27 Haziran 2016 Pazartesi

Diaspora ve yol açtığı teorik esinler

Diaspora en kısa şekilde asıl yurdundan uzak düşmüş toplulukları nitelemek üzere kullanılan bir kavram. Özellikle müzmin diasporik Yahudi cemaatlerinden Ermeni diasprasına kadar gündelik hayatta farklı etnik, dini, kültürel gruplar için sık sık başvurduğumuz bu kavram son yıllarda önemli teorik esinlere de yol açtı.
Son dönemlere kadar uluslararası ilişkiler, sosyoloji, antropoloji ve tarih disiplinlerinin ilgi alanında yer alan, sınırlı bir kullanım imkanı bulunan bir kavramdı diaspora. Ancak küreselleşmenin yeni biçimleriyle birlikte bu kavramın kullanım imkanlarıyla ilgili son 10 yılda yeni perspektifler de gelişti. Bu yeni perspektifler özellikle kavramı ulus-ötesi toplulukları incelemede epey işlevsel kıldı. Batı’da konuyla ilgili yapılan akademik tartışmalar henüz Türkiye’de yeteri kadar bir karşılık görmemiş, üstelik diasporik topluluklar üzerine yapılan incelemeler de klasik çerçevenin dışına pek çıkamamıştır.
Türkiye’deki akademik dünyada diaspora ve kültürel kimlik ilişkisinin görülmesini sağlamak amacıyla hazırlanmış bir kitap Diaspora ve Kimlik. Kitap, diaspora kavramıyla birlikte kültürel kimlik ve etnisiteye yönelik teorik bir bakışın oluşmasına katkı sağlayan çeviri makalelerden oluşturulmuş. Kitaptaki makaleler, diaspora teorilerinin yanı sıra etnik ve kültürel kimlik, etnik folklor ve sözlü tarih konularına kapsamlı yer ayırıyor.
Dışlanmışlık deneyimleri
James Clifford, kitapta yer alan makalesinde diaspora söylemlerinin yer değiştirme, asıl yurttan uzakta ev kurma deneyimlerini nasıl betimlediği sorusu başta olmak üzere diasporanın hangi deneyimleri reddettiğini, hangi deneyimleri değiştirdiğini ya da marjinalize ettiğini irdeliyor.
Çağdaş diasporik uygulamaları ulus-devletin ya da küresel kapitalizmin yan olgusuna indirgeyen yaklaşımları reddeden Clifford çağdaş siyahiler Britanyası’na ve Anti-Siyonist Yahudi diasporacılığına eğilerek topluluk, politika ve kültürel farklılık arasındaki genelleştirilebilir bağlantıları araştırıyor. Diaspora bilincinin hem pozitif hem de ayrımcılık ve dışlanmışlık deneyimleri aracılığıyla negatif bir biçimde oluşturulduğuna dikkat çeken Clifford’un makalesi hem hali hazırdaki uluslar-ötesi zamandaki pozitif ve ütopyacı diasporaları kavramada hem de diaspora söylemlerinin geçerlilik kazandığı nüfus ve tarih ikilemlerine değgin önemli içgörüler taşıyor.
Kitapta Clifford’un makalesi haricinde Stuart Hall,William Safran, Chih-Yun Chiang, Jean Mills,  Kevin Macdonald, Elliot Oring, Richard M. Dorson gibi araştırmacıların da makaleleri yer buluyor.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Polonezköylü ilginç paşanın anıları

19.yüzyıl birçok açıdan 1789 Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı sorunların anlaşılma, hazmedilme, yorumlanma ve çözümlenmesi anlamına gelir Avrupa tarihi bakımından. Liberal ve milliyetçi hareketler zuhur eder Avrupa’nın dört bir tarafında. Özellikle Napolyon’un giriştiği savaşlarla da Avrupa kasıp kavrulur. 1830-31’de Prusya, Rusya ve Avusturya tarafından işgal edilip paylaşılan Polonya milliyetçilerinin son büyük isyanı da bastırılır ve Polonya milliyetçileri Avrupa’nın dört bir tarafına dağılır. Bir bölük Polonya milliyetçisi için Osmanlı ikinci vatan konumuna geçer. Bu Polonya milliyetçilerinin bir kısmı Osmanlı ordusunda da görev alır ve hatta paşalık düzeyine kadar yükselmeyi de başarır. Osmanlı ordusunda önemli görevler üstlenen, Müslüman olarak Mehmet Sadık ismini alan Michal Czajkowski de onlardan biridir.
1831’deki Polonya ayaklanmasında Leh süvari alayında subay olarak görev yapan Czajkowski , ayaklanmanın bastırılışı üzerine Fransa’ya kaçmış, orada bir grup Polonya milliyetçisinin lideri olarak faaliyet gösteren Prens Adam Chartoryski ile yakınlaşmış ve onun elçisi olarak İtalya, Almanya ve Türkiye’de çeşitli faaliyetlerde bulunmuştur. 1841’de İstanbul’a gelen Czajkowski İstanbul’da Doğu Ajansı’nı kurarak Lehlerdeki ulus bilincini kuvvetlendirmek kadar, Osmanlı’nın yardımıyla Polonya’nın bağımsızlığına kavuşması yolunda çaba sarf etmişti.
Sonu kötü oldu
Katıldığı Osmanlı ordusunda feriklik rütbesine kadar yükselen Czajkowski  kurduğu Kozak alayıyla Kırım savaşına da iştirak etmiştir. Rus çarının çıkardığı af sonucu Osmanlı’dan ayrılan ve yeniden din değiştirip Hıristiyan olarak Ukrayna’nın bir kasabasına yerleşen Czajkowski burada çeşitli hikayeler, şiirler ev anıları yazmış ve 1886’da da kafasına tek kurşun sıkarak intihar etmişti. Gülnar Kara’nın özenle notlandırarak ilk kez Türkçe’ye çevirdiği anılar bu ilginç kişiliğin Osmanlı yıllarını bize anlatıyor.
Üç defa din değiştirmiş, üç defa evlenmiş ve üç büyük savaşa katılmış Polonyalı subay, Fransız gazeteci ve ajan, Türk paşası ve Ukraynalı yazar gibi çok farklı, birbiriyle uyuşturulması güç sıfatları üzerinde taşımış Czajkowski anılarında 19. yüzyıl Osmanlı devletini, burada yaşayan çeşitli milletleri, kültürel ve dini hayatı, askeri ve sosyal hayattaki yenileşme hareketlerini kendi çerçevesinden değerlendirerek Osmanlı ile Batı arasındaki ilişki ve sorunların da genel bir panoramasını çizmiş. Czajkowski ‘nin anıları bu bakımdan Kırım Savaşı’na kadarki süreçte Osmanlı tarihinin bir özeti sayılabilir. Osmanlı Devleti’nin ‘en uzun yüzyılı’nın milliyetçi bir Polonyalı’nın gözünden yorumudur bir bakıma kitap. Yeri gelmişken Czajkowski ‘nin Polonezköy’ün de kurucuları arasında yer aldığına işaret edelim.

Müslüman filozoflar ve ahlak

Felsefi disiplinlerin klasik tasnifinde siyaset ile birlikte “pratik felsefe” alanında yer alan bir konudur ahlak felsefesi. Modern zamanlarda ahlak bazen en önemli felsefi sorun olarak ortaya çıkar, bazense iyiden iyiye görmezden gelinir, metafizik bir inanç konusu olarak “bilimsel” açıdan ele alınması mümkün olmayan bir dereceye indirgenir. Ahlakı başat bir felsefi sorun olarak ele alanlar, diğer felsefi meseleleri genelde ona zemin hazırlamak için ilgilenirken, ahlak felsefesini görmezden gelenler de onu çoğunlukla “uygulamalı etik” ya da “meslek etiği” gibi konularla sınırlama eğilimi taşır.
Oysa insana dair felsefi bir bakış açısının ahlakı öncelikli konu haline getirmesi neredeyse kaçınılmazdır. Ahlak olmadan insan olunup olunmayacağına dair soru ortadayken felsefi açıdan sorunun ele alınması da bir yerde zorunludur. Yine de ahlak felsefesinin diğer felsefi disiplinlere nazaran belirgin bir formunun olmadığını kaydetmek gerekir. Çünkü bir ahlak felsefesi diğer alanlardan bağımsız bir şekilde ortaya çıkmaz. Yine bir ahlak felsefesinin inşası genelde bir filozofun felsefe olarak gördüğü temel disipline nazaran gerçekleşir.
İyi, gaye, yetkinlik ve erdem
İslam felsefesinin klasik dönemi olarak kabul edilen 9 ila 11. asırlar arasında yaşamış Müslüman filozofların ahlak konusunda dile getirdikleri görüşleri, ahlak adına ele aldıkları problemleri irdeleyen, onları merkeze alarak İslam Ahlak Felsefesi’nin ana çerçevesini çizen bir kitap Hasan Hüseyin Bircan’ın hazırladığı. Bircan’ın kitabna yön veren en temel saikleri şu sorularla özetlemek mümkün: Acaba “Müslüman filozoflar”ın nazarında ahlakın yeri ve önemi nedir? Müslüman filozoflar ahlak konusuna nasıl bakıyor, bu konuyla ilgili hangi temel problemleri vaz ediyor, bu problemlere hangi temelden hareketle ne tür çözümler öneriyor?
İslam ahlak felsefesinin temel felsefi yönelim bakımından etik düşüncesine dahil olduğunu savlayan Bircan, onun her ikisi de normatif ahlak içinde değerlendirilebilecek gayecilik ile yükümlülük ahlaklarından gayeciliğe dahil olduğunu belirtiyor. Kitabındaki konuları filozofların onları ele alış biçimine dayanarak belirleyen ve filozofların ifade ettiği görüşler doğrultusunda problematik açıdan irdeleyen Bircan, analitik ve eleştirel olmaktan çok tasviri bir yöntemle konularını işliyor.
Müslüman filozofların mutluluk, iyi, gaye, yetkinlik, erdem ve kurtuluş gibi temel kavram ve problemler hakkındaki görüşlerini betimleyen Bircan’ın kitabının bu alandaki önemli bir boşluğu da doldurmaya aday olduğunu belirtelim.

Kendimizle olan özdeşliğimiz diyalektiktir

Literatüre Eleştirel Teori olarak da geçen Franfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün temsil ettiği fikri mirasın günümüzdeki temsilcilerinden biri, Jurgen Habermas’ın öğrencisi Axel Honneth. Honneth, G. W. F. Hegel’in Jena döneminde tasarladığı, ama Tinin Fenomenolojisi adlı kitabı kaleme almasıyla birlikte de yarım bıraktığı fikri bir projeye yaslanarak geliştirdiği Tanınma Uğruna Mücadele kitabında bir yandan Eleştirel Teori’nin kurucu babalarından sayılabilecek Adorno ve Horkheimer’ı eleştirirken diğer yandan da Habermas’ın İletişimsel Akıl Teorisi’yle Michel Foucault’un iktidar/bilgi anlayışı arasında önemli köprüler kuruyor. Temelde Honneth’in düşünceleri de özellikle Machiavelli, Rousseau ve Hobbes’ta asıl temsilcilerini bulan toplumsal sözleşme teorisyenlerine Hegel’den tevarüs ederek yönelttiği eleştiriler zemininde kavranabilir. Hegel için yalıtılmış ve atomlaştırılmış bireyi felsefi bir çıkış noktası olarak benimseyen sözleşmeci siyasal gelenek, toplumsal ilişkilerin doğasını açıklarken bireyler arasındaki ilişkiyi onların sosyallik-öncesi varlığına eklemlemeye eğilimlidir. Toplumsal ilişkiyi, özneye ilişkin özünde toplumsal olmayan bir tözcü ontolojiye yapılan bu eklemleme girişimi Hegel için olduğu kadar Habermas ve Honneth için de birçok sorunu doğurur. Honneth’in temel varsayımı, İletişimsel Akıl Teorisi’nde Habermas’ın benimsediği temel varsayımla aynıdır: Toplumsal ilişkiyi, yalıtılmış bireylerin özneler arası ilişkisi olarak düşünmek yanıltıcı olacaktır. Başka bir deyişle, toplumsal ilişki, bireylerin özne olarak ortaya çıkmasını önceler. Habermas için özneler-arası ilişkinin özü “iletişimsel eylem” iken Honneth için bu öz “tanınma” olarak nitelenebilir.
Hegel’in hukuk ve toplum felsefesinin merkezi kavramlarından olan “tanınma”, Hegel’e Kant’ın toplum ve tarihi dışlayan özerklik düşüncesinin biçimciliğini eleştirmesi noktasında hem yardımcı olur, hem de insanın özerkliğini önemsemediğini düşündüğü toplumsal sözleşmeci geleneğe karşı Kantçı özerlik tasavvurunu içeriklendirmesine imkan tanır. Hegel’in Jena döneminde üstünde ağırlıklı olarak durduğu “tanınma” kavramını spekülatif görünümünden kurtarıp çağdaş psikanalitik araştırmalar ve toplum bilimlerinin gözetiminde günümüze uyarlayan Honneth, böylelikle, kendimize ancak başkalarının gözünden yansıyan kendi bakışımızda kendimiz olarak erişebileceğimiz; başka bir deyişle, kendimizle olan özdeşliğimizin ancak diyalektik olabileceği ve ‘başkası’ tarafından dolayımlandığı fikrini dile getiriyor.
Modern felsefi gelenek ile siyaset biliminin iç içe geçtiği kitabında Honneth, liberal bireycilik ve toplumsal sözleşme geleneklerinin de sıkı bir bir eleştirisini sunuyor.