19 Eylül 2016 Pazartesi

Heidegger’in sekiz yeni çevirisi

Kutadgubilig, 2002’den 2016’ya dek felsefe ve bilim alanlarında yılda iki kez yayınlanan akademik bir dergi formatından, konu, üslup ve içeriğini koruyarak 2016’dan sonra yılda dört kez yayınlanan yine akademik bir dergi formatına geçti. Derginin Haziran 2016 tarihli 30. sayısı ise 20. yüzyılın en etkili filozofları arasında gösterilen Martin Heidegger’e ayrıldı.
Editörlüğünü Doç. Dr. Erdal Yıldız ile Engin Yurt’un yaptığı Heidegger özel dosyasında Heidegger’in düşünmesinin temel kavramları, Batı düşünce tarihindeki yeri, Heidegger’den etkilenen filozof ve düşünürler, Heidegger’in düşünmesinin Türkiye’deki alımlanış şekilleri başta olmak üzere geniş yelpazeli birçok önemli makale bir araya geliyor. Dosyada ayrıca Heidegger’den Türkçe’ye ilk kez çevrilen sekiz önemli metin de yer alıyor. Türkçe’de ilk kez görülen bu metinlerle şimdiye kadar Türkçe’ye çevrilmiş metinlerinde gizli kalmış bir Heidegger portresine de ulaşmak mümkün hale geliyor.
Dosyaya katkıda bulunanlar arasında bizim dikkatimizi Heidegger’in Türk düşüncesindeki alımlanma sürecine dair farklı tarihsel doku örnekleri sunan Recep Alpyağıl ile Ahmet Demirhan’ın yazıları çekti. Recep Alpyağıl makalesinde Heidegger’in Nazi iktidarı altında 1933’te Freiburg Üniversitesi’ne rektör olmasıyla Türkiye’de yine aynı yıl CHP iktidarı tarafından ülkedeki tek üniversite olan Darülfünun’u kapatıp İstanbul Üniversitesi adı altında açılmasını öngören üniversite reformu esnasında Felsefe bölümünden edebiyat, metafizik, ahlak gibi önemli unsurların neo-pozitivist bir anlayışla elimine edilmesini konu ediniyor. Almanya’daki Nazi rejiminden kaçan Yahudi neo-pozitivist filozof Hans Reichenbach’ın İÜ Felsefe Bölümü’nde hayata geçirdiği icraatı felsefeyi bilime zorlayan, bilimle sınırlayan bir “şiddet” olarak gören Alpyağıl, reform esnasında Babanzade Ahmed Naim’in emekliye sevk edilmesini de felsefenin ana eklemi olan metafiziğin, dolayısıyla ilahiyatın tasfiyesi olarak niteliyor.
Aynı yıl Peyani Safa’nın “Felsefe ve Diyalektik” başlığıyla yayınlanmış bir tebliğinde Heidegger’e yaptığı atıftan yola çıkan Alpyağıl ünlü romancının Yalnızız ve Matmazel Noraliyanın Koltuğu romanlarındaki Heidegger ve diğer filozofların görüşlerinin etkilerini de serilmeyerek Türk düşüncesinde felsefe ile edebiyat ve diğer alanlar arasındaki kopan bağların, yıkılan köprülerin nasıl tekrar kurulabileceğini tartışıyor.
Nazilik meselesi
Ahmet Demirhan’ın makalesi ise 1980 ve 90’larda bazı solcu entelektüellerin Heidegger’in “Naziliği” meselesi üzerinden yürüttükleri iki tartışmaya (ki ikincisi bir nevi ilk tartışma bağlamının yeniden gündeme taşınmasıdır) odaklanarak, solcu aydınların bu bağlamları, kendilerini içinde buldukları “aydın krizi”ne bir çözüm arayışı olarak kullanma girişimlerindeki aksaklık, eksiklik, yetersizlik ve çelişkileri sorguluyor.
Hem Alpyağıl’ın yüzyılın ilk yarısına tekabül eden doku analizi hem de Demirhan’ın yüzyılın sonuna denk gelen analizi Türk felsefesi ve düşüncesindeki söylemsel savrulma ve yırtılmaları, doku zedelenmelerini göstermesi bakımından okunması elzem metinler.

Dergide ayrıca Heidegger’in düşünme bağlamlarına ilişkin yer verilen diğer metinler de düşünürün çabasını Türkçe’de değerlendirmeye imkan tanıyan metinler.

Miryokefalon, Sakarya’ya eş değerdedir

Selçuklular ile Bizans Devleti arasında 1071 yılında vuku bulan Malazgirt Savaşı sonrası 900 yıl önce Konya’nın başkent ilan edilmesiyle kurulmuş Türkiye Selçukluları devleti ve kimi zaman bu devlete bağlı (vassal), çoğu zaman onunla rekabet içindeki Danişmendliler, Artuklular gibi diğer küçük devletlerin Anadolu’nun Türkleşme ve Müslümanlaşma tarihindeki önemi ortadadır.
Türkiye Selçukluları, kuruluşun akabindeki yüzyılda, yani 12. yüzyılda Sultan I. Kılıçarslan, Sultan Mesud ve II. Kılıçarslan dönemlerinde gerek Bizans ve Haçlı seferleriyle (yani ‘dış düşman’la) gerekse Eyyubiler, Danişmendliler gibi Müslüman-Türk devletçikleriyle birçok çatışma ve savaş sonrasında yüzyılın sonunda Anadolu’nun birliğini tesis etmeyi başarır. Bu uzun yüzyılda Bizans’ın Türkiye Selçukluları’na karşı güçlü bir imparatoru olarak karşımıza çıkar Manuel Komnenos. Komnenos’un tek hedefi vardır: Türkleri Anadolu’dan sürmek. İlki 1246’da Sultan Mesud’a karşı Akşehir üzerinden Konya’yı ele geçirmeye dönük, uzun süren, birçok çatışmanın yaşandığı bir seferde bulunur Komnenos. Hedefini gerçekleştirmekte II. Haçlı seferine çıkmış ordunun İstanbul için bir tehdit oluşturması sebebiyle başarısızlığa uğrayan Komnenos, 30 yıl sonra bu kez 1176’da Denizli-Çivril-Dinar-Beyşehir üzerinden Müslümanlaşmış topraklardaki beş günlük yürüyüşle Konya üzerine gelir. Konya’ya bir günlük yürüyüş mesafesinde 17 Eylül 1176’da Bağırsak Boğazı’nın en dar kesitinde karşılaşan Selçuklu-Bizans orduları arasında coğrafi şartları lehine kullanmayı bir strateji haline dönüştürmüş Selçuklular savaşı kazanır. Sonradan Miryokefalon, yani “binlerce kesilmiş kelle” anlamına gelecek şekilde anılan bu büyük savaş Bizans’ın Türkiye Selçukluları’na karşı geliştirebildiği son saldırı olarak tarihe geçer.
Savaş nerede oldu?
Bu savaşla birlikte Anadolu’nun Türk yurdu olduğu katileşmiş, Bizans saldırılarının bazen bazı önemli mevzilerden Türkleri geri çekilmeye mecbur etse de nihai olarak Türkleri Anadolu’dan çıkaramayacağı, Anadolu’nun bir Türk yurdu olma statüsünü değiştiremeyeceği ortaya çıkmıştır. 1100’lü yıllarda gerçekleşen Haçlı, Bizans saldırıları ve kardeşler arasındaki taht kavgaları, Danişmendli, Eyyubi vb. devletler arasında yapılan savaşlar sonrası Anadolu’nun bozulan sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı bu büyük zaferden sonra giderek düzelme yoluna girer. I. Haçlı seferi sonrası Ege ve Güney Marmara bölgelerinde yitirilen Selçuklu nüfuzu yine bu zaferle birlikte yeniden güç kazanmaya başlar.
Türklerin Anadolu’yu yurt olarak tesis ve tescil etme tarihinde bu kadar önemli bir olayın vuku bulduğu mevkinin yeri yüzyıllar boyunca üzerinde çeşitli bilimsel tartışmaların yürütüldüğü, farklı tarihçilerin birbiriyle telifi kabil olmayan seçenekler önerdiği bir Gordion düğümüne dönüşmüştür. Savaşın gerçekleştiği yer noktasındaki tartışmaları kesin bir şekilde sona erdiren bir ortak çalışma coğrafya profesörü Mehmet Akif Ceylan ile tarihçi Yrd. Doç. Dr. Adnan Eskikurt’un kitabı. 1998’de Denizli’den Eğirdir’in doğusuna kadar olan sahada yapılan çalışmalar, Bizanslı Kinnamos ve Süryanî Mihael’in eserleri ile Haçlı seferlerini anlatan bir kısım kronikler aracılığıyla Beyşehir-Konya arasında uzanan sahada yeni arazi çalışmaları yapmak suretiyle hem tarihsel hem de coğrafi olarak savaşın Beyşehir-Konya arasındaki Bağırsak Boğazı’nda gerçekleştiği tespitine ulaşan araştırmacıların bu tespiti savaşın ve sonrasında kazanılan zaferin Anadolu’nun Türkleşmesi sürecindeki yerini de ayrıca tavzih etmeye fırsat verir. Yüzyıllar sonra Polatlı yakınlarına kadar sokulmuş Yunan kuvvetlerinin yenildiği Sakarya savaşı ile Konya yakınlarına kadar sokulmuş Bizans kuvvetlerinin yenildiği Miryokefalon temsil ettikleri sonuçlar bakımından birbirine benzer. Anadolu’nun siyasi birliğinin tesisi ve sosyoekonomik, sosyokültürel şartlarının Türkiye Selçukluları devletinin gelişmesine ve halkın refahına yol açacak şekilde uygunlaşması bu zaferin ilk sonuçları olarak görülebilir. Ama bu zaferin nihai tarihsel sonucu Türk milletinin Anadolu’daki varlığının kıyamete dek süreceğinin tescilidir.

9 Eylül 2016 Cuma

Kapital’i okumadan önce Hegel’i anlamak gerek

Her ne kadar yakın dönem Fransız düşüncesi yapısalcılık, postyapısalcılık ve postmodernizmle ilgili düşünülse de modern Fransız düşüncesinin iliklerinde kuvveli bir Hegel etkisi olduğu ileri sürülebilir. Gerek yapısalcılık-postyapısalcılık, gerekse postmodernizm esasen bu Hegelciliğe karşı yürütülen kapsamlı bir düşünce harekatı olarak görülebilir. Özellikle iki büyük savaş arasında, 1930’larda, Bergson’un felsefi etkisi giderek tavsarken Fransız düşüncesinde Hegel’i yeniden yorumlama çabaları hız kazanmıştı. Sartre’ın fenomenoloji ve varoluşçuluk atılımının öncesine denk gelen bu dönemde özellikle Alexandre Kojève’nin Tinin Fenomenolojisi üzerine verdiği derslerle yaygınlık kazanan Hegelcilik liberal bir yönelim de içeriyordu. 1929’da kaleme aldığı Hegel Felsefesinde Bilincin Mutsuzluğu adlı kitapla modern Fransız düşüncesi içinde Hegel yorumculuğunun başka bir durağını temsil eden de Jean Wahl’di. Emmanuel Levinas’a göre Wahl’ın bu Hegel yorumu Hegel’in katı biçimci sisteminin ardındaki somut deneyimleri açımlıyordu. Olgun Hegel, gençliğinin belirsizliklerini unutmuş görülemezdi.
Jean Wahl ve Alexandre Kojève ile birlikte, Fransa’da Hegel’in felsefesinin yayılmasını ve uzun denebilecek bir süre boyunca düşünce dünyasına hükmetmesini sağlamış olan 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden üçüncüsü de Jean Hyppolite. Onu bu derece önemli kılan, Hegel’in Fenomenoloji’sini 1946 yılında Fransızcaya çevirmiş olmasının yanı sıra, Hegel çalışmaları açısından halen vazgeçilmez bir nitelik taşıyan 1947 yılında yayımladığı Genèse et structure de la Phénoménologie de l’esprit de Hegel başlıklı kapsamlı çalışmasıdır.
En önemli eseri sayabileceğimiz Kapital’de kendisini açıkça Hegel’in tilmizi olarak ilân eden ve temelde baş aşağı duran Hegelci sistemi ayakları üstüne oturtmakla övünerek düşünceleriyle neredeyse 150 yıldır dünyayı hem fikri hem de pratik anlamda son derece etkilemiş bir düşünür. Marx’ın ekonomi-politik kaynakları kadar felsefi kaynakları da tartışma konusudur, özellikle Marksist bir felsefenin temelde idealist sayılan Hegel felsefesiyle ilişkisi bu tartışmaların vazgeçilmez konusudur.
Jean Hyppolite, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar’da (1955), Hegel’in felsefesindeki Marksizm’e kaynaklık etmiş olabilecek öğeleri, Marx’ın olgunluk dönemi eserlerinin ardında yatan felsefi varsayımları, Marx’ın Hegel eleştirisinin içerimlerini ve bu eleştirilerde haklı olup olmadığını ve ayrıca hem Hegel’in hem de Marx’ın düşüncesinin varoluşçu felsefe içinde değerlendirilebilecek yönlerini tartışmaya açıyor.
Hyppolite’in eseri, bu anlamda, Herbert Marcuse’nin Us ve Devrim’i (1941) ve Georg Lukacs’ın Genç Hegel’inin (1948) yanında Marx ve Hegel ilişkisine dair üçüncü büyük ana kaynak olarak görülebilir. “Hegel’in Fenomenoloji’sini okumadan Kapital’i okumak kaçınılmaz bir şekilde bir dizi yanlış yoruma götürecektir” şeklinde yazan Hyppolite’in, Marx’ın Hegel’le olan ilişkisine dair söyledikleri halen üzerinde düşünülmeye değer ve Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar bu anlamda hem Hegel’in hem de Marx’ın düşüncelerini kavramak açısından önemli bir başvuru kaynağı sunuyor.

Modern Ortadoğu’nun temelleri

Günümüzde Ortadoğu olarak bildiğimiz ve Kuzey Afrika’dan İran’a dek uzattığımız coğrafi alanda 1516’dan 1918’e dek hüküm süren bir devlet Osmanlı. Mercidabık ve Ridaniye zaferlerini elde eden Yavuz Selim’den I. Dünya Savaşı sonuna dek bu hükümranlığını 400 yıl boyunca sürdüren Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarını ‘işgal’ ettiği yolunda yaygın ve nereden bakarsanız bakın ‘çarpık’ bir anlayış vardır Avrupalı ve milliyetçi Arap tarihçiler arasında. Bu tarih anlayışının oluşumu ve yaygınlaşmasında elbette 19. ve 20. yüzyıldaki milliyetçi yaklaşımların etkisi büyük. Ancak bu yaklaşımlar tarihsel durumu bütün incelik ve ayrıntılarıyla görmemizi de engelleyen bir perde rolünü üstleniyor çok yerde.
Osmanlı tarihçiliğinde özellikle Mısır ve Yemen konusundaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Jane Hathaway, Osmanlı Hâkimiyetinde Arap Toprakları’nın 300 yılını (1516-1800) anlattığı mükemmel sentez eserinde şu önemli saptamayı dile getiriyor: Osmanlı tarihi ve kurumlarını anlamadan, 1516 ve Birinci Dünya Savaşı arasındaki Arap toprakları tarihini anlayamayacağımızı bugün eskisinden çok daha açık bir şekilde görüyoruz. Hatta yıkılmasının üzerinden 100 yıl geçmiş olsa da Osmanlı Devleti, tarihi ve kurumları anlaşılmadan Ortadoğu olarak tarif edilen bölge ve bu bölgede yaşayan insanların, halkların, etnik ve dinsel azınlıkların gündelik hayatından politik tavırlarına dek birçok özelliklerinin tam anlamıyla çözümlenemeyeceğini bile düşünebiliriz.
Milliyetçi mercek
Elbette milliyetçi anlayışlar hemen hepimizin ‘tarihsel idrak’ine bir şekilde sızmış, onu şu ya da bu biçimde çarpıtmıştır; bu etkinin tamamını sıfırlamamız güçtür. Ama Osmanlı devletinin 400 yüzyıl boyunca hükmettiği coğrafyaya ve bu 400 yıla sadece Arap ve Avrupalı tarihçilerin değil, çoğu Türk tarihçinin de milliyetçi merceklerle baktığı söylenebilir.
Jane Hathaway ise ilk elden, Osmanlı hakimiyetindeki 400 yılın, basitçe işgal diye etiketlenemeyecek kadar uzun bir dönem olduğuna dikkat çekerek Arap topraklarında 19. ve 20. yüzyıllarda yükselen milliyetçi akımların ve kurulan ulus-devletlerin peşi sıra, Osmanlı hâkimiyetini bu topraklardaki uygarlığa hiçbir katkısı olmamış bir işgal dönemi diye niteleyen ve artık zaman aşımına uğramış tarih anlayışıyla birlikte, bu yaklaşımın revize edilmiş daha gelişkin türevlerini de çürütüyor.
Osmanlı hakimiyeti altındaki 400 yıllık uzun dönemi günümüzün modern Ortadoğu’sunun temellerinin atılmasında büyük payı bulunan muazzam bir sosyal, kültürel, politik ve ekonomik değişim dönemi olarak değerlendiriyor Hathaway. Bu 400 yıllık dönem bir ‘işgal dönemi’ değil, bir ‘yerleşim dönemi.’
Arap ve Osmanlı arşivlerini çok üretken bir biçimde kullanan yazar, söz konusu değişimlerin izini sadece politik elit ve siyasal tarih içinde değil, çarşı esnafından aşiretlere, loncalardan vakıflara, köylülerden kadınlara, etnik ve dinsel azınlıklara kadar çok çeşitli toplumsal kesimler ve alanlarda sürüyor.

Graham Fuller’in hayal kırıklığı

İlkin Tunus’ta işsizlik sebebiyle Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan, başta Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’de olmak üzere Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas gibi hemen bütün Arap ülkelerinde baş gösteren mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmaları içeren kapsamlı bir tarihi ve toplumsal süreç olarak adlandırılabilir Arap Baharı.
Bu süreçte otoriter yönetimlere karşı geniş kitlelerin özgürlük, demokrasi ve haysiyet arayışı olarak başlayan bu toplumsal sürecin Mısır’da askeri darbe ile Libya’da Kaddafi’nin öldürülmesi ve ülkenin kantonlaşmasıyla, Suriye ve Yemen’de dış güçlerin de taraf olarak yer aldığı bir iç savaşla sonuçlandığını görüyoruz.
Uluslararası sistemin içerdiği tüm dengesizliklerin ve ABD, Rusya, İngiltere, AB gibi küresel aktörlerin aralarındaki rekabetin kanlı yüzünün yansıdığı bir aynaya dönüşen Arap Baharı sürecinde ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzunun giderek azaldığını da müşahede ettik. Arap Baharı’nın Mısır’da askeri darbeyle, Libya ve Suriye’de kanlı iç savaşlarla Arap Kışı’na çevrilmesinin perde arkasında bunu görmek de muhtemeldir.
Bu darbe ve iç savaşlarla Ortadoğu’da zaten var olan karmaşa ve derin sarsıntılar giderek daha da şiddetlenmiş ve bu durumdan elbette Türkiye de kısmen etkilenmiştir. Amerikan RAND Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, ABD Merkezi Haberlama Teşkilatı’nın eski başkan yardımcısı, FETÖ Terör Örgütü’nün lideri Fetullah Gülen’in ABD’ye yerleşim izni almasına aracı olan ABD devlet yetkililerinden biri olarak bildiğimiz Graham Fuller’in Arap Baharı ve Türkiye adlı kitabı Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin dış poliik gündemini yorumlayan, Arap Baharı’nın Türkiye’ye etkilerini konu alan bir kitap.
Fuller kitapta öne sürdüğü analiz ve öngörüleri Arap devrimlerini ve Türkiye’nin bu kompozisyon içindeki konumunu tartışmaya açıyor. Görüşlerine katılsak da katılmasak da Fuller’ın tespit, tahlil ve önerileri Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmektedir.
Paryalaşma söylemi
Fuller’in ilk baskısı 2014’te yayınlanan kitabında ve sonraki söyleşilerinde dile getirdiği birçok öngörünün aradan geçen zaman diliminde yanlışlandığını, bu yanlışlanma neticesinde de Fuller’in analizlerinde giderek hırçınlaştığını görmek mümkün. Özellikle FETÖ’yü aşırı derecede sahiplenmesi dikkat çekici.
Fuller, kitabının önsözünde son birkaç yıldaki gelişmeleri, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, iktidarının ilk yıllarında başardıklarıyla karşılaştırdığında bir nebze hayal kırıklığı içerisinde olduğunu; bölgeyi ve ülkeyi çok yakından tanıyan bir isim olarak, yine de Türkiye’ye olan kuvvetli inancının kendisini iyimser kıldığını belirtiyordu. Ama 15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığa uğramasıyla birlikte Fuller’in “Türkiye’nin uluslararası sistemde paryalaştığı” düşüncesini dile getirdiğini biliyoruz. Fuller’in hayal kırıklıklarının bir şeceresi olarak da okunabilir kitap bu sebeple.

İktidar: Gönüllü riayeti garantileme

İktidar sıradan, yani bireysel/öznel anlamda sürekli başkalarına yönelttiğimiz etkiler ve başkalarınca bize yöneltilmiş etkiler olarak görülse de kurumsal/teknik anlamıyla iktidar daha dar olarak “Birinin bir başkasına bir şeyi yaptırması” olarak özetlenebilir. Ve böylelikle tek taraflı, tek boyutlu ve tek biçimli bir iktidar kavramı elde ederiz.
İktidar kavramı siyaset bilimi ve sosyolojisinin en merkezi kavramlarından biridir aynı zamanda. Birbirinden oldukça farklı kavramlaştırılma biçimleri var iktidarın.
Amerikalı sosyolog ve siyaset bilimci Steven Lukes’un bu kavramın analizi yapılırken başvurulması gerekli teorik çerçeveyi belirlemeye gayret gösterdiği kitabı “İktidar” bu alanda vazgeçilmez önemse sahip eserlerden biri. Steven Lukes, kitabının Amerikan siyaset bilimcileri ile sosyologları arasındaki bir tartışma bağlamına yapılmış bir katkı olarak görse de kitabı kolay kolay eskimeyecek bir içeriğe sahip. Amerikan siyaset bilimcileri ile sosyologları arasındaki tartışma bağlamına yön veren soruları şöyle aktarıyor Lukes: “iktidarın teorik olarak nasıl tasavvur edileceği, ampirik olarak da nasıl inceleneceği... Amerikan siyasetinin nasıl -yönetici seçkinlerin tahakkümü altında mı, yoksa çoğulcu demokrasi olarak mı- tarif edileceği...”
Lukes’un bu tartışma bağlamına yaptığı en temel katkı “gerek geçmişte gerekse bugün, iktidarı dar değil geniş kapsamlı -bir veya iki boyutlu değil, üç boyutlu olarak- tasavvur etmemiz ve iktidarın en az gözlemlenebilen yönlerine odaklanmamız gerektiği ve sahiden de iktidarın en etkili olduğu anların en az gözlemlenebilir anlar olduğu yönünde.”
İktidarın kendisini en çok gizlediği, en çok belirsizleştirdiği, izlerini sildiği anlarda, yani toplumsal düzeyde bir nevi “gönüllü kulluk/gönüllü tabiiyet” anlarında en etkin olduğunu düşünmeyi öneriyor Lukes. İktidarsızlık ile tahakküm ve bu ikisi arasındaki ilişkilere dair meseleler, kitabın katkı sunduğu tartışmanın merkezi izlekleri arasında.
Lukes’un teorisi iktidarın üç farklı şekilde uygulandığını iddia ediyor: karar verici iktidar, karar-verici-olmayan-iktidar ve ideolojik iktidar. Karar-verici iktidar belki bunlar arasında en kamusal olan boyut. İktidarın bu boyunun analizi siyasal eylem vasıtasıyla siyasa tercihlerine odaklanır. Karar verici olmayan iktidar boyutu ise “meşru” kamusal ortamlar için kabul edilemez olan tartışmalar için bir ajanda koyutlar. Sözgelimi ABD’de sosyalizmin değerine değgin yürütülen tartışma mevzuları bu türdendir. Bu boyutu tartışmak analizi yürütene,  gözlemlenebilir ihtilafların hem faal hem de potansiyel yayılımını değerlendirmesine fırsat verir. İdeolojik iktidar ise insanların fikir ve arzuları üzerinde işler. Onları kendi özçıkarları aleyhine tavır almaya sevk eder. Lukes iktidarın tam bir eleştirisinin hem öznel hem de nesnel istemlerin politik süreç tarafından dışsallaştırılıp taşınmasını ele almaktan geçtiğini iddia eder.  Lukes, böylelikle, iktidar kavramına tek boyutlu ve iki boyutlu yaklaşımları yıpratarak kendi radikal yaklaşımı olan üç boyutlu iktidara dikkat çeker.
“Tahakküm olarak iktidar”, “yanlış bilinç”, “gönüllü riayet” kavramları ve özellikle Fransız düşünce tarihçisi Michel Foucault’nun düşünceleri üzerine kaleme alınmış görünen ikinci bölümdeki analizler Lukes’un kitabının değerini bir kat daha artırıyor. Foucault’un düşüncelerini “gönüllü riayeti garantileme” gibi temelde tam bir iktidar yordamı olan konuyu irdeleyerek uygulamalı inceleyen Lukes’un kitabı iktidar kavramına dair taşıdığımız bütün fikirleri yeniden tartışmamız gerektiğini bize hatırlatıyor.

Avrupa, tin olarak algılanmalı

19.yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başlarında Avrupa düşüncesinde hakim olan özne-nesne, doğa-kültür, idealizm-materyalizm, ruh-beden vb. uzlaştırılması mümkün görünmeyen ikili karşıtlıkların oluşturduğu tartışma bağlamını aşmak üzere Edmund Husserl’in geliştirdiği bir felsefi yönelimdir fenomenoloji. Özellikle Descartes ve Kant üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çeken Husserl’in fenomenolojisi, sadece bir felsefi yönelim olarak değil, aynı zamanda beşeri bilimlerdeki birçok metodolojik bakışı da derinden etkileyen bir dönüşüm oluşturur. Kartezyen şüphecilikten derinlemesine etkilenen ve ‘kesin bilim’i kurabilmek için ‘şeylerin kendileri’ne dönülmesi gerektiğine vurgu yapan Husserl’in bunun için üç adım önerdiği bilinir: Öncelikle fenomen hakkında sahip olunduğu düşünülen hiçbir bilgi, bilgi statüsünde görülmez. Fenomenin gerçekliğine ulaşabilmek için fenomenolojik indirgeme şarttır. Fenomenolojik araştırmanın özüne ulaşabilmek ancak yeni bir düşünme katmanına geçebilmekle mümkündür. Burada saf bilgi fenomenine ulaşılır. Fenomen böylelikle saf apaçıklığa indirgenmek istenir. Fenomenolojik araştırmanın üçüncü ve son aşamasında fenomenin kendinde verilmişliği söz konusudur. Burada şeylere dair verili bilgiye değil, kendinde bilgiye ulaşılır.
İki çıkış yolu önerisi
Husserl fenomenolojisinin belki en meşhur kavramı, bir anlamda Descartes’in cogito’suna eşdeğer sayılabilecek, “yönelimsellik” kavramıdır. Yönelimsellik sürekli bir şeyin bilincinde bulunma halidir. Yani Descartes’te olduğu gibi insan “düşünüyorum” diyemez, ancak “düşündüğümü düşünüyorum” diyebilir. Bu anlamda bilincin nesnesine yönelmişliğini, her bilinç yaşantısının kendi nesnesini içerdiğini, her bilinç yaşantısının bir bilinci olduğunu ifade eder Husserl için.
Husserl’in temellerini attığı fenomenolojik gelenek kendine Heidegger, Levinas gibi sıkı takipçiler bulmuş ve belki de 20. yüzyıl ortalarından bugüne etkilerini katlayarak, yeni düşünme biçimlerine yol açarak, beşeri bilimleri dönüştürerek 20. yüzyılın en kalıcı felsefi geleneği olma konumuna erişmiştir. Husserl’in iki büyük savaş arasında, Birinci ve İkinci Büyük Savaş arasında, 1929’daki ekonomik bunalımın, 1933’te Hitler’in Almanya’da III. Reich’ı yükseltmesinin ertesine denk gelen bir tarihte Viyana’da verdiği “Avrupa İnsanlığın Krizi ve Felsefe” başlıklı konferansının içeren bir kitap Bunalım.
Konferansında Husserl, 1936’da Avrupa varoluşunun içinde bulunduğu krizden yalnızca iki çıkış yolu olduğunu söylüyor: Ya Avrupa’nın hayatın akılcı anlamına yabancılaşarak batışı, tin düşmanlığı ve barbarlıkla son buluşu ya da aklın doğalcılığı kesin bir şekilde kahramanca yenmesi yoluyla felsefenin tininden Avrupa’nın yeniden doğuşu. Husserl için Avrupa’yı tehdit eden en büyük tehlike ise yorgunluk. Avrupa’nın bir coğrafyadan çok bir kültür ve tin olarak algılanmasında ısrarcı Husserl’in bu konferansının iyice yaşlanmış ve hayatın salt akılcı değil, her türlü anlamına yabancılaşmış günümüz Avrupası’nın durumunu düşünmek için iyi bir başlangıç noktası sunduğunu vurgulamak gerekiyor.

Evhadeddin Kirmani ve Anadolu irfanı

Anadolu’nun Türkleşmesi-Müslümanlaşması süreçlerinde 13. yüzyıl son derece önemli bir yere sahiptir. Haçlı seferlerinin bozguna uğratıldığı tarihten Moğol istilasına kadar olan kısa tarihsel dönemde bugünkü Türkiye’nin zihni, iktisadi, toplumsal, dini ve siyasal temel yapılarının oluşmaya başladığını, bu yapıların kalıcılığını bu kısa döneme borçlu olduğunu söyleyebiliriz. 12. yüzyılın son çeyreği yarısı ile 13. yüzyılın ilk iki çeyreği olarak özetleyebileceğimiz 75 yıllık tarihsel süreç Türkiye Selçuklularının sadece en bayındır ve istikrarlı dönemini işaret etmez, toplumsal ve kültürel açıdan da sonraki yüzyıllarda devam edecek Anadolu Türklüğü’nün ve bugün Anadolu irfanı olarak bildiğimiz kültürel formasyonun ana hatlarını belirler.
Bu tarihsel süreç dini, kültürel ve estetik bakımdan da etkileri günümüze dek uzanan bir hayat tarzının oluşumuna da delalet eder. Anadolu’nun neredeyse rönesansını ifade eden bu süreç, etkileri sonradan İran Ortaçağ minyatürlerine yansıyacak bir nakış geleneğini doğurduğu kadar ruh kaynaklarımızın özünü oluşturan Mevlana, Sadreddin Konevi, Hacı Bektaş, Evhadeddin Kirmani gibi uluların, Osmanlı medrese geleneğinin temel mantık müfredatının kurucu metni Metali-ül Envar’ın yazan Şafii fakih Siracüddin Urmevi’nin de yaşadığı bir yüzyılı bize sunar.
Şeyhu’ş-şuyuh’ur-Rum
Anadolu irfanının kurucu isimlerindendir nesebi menakıbnamesinde Kirman Türkmenleri sultan ailesine kadar uzatılan Evhadeddin-i Kirmani. Türkiye Selçukluları ile Abbasi hilafeti arasında II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında kurulan ittifakın ana bileşenini teşkil eden fütüvvet teşkilatının Anadolu sorumlusudur. Bu itibarla da Şeyhu’ş-şuyuh’ur-Rum unvanını alır 1220’den sonra.
Anadolu’ya defalarca gelmiş, yine menakıbnamesinde geçtiği biçimde Evhadeddin Anadolu’da iken Moğollar bu toprakları istilaya yeltenmemiştir. Sadreddin Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın, şeyhi Muhyiddin Arabi’nin, fütüvvet teşkilatının kurucusu Şihabettin Ömer es-Suhreverdi’nin yakın dostudur. Ahiliğin kurucusu Nasreddid Mahmed el-Hoyi’nin kayınpederi oluşu da bunlara eklenmesi gerekli bir noktadır.
Hakkında Türkçe’de son derece az çalışma bulunan Evhadeddin Kirmani’nin Anadolu’ya  (Konya’ya) Şihabettin Ömer es-Suhreverdi ve Muhyiddin Arabi ile birlikte ilk gelişi her ne kadar 1205 yılında ise de asıl ününü Alaeddin Keykubat’la kurduğu sıkı dostlukla pekiştirdiğini biliyoruz.
Anadolu irfanının kurucu isimleri arasında yer alan Evhadeddin Kirmani hakkında İranlı araştırmacı Moharram Mostafa’nın kaleme aldığı kitap bu büyük mutasavvıfın kuru bir biyografisini değil, İran ve Anadolu’daki siyaset, ilim, din ve tasavvuf çevreleriyle münasebetlerini hesaba katmak suretiyle onun fikren ve ilmen beslendiği, ilişki ağını meydana çıkarıyor. Evhadeddin Kirmani’nin sadece Anadolu tasavvuf çevreleriyle değil, İran’daki tasavvuf çevreleriyle de ilişkisini ortaya koyan bu çalışmanın bu anlamda önemli bir eksikliği doldurduğu da söylenebilir.
Anadolu irfanının bildiğimiz kaynakları kadar ( Mevlana, Arabi, Konevi, Hacı Bektaş, Hacı Bayram) bilmediğimiz ya da şimdiye dek farkına varamadığımız diğer boyutlarını da ortaya çıkarmakta birebir bir kitap Moharrem’in kitabı. Ünlü tarihçi Ahmet Yaşar Ocak’ın da kitaba bir sunuş yazısıyla katkıda bulunduğunu belirtelim.
STAR-AÇIK GÖRÜŞ