Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 1925 ila 1927 yılları arasında Konya Lisesi'ndeki muallimlik yıllarındaki izlenimlerine dayalı olarak yazdığı Beş Şehir'deki o ünlü değerlendirmeler Konya söz konusu edilince sık sık hatırlanır. Bir vesileyle başka bir yerde, Yaşar Nabi Nayır'ın sorularına verdiği bir cevapta Tanpınar Konya'da geçirdiği o yıllara dair ilginç bir değerlendirmede bulunur. Nesir ve şiir gibi iki ayrı sahada at koşturan Tanpınar, bu sebeple başından beri "ikiye bölünmüş bir hayat" yaşadığını söyler. Nesri hayatına ne kadar açıksa şiiri de o kadar tecride, soyutlamaya yatkındır. 1926'ya doğru, bilhassa 1927'de sanatının büyükçe bir kriz yaşadığını ifade eder. Konya'da yalnızdır. arkadaşlarının çoğu Konya dışındadır. Modern şiir Tanpınar'ı kendisine çekiyordur. Kendi deyişiyle "şiirin hakiki mahiyeti ile insanın kendisi ve istekleri" Tanpınar'da çatışıyordur. O sırada Valery'nin birinci "Varietes"i Tanpınar'ın eline geçer. Valery, Tanpınar'ı içine düştüğü "garip" tereddütten kurtarır.
Yine Konya yıllarında geleneksel musikiyi keşfeder Tanpınar. O zamana dek "cezri bir batıcı" olduğunu Nayır'a verdiği cevapta zikreden Tanpınar'ın Itri'yi bir Mevlevi ayininde tanıdığını biliyoruz. Ayrıca, Konya'yı anlatırken folklor ve türkülere de değinir, " Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet, keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu şehirde tanıdım" diye yazan da Tanpınar'dır.
O tanışıklığını şu sözlerle anlatıyor bize Tanpınar: "Eski Konya Lisesi'nin üst katında küçük bir odada yatardım. Binanın yanı başındaki hapishaneden bazen de öbür yanındaki kötü evlerden günün her saatinde bahçedeki çocuk seslerine ve kendi çalışmalarıma mahpusların söyledikleri türkülerin hüznü karışırdı. Fakat ben onları asıl Takye Dağları'nı akşamın kızarttığı saatlerde dinlemeyi severdim. Bir de sabaha doğru şehre sebze ve meyva getiren arabaların sökünü beni uyandırdıkları zaman. Kurşun rengi soğuk sonbahar sabahlarında henüz ayrıldığım rüyaların arasına onlar, çok beğenilmiş, çok sevilmiş, böyle olduğu için çok eziyet ve cefa görmüş kadın yüzleri ve vücutları gibi ezik, biçare ve imkânsız derecede çekici girerlerdi... Konya hapishanesinin kadınlar kısmında yüzünü görmediğim fakat sesini çok iyi tanıdığım bir kadın vardı. Akşam saatlerinde onun türkü söylemesini âdeta beklerdim. Ve bilhassa isterdim ki "Gesi bağlarında bir top gülüm var" türküsünü söylesin. Bu acayip türkü hiç fark edilmeden yutulan bir avuç zehire benzer. Bazen de "Odasına varılmıyor köpekten" mısraıyla başlayan çok hayâsız oyun havasını söylerdi. Bu sonuncusunun havası ve ritmi kadar ten nazlarını zalimce tefsir eden başka eserimizi tanımadım. Sanki bütün ömrünü en temiz ve saf dualarla hep başı secdede geçirdikten sonra nasılsa bir kere günah işleyen ve artık bir daha onu unutup hidayet yolunu bulamayan ve en keskin pişmanlıklar içinde hep onu düşünen ve hatırlayan bir lânetli veli tarafından uydurulmuştur. O kadar ten kokar ve yakıcı günahın arasından o kadar büsbütün başka şeylere, artık hiç erişemeyeceği şeylere, kanat açar..."
13. yüzyıl Konya'sına bir yolculuk
Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinde Konya'ya ayırdığı sayfalarda en ilgi çekici kısımlar onun İbn Bibi ve Kerimüddin Aksarayi gibi resmi vakanüvislerin eserlerinde rastlanan bazı ipuçlarını yorumlama şeklidir belki de. Konya'nın 13. yüzyıldan itibaren edindiği karakteri ortaya çıkarmaya çalışır gibidir bu ipuçlarını değerlendirirken Tanpınar.
Bu değerlendirmeye rehberlik eden temel sorusu şudur Tanpınar'ın: " Yeni bir vatanda yeni bir milletin o kadar çetin şartlarla kurulduğu bu asırlarda Konya ne halde idi ve başkent sıfatıyla nasıl yaşıyor ve ne düşünüyordu?" İlkin bu sorunun cevabını bilmediğimizi kaydeder Tanpınar, çünkü ona göre "Başlangıçta mutlak hükümdarlık sisteminin, feodalitenin ve vezir aristokrasisinin nüfuzu, XIII. asrın ortasından (1243) sonra seneden seneye bu cihazı biraz daha benimseyen Moğol müdahelesi şehre kendi sesini duyurmak fırsatını şüphesiz pek az veriyordu." Yine de bu sorunun işaret ettiklerini kurcalamaktan geri durmaz. Şehrin etnik çehresine değinir. Bu etnik çehre, kısmen meçhul kalsa da yine de bazı simaları seçebiliriz pekala. Tanpınar'a göre "Aslen Türk olan büyük halk kitlesinin yanı başında henüz Hristiyan kalmış Rum ve Ermeni gibi yerli kavimlere mensup bir kalabalığın, Gürcü, Bizanslı, Suriyeli, Mısırlı, Elcezire ve Iraklı, Lâtin tüccarların, Harezmlilerin, Bizans'dan gelen askerlerin, Haçlı döküntülerinin, Ortaçağ'ın bazı Anadolu şehirleri gibi Konya'da da büyük bir yekûn tuttuğunu" tahmin edebiliriz.
Gerçekte şimdilerde bilebildiğimiz kadarıyla Türk, Kıpçak, Moğol, Rus, Rum, Yahudi, Mağrıbi, Arap, Kürt, Acem, Gürcü, Abhaz, İtalyan çeşitli simalar gezinir Konya'nın suk-i atik ve suk-i cedidinin sokaklarında o dönem. Yine de Tanpınar'a hak vermek gerekir: Gerek ulema ve vüzera sınıfının künyelerinden gerekse vekayinamelerde bahsedilen simalardan yola çıkarak Konya'daki nüfusun çehresi az buçujk belirginleşir. Bütün bir Orta Asya ve Akdeniz dünyasıdır bu çehrenin en belirgin çizgileri.
Sünni akideye pek uymayan, belki de onunla sadece görünüş itibariyle uzlaşmış birçok heterodoks ve kalenderi tarikatın diğer şehirlerde olduğu gibi Konya'da da görüldüğünü kaydetmek gerekir. Tanpınar Müslüman ortaçağın saç, sakal, bıyık ve kaşın uzatılması veya büsbütün kesilmesi ile insan çehresi üzerinde âdeta oynadığını, onu mesleğe veya tarikate ait bir çeşit maske yapmağa çalıştığını kaydeder. Elbise veya başa giyilen şeyler de böyle değişir. Müslüman olmayanların da kendi kavimlerine mahsus kıyafetleri taşıdığı düşünülebilir hiç şüphesiz. Yine de yüksek tabaka haricinde Konya'nın çarşı pazarına, dar sokaklarına hakim ton Ahiliktir. Ahidir Konya'nın çarşı pazarı.
Hayatın ufak tefek tepkiler dışarıda bırakılırsa "tartışma"lara karşı hoşgörülü olduğunu düşünür Tanpınar. Bana kalırsa bu "başkent olmaktan" gelen bir tür kozmopolitizmdir eni sonu. Her başkentte "yabancı"lar yadırganmaz, tartışma vuku bulsa da hakikat topluluklarından görüş toplululuklarına doğru bir değişim görülebilir. Yine de sözgelimi 1243'te Konya'ya gelip Mevlana ile buluşmuş Şems-i Tebrizi'yi düşünelim, Konyalıların buna gösterdikleri tepkiyi...
Şems'in Konuşmalar'ını toparladığı düşünülen Makalat'a yazdığı giriş yazısında Mehmet Nuri Gencosman bu tepkilere dikkat çekerken ilginç bir cümle kullanır. Onun aktardığına göre Konya şeyhleri arasındaki bir sofi şöyle tepkilidir Şems'in Mevlana'yı Konyalılardan çalmasına: "Artık horasan toprağının yetiştirdiği değerler, Tebrizlilerin uydusu haline geldi." Bu aktarımda Gencosman'ın epey tahrifatı olduğunu düşünebiliriz. Tıpatıp değil, belki mefhumu aktarmaktadır Gencosman.
O dönemki Konya'nın büyük bir refah içinde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu refahı besleyen ise sadece ticaret değil, zenaattır da. Konya çarşısı, bütün dolu çarşıları gibi ahidir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev'den beri Selçuklu sultanları fütüvvet şeddi kuşanmışlardır. Ahilik fütüvvet teşkilatının ana bileşenlerinden biridir. Bu yüzdendir ki çarşı ve zanaat atölyeleri de saray gibi ahiydi. Ahiliğin Konya efkar-ı umumiyesinin kudretine kattıklarını düşüneceğiz elbette.
Şehir halkı ve iktidar
Tanpınar, İstanbul'dan bahsederken bir yerde "Her büyük şehir nesilden nesile değişir" der. Tanpınar'ın İstanbul için sarfettiği bu cümle diğer büyük şehirler için de geçerlidir hiç kuşkusuz. Konya da, medeniyetimizin bu büyük şehri de nesilden nesile birçok değişim geçirmiştir. Ancak bütün bu değişimler silsilesinde değişmeden kalan bir şey vardır. Konya için bunun karakterinin ana rengi olan "ahilik" olduğunu düşünüyorum. Konya şehir halkının iktidarla kurduğu ilişkilerin genelde ahilikle temsil edilen "gönül ortaklığı" çerçevesinde vuzuha kavuşturulmasının yherli yerinde olacağını düşünmek de gerekiyor.
Tanpınar'ın gerekli gereksiz birçok programda tekrarlana tekrarlana iğdiş edilmiş o müthiş cümleleri, yani "Bir başkent daima başkenttir. Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur" ifadesinin geçtiği bağlam, şehir ahalisi ile hükümet teşkilatı arasındaki ilişkileri konu edinmektedir. Başkentin konuşması bu anlamda şehir halkının süregelen iktidar kavgasında rengini ortaya koyması anlamına gelir. Özellikle 13. yüzyılın başından sonuna Konya halkının o kadar kolayca susturulabilecek bir ahali olmadığı söylenmelidir.
I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile ağabeyi Rüknettin Süleymanşah arasındaki taht kavgasında olduğu kadar diğer gailelerde de şehir ahalisi, İbn Bibi'nin "burne-i pişegan" tabir ettiği eşhas tarz ve tavır sahipliğiyle dikkat çekerler. Sözlerinin eri, dürüst, güvenilir ve haksızlıkla mücadele etmekten çekinmeyen bir karakter. Bu durumun 13. yüzyılın tamamına yaygınlaştırılması icap eder.
Daha sonraki dönemler için şöyle yazar sözgelimi Tanpınar: " II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonraki karışık devirde hemen her büyük meselede Konya ahîlerinin ve hükümet teşilâtına mensup gençlerin yardımı istenir. Sahip Şemseddin İsfahanî, bazı rakiplerini ortadan kaldırmak için ahîlere müracaat eder. 1291 'de Moğol ordusu Konya'yı muhasara ettiği zaman şehrin hâkiminin Ahmed Şah Kazzaz adında bir ahî olduğunu biliyoruz."
Elbette halk, iktidar sınıfının kendi arasındaki meselelerine gerekmedikçe karışma ihtiyacı hissetmez. Yine de şehirde bugünkü anlamıyla bir "efkar-ı umumiye"nin, bir kamusallığın teşekkül ettiğini belirtmek gerekir. Belki de bu yüzden Tanpınar'ın da büyük bir rikkatle işaret ettiği gibi " Selçuk hükümdarları bazı vahim iç meselelerini Kayseri veya Sivas'ta halletmeyi tercih ediyorlardı. Alâeddin Keykubad gibi tuttuğunu koparan bir hükümdar bile, tahta çıkmasını sağladıkları için âdeta saltanata iştirak hakkını kazandıklarını zanneden ve nüfuzlarını suistimal eden eski emîrleri Kayseri'de izale etmeyi tercih etmişti."
Konya'da 13. yüzyıldan günümüze değişmeyen ana karakter unsuru ne derseniz vereceğim cevap şu olacaktır: Efkar-ı umumiyenin kudreti, halkın saltanat kavgalarına bigane kaklıp halkı ile haksızı ayırt etmeye dönük müthiş dirayeti, ortada devlet bile kalmamışken gösterdikleri müthiş gönül dayanışması...