14 Ocak 2016 Perşembe

Milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı bir üstat

Cumhuriyet dönemi İslamcılığı’nın muallim-i evveli saydığımız Necip Fazıl Kısakürek, imza olarak, şair, düşünür ve eylem adamı veçheleriyle ele alınabilecek çok yönlü bir kişiliğe ve metinler toplamına işaret eder. Gerek şiirleri, gerek Büyük Doğu dergisi olmak üzere çeşitli yayın organlarında dile getirdiği siyasi-ideolojik görüşleri ile 1940’lardan itibaren ülkede şekillenen toplumsal, fikri, siyasi ve ideolojik tartışma ve çatışmalara doğrudan müdahil olabilmiş; hatta bu tartışmalarda “merkezi figür” olarak bile ele alınmıştır.
Özellikle 1960 sonrasındaki milliyetçi-muhafazakar anlayışların her çeşidinin üzerinde uzlaştığı bir isim olarak görünür, bu anlayışların birbirleriyle Necip Fazıl Kısakürek üzerinden konuştuğu, onun fikirleri aracılığıyla hayata baktıkları düşünülebilir. Milliyetçi, muhafazakar, İslamcı yaklaşımların her birinin farklı yönlerden kendisine üstad bellediği Necip Fazıl Kısakürek’in fikri yönüyle ilgili kapsamlı çalışmaların yapılmamış olması, var olan çalışmaların da büyük ölçüde hissi kalışı kültür ve düşünce dünyamız açısından önemli bir eksiktir.
Necip Fazıl Kısakürek’in doğumunun 110. yılı münasebetiyle 31 Mayıs 2014’te Zeytinburnu Belediyesi’nin düzenlediği bir sempozyumda sunulan tebliğlerle Necip Fazıl’ın hayatını, edebi, fikri ve siyasi yönlerini ele alıp çözümleyen yazılardan oluşan Necip Fazıl Kitabı’nı İsmail Kara, Asım Öz ve Aykut Ertuğrul yayına hazırlamış. Kitap, sosyal bilimlerin farklı alanlarında Türkiye’nin temel siyasi, kültürel ve fikri tartışma konuları muvacehesinde Necip Fazıl Kısakürek’in fikri mirasına daha iyi nüfuz etmemizi sağlayacak makaleler içeriyor.
Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Necip Fazıl Kısakürek’in hayatını ele alıyor. Hayatı hakkında bilinen bazı yanlışları düzeltmeyi de amaçlayan bu bölümde onun çıkardığı dergilerin ve eserlerinin kronolojik sıralaması da yer alıyor. İkinci bölümdeki yazılarda ise Necip Fazıl Kısakürek’in sanat ve edebiyatı, şiir, tiyatro ve hikaye anlayışı tartışılıyor.
Necip Fazıl Kısakürek’in fikri-siyasi mücadelesini inceleyen yazıların yer aldığı üçüncü bölümde ise onun tartışmalarını, polemiklerini, yönelimlerini, uzak ve yakın geçmişle kurduğu etkileşimi irdeleniyor. Özellikle Necip Fazıl Kısakürek’in fikriyatının yer yer birbirine taban tabana zıt bir biçimde yorumlayan yazıların yer aldığı bu bölüm, Necip Fazıl Kısakürek’ten bugüne kalanın ne olduğunu da tam anlamıyla ele almamıza imkan sağlayacak farklı bakış açılarının oluşturulmasına elveriyor.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Zizek arkadaş kurbanı mı?

Müteveffa Fransız filozof Jacques Derrida, 1999'da "Affedilemeyeni Affetmek" başlıklı bir konferans vermek üzere, konukseverlik üstüne konuştuğu 1997'den sonra ikinci kez İstanbul'a gelmişti. Derrida konferansın ardından Beyoğlu'ndaki Kaktüs Kafe'de aralarında konferans organizasyonunu yapan Boğaziçi Üniversitesi'nden bir grup akademisyen ile sol-liberal çevreden entelektüellerin de yer aldığı dar bir "hayran topluluğu"yla söyleşti.
Şair Lale Müldür'le birlikte bulunduğumuz kafede Derrida ile sadece tanıştım, ancak söyleşiye dahil olmamıştım. Lale hanım, Derrida programını organize eden Prof. Dr. Önay Sözer ile de tanıştırmıştı beni. Konyalı olduğumu öğrenen Önay beyin ilk ve tek sorusu şuydu: "Selçuk Üniversitesi'nde hâlâ faşistler mi egemen?" Soruya şaşırmıştım, ancak duraksamadan cevabımı da vermiş oldum: "Evet, bütün YÖK üniversitelerinde olduğu gibi!" Sahiden de 28 Şubat 1997'de yapılan postmodern darbenin puslu havası bütün ülkeye hakimdi ve hatta Derrida programının düzenlendiği günlerde Boğaziçi Üniversitesi, başörtülü öğrencilerin üniversiteye alınmamasıyla gündemi işgal ediyordu.
Yine de Önay Sözer'in sorusu şaşırtıcıydı. Husserl ve Gadamer üzerine kitaplar yazmış, fenomenolojik ve hermenötik gelenekle yakından ilgili bir felsefe profesörünün biraz da alaycı bir tarzda bu soruyu yöneltmesini garipsemiştim. Ülkede olup bitenlerle ilgisiz bir kişinin sorabileceği türden bir soruydu esasen bu. Belki de Önay bey 28 Şubat sürecini ve akabinde yaşananları benim değerlendirmeyi seçtiğim gözle değil de onaylayıcı bir bakış açısıyla değerlendiriyordu. O durumda bile sorduğu soru normalleşmiyor, aksine "onaylayıcı" bakışı da çelişkiye düşürecek bir giriftliğe tekrar dönüyordu. Belki şaka yollu sordu o soruyu Önay Sözer, maksadı düşündüğüm gibi değildi. Bilmiyorum, ama onunla aramızda geçen bu muhavereyi sonraki süreçlerde hep düşündüm. 
Önay Sözer'in sorduğu sorunun hatası şuydu: Tamamen YÖK'ün kontrolü altında olan üniversitelerden herhangi birinde "faşist"lerin hakim olduğunu söylemenin herhangi bir anlamı yoktu, diğer üniversiteler de aynı şekilde aynı faşizmden pay alıyorlardı. Faşizm gösterenini sistemdeki herhangi bir unsura tahsis etmek, sistemin genel işleyişine hakim gösterenin de o olduğunu perdelemeye yarıyordu en fazla.
Önay Sözer, postmodern darbenin bayağı faşizmi altında, bu faşizmin egemen olduğu üniversiter sistem içinde olup, muhtemelen 12 Eylül öncesi dönemlere ait kişisel anılarına yaslanarak Konyalı bir kişiyle tanıştığında "Selçuk Üniversitesi'nde hâlâ faşistler mi egemen?" sorusunu sormuştu. Konya ile Selçuk Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi ile faşizm göstereni arasında görece başarılı bir akademisyenin dilinin bu hızlı ve metonimik kayışı ne kadar eleştirel bir filozofu ağırlarsa ağırlasınlar, ne kadar çağdaş felsefenin en özgür, en özgün yorumlarını benimserlerse benimsesinler; en temel düzeyde Türk entelektüellerinin yaşadığı bilinçaltının dışavurumu, bir nevi semptomatik ifadesiydi aslında. Derrida'yı ağırlayan Önay Sözer, sorduğu soruyla Derridacı felsefi geleneğe sadakatini belki biçimsel düzeyde gösteriyor, ama bu felsefenin özüne ihanet ediyordu.
Kötü ve aceleci bir felsefe
Günümüz pop felsefesinin gözde filozofu Zizek'in New Statesman'da yayınlanan Türkiye karşıtı yazısı gerek gösterdiği kaynağın kofluğu gerekse yazarın "kötü" ve "aceleci" niyeti sebebiyle bir tartışma bağlamı doğurmuştu. Çünkü Zizek, uydurma bir mehazla altından kalkamayacağı kadar ağır suçlamalar yöneltmişti Türkiye'ye, ancak kaynak gösterdiği sitenin Rus propaganda aygıtının bir unsuru olduğu ortaya çıkınca New Statesman, yazıdan o bölümü tümüyle çıkarmıştı.
Peki ama Zizek bu kaynağın çürük oluşundan haberdar olmasına rağmen onu zaten ifade etmeyi düşündüğü görüşlere en azından bir temel, bir "söz bağlamı" oluşturması için mi "mehaz" edinmişti yoksa tamamen zihni bir lapsus, bir sürçmeye maruz kalıp yanılmış ya da yanıltılmıştı? Sorunun bu şekilde ifadesi sözkonusu "mehaz"la ortaya çıkan yanıltılma durumuna ilişkin sebebe iki ayrı seçenek sunar. Yani sorunun ilk kısmı Zizek'in o "mehaz"ı bilinçli bir tercihini, "okur"unu bile isteye yanıltması ve kendi görüşlerinin kabul edilmesine dönük bir yönlendirmesini  işaretlerken, ikinci kısmı ise sebebi Zizek'in arzusunun ötesine taşır: Zizek, belki bu durumda, en fazla "yanıltılmayı yeğlemiş" olmakla eleştirilebilir. Peki ama "yanıltılmayı yeğlemek", bu tamamen psikanalitik terimlerle ele alınması gereken tavır, neye işaret eder? Zizek'in en azından bu tartışma bağlamında "Türkiye'nin IŞİD'le işbirliği yaptığı" fantazisini taşıdığına... Aslında bu fantazi salt Zizek'e değil, hemen bütün Batı kamuoyuna hakimdir. Zizek'in yanıltılmayı yeğleyerek tatmin ettiği arzu, bu kamuoyunun arzusudur.
Zizek'in kendisine bu konuda yöneltilen eleştirileri "kesinlikle eşgüdümlü gibi görünen bir dizi eleştirel tepki"den ibaret sayarak bu eleştirilere verdiği cevap da en az tartışma doğuran yazısı kadar sorunlu hususlar içeriyor elbette. İlk yazısında kullandığı mehazın kofluğuna gösterdiği gerekçe şu Zizek'in: "Metnimde alıntılanan ve yanlışlıkla, MİT Başkanı Hakan Fidan’a dayandırılan ifadeler hususunda durum açık ve net. Arkadaşlarım bana bu ifadeler konusunda bilgi verdikten sonra internette bu ifadeleri aramaya koyuldum ve bu ifadelerin geçtiği birkaç web sitesi buldum, ayrıca onları tekzip eden herhangi bir web sitesi de görmedim. Hal böyle olunca söz konusu ifadeleri, onları bulduğum web sitesini de zikrederek alıntıladım. Bu ifadelerin yanlış olduğunun keşfedilmesinin akabinde, yazımın içinde bu ifadeleri ihtiva eden paragraf hemen silindi. Elimdeki sınırlı kaynaklarla daha ne yapabilirdim?"
Zizek'in paratoner arkadaşları
"Elindeki sınırlı kaynaklarla daha ne yapabileceğini" soran bir filozofa doğrusu nasıl cevap verileceğini tam olarak kestiremesek de şunu söyleyebiliriz: "Pekala daha soğukkalı ve temkinli, düşünmenin ve söz söylemenin gerektirdiği ihtiyat payıyla meseleye yaklaşabilirdin bay Zizek!"
Gerçekten düşünebilirdin. Süregelen bir siyasi çatışma ortamında doğrudan "taraf" olarak yer almayan, ama yine de bu çatışma ortamına dair görüş belirtme ve hatta taraflardan birinin yanında yer alma ihtiyacı hisseden bir düşünür, en azından bu çatışmaya dair kullandığı kaynakların sağlamlığına ilişkin bir öngörü sahibi olmadan herhangi bir kaynağı kullanmayı düşünmez- en azından kendi düşünme ediminin selameti bakımından böyle bir kesinliğe muhtaç olduğunu hisseder, hissetmelidir. Kullanabileceği kaynaklar sınırlı ve geçerlilikleri şüpheli ise, bu sınırlılık ve şüphelilik de yazılan yazıya yansıtılır, belirtilen görüşlerin geçerliliği sınırlı ve şüpheli görüşler olduğu, ama yine de bunun düşünülmeye değer olduğu ifade edilir. Sonuçta, düşünmenin etiğinin ilk gerektirdiği şey, düşünme ediminize "nesne" seçtiğiniz konuda etraflı bilgi sahibi olmaktan geçer. Ki, aynı yazıda yine benzer bir şekilde bir arkadaşının kurbanı olduğu bir intihal vakasını da dile getirir Zizek. Demek ki insanın -filozof sayılıyor bile olsa- sahiden yaşadıklarından herhangi bir şey öğrenme kapasitesi pek yok!
Konunun tam da bu noktasında ister istemez Zizek'e "MİT Başkanı Hakan Fidan’a dayandırılan ifadeler" hususunda yönlendirici ve hatta yanıltıcı bilgi veren "arkadaşlar"ının kim olduğunu sormak gerekiyor. Gerek Türkiye'nin PKK terörüne yönelik izlediği politikayı eleştirme şekli, gerek Gezi olaylarına dair önceden yaptığı ve yinelediği değerlendirmeler, gerekse de  Türkiye'nin IŞİD'e karşı benimsediğini savladığı "iyicil aldırışsızlık” ve "IŞİD’le petrol ticaretini kolaylaştırmak” gibi görüşlerden sonra Zizek'i yanıltan arkadaşlarının kimliği biraz daha belirginleşiyor. 
Özrü kabahatinden büyük
Öncelikle Zizek'in fikri "lapsus"larının ve maddi hatalarının sebebi ve sorumluluğunu sürekli "arkadaşları"na yükleme, bu hataların sebebini "meçhule gönderme tavrı"nı ele almak gerekiyor. Eğer bu durumu kendi içinde "ukala bir solcunun entelektüel aptallığı"nın yeni bir tezahürü, örneği ya da belirtisi ("semptomu") olarak algılamayacaksak bu "meçhule gönderme tavrı" sayesinde Zizek kendi düşüncelerini hatadan beri kılma ve böylelikle suçlamalardan kurtararak aklama, hataya yol açan sebebi düşünme yordamına içkin bir sebep olmaktan öteye, dışarıdaki birtakım odaklara atfederek bu yordamın bütünlük ve tutarlılığını koruma, düşünme şeklinin bu hatalara rağmen yine de geçerli olduğunu öne sürme gibi ancak sofistlere özgü olduğunu bildiğimiz retorik unsurları tepe tepe kullanma fırsatı ediniyor. Zizek'in kimliği meçhul "arkadaşları"nın tartışmadaki en asli görevi de zaten bu: Gelen eleştirilere karşı "paratoner" olmak.
Ancak Zizek ilk yazısında dile getirdiği ve eleştiriye konu olan birçok iddiasının sorumluluğunu da bir şekilde üstlenmekten imtina edebiliyor ve hatta kendisini eleştirenleri "yazılanları anlayamayan" kişiler mertebesine indirgeyip "borçlu" çıkartacak şekilde "Beni yanlış anlamışsınız! Ben öyle bir iddia ileri sürmedim!" diyebiliyor. İlk yazısında öne sürdüğü iddialara karşı Zizek'in cevabi yazısında benimsediği bu tutumun bu bakımdan son derece "kötücül bir aldırışsızlık" olduğunu da belirtelim. Bu tutum, Zizek'in "paratoner arkadaşları"nı da görevlerinden azleden bir kötücüllüğü doğrudan Zizek'e, onun tartışma doğuran yazısı ile tartışmayı sürdüren yazısına bulaştırıyor. Anlıyoruz ki, ileri sürdüğü iddialar eleştirilip çürütülünce kolaylıkla "Ben onu iddia etmedim!" diyen Zizek, gösterdiği mehaz kof çıkınca o mehaza dayanan bölümleri de yazısından kolayca çıkartabilir. Ve ilginçtir, bu durum, yani Zizek'in her iki metninin de "kurucu" unsurlarını feda etmesi, Zizek için o metinlerin temel anlamını değiştirmez! Aslında Zizek'in "entelektüel ciddiyetsizliği"nin en önemli göstergesi bu:  Bu metinler hemen tamamen çürütülüp çöp kutusuna atılacak olsaydı da Zizek'in fantazisindeki anlam değişmeyecektir. Belki de bu illetli narsizmdir ciddiyetsizliğin asgari nedeni.
Bu noktadan sonra Zizek'in "meçhul" ve "muhayyel" arkadaşlarının aslında onun kendi fikirleri olduğunu düşünmeyi engelleyecek herhangi bir söylemsel unsur ortada görünmez. Son derece açık bir dille siyasi yazılar yazdığını düşündüğümüz bir filozofun böylelikle son derece esrarlı, ikili, stilistik olarak yorumlanmaya ve eleştirilmeye muhtaç bir "imalı konuşma"ya, ama yine de tabii ki politik içerimlere sahip bir söyleme saptığını görüyoruz. İfade ettiği görüşlerdeki bütün hata, yanlış ve imalı kısımların tüm sorumluluğu ise, onların ya "okur-eleştirmen"lerin yanlış anlamasından ya da "arkadaşlar"ın verdiği bilgilerin yanlış çıkmasından dolayı, pek tabii ki "okur-eleştirmen" ya da "arkadaş" dediklerimize ait.
Tekrar başa, Zizek'in cevabi yazısının girişinde yer alan ve kendisini eleştirenlere sarf ettiği sözlere dönelim. Zizek, o eleştirileri "kesinlikle eşgüdümlü gibi görünen bir dizi eleştirel tepki" olarak niteler. Esasen bu nitelemenin ardında sadece eleştirileri değersizleştirmeye dönük, alışıldık bir retorik strateji yatmaz; aynı zamanda Zizek, kof bir mehaz kullanmakla yaptığı hatayı ve yazısında ileri sürdüğü iddiaları eleştirmeyi, yani dikkatli okurların bu "hak"kını da küçümsemeye çalışır; belli bir eşgüdümlülüğün (Bu eşgüdümü sağlayan sakın "Türkiye devleti" olmasın?) de devrede olduğu faşizan bir saldırı altında olduğunu ima etmeye uğraşır. Böylelikle Zizek, yazısının sonunda Türkiye'ye yönelteceği "devlet terörü" ve "çürümüşlük" suçlamasına daha girişte nesnel bir karşılık oluşturma gayretindedir: "Sırlarını daha önceki yazımda ifşa ettiğim şu Türkiye var ya, işte o devlet daha önce bazı gazetecilere ve demokratik mücadele sürdüren PKK'ya yaptığına benzer bir terörü şimdi de sırlarını ifşa etmem sebebiyle bana yöneltiyor. Bu iddiamın kanıtı da önceki yazıma yöneltilen ve 'kesinlikle eşgüdümlü gibi görünen bir dizi eleştirel tepki'dir."
Ezcümle, Zizek'in ilk yazısını eleştirenleri cevaplamak için kaleme aldığı ikinci yazı  da en az ilk yazı kadar eleştirilmesi gerekli unsurlar, Zizek'in kendisini açığa düşüren, bu tartışmadaki temel tezlerini çürüten yanlar barındıran, birçok bakımdan neredeyse "özrü kabahatinden büyük" bir yazıdır. Zizek'in meçhul ve muhayyel arkadaşlarından bazılarının Cihangir-Nişantaşı gibi semtlerden olması ise bu özrü geçerlileştirmez, aksine çoğaltır. Zizek'e Cihangir-Nişantaşı cenahından gösterilen ilgiyi ise elbette Önay Sözer'in Derrida ilgisine benzer bir şekilde ele alabiliriz: Biçime duyulan sadakate karşın, öze ihanet!
STAR-AÇIK GÖRÜŞ