25 Ekim 2016 Salı

Açmazlarıyla Aristotoles etiği

Eski Yunan felsefesinin iki simge isminden biridir Aristoteles. Diğeri elbette Aristoteles’nun da hocası olan Platon’dur. Aristoteles, çoğu konuda hocasından farklı düşünse de ahlak konusunda temel yaklaşımı Platon’la aynıdır. Onun için de, bütün Yunan filozoflarında olduğu gibi, mutluluk bütün insanların nihai hedefidir ve insanı mutlu kılacak şey de iyiliktir.  Aristoteles, bu konudaki görüşlerini etik hakkında yazdığı 2 önemli kitaptan ilki olan Nikomakhos’a Etik’te şöyle dile getirir: “Her sanat ve araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve tercihin bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’ diye yerinde dile getirdiler.” Böylelikle Aristoteles de hocası platon gibi nihai amacı mutluluk, yani iyilik olarak belirler; ancak iyinin ya da mutluluğun ne olduğu ve ne ile sağlanabileceği sorusu bu aşamada halen cevapsız kalır.
Aristoteles için seçilen amaçlara uygun dört farklı hayat tarzı vardır. Haz elde etme amacına yönelmiş olan hayat biçimi ancak kölelerin ve hayvanların yeğleyeceği bir şeydir. Bunun üstünde, nispeten daha iyi bir hayat tarzı olan onur hayatı vardır. Ama onur, bir onurlandıranın varlığını gerektirdiği için kendine yeterli değildir. Bazı insanlar servet peşinde koşarlar ama servet Aristoteles’e göre asla bir amaç değildir, sadece araçtır. Aristoteles’e göre dördüncü ve en doğru hayat tarzı, insanın doğal amacına ve yapısına uygun olan teorik hayattır. Teorik hayat, bilgi esasına dayanan, insanı kendi özüne uygun bir duruma getiren bir akıl hayatıdır. Bu doğru yaşamın ancak bir yönüne hitap eder. Diğer yönü ise eylemlerimizi, yani etik değerleri ilgilendirir.
Daima doğasına uygun
Nihayetinde Aristoteles’e göre iyi olma ya da mutluluk denen şey erdeme uygun etkinliklerle elde edilebilecek bir amaçtır. Erdem, en genel anlamıyla ele alındığında insanın kendi amacına uygun bir durumda olmasıdır. Yani insan, daima doğasına uygun biçimde eylemelidir. Aristoteles ahlaki eylemi, ruhun akıl, duygu ve arzu gibi yetileri arasındaki ilişkinin uyumlu bir insanın gönüllü ve bilinçli olarak amaçladığı ve özgürce seçtiği eylem olarak niteler.
Magna Moralia, Aristoteles’in etiğe ilişkin üç temel eserinden biridir: Nikomakhos’a Etik ve Eudemos’a Etik’le beraber Aristoteles’in etiğe ilişkin üçlemesini tamamlar. Söz konusu üçlemenin hangi kitabının asıl kaynak olduğu, hangisinin bir diğerinin türevi olduğu da önemli bir tartışma konusudur. Eser, Aristoteles’in ölümünden yüzyıllar sonra, Nikomakhos’a Etik ve Eudemos’a Etik kitaplarından yapılmış bir derleme olarak görünür. Yine de Magna Moralia, Aristoteles’in etiğini derli toplu, çeşitli açmazlarla da didişerek ortaya koyması bakımından, oldukça önemli bir eserdir.

18 Ekim 2016 Salı

İki felsefe arasında uzlaşı arayışı

Batılılaşma-modernleşme devri Türk kültür hayatının en gözde konularından biridir Türkiye’de felsefenin bulunup bulunmadığı. Sürekli tartışılır Türkiye’de Türklere özgü bir felsefenin olup olmadığı. Benzeri şekilde başka alanlarda da sürdürülür bu tartışma. Ama temelde 19. Yüzyılın sonunda yeni bir kültürün formasyon kazandığı fark edilen Batı karşısında nasıl bir tavır almak gerektiğine ilişkin gelişen yenileşme hareketlerinin yöntem sorunlarıyla ilgili dile getirilir bu tür sorular. Beşir Fuad’dan Ali Suavi’ye, Kılıçzade Hakkı’dan ilk Descartes mütercimi İbrahim Edhem beye, Baha Tevfik’ten Celal Nuri İleri’ye Ahmet Mithat Paşa’dan Abdullah Cevdet’e farklı felsefi mesleklere meraklı, onları benimsemiş mozaik bir görünüm arz eder Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu yıllardaki fikri vasat.
Kafalar karışıktır, kaybedilen savaşlar, devletin siyasi ve ekonomik durumunda yaşadığı zorluklarla birlikte karşılaştığı krizler, kaybedilen topraklar, göçler düşünmeyi de acilleştirmiş görünür. Çoğunu devletin maaşlı memuru sayabileceğimiz münevver taifenin bur durumdan çıkışın yollarını ararken sürekli tarz ve karar değiştirdiğini görürüz. Gâh naturalizme sapılır, gâh pozitivizme. Bazen Büchner’in vülger materyalizminden medet umulur, kimileyin ise sadece akılcılığın yönetiminde fünuna ilgi göstermenin yeterli olduğu düşünülür.
Bir nevi vasiyetname
 II. Meşrutiyet döneminin ünlü fikir adamlarından Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Darülfünun hocalarına sunduğu yazılı bir konferans “Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz?” metni. 1913 tarihli. Filibeli’nin bakır zehirlenmesinden dolayı vefat etmeden önce kaleme aldığı son eserlerden. Bir nevi vasiyetnamesi. Belki de bu yüzden başlığa taşınmış sürekli uğraşmak zorunda kaldığımız soru. Başlıkta sorulan soru modernleşme dönemi Türk düşüncesine egemen bakış açılarının bir özeti sanki ve bu düşüncenin oluşumunda ‘kurucu’ bir niteliğe sahip.
Filibeli Ahmed Hilmi Bey konferansında düşünce sahasında yapılması gerekenlere dair önemli bir tefekküre girişiyor. Ona göre aydınlarımız bir ‘metot’a, dolayısıyla bir ‘ideal’e sahip değil. Bu sebeple de ‘yenileşme çabaları’nda sürekli farklı noktalardan yeni baştan, yani sıfırdan başlıyor; ne düşüncede ne de eylemde herhangi bir süreklilik tedarik edemiyoruz.
Yazılarında sürekli biçimde Batı taklitçiliğine karşı çıkan, özellikle Tanzimat’la başlayan modernleşme hareketinin geleneksel Osmanlı-İslâm kültür ve kurumlarıyla nasıl uyuşmasının gerektiği üzerinde duran Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslâm felsefesiyle Batı felsefesi arasında uzlaşma yolları aradığını ve metot olarak eklektizmi tercih ettiğini biliyoruz. Bu ‘metod’ savunmasının en güzel örneği belki kitapta dile getirdiği görüşler.
Gerek kitabı yeniden kültür dünyamızda dolaşıma sokan Ali Utku ile Kemal Kahramanoğlu’nun gerekse de Hilmi Yavuz’un konuya dair yazıları da kitabın uğraştığı, çerçevelediği sorunları belirleme ve yeniden sunma bakımından önemsenmesi gereken yazılar. Fikri gelişimimiz açısından 100 yıl önceye dönüp bakmamızı sağlayan bu kitabın Türk felsefesi tasavvuruna ve Türk felsefesinin ‘kayıp kanonu’ndan önemli bir parçaya delalet ettiğine de hiç şüphe yok.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Toplumu anlatmak toplumun işi

Herhangi bir konuda söz söyleme tekelinin tamamen o alanın uzmanı olarak ortaya çıkan ya da bunu iddia eden kişilere tevdi edildiği bir çağda yaşadığımız söylenebilir. Sık sık tarihi konuları tarihçilere, sağlık meselelerini tıpçılara, duygusal sorunlarımızı psikologlara, ekonomik sıkıntılarımızla ilgili görüş belirtme yetkisini iktisatçılara bırakmamız gerektiği hatırlatılır bize.
Sözgelimi siyasal bilimlerde yöntem dersi verdiğini belirten “uzman”lar yapılacak seçimlere dair makul olmayan öndeyi, öngörü ve önkestirimlerde bulunabilir; o uzmanın bu tahminleri tamamen yanlışlansa bile ‘uzman’ın uzmanlığına halel gelmez. Ya da en küçük toplumsal sorunda bile hemence bir sosyal bilimci konuşturulur, o sorunun sosyolojik, etnik, iktisadi, tarihsel ve toplumsal sebep ve saikleri büyük teoriler eşliğinde ele alınır. Tikel olaylar mümkün olduğunca genele şamil kılınmaya çalışılır, genele şamil olanın ise tikeldeki payı nedense hiç görülmez.
Özellikle müzik ve sanat sosyolojilerine önemli katkılar yapmış ABD’li bir sosyolog Howard S. Becker. İlgilendiği konular arasında sosyolojik yazım stilleri ve metodolojileri de yer alan Becker’in ismi, Erving Goffman, Anselm Strauus’la birlikte ikinci Chicago Sosyoloji Okulu içinde anılır. Becker de Goffman gibi sık sık “sembolik etkileşimci” olarak nitelense de Becker kendini bu yöntemle sınırlamak istemez pek.
Bilgi üretiminin parçası
Becker’in Toplumu Anlatmak adıyla Türkçe’ye çevrilmiş eserinde esasen savunduğu temel görüş oldukça sade ve anlaşılırdır. Toplumu anlatmak sadece sosyal bilimcilerin tekelinde olan bir uğraş değildir. Romanlar, filmler, fotoğraflar, haritalar ve hatta matematiksel modeller bile topluma ilişkin bir bilgi üretmenin ve bunu paylaşmanın etkili araçları olabilir. Toplumu anlamak ve anlatmakta sosyal bilimler tek yol ve tek seçenek değildir yani. Herkes yaşadığını “bilimsel” dille olmasa bile anlatabilir ve bu anlatım da bilgi üretiminin bir parçasıdır.
Becker kitabında bu temel tezi açıklamak üzere birçok örnek de verir. Verdiği örnekler arasında  Walker Evans’ın fotoğrafları, George Bernard Shaw’un oyunları, Jane Austen’ın ve Italo Calvino’nun romanları ve Erving Goffman’ın çalışmaları da yer alır. Toplumu topluma anlatmanın farklı yolları etrafında ördüğü sevimli ve kıvrak diliyle Becker sadece sosyal bilimciler için değil, toplum hakkında bir şeyleri farklı biçimde söylemek isteyen herkes için zihin açıcı bir kılavuz ortaya çıkarıyor.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Husserl fenomenolojisinin temel kavramları

Son yüzyıl felsefi anlayışları arasında en etkili olmuş ve etkileri beşeri bilimlerin farklı alanlarına dereceli olarak dağılmış yaklaşımlar arasında belki de en önemlisi Alman Yahudi filozof Edmund Husserl’in öncülük ettiği fenomenolojik gelenektir. Martin Heidegger, Emmanuel Levinas, Jean-Paul Sartre, Jean-François Lyotard, Paul Ricoeur, Jacques Derrida, Gabriel Marcel, Henri Corbin, Karl Jaspers, Maurice Merleau-Ponty vb. birçok filozofun katkıda bulunduğu fenomenolojik gelenek sadece felsefi bakımdan değil sosyolojiden iktisat, tarih ve antropolojiye beşeri bilimlerin hemen her sahasında mutlaka dikkat alınması gereken bir yaklaşımdır.
20. yüzyıl fenomenolojik geleneği içinde Emmanuel Levinas önemli bir yerde durur. Levinas’ın Fransız vatandaşı olduğu dönemde Fransa’da hakim entelektüel yaklaşımlar Sartre’ın temsil ettiği fenomenoloji ve varoluşçuluk, psikanaliz, yapısalcılık ve Marksizm’dir. Levinas, Jean Paul Sartre tarafından çıkarılan Les Temps Moderns dergisinde, etik sorumluluğun estetik alana uygulanması konulu yazılar yazar hep. Levinas’ın özellikle 1930 tarihinde doktora tezi olarak yazdığı Husserl Fenomenolojisinde Görü Teorisi eseri Sartre’ı derinden etkiler, Sartre’ın bu eserin sayfalarında sürekli kendi düşüncelerini fark ettiği anlatılır.
Heidegger’le hesaplaşma
Levinas fenomenolojik yaklaşımı Almanya’da Freiburg Üniversitesi’nde Husserl ve Heidegger ile birlikte çalışırken benimsemiş görünür. Fenomenoloji bu anlamda Emmanuel Levinas’ın kendi felsefi yaklaşımını ve metafiziğini geliştirirken başvurduğu ilk kaynaktır da. Levinas, en yalın şekilde ifade etmek gerekirse Husserl ve Heidegger’in fenomenolojik yaklaşımlarından yola çıkarak ötekilik felsefesi olarak adlandırılabilecek olan etik bir felsefi yaklaşım geliştirmiştir. 1950’ler sonrası Fransa’sında Kartezyen felsefenin eleştirisini içeren bir yönelimi de ihtiva eden yaklaşımıyla Levinas, ontoloji yerine etik’i “ilk felsefe” olarak konumlar. Hiç şüphesiz Levinas’ı etik’i “ilk felsefe” addetmeye götüren süreç ustası Martin Heidegger’le girdiği zorlu hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmanın sebebi ise pek tabii ki Heidegger’in 1933’te Almanya’da Nazizm’in iktidara gelişi sonrası “rektör” olmasıyla ve rektörlükteki tutumlarıyla ilgilidir. Levinas için etik, başkasıyla ilişki söz konusu olduğunda, varlıktan soyunmanın, varlığın ötesine geçmenin yani özne olmanın, biricik imkânı olduğunu söyleyebiliriz.
Yeri gelmişken vurgulayalım: Husserl Fenomenolojisinde Görü Teorisi, bu hesaplaşmadan çok önce kaleme alınmış bir eser. Ricoeur’un anlatımıyla Fransa’daki fenomenoloji çalışmalarının temel kaynağını oluşturan ve Emmanuel Levinas’ın yazdığı Husserl Fenomenolojisinde Görü Teorisi, hem Husserl fenomenolojisinin temel kavramlarıyla tanışmak ve Heidegger’in bu fenomenolojiye getirdiği yenilikleri anlamak için iyi bir rehber hem de Levinas’ın kendi felsefesinin kurucu unsurları hakkında ipuçları vermesi açısından önemli.

ŞEHİR VE BEN

Hep tartıştığımız bir konu bu aslında. Zaman zaman tartışmada kullandığımız alet edevat, kavram ve argümanlar değişse de izlek hep aynı kalıyor. “Ne kadar kendimize benziyoruz? Ne kadar yabancılaşmışız?” soruları bu tartışmaları yediyor aslında.
Hepimizin aynadaki görüntüsüne kurşun sıktığı anlar olmuştur. Hepimizin kendisinden yaka silktiği, kendisiyle kavga ettiği anlar… Hatta bazen “yaşama suçu”nun üstümüzde kala kaldığı anlar… Hüzünlü anlar…
Şehirler de insanlara benzer. Belki en çok şehirler insanlara benzer. Kendisi olamadan bir başkası olmak mümkünse en çok şehirler bir başkası oluverir birden. Konya, bu şehirlerden elbette. En çok bu şehirde hissedersiniz o dönüşümü, o başkalaşımı.
1980’den itibaren o değişim, dönüşüm ve başkalaşımlara fragmanlar halinde şahit oldum. Canımın çok yandığı zamanları yaşadım bu şehirde, gönençten başımın göğe erdiği zamanları da.
Acizlik de beni bu şehirde buldu, güçlü ve kudretli olduğuma yönelik vehimler de.
“Ben bu şehri buldum da bu şehir beni bulabildi mi?” sorusunu da bu şehir bana sordurdu, şehre yazıklandım.
“Sevdiğin şehre ne kadar yardımcı oldun ki şimdiye kadar?” sorusunu da sordum, kendime yazıklandım.
1938’de, 25 yaşında Konya’ya babası ve annesiyle, geride hiçbir şey bırakmaksızın gelmiş rahmetli dedemden bu yana ailemin yaşadığı bu toprakları sevdim sahiden.
Ne zaman ayrılsam yeniden beni bu şehir çağırdı kendine, çekti yaradılışımdaki özü kuvvetli bir mıknatıs gibi.
Kanımı, terimi döktüğüm bu şehrin toprağıydı; acılı ruhumu onaran bu şehrin irfanı.
Dedem öldü bu toprağa gömüldü; babaannem, babam, annem hep bu toprağa…
Canım ciğerim söküldü bu toprağa, gözyaşlarım hep bu toprağa düştü.
Hiddetimi, hüznümü; kelimelerimi, kaderimi; kalbimi ve ruhumu; yüzümü ve yüzsüzlüğümü borçlu olduğum coğrafya, şimdi üstünde yükselen şu hırt gökdelenler, şuh kahkahalar, hayırsız gözlerle bakma bana…
Affet beni, senin gözlerinde ben melekleri de gördüm, şeytanları da…
Senin gözlerinde ben, ben olmaktan çıktım çoktan.

Kaynak: http://konyapostasi.com.tr/yazidetay/murat-guzel/sehir-ve-ben.html#.V_V-ItSLQsY