29 Nisan 2016 Cuma

‘Sonrasında hakikat intikamını alacaktır’

20.yüzyılın en önemli siyaset ve hukuk filozofları arasında ilk sırada yer alır Carl Schmitt. Özellikle 1930’larda Almanya’da iktidara gelen NSDAP’a, yani Nazilerin partisine bağlanımı, verdiği hukuki-siyasi destekle II. Büyük Savaş sonrası oluşan yeni atmosferde en çok tartışılan filozoflar arasında yer alır.
1933’te Weimar Cumhuriyeti’nin fiilen sona ermesine kadar Prusya bürokrasisinin bir mensubu ve temsilcisi olarak kalan Schmitt’in 1932 Temmuz’unda tamamladığı Kanunilik ve Meşruiyet adlı çalışması 20 Temmuz’da gerçekleşen Prusya darbesinin hukuki-siyasi teorisini çizer.
Bununla birlikte eserinde Schmitt, parlamenter yasama devletinin ve onun kanunilik sisteminin yaşadığı tarihsel deformasyonu da sergiler. “Parlamenter basit ya da nitelikli çoğunlukların” iktidarları ve bunların anayasal düzen bakımından merkeziliğinin niteliği sorunu kitapta II. Büyük Savaş sonrasında da etkisini sürdürecek bir şekilde düzenlenmiştir. Savaş sonrasında baskın çıkan “hukuk>kanun” denklemi gerek kanuniliğin gerekse meşruiyetin Savaş öncesi taşıdığı içerikleri değiştirmiştir.
Anlık iradeler
“Sonrasında hakikat intikamını alacaktır” şeklinde kült bir cümleyle sona eren eserinde Schmitt, kanunu kendi tarihsel hareketi içinde anlamlandırmaya gayret eder; parlamenter yasama devletini yargı devleti ile hükümet ve idare devletleri karşısındaki konumlarına göre irdeler. Anlık parlamento çoğunluklarının anlık iradeleri ile şekillenmiş uzlaşılara dayalı sürdürülen çoğulculuğun, parlamenter yasama devletinin kanuniliğinden daha farklı bir meşruiyet talep ettiğinin altını çizer. Gerek kanunilik ve onu üreten temel yasama kaynaklarının, gerekse meşruiyet kavramının tarihsel-siyasal süreç içinde tartışıldığı Schmitt’in eseri Türkiye’de sürdürülen güncel tartışmalara da ışık tutabilecek nitelikler taşıyor.

19 Nisan 2016 Salı

Zamirlerin özneleşme kavgası

AK Parti’nin, seçmenin büyük teveccühüyle iktidara geldiği 2002’den bu yana gerek iç siyasette gerekse dış siyasette Türk halkının demokratik irade beyanından hoşnut olmayan çevrelerin süreklilik arzeden bir şekilde bu iradenin teşekkülünü bozguna uğratmak üzere birtakım darbe teşebbüslerinde bulunduğunu biliyoruz. Demokratik yollarla, halkın oyuyla seçilmiş siyasetçiler üzerinde sürekli Demokles’in Kılıcı gibi darbe tehdidini sallandıran bu çevrelere 17-25 Aralık 2013 tarihinde kalkıştıkları yargı operasyonuyla dahil olan FETÖ-PDY’nin aynı vesayetçi anlayışı farklı bir form ve yüzle temsil ettiğini gördük.
Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı M. Mücahit Küçükyılmaz, birçoğunu süreçte Açık Görüş’te okuduğumuz yazılarını Şeyh ile Hükümdar adlı kitabında bir araya getirerek yakın tarihte yaşanan bu olaylara daha sarih ve derli toplu bir bakış geliştirmemizin önünü açıyor. Küçükyılmaz siyasi değerlendirmelerinde Türkiye’nin dönüşüm sancıları yaşamaktayken uğradığı iç ve dış saldırıları analiz ediyor, onların özet bir bilançosunu ortaya çıkarmaya çalışıyor. Küresel sistemin Recep Tayyip Erdoğan’ın “defterini dürdüğü” zehabıyla hareket eden Gülencilerin Oslo süreci ve Uludere’den 17-25 Aralık darbe kalkışmasına kadarki dönüşümlerinin anlamı da bu siyasi değerlendirmelerde sorgulanarak ortaya konuyor.
Gülenizm ve tehditleri
Gezi olayları ve 17-25 Aralık darbe kalkışmasına karşı Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın benimsediği mücadeleci tavrın karşılarında Menderes gibi davranacak bir siyasetçi bekleyen çevreleri yanılttığına işaret eden Küçükyılmaz, Eski Türkiye’nin bakiyesi unsurların Yeni Türkiye’yi hazmedemeyişlerinin doğurduğu sancıları irdeliyor. 2013’ten günümüze gelişen siyasi hadiselerdeki temel parametlere yeniden dikkatimizi çeken kitabıyla Küçükyılmaz, Gülenizmin tarihimizde alışık olunmadık bir biçimde seçilmiş fırka ve ümera-ulema tekeli anlayışının doğurduğu tehditlere de işaret ediyor.
Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde kendisine biçilen rolden sıyrılıp merkez ülke olma çabasına girişirken sadece dış tehditlerle yüzleşmediğini, “merkez ülke Türkiye” vizyonunun karşısına içeride de birçok engelin çıkartılmaya çalışıldığını söylemek mümkün. Paralel yapı ve Gülenizm bu tehditler arasında en günceli ve belki de ne yaralayıcı olanı. Çünkü şimdiye kadar bizden görünmüş, ama aslında bizden olmadıkları 17-25 Aralık 2013’ten bu yana yaşanan birçok vesileyle ortaya çıkmış bir güruh söz konusu olan. İlkin 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimi ile fark edilen bu zümrenin eski Türkiye’ye ait olduğu hiç kuşkusuz olan vesayetçilerin yanında saf tutmasıyla birlikte Türkiye’deki kavganın küreselcilerle yerli-milli güçler arasındaki bir kavga olduğu giderek berraklaştı.
Eski vesayetçileri temsil eden Ergenekon yapılanmaları ile yeni vesayetçiliği teşkil eden Gülenizm vb. oluşumların Yeni Türkiye’ye yönelik tehditlerini Küçükyılmaz, zamirlerin özneleşme kavgasının bir örneği olarak görüyor.

14 Nisan 2016 Perşembe

Postmodern irfana önemli bir katkı

G. W. F. Hegel’in ilk baskısı 1807’de yayınlanan Tinin Fenomenolojisi adlı kitabı modern felsefi klasikler arasında bilgi meselesine odaklanan bir çalışma olarak dikkat çeker. Bilginin ortaya çıkma sürecini konu edinen kitabında, gerçekliğin varoluş unsurunu yalnızca kavramda taşıdığı iddiasının üzerine bina ettiği bir yaklaşımı geliştirir Hegel bu eseriyle. Temel felsefi kavramlara dair Hegel’in açıklamalarını da bu eserde buluruz çokluk. Bu açıdan eseri Hegel’in geniş ve kapsamlı felsefi projesinin önemli parçalarından biri saymak pek yanlış değildir. Hegel bu eserinde bilgi, bilinç, özbilinç, nesne, gerçeklik, akıl, mutlak bilgi, tin gibi kavramların üzerine gider, onların hem gerçeklikle hem de kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili detaylı çözümlemeler geliştirir, açıklamalar getirir. Tinin Fenomenolojisi neredeyse 20. yüzyılda daima önemini korumuş bir dizi temayı barındırır. Bu temaların başında Köle-Efendi Diyalektiği kadar, Tarihin Sonu da yer alır. Tinin Fenomenolojisi’ni güncel felsefi sorunlaştırmalar bağlamında okumaya çalışan Fredric Jameson, İdealizm, Dil, Karşıtlıklar, Faaliyet Etiği, İçkinlik, Kolektiflik Olarak Ruh, İçkinlik, Devrim ve “Tarihin Sonu” temaları etrafında bu sorunlaştırmaları metnin düzenlenişiyle birlikte yorumluyor. Ona göre Tinin Fenomenolojisi genelde yapıldığı üzere gelişimsel bir anlatıya dönüştürülmeden, yani Mutlak Tin bir “son durak” olarak görülmeden okunmalı. Mutlak Tin’i tarihsel, yapısal ve hatta yöntemsel bir “moment” olarak görmemek en önemli ve acil ödev belki de. Jameson’a göre Mutlak Tin’i kehanet işaret eden bir moment’ten ziyade, bir semptom olarak okumak daha zihin açıcı ve Tinin Fenomenolojisi’nde içerilen “biçimler merdiveni”nin açık uçluluğuna elverişli bir tutum. Yeri gelmişken Jameson’ın “Tinin Fenomenolojisi’ni devri geçmiş bir teleoloji gibi okuma şablonu” deyişiyle hedeflediği ismin de 1930’lu yıllarda Fransa’da bu metin hakkında verdiği seri seminerlerle çağdaş Fransız felsefesini tersinden de olsa etkilemiş, etkileri Fukuyama’nın Tarihin sonu tezinde de derinden hissedilen Alexandre Kojeve gibi sol liberal Hegelciler olduğunu belirtelim.
Hegel’in sistemindeki en önemli eksikliğin “kendi kendini tamamlama” olarak spekülatif düşünceyi tasarlama tarzı olduğunu ileri süren Jameson, “Asla be-olmayanla karşılaşmıyor, kökten öteki olanla yüz yüze gelmiyoruz: Hegelci diyalektiğin çıkmazı buradadır. Çağdaş fark ve ötekilik felsefeleri de bu çıkmazın karşısına ancak mistikliğe başvurarak ya da buyruklarla çıkabilmektedir” cümlelerini kuruyor. Yine de Jameson, bu yargısının Hegel’in genel sistemiyle ilgili olduğunu, çeşitli heterojenlikler barındıran Tinin Fenomenolojisi’ne yönelik olmadığını da tasrih ediyor. Tinin Fenomenolojisi’ndeki etik-politik tasavvuru, metni teleolojik (ereksel) ve öznelci bir bakışla ele almadan (yani bir nevi Althusserci bir yaklaşımla) irdelemeye çalışan Fredric Jameson, Hegel’e dair modern-postmodern irfana önemli bir katkıda bulunuyor.

7 Nisan 2016 Perşembe

Mevleviler, Ahiler ve Kalenderiler -Neler yaşandı?-



Mevlana ile Ahi Evren arasında hem meşrep bakımından hem de siyasi tutum bakımından önemsenecek ayrılıkların olduğunu söyledik. Yaşanan bazı hadiselerin de bu ayrılıklar arasındaki uzlaşma arayışını imkansızlaştırdığını buna eklemeli.
Ahi Evren’den başlayalım. Annesi ve bazı devlet erkanının yardımıyla babasına düzenlediği suikastla Selçuklu tahtına oturmuş II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in devlet içinde kargaşaya ve önemli bir tasfiye hareketine girişmiş Sadettin Köpek’i 1239’da halletmesinin ardından hedef aldığı isim Ahi Evren’dir. Sultan oluşunu Abbasi hilafetine duyurma gereği duymayan, büyük bir ihtimalle de Fütüvvet teşkilatı ve onun Anadolu’daki yansıması olan Ahiliğe babasının gösterdiği teveccühten dolayı kuşkulu duran II. Gıyaseddin Keyhüsrev Ahi Evren’i ve diğer ahileri (sözgelimi Ahi Evren’in Konya halifesi Ahi Ahmed’i) tutuklatır ve hapse attırır. II. Gıyaseddin’in Babai isyanında edindiği tecrübeden dolayı çevresinde geniş kitleler toplayan şeyh ve vaizlere de pek güvenmediğini sezeriz Mevlana ile arasında herhangi bir ilişki olmayışından. Tam bir ehl-i dünyadır, işret alemlerinden başını kolayca kaldırdığı söylenemez II. Gıyas’ın. Hatta Kerimüddin Aksarayi’nin aktarımıyla Kösedağ savaşından bir gece önce sarhoşluğun da verdiği pervasızlıkla ordusunun yanan ateşlerinin çokluğuna güvenip “Yarın karşımıza kim çıkarsa çıksın zafer bizimdir” böbürlenmesi içinde olduğu bile mervidir.
Ancak savaşın kaybedilmesiyle birlikte Anadolu’nun kaderi de makuslaşır. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev yaptığı hataların utancıyla işret alemlerinden vazgeçmek yerine daha çok gömülür o alemlere, devletin yönetimini hepten devlet erkanına tevdi eder. Neyse ki Celaleddin Karatay gibi gerçekten her devlete elzem sayılması gerekli bir bilge kişi vardır da eski yaralar kısmen sarılmaya çalışılır. Bir af çıkar hapisteki yaklaşık 10 bin Ahi’ye. Ahi ahmed ve Ahi Evren böyle kurtulurlar Zindankale’den. Celaleddin Karatay’ın ölümüne dek devlet yönetiminde pek bir sorun yoktur, Moğol’a ödenen yüksek haraç ve Anadolu’da yaşanan her şeyi merkezdeki Moğol Kağanı’na bildirme göreviyle sarayda Moğol bir naibin de bulunuyor olmasının dışında.
1251’de, yani Şems-i Tebrizi’nin gaybubetinin (katli ya da Konya’dan ayrılışı) dördüncü yılında Mevlana’nın devlet yönetimine yaptığı baskılar sonucu Ahi Evren, resmi görevinden ayrılır ve Kırşehir’e yerleşir. Konya’daki dostu Sadreddin Konevi ile mektuplaştığını biliyoruz Ahi Evren’in. Hatta 1254’te Konevi, bir fırsat bulmuş, Kırşehir’e gelmiş; hem Ahi Evren’i hem de Hacı Bektaş-ı Horasani’yi ziyaret etmiştir. Yine Hacı Bektaş-ı Horasani ile de Konya’daki halifesi Pirebi aracılığıyla mesajlaştıkları kayıtlıdır Konevi’nin. Konevi ile Ahi Evren’in dostluğunun epey uzun bir sürece yayıldığını söylemek mümkün. Çünkü Ahi Evren’in kayınpederi Evhadüddin Kirmani, Konevi’nin “süt emdiği” iki şeyhten biri (diğeri üvey babası Muhyiddin Arabi’dir.) Yeri gelmişken Hacı Bektaş-ı Horasani’yi Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydari’nin halifesi olarak gösteren görüşün yanlış olduğunu da belirtelim. Hacı Bektaş, Baba İlyas-ı Horasani’nin müntesibidir.
Ahi Evren’in Kırşehir’de iken bağlısı Ahiler ve Türkmen çevrelerle sıkı irtibatını sürdürdüğünü düşünebiliriz. Özellikle Moğollara karşı II. İzzeddin Keykavus’u desteklediğini biliyoruz. Ancak gerek Ahi Evren’in gerekse Türkmenler’in desteklediği II. İzzeddin Keykavus, 1256’da, Sultanhanı Savaşı’nı Baycu Noyan’a karşı kaybeder. Kadı İzzeddin ve birçok önemli şahsiyet bu savaş sonrasında Moğollar tarafından idam edilir. II. İzzeddin Keykavus, kendisine bağlı yaklaşık 3-5 bin çeriyle Bizans’a sığınır. (Gerçi Hulagu tarafından derhal Bağdat kuşatmasına katılması yolunda bir çağrı alan Baycu Noyan da Anadolu’yu kendine devlet yapma isteği taşıdığı gerekçesiyle kellesini Hulagu’ya kaptıracak, Anadolu’da işlediği zulüm ve cürmün hesabını kaderin bir cilvesi olarak böyle verecektir. Keykavus’un Bizans’taki serüveni de başlı başına ayrı bir yazı konusudur.)
1256 sonrası Selçuklu tahtı üstündeki en güçlü isimler, artık sürekli değişen çocuk ve güçsüz sultanlar değil, Muineddin Pervane (Moğolların en güvendiği isim), Sahip Ata Fahrüddin Ali ve Taceddin Mutez gibi devlet adamları olarak belirginleşir. Anadolu ve Selçuklu tahtı üstündeki Moğol vesayetinin gölgesi böylelikle derinleşmiştir.
1262 tarihinin hem Mevlana ile Ahi Evren bağlıları arasındaki çekişmelerin, hem Sadreddin Konevi’nin, hem de Muineddin Pervane’nin sonraki siyasi tutumlarının belirleyicisi olduğunu söylemek gerekir. 1262’de Konya’da Zeyneddin Sadaka, Kırşehir’de ise Ahi Evren şehit edilir. Zeyneddin Sadaka, Sadreddin Konevi’nin Malatya’da Evhadüddin Kirmani’nin derslerini birlikte takip ettikleri en önemli arkadaşıdır. Kirmani’nin Bağdat’a dönüşü sonrası Anadolu fütüvvet teşkilatının şeyhuş-şuyuhudur. Konya’nın dış surları dışında kalan 3 Müslüman köyünden biri olan Sedirler’de Sadr-ı Hakim Medresesi’nde dersler vermektedir. Sadreddin Konevi, oğlu Sadüddin’in eğitimi işini Zeyneddin Sadaka’ya emanet etmiştir. İlginç nokta şu ki, Sadüddin Çelebi’nin ölüm tarihi 1262’dir. Moğol askerlerinin şehit ettiği Zeyneddin Sadaka’nın yanında büyük ihtimalle Sadüddin Çelebi de şehit düşmüştür.
Kırşehir’deki katliam ise fecidir. Mevlana’nın müridi Nureddin Caca’nın yönettiği Moğol ordusu başta Ahi Evren ve Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi olmak üzere birçok Ahi ve Türkmen’i katleder. Gerek İbn Bibi, gerekse Kerimüddin Aksarayi gibi sarayın resmi görevlisi vakanüvislerin hem Babailer isyanı dolayısıyla hem de Kırşehir’deki bu büyük olayda Türkmenleri “dinsiz”, “harici”, “mübahi” gibi olmadık sıfatlarla andıklarını görürüz.
Bu katliam sonrası özellikle Konya’da Mevleviler ile Ahiler arasındaki gerilimin yükseldiğini de tahmin edebiliriz. Hem Mevlana’nın müridi hem de Sadreddin Konevi’nin tilmizi olan Muineddin Pervane ve oğullarının ise tarafları uzlaştırma, en azından yatıştırma çabalarının kısmen de olsa Fahreddin Iraki, Müeyyeddin Cendi, Nasırüddin Vaiz gibi hem Konevi’ye hem de Ahi Evren’e yakınlıkları bilinen sufileri himaye ederek onlara tekke ve zaviye yaptırmaları neticesinde kısmen başarıya da kavuştuğunu belirtmek gerekir. 

1262'de Kırşehir önlerinde meydana gelen savaşta başta Ahi Evren, Mevlana'nın oğlu Alaaddin Çelebi ile Bedreddin Toğan olmak birçok ileri gelen Ahi ve Türkmen'in şehit edildiğini biliyoruz. Baba İlyas-ı Horasani'nin nebiresi (torununun torunu) Elvan Çelebi'nin kaleme aldığı Menakıb-ul Kudsiyye'ye göre Hacı Bektaş-ı Horasani ile Şeyh Edebali bilinmeyen bir sebeple bu çatışmaya girmemişler ve böylelikle hayatlarını idame etmişlerdir.
Kırşehir'de şehit düşen Bedreddin Toğan, hakkında çok şey bilmediğimiz bir Horasanlı sufidir. Hakkındaki tüm bilgilerimiz Sadreddin Konevi'ye yazdığı iki üç mektuptan ibarettir. Bu mektuplarında Toğan, Konevi'nin Türkistan meşayihinin zikir usulü ve meşrepleri hakkındaki sorularına cevap verir. Bedreddin Toğan'ın da Baba İlyas-ı Horasani ile Hacı Bektaş-ı Horasani gibi Ahmed-i Yesevi'yi nakib (şeyh) kabul ettiklerini belirtir Prof. Dr. Mikail Bayram.
Ahmed Eflaki'nin Menakıbnamesi'nde de 1262'deki savaşın ardından Moğolların bir fermanla Mevlana'yı Şeyhur-Rum ilan ettiğini okuruz. Bu fermanla Anadolu'da bulunan tüm tasavvufi zümrelerin Mevlana'ya bağlanması şart koşulur. Eflaki Mevlana'ya intisap etmeyenlerin öldürüldüğüne, medrese ve iş yerlerinin, tekke ve zaviyelerinin ellerinden alındığına dair birçok anektod da zikreder.
Bu baskılar sonucu Türkmen ve Ahilerin önemli bir kısmı uç bölgelere doğru göç eder. Konya'da sözgelimi Sille taraflarındaki ünlü dağ köyleri Ulu Muhsine ile Kiçi (Küçük) Muhsine bu göçlerin bir eseridir. Kalanlar ise Mevlana'ya bağlanır. Kaynaklardan edindiğimiz kadarıyla Ahilik, Ekberilik, Bektaşilik ile Mevlevilik arasındaki çekişme yine de tamamen sona ermez. Sözgelimi Ahmed Eflaki, Hacı Bektaş-ı Horasani ile Mevlana'yı sürekli kavga halinde gösteren menkıbeler aktarır. Diğer yandan Konevi'yi "tasavvuf"la herhangi bir ilgisi olmayan bir medrese alimi gibi tanıtır. 
Gerçi 1262 faciası sonrası Konevi de tasavvufi dersleri bırakmış görünür. Sadece hadis okutmaktadır talebelerine. Öğrencileri arasında Mevlana'nın müridi Emir Pervane Muineddin Süleyman da vardır. 1268'de Emir Şerefeddin Hatiroğlu'nun Moğollara isyan ettiğini görürüz. Bu isyanı Şerefeddin'in Emir Pervane ile birlikte planladıkları da besbellidir, lakin Muineddin son anda rotayı kırmış, Şerefeddin'e ihanet etmiş, Moğolların yanında yer almıştır. Savaşta yenilen Şerefeddin sığındığı kale dizdarının kendine ihaneti neticesi Moğollara yakalanır. Zindanda Memluk Sultanı Baybars'tan yardım getirmesi için Şam'a gönderdiği kardeşi Ziya'nın gelişini beklerken yazdığı bir şiirdeki şu dize Şerefeddin'in bütün ümitlerinin karanlık geceye gömüldüğünü aksettirir: "Şam'dan ziyayı beklerken sabah oldu."
Sadreddin Konevi'nin, Emir Şerefeddin ile Emir Pervane'nin Sultan Baybars'ın da destekleyeceği bir isyan girişimi planları konusunda onlara tavsiyelerde bulunduğu bilgisini yine Şeyhül Kebir'in mektuplarından ediniyoruz. Emir Pervane Müineddin Süleyman'ın sonuçta çıkmaza girip açığa çıksa da çok yönlü, çok kutuplu, çok taraflı diplomasisinin ve kırk tilkili ayak oyunlarının 1268 sonrası da sürdüğünü görüyoruz.
Meşhur Moğol fermanı en çok Anadolu'daki Cavlaki-Haydari zümrelere yaramış görünür. Bu zümreler Mevlana'ya bağlılıklarını dile getirirler. Ölümünde yas tutarlar. Konya, Osmanlı yönetimine geçinceye dek de Mevlevi zümreler arasında hayat sürerler. Diğer küçük zümreler, temsil kabiliyeti yüksek ve daha geniş anlayışlar içinde eriyip gözden kaybolur: Evhadiliğin Ahilik içinde ortadan kalkışı gibi.

Mevlevilik ve Kalenderiliğe karşı Bektaşilik-Ahilik ittifakı Osmanlı devleti, Anadolu'daki dirlik düzenliği tekrar tesis edene kadar sürer. Firdevsi-i Rumi tarafından Hacı Bektaş-ı Horasani'nin menkıbelerini derleyen Velayetname'sinin yazılış gerekçesi de bir nevi Osmanlı topraklarında Mevlevilik ile Bektaşilik'i barıştırma girişimidir. Osmanlı Mevlevilik, Bektaşilik ve Ahilik'i benimserken, Kalenderileri kriminalize etmeyi de ihmale etmez. Bugünkü yaygın tarih anlayışlarımızın kökeninde uzun Osmanlı asırlarının etkisi büyüktür. Şah İsmail ve Safeviliğin Anadolu'ya attığı çengele Osmanlı'nın verdiği cevabın hem Bektaşilik, hem de Mevlevilik üzerinden olması da ayrıca dikkate şayandır.
MÜSTAKİL GAZETE
Konuyla ilgili önceki yazı

6 Nisan 2016 Çarşamba

Bourdieu ve sosyolojinin sosyolojisi

İkinci Büyük Savaş sonrası Fransız sosyolojisinin en verimli ve verimli olduğu kadar da titiz ve çığır açıcı araştırmacılarından biri Pierre Bourdieu. Sosyolojik yaklaşımını geliştirirken Marksizm, Pascal, Wittgenstein, yapısalcılık, fenomenoloji gibi birçok akım ve isimden etkilenen Bourdieu’nun sosyolojik girişimi eğitimden başlayarak çeşitli kültürel alanlardaki üretim, yeniden üretim, ayrışım mekanizmalarını inceler.
Sosyoloji Meseleleri, Bourdieu’nun farklı zamanlarda muhtelif konularda verdiği röportaj ve meslekten sosyolog olmayan çeşitli kişilere yaptığı sunumlardan oluşuyor. Bourdieu bu röportaj ve sunumlarda spordan modaya, gençlikle ilgili konulardan müzik, beğeni ve dil meselelerine kadar birbiriyle doğrudan herhangi bir bağlantısı olmayan meseleler etrafında, teorik çalışmalarında geliştirdiği kavramların kısa ve özlü anlatımlarını dile getiriyor. Simgesel sermaye, alan, habitus gibi temel kavramlarının bu sorunlarda nasıl işe koşulabileceğini ve ne denli kavramsal aygıtlar olabileceğini berrak ve anlaşılır bir dille açıklayan Bourdieu’nun bu söyleşi ve tebliğleri onun sosyolojik yaklaşımına ilişkin iyi bir giriş niteliği de taşıyor.
Handikap ve avantaj
Kitapta siyasal eylemi ve siyaset-kültür ilişkisini de konu edinen Bourdieu aynı zamanda sosyologların sosyolojisi, sosyolojinin sosyolojisi diyebileceğimiz alanlarda da söz sahibi olduğunu gösteriyor. Ona göre sosyolojinin diğer bilimlerden ayrıldığı en önemli nokta herkes tarafından anlaşılabilir oluşunun ondan talep edilişi. Sosyolojinin sadece uzmanlara, yetkinlik tekellerine bırakılamayacak bir uzmanlık alanı bilgisi oluşu belki onun en önemli handikapı ve aynı zamanda avantajı.
Bourdieu için, sosyolojik bilimsel söylemin toplumda sesi en çok çıkanlara karşı verdiği mücadelede tüm şartlar onun aleyhinedir; çünkü sosyoloji, mücadele edip mantığını ifşa etmek istediği toplumsal oyunlara ancak bizzat iştirak ederek bunu yapabilir. Peki ama nasıl? Belki uzlaşma şüphesini baştan kabul ederek, ama sözün söylendiği mecrada en son söylenmesi bekleneni, söylenmesine en az ihtimal verileni, o alanda en abes görüneni söylemek suretiyle... Böylelikle sosyoloji Bourdieu’nun deyişiyle insanlara sırf duymak istediklerini söyleyen alelade söylemlerden sıyrılır, “iman etmişleri imana çağıran” bir söylem olmayı reddeder.
Bourdieu sosyolojisinin gerek temel kavramlarını gerek yaklaşım tutarlılığını ve ilgi çeşitliliğini gerekse gücünü iş başında görmek için birebir Sosyoloji Meseleleri. Sadece meslekten sosyolog olanlar için değil, genel okura da yönelik çözümlemeleriyle Bourdieu sosyolojisine tam bir giriş dersleri kitapta yer alan metinler.