31 Mart 2016 Perşembe

MEVLEVİLER, AHİLER, KALENDERİLER -Niçin kavgalılardı?-



Bir iddiaya göre 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'da Mevlevilik ile Ahilik arasında yaşanan fikri-siyasi çekişmenin kökleri bir yüzyıl öncesine, Horasan'a dayanır. Anlatıma göre Mevlana ve babası Bahaeddin Veled'in takipçisi olduğu Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmüddin Kübra ile Ahi Evren'in talebesi olduğu Fahrüddin Razi arasında yaşanan münazaraların bir devamıdır Ahilik ile Mevleviliğin fikri ayrılıklarının kökeni. Kısmen doğrudur da bu, ancak 'kısmen' lafzını kullanmamıza sebep olacak kadar başka hususlar da vardır. Sözgelimi Necmüddin Kübra'nın önemli müridlerinden Necmeddin Daye, Ahi Evren'in kayınpederi Evhadüddin Kirmani'ye bağlanır. Yeri gelmişken belirtelim: Her ne kadar Abdurrahman  Cami Nefehat-ül Üns'ünde, Daye'nin Konya’da hem Mevlana Celaleddin Rumi hem de Sadreddin Konevi ile görüştüğünü iddia etse de Daye'nin Konya'da bulunduğu tarihte ne Konevi ne de Mevlana Konya'dadır. Necmeddin Daye, Evhadüddin Kirmani ve onun şeyhi Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi ile Malatya'da 1221'de tanışır. Anadolu'dan 1224'te ayrılan Daye'nin 1225'ten ölüm tarihi olan 1256'ya dek Bağdat'ta Abbasi hilafetinin emrinde kaldığını da bu bilgiye ekleyelim. Necmüddin Daye ismi bile Ahilik ile Mevlevilik arasındaki fikri-siyasi çekişmelerin Horasan'a, Kübrevilik ile Fahreddin Razi arasındaki münazaraya dayandığı fikrini çürütmeye yeterlidir. Elbette arada meşrebi bir farklılık vardır, bu farklılığın kökleri de anılan münazaraya kadar uzatılabilir; ancak bu farklılığın Anadolu'daki büyük fikri-siyasi gerginliğe yol açtığını iddia etmek bana kalırsa aşırı bir yorumdur. Ahilik ile Mevlevilik, Ahi Evren ile Mevlana arasındaki gerginliğin sebepleri Anadolu'dadır.
Hakikatte Ahi Evren ile Mevlana arasındaki fikri-siyasi gerilim ve tartışmanın 1246'dan sonra gün yüzüne çıktığını söylemek gerekir. 1237'de Halep ve Şam'daki eğitimini tamamlayıp Konya'ya dönen Mevlana'nın 1244'lere kadar (yani Şems-i Tebrizi'nin Konya'ya gelişine kadar) Konya'da bir müderris ve fakih olarak bilindiğini, tasavvufi neşveye de sahip olduğunu biliyoruz. Her ne kadar Konya'da mukim en bilinen ve en önemli fakih olmasa da iyi bir fıkıh eğitimi aldığı, çevresinde giderek genişleyen bir halka oluştuğu da bilinmekteydi. Mevlana, hayatta olduğu sürece, Ahmed Eflaki'nin övgülü anlatımlarının zıddına sıradan bir alim olarak görünüyordu Konyalılara; çünkü Kadı İzzeddin, Kadı Siracüddin Urmevi gibi gerçekten döneme damga vurmuş önemli fıkıh üstadları vardı.
Mevlana'nın Divan-ı Kebir'inde yer alan bazı şiirleri Şems ile tanışmasından önce kaleme aldığı da malumumuz. Ancak gerek Moğolların Anadolu'yu istilası, gerekse Kalenderilerin bu istilaya verdikleri destek; Moğolların Anadolu'yu işgali öncesi,  1237'de Alaeddin Keykubat'ın oğlu eliyle zehirlenerek öldürülüşü ve sonrasındaki büyük Türkmen (Babai) ayaklanması; Alaeddin Keykubat döneminde etkin bir rolde bulunan Ahi Evren'in, Türkmenlere yönelik politikaları sebebiyle eleştirdiği Keykubat'ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1239'da hapse atılması, hem dönemde yaşanan siyasi kargaşanın mahiyetine dair daha dikkatli analizlere başvurmamızı salık verir hem de doğrudan Mevlana ile Ahi Evren arasındaki çekişmenin sebebini geçmişte değil bizzat ilgilendiğimiz dönem içinde aramak gerektiğine delalet eder.
Yine de Şemseddin İsfehani'nin vezirliğinde, Celalettin Karatay'ın delaletiyle 1246'da affedilerek hapisten salıverilmiş ve devlet kademesinde görev almış Ahi Evren ile Mevlana arasındaki kavganın Moğollara karşı takınılan üslup ve mücadele zemini farklılığından neşet ettiğini söylemek gerekir. 1244'te Konya'ya gelerek Mevlana ile tanışan ve ondaki büyük değişime sebep olan Şems-i Tebrizi'yi, Moğolların Kayseri'yi zaptı sonrası giriştikleri katliamda birçok arkadaş ve yoldaşını kaybetmiş, ayrıca eşi de Moğollara esir düşmüş Ahi Evren'in sevmesi düşünülemez. Çünkü bir iddiaya göre Moğolların Kayseri'yi zaptı sırasında Şems de bu şehirdedir ve Moğollar lehinde propaganda yapmaktadır. (Ahi Evren'in eşi Fatma Bacı'yı Moğollar elinde esir durumdan Emir Pervane Müineddin Süleyman kurtaracaktır.) Mevlana ile Ahi Evren arasındaki nizanın Şems ile başladığını ileri sürmek de makul görünmektedir, çünkü Mevlana'nın ilk eşinden olma oğlu Alaeddin Çelebi, Ahi Evren ile birliktedir. Fatma Bacı'nın teşkilatına devam eden Mevlana'nın kızının Şems'in gelişiyle birlikte bizzat Şems'in isteği doğrultusunda bundan vazgeçirildiği de Ahmed Eflaki'nin anlattığı bir menkıbenin konusudur.
1244'te Konya'ya gelen Şems'in farklı rivayet ve anlatımlara göre ölüm ya da gaybubet yılı olan 1247'ye kadar 2 kez Konya'dan ayrılıp Şam'a gittiği mervidir. Şems'in Konya'dan ilk ayrılışının sebebi Konya ahalisinin kendisini sevmemesidir büyük ihtimalle. Hatta Hırkayı Şems'i (Makalat'ı) Türkçeleştiren Mehmet Nuri Gencosman'ın aktarımına göre Konya sofilerinden birinin Mevlana ile Şems'in dostluğuna hayret edip "Horasanlıların Tebrizlilerle ne işi olur?" dediği bile vakidir. Bu ilk ayrılığın bitmesinin ardından Mevlana, Şems bir daha Konya'dan ayrılmasın diye onu evlatlığı Kimya Hatun ile nikahlar. Kimya Hatun'un şüpheli ölümü neticesi Şems Konya'dan bir kez daha ayrılır ve Şam'a gider. Mevlana oğlu Sultan Veled'i Şam'a gönderir, Sultan Veled Şems'i bulur, Konya'ya getirir. İkinci ayrılık 6 ay sürmüştür. Şems üçüncü kez geldiği Konya'da 1247'de öldürülür. Cesedi Abdülbaki Gölpınarlı'nın iddiasına göre Bedreddin Gühertaş'ın hankahındaki kuyuya atılır. Şems'in öldürülmesinin sorumlusu olarak dönemin devlet erkanını gösteren Mevlana'nın ilk hedefi Ahi Evren olacaktır. Mevlana'nın II. Kılıçarslan'a yönelik tarizlerinin bir sebebini de Ahi Evren'in devlet görevinde oluşunu göstermek yanlış olmayacaktır. Mevlana ile Selçuklu devlet yönetimi arasındaki ilişkilerin 1251 sonrasında (yani Ahi Evren devlet yönetiminden ayrılıp Kırşehir'e gidince) normalleşmeye başladığını da düşünebiliriz.

MÜSTAKİL GAZETE

Konuyla ilgili önceki yazı

30 Mart 2016 Çarşamba

Postdemokrasi ne zaman?

Çağdaş dünyada demokratik yönetimlerin sıkıntıları nasıl ele alınabilir? Ekonomik krizler ile demokrasilerin sorunlarını birlikte düşünebilir miyiz? Gelişmiş, postendüstriyel ülkelerde ‘siyaset ötesi’ toplumlar oluştuğu varsayılırken, geri kalmış ülkelerde, özellikle Ortadoğu’da bir türlü sona ermeyen iç savaş ve siyasal çatışmalar bize neyi işaret ediyor?
20. yüzyılda İkinci Büyük Savaş’ın ardından dünyada yaygınlaşan kitle demokrasilerinin yaşadığı krizin sebeplerine dair bir analiz girişimi Colin Crouch’un kitabı. Crouch kitle demokrasilerinin hemen her zaman belli partileri seçen temel seçmen gruplarının olduğu ve en önemli sorunların bu demokrasi platformunda çözülebildiği bir atmosferde işlevli olduğunu belirterek günümüz şartlarında bu iki şartın da ortadan kalkmak üzere olduğunu ileri sürüyor. Öncelikle seçmenler açısından partiler arasında sahici farkları bulmak giderek zorlaşıyor ve ayrıca küreselleşme süreçleriyle birlikte ortaya çıkan sorunların çözümünde kitle demokrasilerinin temel platformu olarak görülebilecek milli platform önemini yitiriyor.
Vatandaş değil müşteri
Crouch’a göre kitle demokrasilerinin ortaya çıkmasını sağlayan sosyal zümreler, gelişmiş, post-endüstriyel ülkelerde temsil ettikleri anlamları yitirdi. Bu ülkelerdeki partiler, fark gözetmeksizin bütün potansiyel seçmenleri temsil etmeye çalışıyor. İdeolojik ve sınıfsal çıkarlarla ilgili farklılıklar böylelikle asgari bir seviyeye indirgenerek seçim propagandaları, partilerinin daha becerikli ve kişisel özellikleri diğerlerinden daha tercih edilesi parti kadrolarının rekabetine dönüşüyor. Böyle bir ortamda seçim kampanyalarının satış reklamlarına benzediği, siyasetçilerin seçmenleri, ‘vatandaş’ değil ‘müşteri’ gibi algıladığı da düşünülebilir. Özellikle ABD örneğini ön plana çıkaran Crouch’un tespit ettiği modele göre siyasetçiler toplumdan ayrışarak sadece birbirini kayıran bir zümreye dönüşüyor. Siyasetçilerle yakın ilişki kuranlar da onlar gibi halktan uzak yaşamayı sürdüren büyük firma temsilcileri. Siyasetçilerin bu firmalara bağılılığının da iki sebebi var: İlkin siyasi başarı için büyük firmaların ekonomik yatırımlarına ihtiyaç var, ikinci olarak partilere kaynağı bu firmalar aktarıyor.
Politize olmuş büyük firmaların ve STK’ların, politikanın görevini üstlenerek, milli/ulusal postdemokrasinin ve eksikliği hissedilen global demokrasinin sorunlarını çözebileceğine inanmayan Crouch bu politikaların demokratik olmadığının altını çiziyor. Ona göre “Eğer bir gün, gelişmekte olan ülkelerde NGO’ların, sorunları, hükümetlerle değil de firmalarla konuşmaları gerektiğine karar verirsek, işte o zaman postdemokraside ‘yaşadığımızı’ anlayacağız!”

25 Mart 2016 Cuma

Mevleviler, Ahiler ve Kalenderiler -Giriş-


Peşinen söyleyeyim: Bu yazıyı yazarken epey zorlandım. Sebebi rivayet, iddia, olay ve kaynak kıtlığı değil. Gerek dönemi anlatan İbn Bibi, Kerimüddin Aksarayi, Niğdeli Kadı Ahmet gibi vakanüvislerin vekayinamelerinde gerek Menakıb-ul Arifiyn, Menakıb-ı Evhadüddin Kirmani, Menakıb-ul Kudsiyye gibi menakıbnamelerde gerekse dönemi çalışan Prof. Dr. Osman Turan, Prof. Dr. Mikail Bayram, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Abdülbaki Gölpınarlı gibi tarihçilerin eserlerinde yeterli bilgi, belge ve kayıt mevcut.
Yine de dönemde, yani 13. yüzyıl ortalarından 14. yüzyılın ortalarına kadar olan zamansal aralıkta bilhassa Orta Anadolu'da etkili olmuş, zaman zaman fikri boyuttan çıkarak siyasi ve askeri çatışmalara sebebiyet vermiş, birçok kanlı müsademenin yaşanmasına yol açmış bir dini-kültürel kavga ve farklılaşma ortamına dair 'adil', 'hakkaniyetli' bir tutumu bugünden belirlemenin zorluğuydu bu yazıyı yazarken baş etmemin gerekli olduğu güçlük.
Geçmişi daima bugün için, bugünkü sorunlarımızı anlamaya dönük, bugünkü sorunlarımızın ışığında okuduğumuz/yazdığımız, bundan hiçbir şekilde kaçışın mümkün olmadığı biliniyor. Bütün o rivayet, iddia, olay ve kayıtları yazıya boca edip kenara çekilmek, yani haklarında retorik de olsa bir hüküm vermekten kaçınmak benimseyebileceğim bir tutum değil elbette.
Yazımızın başlığına taşıdığımız dini zümrelerin doğrudan işgalci güç Moğollarla aralarındaki ilişkilere bakıp 'adil' ve 'hakkaniyetli' tutumu bu güçle kurdukları rabıtalara istinaden aldıkları konumlara göre belirlemek de kolay değil; çünkü 1276'ya dek 'putperest-şamanist' kağanların yönettiği Moğollar, o tarihten itibaren Müslümanlaşmış ve en azından Selçuklu devlet erkanından farkları kalmayan bir konuma gelmişlerdir. (Ki Selçuklu sultanları arasında dindar ve adil olanlar bulunduğu kadar gerek dini gerekse idari durumları  onaylanmayacak birçok kişi vardır. Devlet taazzuvunu önemsediğimiz için hanedan ve soyları değil, bizatihi devlet aygıtının sürekliliğini gözettiğimizi de belirtelim.)
Başta Mevlana olmak üzere Mevlevi geleneğin hemen her zaman devletle, devlet erkanıyla iyi ilişkiler kurdukları da en fazla bir 'genelleme' olarak doğrudur. 1247-1251 arasında Mevlana'nın Selçuklu devlet erkanını Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesi dolayısıyla şiddetli şekilde eleştirdiğini biliyoruz çünkü. Ya da Şah İsmail gailesi döneminde II. Bayazıd'ın Şah İsmail'e yakın durduğunu gözlemlediği Asitane Postnişini'nin devrilerek yerine kendine bağlı Afyon Mevlevihanesi Şeyhi'ni getirdiğini görüyoruz. Demek ki sorun salt 'iktidar' yanlılığı değil; dikkate alınması gereken başka etkenler, başka meseleler, konular da olabiliyor zaman zaman.
Bugün bulunduğumuz konum itibariyle Ahilere ve Mevlevilere sempati besleyen bir toplumuz; Kalenderiler'den pek haz etmiyoruz. Kalenderilerin istilacı Moğol siyasetinin bir edevatı olduğunu söylüyoruz. Bu doğru, bu söyleyişimizde herhangi bir hata yok. Peki ama belli bir müddet sonra 'istilacı Moğollar' sen ve benden farksız insanlara dönüşmüşse ne olacak? Kimi Mevlevi (Nureddin Caca), kimi Kalenderi (Ahmet Teküder Kağan), kimi de Babai şeyhlerinin irşadıyla ihtida etmişse bunu nasıl yorumlayacağız? Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev'e ayaklanan Türkmenlerin dini-siyasi lideri Baba İlyas-ı Horasani'nin Sivas halifesi eliyle önemli ölçekte Moğol'un İslam'a geçtiğini, Türkmenlerden farksızlaştığını biliyorsak bu durum yorumlarımızı etkilemeyecek mi?
Tarihin kavgasının haklı-haksız kavgası olmadığı açık. En azından biz günümüzdeki olaylara ilişkin bir bakış açısı edinmek üzere tarihe her başvurduğumuzda böyle bir maksat gütmeyeceğimiz göz önünde tutulmalı. Bu ihtiraz kayıtlarının ardından inşallah asıl mevzumuzu da bir sonraki yazıda ele alalım.
MÜSTAKİL GAZETE

22 Mart 2016 Salı

Sivil (ve şiddetsiz) itaatsizlik

Dünya siyaset sahnesinde 2000’li yıllarla birlikte şiddet içermeyen direniş hareketleriyle daha fazla karşılaşmaya başladık. Mısır’daki Tahrir Meydanı’ndan New York’taki Occupy’a kadar dünyanın dört bir yanında şiddetsiz direnişler ortaya çıkıyor. 20. yüzyıl içerdiği iki büyük savaş ve şiddetli çatışmalarla dolu olsa da Gandi ve Martin Luther King’in dile getirdiği “sivil itaatsizlikler”in de yüzyılıdır.
20. yüzyılda siyasal şiddet ve şiddetsizlik konuları özellikle sosyolojik planda epey verimli tartışmalara da konu olmuştur, ancak felsefi tefekkür “şiddet” konusuna gösterdiği ilginin bir benzerini “şiddetsizlik” için göstermemiştir. Bu kısmen, “siyasal şiddetsizlik” fenomenlerinin toplumsal planda daha fazla ilgi çekici görünmesinden kaynaklanıyorsa diğer yandan felsefi düşüncenin kendi köklerinden de kaynaklanır. Yeni bir felsefenin, hemen her zaman eski felsefi düşüncelerle “kıyasıya” ve “kanlı” hesaplaşmalardan doğduğunu biliriz. Siyasi şiddetsizlik fenomenini felsefi bakımdan ele alma girişiminin olmayışı şimdiye kadar “fikirler savaşı” olarak kurgulanmış felsefede “şiddetsizlik” konusunun pek düşünülmeyişinden neşet eder esasen.
George Sorel, Walter Benjamin, Hannah Arendt, Emmanuel Levinas, Jacques Derrida gibi şiddetin modern ya da postmodern eleştirmeni birçok filozofu bulunsa da bir alternatif olarak siyasal şiddetsizlik felsefi dille yeterince soruşturulmamıştır.
Felsefi dille sorgu eksik
Çeşitli şiddetsiz direniş kampanyalarına katılmış ve postyapısalcı anarşizmin teorik gelişimine katkıda bulunan eserleriyle bildiğiniz felsefeci Todd May, kendine has ve ilgi uyandıran siyasal şiddetsizlik fenomenini tarihi ve güncel örneklerden faydalanarak inceliyor. Felsefi tefekkürün “politik şiddetsizlik” konusunda çok az konuştuğunu belirten May, kitabında bu eksikliği telafi etmeye çalışıyor. Şiddetsizlik kavramını ve şiddetsizliğin hedeflerini irdeleyen May, şiddetsizliğin ahlaki jui-jutsu’dan şiddetsiz zor kullanmaya kadar değişik dinamiklerini ele alıyor. Şiddetsiz faaliyeti, özellikle de haysiyet ve eşitlik varsayımına saygıyı ön plana çıkaran değerleri araştıran May, günümüzde şiddetsizliğin rolüne yakından bakıyor.  Todd May, siyasal şiddetsizliğin tanımından mücadeleyi şiddetsiz kılan unsurların ne olduğuna, şiddetsizlik siyasetlerinin barındırdığı değerlerden şiddetsiz direnişin “pasif direniş”ten farklarına kadar birçok konuyu ele alarak bir nevi şiddetsizliğin siyasal ontolojisi ve etiğini ortaya çıkarmaya çalışıyor.

16 Mart 2016 Çarşamba

Felsefi perspektiften yargılama sorunu

Immanuel Kant, yazdığı üç kritikle (Salt Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi, Yargı gücünün Eleştirisi) modern felsefedeki Kopernik devrimini başarmış bir filozof olarak görülür. Modern felsefenin teşekkülünde Kant’ın tuttuğu yere ilişkin sorgulama faaliyeti bir yerde modernliğimizin felsefi temellerini de sorgulamak anlamına gelir bu sebeple. “Eleştiri” ve “yargılama” faaliyetini felsefesinin temeli yapan ilk modern filozoftur Kant.
İlk kez 1979 yılında yayınlanan Postmodern Durum adlı “bilgi raporu”yla son 30-40 yıldaki tüm felsefi tartışmaları etkilemiş, onların yörüngesini çizmiş Jean-François Lyotard’ın gerek Kant’la gerekse diğer çağdaş filozoflarla arasındaki fikri bağlantıların ele alındığı Nasıl Yargılamalı? Lyotard’ın önerdiği bu soru çerçevesinde 10 gün süre ile Fransa’da gerçekleştirilmiş bir felsefe kollokyumunda sunulmuş tebliğlerin bir kısmını içeriyor. Kollokyumdaki konferans ve seminerlerde toplamda 43 metin sunulmasına karşın kitapta sadece altı metnin yer aldığını belirten Lyotard “seçim yapmanın zaten adaletsiz bir durum” olduğunu belirterek seçilen altı metni “bir düşünce momenti” olarak görmemizi diliyor.
Metinler genelde Kant felsefesi ile Lyotard düşüncesinin “yargı(lama)” sorunu etrafındaki geçişmeleri, karşılaşmaları ve değerlendirmelerini içeriyor. Kitapta yer alan her metin hem diğerinden bağımsız okunabilir hem de yazarlarının Lyotard felsefesine bakışını yansıtır.
Jean-Luc Nancy, “nasıl yargılamalı” sorusunu Kant’tan yola çıkarak, Kantçı yasa, ödev, özgürlük kavramlarıyla birlikte düşünerek şöyle cevaplamayı tercih eder sözgelimi: “Zaten-hep-yargılanmaktayım ama henüz asla yargılanmamış durumdayım. Bu ne benim kurtarılmış olduğum anlamına gelir, ne de masum olduğum. Yargıyla karşı karşıya kalma görevine hâlâ hep sahip olduğum anlamına gelir.”
Descombes ise yazısında “doğru olandan adil olana giden çıkarımın imkansız” olduğunu söyleyen Lyotard’ın görüşü doğrultusunda transandantal kavramları analiz eder. Ona göre doğru olandan iyi olana varmak iyi değildir. Bu metinler arasında belki en ilginç olanı Franz Kafka’nın “Yasa Önünde” adlı edebi metnini “Nasıl yargılamalı?” sorusuyla birlikte tartışan Derrida’nın metnidir. Derrida; Kant, Heidegger, Kafka, Freud ve Lyotard’la iç içe düşünür “yasa” sorusunu. Lyotard’ın değerlendirmesi ise “Dili bir iletişim ve karar verme aracı olarak kullanabileceklerini sanan insanlar, yasağın sessizliğine eşlik eden acı duygusuyla, dil tarafından çağrıldıklarını ve bu çağrılma dolayısıyla duydukları ‘harika tadın’ kendi güçlerini artırma istencinden değil de yalnızca başka cümlelere, belki de heterojen cümlelere izin vermekten geldiğini öğrenirler” cümleleriyle kapanır.
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

Moğollar ve Kalenderiler


Ahmet Eflaki'nin ünlü menakıbnamesi Ariflerin Menkıbeleri'nde aktardığına göre, Moğol kağanı Hulagu Suriye seferi sırasında Harran'da bir grup Kalenderi dervişle karşılaşır. Bir zamanlar Haşhaşilerin 16 kişilik Ulular Meclisi'nin bir üyesi olan, ancak Alamut Kalesinin Hulagu tarafından ele geçirilip yıkılmasının ardından Hulagu'ya intisap eden ünlü İsmaili bilgin, astronom ve filozof Nasireddin Tusi "İnsanların beyler (yöneticiler), asker, esnaf ve sanatkar, çiftçi olarak dört sınıfa ayrıldığını, bu dervişlerin ise gereksiz insanlardan olduğunu" söyler Hulagu'ya. Bunun üzerine Hulagu Kalenderi dervişleri katlettirir ve böylece insanları "gereksiz insanlar"dan kurtarır.
Cavlakiliğin kurucu şeyhi Cemalüddin Savi'nin yaşayan halifesi Ebubekir Niksari'nin 1205'te Ömer-i Girihi ile Konya'ya yerleştiğini bize haber veren ve Konyalıların Kalenderilere gösterdiği tepkileri gayet güzel özetleyen Fustat'ül Adale kitabının yazarı  Muhammed bin el-Hatib’e göre Cavlakiler yani Kalenderiler, asla makul kişiler değildir. O, Cavlakilerin helal veya mubah saymadıkları hiçbir haram olmadığını, herkesin bildiği gibi namaz kılmadıklarını belirtir; aşikâre olmasa bile gizli olarak oruç yediklerini, şarap içtiklerini söylediği Cavlakilerin, hiçbir küfürden içtinap etmeyip dilencilikle geçinen, iş ve meslek kaçkını tembeller olup halkın sırtından geçinen asalaklar şeklinde tasvir eder.  Yine Evhadüddin Kirmani'ye bağlı başka bir şeyhten Meragalı Kadı Zahireddin Muhammed'den de Fustat'ül Adale'yi doğrulayan rivayetler aktarılır. Meragalı da Kalenderiler hakkında müritlerine, Cavlakilere yanaşmamaları, onlarla konuşmamaları ve selamlaşmamaları, zira bunların İslamların yolunda bulunmayıp küfür ve zındıklık içerisinde olduklarını nasihat eder.
Anadolu'yu istila etmeye başlayan Moğollar'ın bu hareketlerinde müttefikleri sadece  Hristiyanlar olmamış, Kalenderi grupları da kullanmışlardır. Sözgelimi Abbasi hilafetine karşı  Halil b. Bedr el-Kürdî isimli kalenderi bir şeyhin isyanı bu anlamda bilinen ilk olaydır. Irak'ta 1245'te ayaklanıp Türkmenleri yağma ve katleden bu Kalenderi grubuna karşı Süleyman Şah’a bağlı Türkmenler, harekete geçmişler ve Moğollar dahil onlardan 600 kişi öldürmüşlerdir.
Moğolların genelde işgal ettikleri  ülkelerde farklı etnik veya dini zümreleri birbirleriyle çarpıştırmak suretiyle o ülkeyi kontrol altına alma şeklinde zuhur eden politikaları Anadolu’da Türkmenleri ve Ahileri Moğollar açısından tehlikeye dönüştürür. Çünkü Ahilerin Türkmen halka dayanan insan güçleri yanında ekonomik güçleri de vardır. Ahilerin “Seyfi” olanları da savaşçı ve silahlıdırlar. Bu bakımdan Moğolların,Türkmenlerin ve Ahilerin gücünü kırmak için kalenderiler (Cavlakiler) gibi bazı dini grupları destekleyerek onları Ahilerle vuruşturmaya çalıştıkları görülmektedir. Kendilerine tabi olan veya kendileri tarafından iş başına getirilen ümeraya destek vererek, onlar vasıtasıyla Türkmenlerin gücünü kırmaya çalışan Moğolların bu tutumları Türkmen ve Ahi çevrelerin nefretine yol açıyor, zaman zaman kalenderi gruplara karşı saldırılarda bulunuyorlardı.
1243'te Anadolu'ya giren  Baycu Noyan'ın ordusunda da birçok Cavlaki derviş vardır.  Kösedağ Savaşında Moğol ordusunun ön saflarında bu Cavlaki dervişler bulunuyordu. Keza Kösedağ yenilgisinden sonra Moğollar Kayseri’yi muhasara ettikleri zaman Cavlakî dervişler Moğollarla birlikte şehrin surlarından gedik açmaya çalışıyorlar ve mancınıklarını kullanıyorlardı. Hatta ünlü vakanüvis İbn Bîbî, Kayseri’nin en muhkem surları olarak bilinen ve güvenliğini Ahilerin sağladığı dericiler çarşısı tarafındaki surlara karşı Moğolların üç mancınık kurduğunu ve bu mancınıkları Kalenderilerin kullanıp 15 gün süreyle bu burçları dövdüklerini ve yine Kalenderilerin yoğun gayretiyle burçlarda büyük delikler açıldığını zikreder. Mikail Bayram hoca Moğolların Kayseri kuşatması esnasında Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî, Şemsü’d-din Muhammed b.Ali et-Tebrîzî ve Ebubekir Niksari gibi birçok kalenderi şeyhinin burada olduğunu ve müritleri ile birlikte Moğolların yanında savaşa katıldıklarını söyler. Eflaki'nin aktarımına göre Moğollar Kayseri'ye girmelerinin akabinde Seyyid Burhaneddin'i parayla ödüllendirirler.
Moğollar istila ettikleri Anadolu’da hâkimiyetlerini yayma ve sağlamada kendi adlarına hareket eden Kalenderileri de yoğun olarak kullanmışlardır. Bu Kalenderi şeyhlerinden biri de Şeyh Şerefüddin Mavsili’dir. Ahmed Eflaki’nin eserinde Mevlana’ya iki bin dinar getirdiğini bildirdiği Şeyh Şerefüddin Mavsili, Moğolların Anadolu’daki hazinedarıdır. Abaka Han döneminde Anadolu’da Moğol tahakkümünün artması ve yönetimin tamamen Moğol yöneticilerin eline geçmesinde büyük katkısı olan Kalenderi şeyhlerinden biri de Aybek Baba’dır. Tanpınar'ın tasviriyle "Moğol, Mısır politikası ve dahilî karışıklıklar arasında bazen üç dört kozu birden oynamaktan çekinmeyen, tahta padişahlar çıkartıp indiren kafasında tirkeşindeki oktan ziyade hile ve tedbir bulunan o son derece zekî, ince hesaplı, bir inkıraz devrinin bütün meziyet ve reziletleriyle rahatça giyinmiş, büyük âlim, kudretli cenk adamı Muinüddin Pervane"yi bile kandırmayı başarmış, onun yanına Abaka Han'ın casusu olarak sokulup Moğollara ihanetini ortaya çıkarmış bir Kalenderi derviştir Aybek Baba. Aybek Baba, Memluk Sultanı Baybars’la Pervane’nin yazışmalarının birer suretini Moğol sarayına göndermeyi başararak, Baybars-Pervane işbirliğini ortaya çıkarmıştır. Pervane’nin kendisine ihanet ettiğini gören Abaka, onu sorgular. Pervane, bütün suçlamaları inkar etse de, Aybek Baba’nın sunduğu mektupları görünce suçunu kabul etmek zorunda kalır, cezasını canıyla öder.
Başa dönelim: Ahmed Eflaki'nin Hulagu'yla ilgili aktardığı menkıbe, Moğolların Kalenderi dervişlere Sünnilerin baktığı gibi baktıklarını özetlemez; sadece insanların nasıl gruplandırılacağına ilişkin bilgi verir. Güçlü ve sağlam olduğu düşünülen bünyeleri parçalamanın yolu tarih boyunca bilinir. Moğolların Anadolu'daki kullandığı yöntem de bundan pek farklı değildir.

Müstakil Gazete

13 Mart 2016 Pazar

Anadolu’da kalenderiler

Önce kısa bir dilbilgisi ve etimoloji etüdü: Kalender kelimesine TDK’nın uygun bulduğu karşılıklar şunlar: Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü kimse, ehlidil, rint; özensiz giyinmiş, kılıksız kimse. Kelime Türkçe’ye Farsça’dan gelmiş. Kelimenin Farsça’da “iri yarı, kaba” anlamındaki “kalanter” (Türkçede kalantor) ya da Farsça kalan kelimesiyle ender ekinden oluştuğu ve “ağır yük taşıyan, ağır yük altına girmiş bulunan” manasına geldiği yahut Arapça ekall kelimesiyle Farsça ender ekinden teşekkül ettiği ve “az, önemsiz” anlamında kullanıldığı kaydedilir. “Zengin, şık” anlamındaki “kalantor” kelimesinin Türkçe’ye batı dillerinden geçtiği göz önüne alınırsa etimolojik köken ve anlam arayışı açısından kafamızın iyice karışacağı muhakkaktır. Ama işin doğrusu hem kalantorun hem kalenderin aslının Sanskritçe Kalandara (kanun, nizam dışı, düzeni bozan) kelimesiyle bir ilişkisinin var olduğu da düşünülebilir.
Moğolların 1243 sonrası Anadolu’yu işgalleri esnasında Anadolu’nun dini ve kültürel zümreler bakımından epey zengin olduğu görülür. O dönem Anadolu’da var olan bu zümreler arasında şunları zikredebiliriz: Ahiler, Cavlakiler, Haydariler, Mevleviler, Babailer, Bektaşiler, Şemsiler, Evhadiler, Rufailer, Ekberiler, Kübreviler. Cavlakilik ve Haydarilik Kalenderiliğin iki farklı koludur. Ahilik, Bektaşilik, Ekberilik, Mevlevilik Anadolu’da ortaya çıkan dini zümrelerken Kalenderiliğin kök itibariyle Anadolu dışında olduğu söylenebilir. Cavlakiliğin kurucusu Cemalüddin Savi’dir. Menakıbnamesine göre Osman-ı Rumi adında Beyazıd-ı Bestami’nin müridi bir zattan tasavvufi terbiye alan Cemalüddin Savi Şam’da iken Celâl-i Dergezini, Ömer-i Girihi ve Şirazlı bir çocuk olan Garubed ona intisap eder. Ayrıca bir süre sonra da Cemalüddin Savi’nin dört müridi ve halifesi daha olur: Muhammed-i Belhi, Ebubekir Niksari, Muhammed-i Kürd ve Şems-i Kürd adında dört kişi onlara katılır. Bu dört kişiden son ikisi Mazdek dininden olup, bir süre sonra ölürler. Mervidir ki diğerleri de peyderpey ölür ve Ömer-i Girihi ile Ebubekir Niksari birlikte Konya’ya gelir ve yerleşirler. Tarih 1205’tir.
Herhangi bir kişinin Cemalüddin Savi’nin kurduğu Cavlakiliğe bağlı olduğunun temel göstergesi çardarb oluştur. Yani, baş, kaş, bıyık ve sakalın tıraşlı oluşudur. Savi çardarb oluşunu, rüyasında bir gece Hz. Peygamber’in bir bakışı ile vücudundaki bütün kılların dökülmesine bağlar. İbn Batuta ise bize daha farklı bir rivayet sunar: Savi gençliğinde çok yakışıklı ve aynı zamanda dindar bir kişidir. Bir kadın ona aşık olur ve kendisini elde etmek için bir hileyle onu evine getirir. Savi kadından kurtulmak için başını, kaşını, bıyığını ve sakalını usturayla kazır; aşığı da onu bu kılıkta görünce evden kovar.
Biz Ebubekir Niksari ile Ömer-i Girihi’ye dönelim. 1205’ten Moğol istilasına dek Cavlakiler Konya’da pek gündeme gelen tipler arasında sayılmaz. Muhtemeldir ki Konya’nın kozmopolit başkentliğinin sağladığı kültürel müsamaha ve iklim sayesinde etliye sütlüye dokunmadan tarikatlarını yaymaya çabalamışlardır. 1243’te yaşanan Kösedağ yenilgisi ve akabindeki Moğol idaresi esnasında Konya kamuoyunun bir numaralı tartışma konusu haline dönüşür kalenderi dervişler ve dolayısıyla Cavlakiler. Şems-i Tebrizi’nin kalenderi bir derviş olduğu iddiaları da gündeme gelir gerçi, lakin Konya ahalisinin Mevlana’yı Şems dolayısıyla eleştirmesinin ilk sebebi elbette başkadır: Horasanlıların Şems gibi bir Tebrizli’yle ne işi olabilir? Belki de bundan dolayı, Gölpınarlı , Şems’in gittiği yerlerde kalenderi zaviyelerine uğramaya itina gösteren, sema yapan, kalendermeşrep bir sufi olduğunu kabul etmekle birlikte gezgin Kalenderîler gibi dilenmediğini, esrar içme âdetinin bulunmadığını, çardarb yapmadığını, bu sebeple onun için “melameti” nitelemesinin daha uygun sayılacağını ifade eder. Ahmet Yaşar Ocak hoca da Şems’i Cavlaki ve Babailer’den farklı olarak bir şekilde ilim tahsil etmiş, vahdet-i vücud neşvesine sahip, Fahreddin Iraki ve Evhadüddin Kirmani ile birlikte yüksek zümre Kalenderiliğinin Anadolu’daki başlıca mümessillerinden sayar. Mikail Bayram hoca ise Şems’in Cavlaki şeyhi olduğunu, Ebubekir Niksari’yi bu yolda halife tayin ettiğini, Cavlakiyye’nin kurucusu Şeyh Cemalüddin Savi ve arkadaşları ile daha önceden irtibatı bulunduğu için Konya’dan ilk ayrılışında Şam’daki Cavlakiler’in yanına gittiğini iddia eder.
Bu tartışmaları bir yana bırakarak Moğollar ile Kalenderilerin son derece içli dışlı olduğunu vurgulamakla yetinelim. 1256’da Konya’yı kuşatan Baycu Noyan’ı destekleyenlerin kuzeyde sur dışında mukim Kalenderiler olduğunu, halen bu bölgedeki mahallenin Kalenderhane mahallesi olarak kaydedildiğini de işaret edelim. Bu yazımızı 13. yüzyıl sonu ile 14. yüzyıl başlarındaki Anadolu’da Kalenderilik konusuna bir girizgah olarak kabul edin. İnşallah konumuzu devam ettireceğiz.

8 Mart 2016 Salı

Yeni bir tarih yorumu oluşturulmalı

Türk düşüncesinde din ve siyaset arasındaki ilişkiler sorununun, halen ana tartışma eksenlerinden birini işaret etmeyi sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bu eksende sık sık kimlik ve tarih konularının da gündeme geldiğini, Türk toplumunun nasıl bir kimlik örgüsü etrafında anlaşılması gerektiğine dair tartışmaların yürütüldüğünü görürüz. İtikadi meselelerden güncel sorunlara kadar geniş bir yelpazede yürütülen bu tartışmalar esnasında İslami terör, cihatçı gruplar, siyasal farklılaşmalar, din ve siyaset hakkındaki yeni red ve kabuller de konu edilir.
Şair-yazar Murat Küçükçifci’nin 2009 ila 2015 yılları arasında Fayrap dergisinde yazdığı yazıların bir araya getirilmesiyle oluşturduğu kitabı Tarih Kimlik ve Hanefilik, Mehmed Akif, Said Halim Paşa, Ahmet Hamdi Akseki, Yusuf Ziya Yörükan, İsmail Hakkı İzmirli, Erol Güngör gibi isimler çerçevesinde Ehl-i Sünnet, Hanefilik, devlet, halkçılık vb. kavramları yeniden düşünmeyi öneriyor.
Muhafazakar sanat tartışmasından İslamcılığın öldüğünü öne süren yaklaşımlara kadar, güncel tartışma konularını gözeten bakış açısıyla Küçükçifci, Sünnilik ile devletçiliği özdeşleyen anlayışları da eleştiriyor. Türklerin İslam’a Hanefilik ve tasavvuf yoluyla girdiğini işaret ederek modern zamanlarda Sünnilik ile uysallık anlamındaki devletçiliği bir tutan, tarihteki Babai ve Celali isyanlarını da gayrısünni unsurlarla açıklama cihetine giden yaklaşımların gerek bu isyanlardaki siyasi-sosyal bağlam ve motivasyonları göz ardı ettiğini gerekse ispatlanması gereken varsayımlarını doğru kabul ederek tarihteki olayları anlamaya çalıştıklarını belirtiyor.
Siyasi olanı tanıma
Halkın kimliğini devletin kimliğine göre değil, aksine devletin kimliğini genelde halkın tercihlerine göre oluşturduğuna dikkat çeken Küçükçifci, Türk tarih yazımına egemen birçok şarkiyatçı hurafenin bulunduğunu göstererek yeni bir tarih yorumu oluşturmanın önemine değiniyor.
Hanefi zihniyetin siyasi olanı tanıma ve ona yer açmada son derece mahir olduğunu ileri süren Küçükçifci, ortodoksi-heterodoksi şeklinde kurgulanan ve Anadolu’nun kültürel-siyasal tarihine teşmil edilen yaklaşımların ifadesinde de Meşrutiyet milliyetçiliğinin etkisi olduğunu vurguluyor.
İslamcılığın öldüğünü ileri sürenlere karşı da Küçükçifci, İslamcılığın doğuşunu hazırlayan şartlarla kelamın doğuşunu hazırlayan şartlar arasındaki ortaklıklara dikkat çekerek bu düşüncenin en önemli veçhesinin tıpkı “kelam”da olduğu gibi “cevap verme” şeklinde özetlenebileceğini söylüyor.

4 Mart 2016 Cuma

İnanç bilge tuğrul tekin şair filozof komutan KEMALEDDİN KAMYAR



Uluğ Sultan Alaeddin Keykubat'ın en güvendiği komutanlardan olan ve onun tarafından emir-ül umeralık makamına kadar yükseltilmiş Kemaleddin Kamyar'ın hayat hikayesini her okuyuşumda aklıma Ernst Bloch'un anlattığı o eski Arap hikayesinin gelmemesi imkansızdır. Hikâyenin hülasası Ulus Baker'in aktarımıyla şudur: "Halifenin veziri, akşam saati, sarayın muhteşem bahçesinin bir ucundaki havuz başında, geçmiş olan günün olaylarını, giderek geçmiş olan hayatını suların oynayışında gözden geçirirken, bir anda, en sevdiği yüzüğünün elinden kurtulup suya doğru düşmekte olduğunu fark eder... Ve içinde, yüzük suya daha değmeden, delice bir dilek uyanır: Ne olur düşmesin, düşerse de suların akıntısına karışıp gitmesin! O anda, önceden fark edemeyeceği, aklına getiremeyeceği bir mucize. Bir nilüfer yaprağı, ya da başka bir şeye takılıp suyun yüzeyinde kalan yüzük. Vezir, çok sevdiği yüzüğünü alıp parmağına takarken, bu kez, yine çok aniden, içinde büyük bir umutsuzluk belirir: Bu kadarı da fazla! Talih bir insana bu kadar da yardım edemez. Mutlaka ters dönecek, ters dönmesi gereken bir talih bu. Bu böyle gidemez. Bu düşüncenin uyandırdığı güçsüzlük ve bitkinlikle, omuzları çökmüş halde saraya dönen vezirin üstüne saraylı görevliler atlayıverir ve ızbandut gibi adamlar onu kıskıvrak yakalarlar: Saray entrikaları içindeki rakipleri başarı kazanmış, Halife nezdinde suçlamalarını kabul ettirmiş ve işte, Halife'nin emriyle zindana kapatılmıştır. Eski vezir, zindanda, umudunu gittikçe yitirerek, dış dünyaya bağladığı hiç bir arzu kalmayıncaya dek, on yıl yaşlanır. Sonuçta, artık, hiçbir umudu kalmamış, yalnızca, belki de biraz delice, ama bir o kadar da biriken umutsuzluğunun, hayatı konusundaki derin hayal kırıklığının ruhunda gevşek bıraktığı tek bir noktadan kaynaklanıyormuşçasına, hafiften bir saplantı halinde bir arzusu, bir dileği kalmıştır geride: Ölmeden önce mısır yiyebilsem. Bu imkansız dileğini, sert ve aldırışsız gardiyana, sonunda bir gün iletmeye karar verir: Kaybedecek bir şey kalmamıştır ki? Ve sonra, hayret! Gardiyan yaşlı adama acır ve dışarıdan bir kase haşlanmış mısır getirtir. Ama... O anda nereden geldikleri belli olmayan bir ya da birkaç fare demir parmaklıklardan içeri atlayarak kaseyi devirirler ve artık dokunulamaz, kurtarılamaz taneleri silip süpürüverirler. Derin hayal kırıklığı içindeki zavallı adamın kafasında, o anda, inanılmaz bir umut ışığı, yakıcı bir düşünceyle birlikte beliriverir: Bu kadarı da fazla! Talih bir insana bu kadar yüz çeviremez... Mutlaka ters dönecek, ters dönmesi gereken bir talih bu... Bu böyle gidemez... Bu düşüncenin uyandırdığı kıvanç ve tekinsiz neşe hali içinde hücresinde beklerken, işte, demir kapıların şakırtıları içinden Halife'nin bizzat kendisi maiyetinden birkaç kişiyle çıkagelir: Entrikacıların maskesi sonunda düşürülmüş, aklanmış, onuru kurtulmuş ve vezirlik makamı kendisine iade edilmiştir."
Tepeden dibe vuruş, dipten tekrar tepeye çıkış... Ümid ile yeis arasında hayatın salınışı... Hikayenin bize duyurduğu temelde budur elbette. Peki, bu hikaye bir Selçuklu emirinin hayatında 13. yüzyılda nasıl gerçekliğe kavuşur? Osman Turan'ın aktarımıyla kendisine "inanç bilge, tuğrul-tekin, uluğ subaşı, hass-beg" gibi Türkçe unvanlarla hitap edilen Kemaleddin Kamyar'ın "gulam" kökenli olduğu iddiaları varsa da babası İshak'ın Erzincan kadısı olması dolayısıyla bu iddiaları yanlış sayabiliriz.
Alaaddin Keykubad, abisi İzzeddin Keykavus zamanında nüfuz ve kudreti artmış emirlerle arasında başlayan gerginlik dolayısıyla bunları bertaraf eder. Aslında abisinin veremden ölmesi sonrası sultanlığa getirildiğinde de Keykubad'ın aklında 1211 yılı vardır. Bu emirlerin birçoğu onun değil, abisinin yanında yer almışlardır çünkü, aralarındaki saltanat kavgasında. Yine de beş yıl sonra, 1223'te gerçekleşir tasfiye. Zira Keykubad'ın hem devletin işleyişine tamamen hakim olması gerekir hem de bütün emir ve vezirlerin güçlerini aşındırması. İlk kez bu tasfiye esnasında rastlarız Kemaleddin Kamyar'ın ismine. Sultan, tasfiye ettiği emir ve vezirlerle münasebeti olan, ancak rütbesi düşük Kamyar'ı da sürgüne gönderir ve mallarını müsadere eder. Kemaleddin aynı akıbete uğrayan iki arkadaşıyla birlikte Harput'a gider. Fakat Harput meliki, Keykubad'ın şerrinden ürktüğü için Kemaleddin burada barınamaz ve Ahlat'a geçmeye mecbur kalır. Ahlat'ta 2 yıl yaşar Kemaleddin. Melik Eşref'in, Keykubad nezdindeki tavassutuyla Selçuklu topraklarına yeniden döner. Alaaddin Keykubat, Kemaleddin'in dönmesine müsaade etmesine rağmen Kemaleddin'in nekbet hali sürer. Sözgelimi sultandan korkan emirler onunla temasa bile geçmez. Kemaleddin bu döneminde sahibi olduğu her şeyi sarf etmiş, muhtaç bir duruma düşmüştür. Bu süreçte bütün mal varlığını kaybetmiş, sadece bir binek atı kalmıştır. Sultan, Alaiye'de kaleden inip ovada inşa ettirdiği Şekerhane'ye giderken Kemaleddin'in de gelmesini emreder. O da atına binerek gitmiş ve kaleden dönerken atı kale burcundan düşünce, eyerini sırtına alıp ikametgahına dönmüştür. Sahip olduğu binek atını da kaybetmiş yani. Sultan, geri dönerken yolda bu düşmüş atın kime ait olduğunu sorar. Hassa nedimlerinden Nureddin, gülerek, "Kemaleddin Kamyar'ın dünyada tek bir atı kalmıştı; o da bu hale geldi" der. Buna üzülen Alaaddin, Kemaleddin'i çağırtır. Ona türlü iltifatta bulunarak teşrif-i hass, bin kızıl dinar altın, beş yük katırı, on at, beş köle ihsan ettikten başka 100 bin dirhem iradı ve 60 neferi bulunan Zara vilayetinin de ikta edilmesini emreder. Böylelikle Kemaleddin'in yıldızı yeniden parlamaya başlar. Yine de onun hangi devlet işlerini gördüğü yeterince açık değildir. Kemaleddin'e tayin edilen iktanın sadece gelir anlamına geldiğini, Zara'da komutan olarak bulunmadığını, sürekli Alaeddin Keykubad'ın yanında, merkezde kaldığını belirtelim. Nitekim Erzincan'ın ilhakını hazırlamak amacıyla gelen emirlere iktalar verilmesi için Kemaleddin Kamyar, Sultan'ın emrini Pervane divanına götürdüğü gibi Celaleddin Harezmşah'ın elçilerini kabulde de Keykubad'ın yanında bulunmuştur.
Kemaleddin Kamyar, Celalettin Harezmşah'la yapılan Yassıçemen Savaşı'ndan Gürcistan fatihliğine, Ahlat'ın fethinden Eyyubilerin bozguna uğratılmasına kadar birçok başarıda katkı sahibidir. Arapça'yı şiir yazacak kadar mükemmel bilmektedir, Alaeddin Keykubad ile Şam meliki Malik Eşref'in görüşmelerinde tercümanlık yapmıştır. Hem Grek felsefesini, hem de Şihabüddin Suhreverdi el-Maktul'ün işraki felsefesini ihata etmiştir. Fıkıhta da üstad sayılır. Ahi Evren'le dosttur, öyle ki Ahi Evren birkaç eserini Kemaleddin Kamyar'a ithafen yazmıştır. Kalemi fasih ve beliğ, divanda ve meydanda hitabeti ateş gibidir. Nüktedandır, meclislerde nüktedanlığıyla da ünlenmiştir. Savaşlarda kazandığı büyük zaferler sebebiyle kendisine "pehlivan" da denilmektedir.
Sadettin Köpek'in Konya’daki Gevele kalesinin zindanında şehit ettiği hem kılıç hem kalem sahibi bu büyük komutan Türkiye Selçuklularının ihtişamlı döneminin beylerbeyi, başkomutanı olması hasebiyle de hürmetle anılması gereken şahsiyetlerindendir.

MÜSTAKİL GAZETE

1 Mart 2016 Salı

Demokrasiyi demokrasiyle korumak

Son iki yüzyıl boyunca en gözde yönetim biçimi olan demokrasinin özellikle 1989’da Berlin duvarının yıkılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin de demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmasıyla oluşan yeni uluslararası konjonktürde ağır bir bunalım içine girdiği iddiaları revaçtaydı.
Demokrasiyi kriz içinde görmeye yol açan etkenlerden en önemlisi elbette ulus-üstü ve ötesi ölçekteki karar alma mekanizmalarında demokratik süreçlerin etkililiğinin zayıflaması, demokrasinin geçerli olduğu geleneksel ulus-devletlerin yeni siyasal süreçlerde çift yönlü bir baskı altında eski gücünü yitirmesi olarak görülebilir. Bu çifte baskının ilki ulus-altı diyebileceğimiz etnik tasavvurların yeniden ön plana çıkarak ulus devletlerin içsel bütünlüğünü sarsmasıyken ikincisi ise ulus-üstü organizasyonların, Avrupa Birliği, NATO, IMF vb. gündelik hayatlarımıza etkileri en az demokratik süreçler kadar derin olan başka bütünlüklerin ulus-devleti zayıflatmasıydı.
Dahrendorf’a göre demokrasi şu üç soruya mantıklı bir cevap sunarak siyasal iktidarın kullanımına meşruiyet üreten bir kurumlar topluluğudur: İçinde yaşadığımız toplumlarda şiddete başvurmadan değişimi nasıl sağlarız? İktidar uygulayıcılarını nasıl denetleyebilir ve iktidarlarını kötüye kullanmamalarını nasıl temin edebiliriz? Halk -bütün vatandaşlar- iktidar kullanımına nasıl ortak olabilir?
Parlamenter demokrasinin ve temsili rejimin ulus-devletin icadına sımsıkı bağlı olduğunu savlayan Dahrendorf, ulus-devlet önemini koruduğu ölçüde parlamenter demokrasi ve temsili rejimin de önemini koruyacağını düşünüyor. Bununla birlikte “halk”ı da yakından ilgilendiren birçok karar mekanizmasının ulusu aşan siyasi mekanlara taşındığı ve ulus-devleti aşan boyutlara yerleştiği görülüyor. Bu tür yeni mekanlarda oluşturulan NATO parlamenter toplantıları, Avrupa Parlamentosu vb. parlamentolar, hakiki parlamento statüsünde de değillerdir.
Halk iradesinin dile gelişi
Uluslararası siyasi mekanlardaki en büyük sorunun halk iradesinin dile getirilmesine değgin yöntemlerin icadı olduğunu vurgulayan Dahrendorf, bununla birlikte halka güç ve ses kazandırmak sadece uluslararası düzeyde değil, birçok açıdan ulusal düzeyde de artık sık sık karşılaşılan bir soruna dönüşmüş olduğunu vurguluyor. Çünkü Dahrendorf’a göre güçlü ve etkin parlamentolar artık yok, siyasi müzakereyi sürdürebilmek için yeni yollar ve yöntemler bulmak zorunluluğu artıyor. Halk ile karar vericiler arasında bağ kurabilmek için yeni yollar aramaya dönük çabalar da sürüyor.
Dahrendorf’un ilk olarak 2001’de basılmış kitapta benimsediği iyimser çözümleyici tavrın İkiz Kule saldırılarının ardından dünyada tümüyle değişen yeni küresel siyasi güç dengeleri bakımından hala benimsenebilir olup olmadığını tartışabiliriz elbette; ancak konu ettiği sorunların özünde demokrasiyi tehdidinin de sürdüğünü belirtmeliyiz.