27 Ocak 2017 Cuma

Türkiye’de sosyoloji geleneği ve toplumsal tiplere yaklaşım sorunu

Toplumu konuşmak esasen toplum içinde yaşayan insanları konuşmak demektir. Toplumsal gerçeklik dediğimiz kurgunun aktörleri bu gerçekliği yaşayan ve eyleyen insanların faaliyetleri ile zuhur eder; onların eylemlerinin izlerini taşır, karakterlerine dair ipuçları sunar. Bu insanlardan yola çıkarak da toplumsal gerçekliği resmetmeye çalışmak mümkündür.
Bir anlamda toplum gerçeğini insan yüzlerinde ve toplumsal tiplerde daha belirgin çizgilerle görmek mümkün olabilir. Toplumu meydana getiren her yapının, kurumun, durumun kendine özgü aktörleri vardır. Öyle ki bu aktörler olmaksızın öyle bir kurum, yapı veya durumun varlığından söz etmek mümkün olmaktan çıkar. Aslında bütün bu yapı, kurum ve durumlara hayatiyet kazandıran bu insanlardır, bu toplumsal tiplerdir.
Bir yerde Ulus Baker’in deyişiyle “Sosyolojinin ortaya çıkışı toplumsal tipleri tarif etme ve hatta icat etme kapasitesinden ayrı düşünülemez”. Durkheim’ın intihar tipleri, Marx’ın burjuvası ve proleteri, Weber’in çileci dindarı ve rasyonel insanı, Pareto’nun seçkinleri, Veblen’in aylak ve gösterişçisi, Baudrillard’ın tüketicisi, Mills’in beyaz yakalıları, Gofman’ın damgalısı, Bouirdieu’nun varisleri Batılı sosyoloji geleneğinde toplumsal tiplerin çeşitlenişine birer örnek olarak verilebilir. Fark edilecektir ki, büyün bu sosyologların temel teorik ilgilerinin ve temel tezlerinin oluşumunda çözümledikleri toplumsal tipler hayati bir rol oynar.
Gofman’ın damgalısı Marx’ın proleteri
Türkiye’de gelişen sosyoloji geleneği içinde toplumsal tiplere dair çalışmaların varlığından söz etmek neredeyse mümkün değildir. Bu alandaki çalışmalar son derece az, çoklukla da sığ ve cılızdır. Oysa yaşadığımız hayatların çözümlenmesi, özneler arası etkileşimlerin tespiti, bir topluma ya da topluluğa has karakteristik özelliğin açığa kavuşturulması, ya da toplumsal bir olguya dair çözümleyici değişkenin belirlenmesi gibi sosyolojik niyet ve yönelimler toplumsal tipleri analitik anahtarlar olarak anlamayı gerekli kılar. Belki de bilimsel bir disiplin olarak Türkiye’de sosyolojinin Türk toplumunu Batılı kavramsal çerçevelerin dışında, kendine has var olma şekliyle kavramakta ve teorileştirmekte çektiği zorlukların başlıca sebebi Türk toplumuna ait toplumsal tipleri yeterli ve tutarlı bir şekilde çözümleyememiş, teorilerinde ve alan araştırmalarında bu çözümlemeye fazla yer ayırmamış olmasıdır.
Editörlüğünü Yrd. Do. Dr. Mehmet Ali Aydemir’in yaptığı Toplumsal Tipler kitabında 25 makale ve editörle birlikte 23 yazar yer alıyor. Kitabın ilk beş makalesi toplumsal tiplere dair teorik bir çerçeve çizerek toplumsal tiplerin incelenmesine dair bir zemin oluşturmayı amaçlıyor. Geri kalan 20 makalede ise birbirinden farklı ve Türk toplumuna özgü toplumsal tipler kendi özgün bağlamlarında, hayat dünyalarında çözümlenmeye çalışılıyor. Türkiye’de özgün bir sosyolojik gelenek mümkün olacaksa bu tür çalışmaların çoğalmasıyla mümkün olacaktır büyük ölçüde.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Muhafaza ve yeniden üretim arasında hafıza

Toplumsalı toplumsalla açıklamaya önem veren Durkheimcı sosyolojinin hafıza çalışmaları alanındaki en önemli ve klasik ismidir Maurice Halbwachs. İlk kez Durkheim’ın yeğeni Marcel Mauss’un yönettiği “Travaux de L’Année Sociologique” dergisinde yayınlanan Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri sosyologun en önemli eseri.  Durkheim’ın Sosyolojik Yöntemin Kuralları’nda geliştirdiği bakış açısından davranma, düşünme, hissetme biçimleri, ancak ve ancak başka toplumsal olgularla ilişkileri bakımından açıklanmalıdır ve bundan dolayı da toplumsal olanın açıklanması sadece sosyolojiyi ilgilendirir; bu sosyolojik olgular psikolojik ya da fizyolojik değerlendirmelere indirgenemez. Aslında Durkheim’ın bu yaklaşımı akıl ve bilgiye dair yeni bir araştırma programı anlamına da gelir. Halbwachs’a göre Durkheim, “tümüyle zihinsel yaşama dair yeni bir anlayış” geliştirir böylelikle. Gerçi Durkheim’ın bu “yeni anlayışı” epey tartışılmışır ama Halbwachs, onun izlenmesi gerekli tek yol olduğu konusunda ısrarcı davranır.
Grupların toplumu
Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri’nde Halbwachs’ın ispatına gayret gösterdiği tez, “hafızanın, geçmişe ait dönemlerin bireysel olarak muhafazası değil, bunların bir yeniden üretimi olduğu”dur. Diğer bir ifadeyle Halbwachs, geçmişin, yaşanan an içerisinde, bireyin ait olduğu gruplara bağlı toplumsal çerçevelerin yardımıyla yeniden üretildiğini ortaya koymaya çalışır. Bu şekilde toplumsal, bireyselliği oluşturan şeyin kalbine kadar gömülüdür. Daha geniş bir perspektiften, toplumsalı sadece bireylere dayatılan bir kısıtlama olarak görmek yanıltıcı olabilir: “İnsanların toplamı bizden daha güçlü bir hakikat, bizden tüm bireysel tercihlerimizi kurban etmemizi isteyen bir tür spritüel Moloch değildir sadece: Burada duygusal yaşamımızın, deneyimlerimizin ve düşüncelerimizin kaynağını görürüz.” Halbwachs elbette tamamen Durkheim’ı takip ediyor da değildir kitabında. Ona göre hafızaların tekrar inşa edilmesini sağlayan çerçeveler bizzat anılardır, ama şu ya da bu toplumsal gruba ait anılardır. Yani Halbwachs’a göre “Verili olan, eşsiz bir toplum değildir, grupların toplumudur.” Bu bakış açısı Halbwachs’ın topluma yönelik düşüncesini bir ileri aşamaya taşır; ona göre bir yandan her toplum, toplumsal grupların birleşimiyken diğer yandan her bireyin bireysel özgüllüğü, nihai olarak farklı gruplar içindeki senkronik ya da diyakronik aidiyetleriyle açıklanmalıdır. Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri’ni  “asıl eseri” olarak değerlendirir. Bireyi toplumsal çerçeveler aracılığıyla açıklama girişimini en ileri safhaya taşıyan Fransız sosyoloğu belki de Halbwachs’tır.
Türkiye’den Ömer Lütfi Barkan ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi klasik tarihçi ve sosyologların da öğrenciliğini yaptığını bildiğimiz Halbwachs’ın teorik meselelerinin sadece “bilimsel” olmadığına da işaret edelim. Durkheimcı bütün sosyologlar gibi (bunlar arasında Türk sosyologları da vardır) “mutluluk arayışını toplumsal biçimlerde düzenleme” tutkusu Halbwachs’a da egemendir.

Aristoteles’in en önemli yorumcusundan Metafizik şerhi

Aristoteles’in en önemli yorumcularından biri olarak bilinir İbn Rüşd. Onun hemen her eserine küçük, orta ve büyük şerhler yazan İbn Rüşd’ün bu şerhleri erken dönemlerde Latince ve İbranice’ye de çevrilmiştir. Avrupa felsefesi içinde Aristoteles’in keşfinin İbn Rüşd’ün şerhleri sayesinde olduğu açıktır. Avrupa, Aristoteles mirasını İbn Rüşd’ün eserlerinin 12. yüzyılda Latince’ye çevrilmesiyle fark etmiştir. Böylelikle hem Ortaçağ Avrupa felsefesini hem de Yahudi felsefesini derinden etkilemiştir. Hatta Avrupa’da İbn Rüşd’ün etkisi, İbn Rüşdçülük akımı altında bütün Avrupa’yı sarmıştır. Dante’nin üstadı Cavalcanti’nin amore (aşk) anlayışından Rönesans sonrası Avrupa’da din üzerine belirmeye başlayan siyasi tartışmalara kadar birçok alanda ve kişide İbn Rüşd’ün etkisi görülür. Yer yer İbn Rüşd ve İbn Rüşdçülük Papalık ve Katolik kilisesine karşı maske olarak bile kullanılır Avrupalı “laik” yazarlar tarafından. 
Kayıp halka
Modern dönemlerde de Aristoteles’in eserlerine İbn Rüşd tarafından yapılan şerhler etkili olmayı sürdürmüş; hatta bu şerhler felsefe tarihindeki kayıp halkayı açığa çıkarmada kullanılmıştır. Aristoteles’i, sisteminin bütünlüğü içinde yeniden inşa eden ve günümüzde de Şarihler Şarihi unvanıyla bilinen İbn Rüşd’ün sayesinde orijinal Aristoteles’i ya da daha doğru bir deyişle bugünkü geçerli Aristoteles’i tanıdığımız bile iddia edilebilir. En azından İbn Rüşd’ün Aristoteles’in eserlerine yazdığı şerhler, onun eserlerinin okunup anlaşılmasının da önünü açar. İbn Rüşd’ün Aristoteles üzerine çalışmaları 30 yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde İbn Rüşd, erişemediği “Politika” eseri haricinde Aristoteles’in bütün eserlerine şerhler yazar. Ona göre yegâne filozof Aristoteles’tir. İbn Rüşd’ün Aristoteles’in Metafizik’ine yazdığı büyük şerhin ilk kısımlarının ne Arapça çevirisi ne de şerhi elimizde bulunmaktadır. Bunun yanında, Latince ve İbranice çevirilerinde de büyük şerhin eksik kısımlarına henüz rastlanmamıştır. İslam felsefesinin Antik Grek mirasının modern dönemlere intikalinde sadece aracı bir rol oynadığı ve öneminin sadece bu olduğu şeklinde özetlenebilecek oryantalist söylemlerin şematikliğini de kavramamıza el veren bu şerhler modern felsefenin oluşum şartlarını da yeniden gözden geçirmemize imkan veriyor. 

7 Ocak 2017 Cumartesi

Toplumu nesneleştirmekten "süreç sosyolojisi"ne

Almanca ilk basımı 1939’da iki cilt halinde yapılmış Uygarlaşma Süreci adlı şaheseriyle 20. yüzyılın önemli sosyologları arasında yer alan Norbert Elias, ancak 1960’lardan sonra etkili bir düşünce figürüne dönüşür. Geç gelmiş bu şöhreti gösteren olay ise 1977’de verilmeye başlanan Theodor W. Adorno ödüllerini ilk kez alan Elias’ın 80 yaşında olmasıdır.
Uygarlaşma Süreci’nin 1969’da İngilizce’ye çevrilerek yayınlanmasının ardından 1970’lerden sonra akademik dünyada sosyolojiye kattığı özgün yaklaşımıyla ekili olmaya başlar. Elias’ın 1970’te Sosyoloji Nedir adında bir kitap daha yayımlar. Bir anlamda 20. yüzyıl sosyolojisine giriş kitaplarından biridir, belki de ne önemlisidir.  Elias’ın sosyolojiyi, birey ve toplumu nasıl kavradığına ilişkin çok önemli bir metindir aynı zamanda.
Yahudi bir aileden gelme bir Alman vatandaşı olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda savaşan Elias’ın savaştan duyduğu dehşetin onu savaş sonrası dönemde birey, toplum, devlet ve bunlar arasındaki ilişkileri, bu ilişkileri yöneten dinamikleri incelemeye yönlendirdiğine hiç kuşku yok. Sosyolojiyi esas itibariyle “süreç” kavramı etrafında ve üzerine kuran Elias, birey-toplum, sınıf-statü vb. klasik sosyolojinin analitik kavram ve araçlarını bu temel kavram etrafında yeniden yorumlar.
Avrupalılık habitusu
Ona göre sosyoloji biliminin bir “nesnesi” olacaksa bu nesne, birey, toplum vb. katılaştırılmış kavramlarla ifade edilemez. Çünkü bizatihi sosyolog da toplumun bir üyesidir; içinde yaşadığı toplumu “nesne”leştirip katılaştırması, dahil olduğu toplumsal ilişkiler sebebiyle mümkün olmayacaktır. Toplumsal ilişki ve süreçleri kendisine özgü “karşılıklı bağımlılık” ve “figürasyon” kavramlarıyla ele alıp irdeleyen Elias böylelikle “süreç sosyolojisi” diyebileceğimiz son derece özgün bir sosyolojinin de temellerini atar.
Elias’ın sosyolojisinde odak noktası seçtiği kavramlar ‘güç’, ‘davranış’, ‘duygu’ ve ‘bilgi’dir. Uygarlaşma Süreci’nin ilk cildinde Avrupalılık habitus’undaki tarihsel akış ve değişimleri ele alır. Şiddet, cinsel davranış, bedensel işlevler, konuşma formlarında vb. konulardaki standartların ortaçağ sonrası Avrupa’sında nasıl utanç ve iğrenme formlarına dönüştüğünü irdeler.
Sosyoloji Nedir’de ise Elias, sosyolojiye kendi yaklaşımının yol haritasını bize sunmaktadır. 1970’lerden sonra sosyolojinin en önemli ustalarından biri addedilen Elias’ın süreç sosyolojisinin temel kavramlarına bakışını ortaya koyan eser Türkçe’deki sosyoloji kitaplığının temel eserlerinden biri olmaya namzet.