliyetlerin de handiyse kapitalist ilişkiler çerçevesinde sunumlanabilir metalara dönüştüğünü biliyoruz. Kapitalist ilişkiler ağında yaygınlaşan turizm sektörünün bu açıdan en çok yağmaladığı alanlardan biri de kültür.
Belki de turizmi sadece doğaya indirgemenin ya da onunla sınırlı tutmanın imkansızlaştığı bir kertede tarih, inanç ve kültür turizminin de ne kadar sınırlandırılmak istenirse istensin, ne kadar bu turistik faaliyetlerden uzak durulmaya çalışılırsa çalışılsın, oluşan talepler bakımından kültürden sorumlu birimler eliyle yürütülmesinde fayda olacağı muhakkaktır. Diğer hallerde turist rehberlerinin yetiştirilmesinden tarihi mekanların gezdirilmesine kadar birçok konuda istenmedik sonuçların doğabileceği unutulmamalıdır. Dini mekanları turistlere gezdirenlerin gerekli bilgilerden yoksun olması dolayısıyla ziyaretçilere akla hayale sığmayacak denli yanlış ve çoğu kez garazkarane malumatlar verdiklerine çok şahit olmuşuzdur.
Öyleyse "kim kültür bakanı olmalı?" sorusundan çok "nasıl bir kültür bakanı?" sorusunun yeğlenmesi gerektiği açıktır. TRT gibi bir kurumda çekilen Yedi Güzel Adam, Diriliş-Ertuğrul gibi dizilerin halkta gördüğü karşılık ve ürettiği tarih bilgisi ve bilincini göz önünde tutarsak kültürel alanda geride kalan 13 yılda en önemli eksikliklerden biri de ortaya çıkmış olur. Sinema, edebiyat, müzik, tiyatro vb. alanlarda bugüne kadar AK Parti iktidarları kendimize ait anlatılara hayat verememiş; bakanlığa bağlı il kültür müdürlükleri, ayrıca AK Partili belediyeler yönettikleri şehrin kültürel çevreleriyle sıkı ilişkiler kuramamıştır. En azından AK Partili büyükşehirlerin her birinde bir şehir tiyatrosu kurulması gereklidir. Devlet tiyatrolarının Necip Fazıl Kısakürek başta olmak üzere  muhafazakar yazarların eserlerine uyguladığı sessiz ambargo sona ermelidir. Nuri Pakdil'in eseri ancak 13. yılda sahnelenmeye başlamışsa sorun henüz keşfedilmiş anlamına gelir. Bu noktada tekiden sormak gereklidir: Devlet tiyatrolarının repertuarında Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi isimlere ait kaç eser bulunmaktadır?
Öz değerlerimize değgin kitapları yayınlayan yayınevlerinin geride kalan 13 yılda uğradıkları kan kaybı da telafi edilmelidir. Buna uygun politikalar üretecek kadrolar bakanlıkta görevlendirilmelidir. İstanbul'daki kültürel faaliyet zenginliğine karşın Anadolu'daki çoraklık göze batmaktadır. Öteden beri, bu çoraklık sürmektedir. AK Parti iktidarında buna da bir çözüm üretilememiştir. Son dönemlerde faaliyete geçirilen gençlik oluşumlarının ortaya koyduğu, ürettiği herhangi bir katma değerin olmayışı ise başkaca bir meseledir. Bu konuda da  bakanlığın harekete geçmesi, söz konusu oluşumlarda bir araya gelen gençlerin kültürel donanımlarını artıracak; başarılı edebiyatçı, yönetmen, tiyatrocu, müzisyen yetiştirilmesi noktasında bu oluşumlara yardımcı olup ufuk verecek politikaları üretmesi gerekmektedir. (Cafcaf)

AK Parti'nin bir kültür politikası var mı?


2002 Kasım'ından beri Türkiye'yi AK Parti hükümetleri yönetiyor. Yaklaşık 13 yıl yani. Edebiyat alanında Türkiye'de kuşakların 10 senede bir değiştiği, 10 sene önceki edebi zevk ve anlayışla, hali hazırdaki zevk ve edebi anlayışın birbirinden farklılaştığını biliyoruz. Batı kültüründe 20-25 senede gerçekleşen kültürel kuşak değişiminin Türkiye'de 10 seneye inmesinin sebepleri bir yana, ülkede kültürel alandaki politikaların yetersizliğini de gösteriyor bu kuşak değişimindeki hızlılık ve dinamizm bir yerde.
AK Parti hükümetlerinin iktidarda oldukları 13 yıl boyunca kazandıkları siyasi ve ekonomik başarılar sonucu girilen her seçimde oy oranını bir önceki seçime nazaran artırdığı biliniyor. Bu bir yerde AK Parti'nin popüler hafızada tuttuğu kıymetli yerle de alakalı. Halk, AK Parti'ye en zor zamanlarında bile destek olmayı sürdürüyor. Yine de sahnede önemli bir eksiklik olduğunu da düşünüyorum. AK Parti'nin siyasi ve ekonomik politikalarının kazandığı başarının benzerini kültürel sahada göremiyoruz. Bazen eğitim alanında da önemli aksaklıklar yaşandığı dile getiriliyor gerçi, ama "eğitim" meselesinde altyapı sorununu hızla halleden bir iktidarın nihai sonucu almasının kolay olmadığı da besbelli.  O yüzden her ne kadar kültür ile eğitim birbiriyle sıkı bağları olan iki alansa da eğitim sorunu şimdilik bu yazının konusu değil.
13 yıl boyunca akılda kalan dört kültür bakanı oldu AK Parti'nin. Bu bakanların akılda kalışlarının sebepleri ise "kültürel" değil. Yaşar Koç, malum medyanın yıpratma kampanyalarında çizdiği profilde "uyuyan bakan" formatıyla akıllarımıza çakıldı. Erkan Mumcu ise AK Parti'nin ithal kültür bakanlarından ilkiydi ve 27 Nisan e-muhtırasıyla açılan süreçte doğrudan halk tarafından tasfiye edildi. Başka bir ithal bakan Ertuğrul Günay'ın ise yaşadığımız toplumun kültüründen bihaber birisi olduğunu tahmin etmiyor, doğrudan biliyorduk. Konya'daki Şeb-i Arus törenlerinde  "Kesret içinde vahdet" yerine "şehvet içinde vahdet", Antalya'da Itri'nin 100. ölüm yıldönümü programlarında ünlü Segah Tekbir'e "Seyyar Tekbir" diyen biriydi Günay.
Dördüncü bakan Ömer Çelik'i ise doğrudan tanıdığım için özel paragraflar yazmalıyım onun hakkında sanırım. Ömer Çelik'i, yani Ömer abiyi 1989'da Aylık Dergi bürosunda tanıdım ilkin. O ay Aylık Dergi'nin son sayısında iki yazısı yayınlanmıştı. Diğer yazısını hatırlamıyorum, ancak Abdülkerim Süruş'un Türkçe'ye "Kim Savaşım Verebilir?" başlığıyla çevrilmiş kitabı üzerine yazdığı inceleme-tanıtım yazısı aklımda. Gazi Üniversitesi 4. sınıf öğrencisiydi. Mezuniyeti sonrası akademik süreçlerde de yer aldı, Yeni Şafak'ta siyasi çözümlemeleri kadar aşk yazılarıyla da dikkat çekti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi danışmanlığını üstlendi ve Kültür Bakanı oluncaya kadar geçen sürede bu görevini sürdürdü.
Aylık Dergi ve o dergiyi çıkaran ünlü öykücü Yaşar Kaplan konusu Ömer Çelik'in kültürel alandaki etkisizliğini göstermeye birebir. 28 Şubat sürecinin hâlâ en önemli mağdurlarından biri Yaşar Kaplan. Almanya'da yaşamını sürdürüyor. 28 Şubat'ı eleştiren yazıları dolayısıyla hapse girmemek için gittiği Almanya'dayken vatandaşlıktan çıkarıldı. Nuri Pakdil'in Edebiyat dergisi çevresinde ilk öyküleri yayınlanmış, 1980'de Aylık Dergi'yi yayınlamaya başlamış biri Kaplan. 10 sene sürdürdü yayınlamayı "kültür-sanat ve edebiyat dergisi" olan Aylık Dergi'yi. 3 öykü kitabı bir de uzun öyküsü yayınlandı. Siyasi yazıları dolayısıyla hapis de yattı. Alex Haley'in Malcolm X ile ilgili yazdığı  biyografiyi Türkçe'ye kazandırdı. İlk yazısı kendi dergisinde yayınlanan bir  kişinin Kültür Bakanı olduğu bir ülkenin eski vatandaşı Yaşar Kaplan. Birçok öykücü ve şairin ilk şiir ve öykülerini yayınlayan bir kültür eri. Cihan Aktaş'ın, Hicabi Kırlangıç'ın, Ömer Çelik'in ilk edebi yazıları yayınlanmıştı Aylık Dergi'de.
AK Parti'nin kültür bakanları olarak saydığımız ilk üç ismi bir yana bırakırsak, muhafazakar kültür adamlarının Ömer Çelik'ten beklentileri büyüktü. Ancak bu beklentilerin yerine geldiğini söylemek zor. Bunun sebebi yine aynı muhafazakarlıklar desek yanlış olmaz.
AK Parti'nin bir kültür politikası var mı? Bu soruya cevap net: Tarihi eser restorasyonları haricinde kültürel alanda AK Parti'nin yaptığı kalıcı bir şey yok. Yapılan işlerin hemen hepsi, genelde "turizme" dönük. Sırf tatil turizmi değil, inanç ve kültür turizmi. Müzeler, Mevlana, Hacı Bektaş törenleri vb. etkinlikler tamamen bu amaca dönük nostaljik birer malzeme.
AK Parti'nin en güçlü olduğu yerde, Konya'da, belediyelerin meslek edindirme kursiyerlerini sinema ve tiyatro seyretmeye götürmelerini "kültürel faaliyet" olarak adlandırdıklarını düşünürseniz, kültürsüzlüğümüzün aldığı boyutu daha iyi görürsünüz! (Cafcaf)

NİÇİN GAZETE OKUMUYORUZ?


Modernlikle okuryazarlık arasında kurulan korelasyonun en ilginç göstergelerinden biri de gazete okuryazarlığıdır belki de. Her gün gazete okumayı modernliğin ve modern insanların alamet-i farikası sayan bir bakış açısıdır bu. Modernlikle gelişmişliği özdeşleştiren bu bakış açısına göre "okur yazar" olmanın ilk belirtisi de gazete okumaktır. Okuma yazma öğrenen çocukların okuma yazma öğrendiklerinin sınamasını ebeveynleri onlara gazete okutarak yaparlar sözgelimi. Gazete okuyamayan kişi okur yazar olma mertebesine erişmez bile.
Öte yandan Türkiye'de 40-50 yıldır onca promosyona, çanak çömlek dağıtımına rağmen bir türlü toplamda artırılamayan gazete tirajları dolayısıyla toplumun okuma yazmaya gösterdiği ilgisizliğe, bu ilgisizlik dolayısıyla da azgelişmişlik analizlerine bolca rastlanır. Okuma yazmayı sadece gazete okumaya indirgeyen yanıyla bu analizlerin birçok falsoya sebebiyet verdiği açıktır. Gazete okumayı aydınlanma mertebesinde görmek bu falsolar arasında en önemli olanıdır.
Gazete okumanın, üstelik okuduğu gazetenin fikri tercihine göre bir fikri gelişim çizgisinde bulunmanın  övüldüğü bu tür analizlerde gazete okur yazarlığı deyim yerindeyse aydınlanmış olmanın da ön şartıdır. Gazetelerle aydınlanma arasında kurulan irtibatın ne menem bir şey olduğu kadar, demografi ve okur yazarlık oranlarındaki artmaya karşın gazete tirajlarındaki yerinde saymanın asli sebepleri hep ıskalanır.
Modern eğitim-öğretim kurumlarında öğrenilen okuma yazma gazete okuryazarlığını artırmamaktadır bir türlü. Peki ama neden? Toplum okuma yazma öğrendiği halde niye gazetelerin tirajlarında yaprak bile kıpırdamamaktadır? Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Türkiye basılan kitap sayısında ve toplamında dünyanın ilk 10 ülkesi arasına girmişken açılan bu çığırdan niye gazeteler yeterince yararlanamamaktadır?
Bu soruların cevabı "azgelişmişlik!" diyenleri haklı çıkaracak nitelikte değildir. Gazete okumanın insanı "ayrıcalıklı" kıldığı dönemler elbette olmuştur ülkede. Ancak bu "ayrıcalıklı" halin hâlâ sürmediğini görmek de gerekir. Gazete okumakla yalanları okumak arasında neredeyse bir özdeşlik kurulduğu günlerdeyiz üstelik. "Gazete yazmışsa kesinlikle yalandır!" denen günlerdeyiz belki de. Gazete okuryazarlığının azlığını "azgelişmişlik" görmek yerine belki de bu sebeple tersinden düşünmeli: Gazete okumaya duyulan kuşku başka tür bir aydınlanmanın kapılarını açmakta insanlara. Kendi tecrübeleri ışığında açılan bu kapıdan yürüdükleri için suçlamalı mıyız o insanları?
Evlere bir ekmek bir de gazete alınan günler çoktan geride kaldı. İnsanların dünya hakkında bilgilenme yollarının artık ilki değil gazeteler. Hatta tam tersine: Bizzat gazeteler insanları dünya hakkında "yanlış" bilgilendirdikleri için artık okunmayı haketmeyen bir pozisyondalar. Dayatma gündemlerden uzak kalmak isteyen insanlar, kendi gündemlerini kendileri kurgulamak isteyenm insanlar gazete okumaya ihtiyaç duymuyor bu yüzden. O insanların gündemine yabancılaşan gazeteler ise kendi yabancılaşmalarını insanların azgelişmişliği olarak görmeyi, böylelikle kendi kendilerini aklayan bir tutumu benimsiyorlar.
Meselenin aslı bundan ibaret. (Cafcaf)