28 Şubat 2017 Salı

Uluslararası terör örgütlerinin motivasyonu

Irak’ta 1916’da İngiliz kuvvetlerinin Kut-ül Amare’de Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatılması ve ardından Nisan 1917’de de teslim alınmasının akabinde, 17 gün sonra Osmanlı devletinin İngilizler ile Fransızlar arasında paylaştırılmasını öngören gizli Sykes-Picot anlaşmasının yüzüncü yılındayız. 2001’de yaşanan 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı sonrası küreselleştiği iddia edilen cihadçı-selefi yaklaşımların şimdiye dek birçok şemsiye örgütü zikredilegeldi. El Kaide’den başlayıp DEAŞ ve El Nusra’ya kadar uzanan bu örgütler silsilesinde Sykes-Picot anlaşmasının modern Ortadoğu’yu nasıl bir kan banyosu içine soktuğunu da yakından müşahede ediyoruz.
Haldun Bayrı’nın Fransız yazılı basınından 2015’in Ağustos ayından beri düzenli bir şekilde çevirip yayınladığı makale ve söyleşilerden seçerek derlediği kitabı DEAŞ’ı, cihadçılığı ve içinde yaşadığımız dehşetengiz dengeleri kavrama noktasında ilginç ipuçları sunuyor.
Kitap DEAŞ’ın sadece askeri operasyonlarla yok edilemeyeceğini her fırsatta tekrarlayan, BM Güvenlik Konseyi’ne bu konuda bir sunum da yapmış Amerikalı-Fransız antropolog Scott Atran’ın yazısıyla başlıyor. Bölge dışından Suriye ve Irak’a giden çoğunluğu Avrupalı gençler üzerine araştırmacıların (özellikle de Olivier Roy, Alain Bertho ve Ferhad Hüsrevhaver) yazı ve söyleşileri, DEAŞ’ın ve El Nusra’nın savaşçı havuzunun nasıl değişik kanallardan beslendiğini gösterirken Batı toplumlarındaki bir-arada-varolma bunalımının yol açtığı sorunları da yeterince açık bir şekilde örnekliyor.
Toplum ve laiklik
Alain Badiou ve Edgar Morin gibi Fransız filozofların toplum ve laiklik gibi konulara dair taşıdıkları felsefi görüşleri içren yazılarının ardından kitap Agamben’in “Hukuk Devletinden Güvenlik Devletine” başlıklı yazısıyla son buluyor. Agamben, terör meselesinin sadece askeri ve polisiye yöntemlerle halledilmek istenmesinin hem Türkiye’de hem Batı’da toplumlara demokrasi kaybı yaşattığını iddia ediyor. Terör meselesinin sadece askeri ve polisiye yöntemlerle halledilemeyeceği elbette bariz bir şey, lakin teröre karşı “askeri ve polisiye tedbirleri” de uygulamanın doğrudan “demokrasi kaybı” olarak algılanmasında önemli bir sorun ortaya çıkıyor.
Terörü engellemek için askeri ve polisiye tedbirlerin yanı sıra başka bazı tedbirlerin de uygulanması elbette doğru olacaktır. Ama “askeri ve polisiye tedbirleri” ıska geçmenin neticede insanlardaki varoluş kaygısını derinleştireceği ve onlardaki can kaybı korkusunu artıracağı göz önüne alınırsa “can kaybı”nın yanında “demokrasi kaybı”nın ne ifade ettiği sorulabilir pekâlâ. Yine de Bayrı’nın derlediği kitap DEAŞ vb. küresel ölçekli, uluslararası terör örgütlerinin motivasyonlarını anlama konusunda önemli bilgiler içeriyor.

21 Şubat 2017 Salı

Şeyleştirmeye karşı bir sosyoloji pratiği

Türk toplumu uzunca bir süredir, handiyse Cumhuriyetle birlikte sürekli aynı “şey”leri tartışmak zorunda kalıyor. Ulus-devlet formasyonundan kimlik siyasetlerine, Alevi-Sünni geriliminden hayat tarzı farklılıklarına, “mahalle baskısı” olarak tipolojileştiren toplumsal denetim mekanizmalarından “siyasal vesayet”e t toplumumuzun neredeyse son yüzyıllık tarihine egemen hale gelmiş tartışma gündemlerine şekil veren konuların bir tür “yerli-yabancı” ayrımına dayanan algılar, anlayışlar, kavramlar ve kavramlaştırmalar dizisi olduğu ileri sürülebilir. Yerli ile yabancının birbirinden nasıl ayrıldıkları, hangi tür ilişki kalıpları içinde nasıl farklılaştıkları ya da karşıtlaştıkları, ne zaman “öteki”, yani düşman addedildikleri, ne zaman “bizden”, yani “dost” sayıldıkları gibi sorular aslında yüzyıldır bu topraklarda sürdürülegelen tartışmalar dizisinin merkezi izleklerini aydınlatmaya yarayabilir.
George Simmel’den Everett C. Hughes’e uzanan ve genelde Chicago Ekolü olarak adlandırılan belli bir sosyoloji pratiği içinde üretilmiş önemli metinlerden bazılarını derleyip Türkçe’ye çeviren Levent Ünsaldı, “Bir kişi veya grubu ‘öteki’ kategorisine sokan şeyin bizatihi kendisi bir ilişki biçimidir; siyasal, ekonomik, kültürel veçheleri üzerinden bir tahakküm formunu da içinde barındıran bir ilişkiler bütününde yuvalanmış bakış açısıdır, tipleştirmelerdir” ifadelerine yer verdiği Yabancı adlı derleme kitap, özellikle Türkiye’deki sosyal bilim pratiğini vasatlaştıran teorisist atalete ve “şeyleştirme”ye karşı ezber bozan bir sosyoloji pratiğini gündeme taşıyor.
Yerliyi de kuran yabancıdır
Sosyolojik tipoloji analizlerindeki teorisist sapma ve yanılgılardan, kategorik ayrımların dondurulmuş, kaskatı kılınmış biçimlerine kadar “yabancı”yı ya da “yerli”yi sabit örnekler olarak ele alan yaklaşımların dışında bir yaklaşım öneriyor kitaptaki metinler. Yabancı ya da “öteki” bir “ilişki biçimi”dir; yani neyin yabancı olduğunu kendi inşası içinde vazeden yerli kadar, “yerli”yi de “kuran” yabancıdır. Daha doğrusu, “yerli” ile “yabancı” arasındaki ilişki, ilkini “yerli” ikincisini “yabancı” kılmaktadır. Kitapta özellikle Harold Garfinkel’in “Başarılı Bir İtibarsızlaştırma Töreninin Koşulları” şeklinde Türkçe’ye çevrilmiş makalesi 100 yılı aşkın bir süredir Türk düşünce hayatına hakim olmuş tartışmaların gündelik hayatımızda aldığı şekilleri çözümlemek bakımından da ayrı bir değere sahip. “Ahlaki infial”in paradigmasını itham etme olarak belirleyen Garfinkel, “Kişileri birbirine bağlamayan utançtan farklı olarak, ahlaki infial grup dayanışmasını perçinleyebilir. Piyasa ve siyasette itibarsızlaştırma, mezhepleşmenin seküler bir formu olarak ele alınmalıdır” diyor. Çeşitli idrak düzeylerinde kavranan yerli ve yabancı tipolojileştirmelerinden “toptancı” bir bakışa geçilen evreyi anlatmaktadır Garfinkel’in bahsettiği “itibarsızlaştırma” ya da “seküler mezhepleşme” kavramı.

10 Şubat 2017 Cuma

Murat Güzel Şiiri

-Casus Belli

Özne Mitolojileri

Şimdi yalnızca kül ve tozum
       oysa senin yılların gelir gider
Senin rüzgarların üfürür beni
       İlyas’ın telli kavakları gibi
          Telli Bağ’ın kayısıları
Akşehir’in napolyon kirazları gibi

Murat Güzel. 1971’li. Neo-epiğin bilinç- bulunç birleşimi olduğuna örnek şiirleri olan bir şairdir. Daha doğrusu, bilinçle buluncun kopuşu üzerine kurulu şiirler yazıyor. Batı dünyasında bir tespite göre 17, bizde ise 19. Yüzyılda aralarındaki kadim bağdan kopan bilinç ve bulunç şiirin iki ana akım tarafından da temsil ediliyor denebilir. Romantizm buluncu, realizm bilinci merkez alan şiir akımlarıdır denebilir. Murat Güzel’in ‘ironik realizm’i önermesi boşuna değil. İronik realizm, gerçekçiliği felsefi olarak tam sayan, zihnin mükemmel hali veya dilin mükemmel ifadesi sayan anlayışa tanıdık gelmeyecektir. Bunun modernizme inançsızlık olduğu düşünülecektir. Zaten öyledir.

                             (Hakan Arslanbenzer, Türk Şiiri 2006 Yıllığı)
                                         


Kesik kesik solur
Avcının ela gözlü nesnesi
Kaybettiğin divit- kırdır
Faniliğindir o ağaç ki
Zekeriyya onda saklıydı
            (İlhami Çiçek, Santraç Dersleri)


Hakan Arslanbenzer Murat Güzel şiirini veya dünyasını temelde üç şey üzerine oturtuyor. Birincisi ‘ironik realizm’ ikincisi ‘modernizme inançsızlık’ üçüncüsü de ‘bilinç ve bulunç.’  

Bilinç ve bulunç, aşağı yukarı bütün iyi şiirlerde içkindir. Bildiğin kadar bulursun. Ve bulduklarını bildiğin derecede idrak edersin. Bilinç ve bulunç gibi şeyleri felsefi, edebi terim gibi kavramlaştırmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum. Böyle bakıldığı takdirde Yunus’un yirmi kelimesinden birini Mevlana’nın on beş sözüğünden tekini kavramlaştırmak zorunda kalırsınız. Oysa kavramlar daha seçkindir, sözcüklere kürsüden konuşan lider kelimelerdir.  Batı edebiyat ve siyaset ilminin 17.yüzyıldan itibaren neredeyse her kelimeyi kavram haline sokma çabası vardır. Bulunç ve bilinç, bunlardan ikisidir. Zeka göstermeye yarar, bu yol. Aylak sınıf teorilerinde görülür. Thorsteın Veben’likvari şeylerdir ya da.   

Murat Güzel şiirindeki ironik realizme gelince, bu zaten modernizme olan inançsızlığı  peşinden sürükler. Ama bu inançsızlık kayıtsız bir reddiye değildir. Çünkü modernizme imansızlık klasik ironiden, ironik realizme varmıştır.  Ve nihayetinde çanlar da çalmıştır.

Düz ironide köklü bir endişe yoktur; çünkü içinde hala konfor kırıntıları ve aylaklık bulunur. Özellikle  daha çok soyut, hayati olmayan şeylerin belki ti’ye alınmasıyla vücud bulur, klasik ironi. Ama realizmin ironi olarak şiirde işlenmesi, yani ironik realizmin toplumda konuşması tehlikenin yaklaştığını, kadim ya da güncel gerçeklerin kişiyi bunaltacak, sarsacak kadar baskı altına alındığını bildirir.  Hem biçim hem içerik olarak tehlikeye işarettir insan için. 

Niçe’nin fıtrat intiharı öncesi yaptığı realizm ironileri buna örnektir. Sahibi tarafından dövülen bir atın gözyaşlarında boğulup,  hayattan kopmaya varmıştır olay. Bu, sadece Avrupa’ya has değildir. Bu rüzgar,  tüm kıtalar için farklı zamanlarda ortak kaderdir. Buna cevap üslupları farklı olabilir. Avrupa’dan Niçe’yi anmam, bizden de metnin girişinde müntehir şair İlhami Çiçek’ten alıntı yapmam Murat Güzel şiirinin zannettiğiniz kadar tekin olmadığını göstermek içindi. Murat Güzel şiirini okurken size doğru esen soğuk rüzgarların son raddeden sıcak ve aydınlığa evrilip gelmesi nedensiz olamaz. Şairdeki kırılma anını gösterir. Bu durumlarda şairlerimizde yürekten bir karşı koyuş ve  mücadele önemli hale gelir. Şiirinde öldürücü soğukları bir anda sıcak eden yani derin umutsuzlukları bir muştuyla deviren Yunus’tur, Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç’tur. Murat Güzel, bunu günün araçlarını kullanarak gerçekleştiren bir şairdir. Çünkü bu mesele insan ve toplum açısından bir ölüm kalım bahsine işaret eder. Sade şairler değil ülkeler de yakın bir zamanda bu sınavdan geçmiştir. On küsur yıl öncesine kadar halkımızın sopalanan atın boynuna sarılıp ağlayan Niçe’den ne farkı vardı. İronik realizm döneminden sonra ya kötürüm kalmaya adaysınız ya da kurtulmak için mücadele etmelisiniz.  Murat Güzel şiiri en çok böyle bir şeydir.


Yeprem Türk

BİÇİMSEL VE TEMATİK AÇIDAN 'BENİM ÖLÜMÜM' ŞİİRİ

Ali Celep, Murat Güzel'in Fayrap'ta [2009, sayı:29] yayınlanan 'Benim Ölümüm' adlı şiirini biçimsel ve tematik bir okumaya tabi tuttu.

ŞİİR DEYİNCE – 24

[2009] [Fayrap] [Benim Ölümüm] [Murat Güzel] [22.sayı]
‘Onu düşünüyorum, benim ölümüm,
     benzeyecek mi sözgelimi, babamın
sözgelimi kronik bronşiti, söz gelmez mi
     onu düşünürüm, halkın ölümü
Bakın, değişiyor değil mi, düşünmek
     ten düşünmek geçiyor sözgelimi,
Kant gibi, saatini ayarlıyor ölüm de
     sokaktan geçerken, düşünceli biri’

a.(biçim)

‘Benim Ölümüm’ düşünsel düzeyde kurulmuş bir şiir.
Düşünsel düzeyde kurulan bir şiir derken, düşünce yolundan şiir yazmayı anlamıyoruz.
Bir düşünceyi şiirsel düzeyde işleyip geliştirmeyi, sözgelimi felsefi şiiri de kastetmiyoruz.
Akılla çalışan bir şiirden, çok dar anlamda, ama sınırları ancak bütünüyle okunduktan sonra belirginleşen, üzerine usulünce giydirilmiş form gibi görülebilecek bir nitelikten söz ediyorum.
Düşünce, şiire giydirilmiş, sahibinin görüntüsünü veren bir forma olarak üstünde duruyor.
Bir başka deyişle forması düşünsel düzeyde dikilmiş bir şiir.
Bu anlamda düşünsel düzeyde kurulu bir şiir, genellikle anlamın bağlamı üzerine yoğunlaşarak ilerler.
Böyle olunca da dizeler çok kez istiskal edilir. Giderek dizeden bahsetmek bile güçleşebilir.
Anlam yeri gelince iki cümlede ve fakat çok kez şiirin bütününde ya da sonunda toparlanır.
Anlam bağıntıları ise sürekli kaydırılarak, hem başka anlamlara kapı aralanır hem de yeni anlam bağıntılarının keşfi yolunda zemin hazırlanır.
İkinci Yenilerden özellikle Edip Cansever’in şiirlerinde örneklerini gördüğümüz gibi. 
Keza, Hölderlin’de, Rilke’de, Eliot’ta da sıkça müşahede ediyoruz; anlam bağıntılarıını kaydırma/hareketlendirme tekniğini.
Bu tekniğin olumlu yanı, bizi, bilincimizi zenginleştirmeye elverişli yeni okumalara yönlendirmesidir.
Olumsuz yanı, hisle düşünce arasındaki boşluğun bazen biri bazen de diğeri aleyhine ve fakat genellikle ikisinin de aleyhine, anlamın züppece tahrip edilmesidir.
Anlama yenilik kazandırma isteği, ustaca düzenlenmiş söz oyunlarına dönüşür ya da şiiri salt retoriğe, giderek deformasyona mahkûm eder.
Benim Ölümüm’de de deformasyon var, ama dozunda.
Tekrarlar, sözcük kırmalar var, ama yerinde.
Anlam bağıntılarını kaydırma tekniği var, ama züppece değil.
Onun için duruyorum ben de bu şiirin üzerinde, bu düzey bir şiiri ancak iyi bir şair yazabilir.
İyi şairlerin çoğu da Hüseyin Cöntürk’ün dediği gibi, sade akıldan, yoğun histen maada ikisi arasında bağdaş kurmuş soy yaşantıdan gelirler.
Murat Güzel de bir som inanç, bir soy yaşamadan gelen bir şair.
Onun şiirlerinde saf duygusal davranışlara pek rastlanmaz bu yüzden.
Kendi kişisel yaşantısını verdiği bu tarz şiirlerinde bile, gerçeğin içinden konuşur.

b.(tem)

Benim Ölümüm, ölüm temi üzerinden gelişen bir şiir.
Tasavvuf literatüründe ‘tefekkür-i mevt’ deneyimini anımsatan bir havası var gibi görünüyor.
Fakat okudukça şiirin bu havasının dağıldığını net olarak görebiliriz.
Bir kere sade kendi ölümüne odaklanmıyor şair, hemen üç cümle sonra, önce halkın ölümü, ikinci bölümün ortalarına doğru babasının ölümü, nihayetinde de şairlerin ölümü işe karışıyor.
Bu, sufi deneyime ters olsa gerek.
İkincisi; Kant, Puşkin var işin içinde, demek felsefe ve şiir de var bu deneyimin özünde.
Demek ölüm üzerine saf düşünme mevzu bahis değil.
Şair, düşünürken, düşünmenin kendisinin elan değişmekte olduğunun farkındadır.
Sadece düşünmenin kendisi değişmiyor, şair de düşünürken değiştiğinin bilinciyle konuşuyor.
Şair düşünürken başkalarının ölümüyle kendi ölümü arasında benzerlik ve bağıntılar kurmak istiyor.
Bu çaba, onu kaygılandırmakla birlikte, sonunda kendi ölümünü anlamlandırma yolunda bir beklenti içine sokuyor.
‘halk
Benim ölümümü uyurken hatırlayacak’
Burada kendi ölümüyle halkın ölümü, babasının ölümüyle şairlerin ölümü arasında biçim yönünden benzerlik (keder birliği) kurulurken, beklenti yönünden ya da elan değişen dönüşen düşünceler yönünden dile getirilememiş kontrastlara başvurulmuş.
Şiir temelde yok olmama arzusuyla şairin var olma azmi arasında gelişen bir gerilim hattında kurulmuş diyeceğim.
Şair, genelde ölümü, özelde kendi ölümünü düşünürken, kendi ölümünden sonra geriye kalacak şeyi kurtarma derdindedir desem yeridir.
Öte yandan kendini, bu derdine derman olabilecek halkına karşı bir suçluluk hali içinde hissettiğinden olacak (battaniyelere sarıp uçuruma attığımız halk) görünmez ölümün yanı başında kederli arayış/ihale kendine kalmıştır.
Şair ölüm gerçeği dışında her şeyin değişip dönüştüğünü, kendi ölümünü düşünürken, halkın ölümüne, babasının ölümüne, nihayet şairlerin ölümüne her şeyin birden nasıl değiştiğini, düşünmenin içinden geçen düşünmenin de değiştiğini mevzuyu nesnel düzleme çekerek açıklamaya çalışıyor.
Ama bu açıklama çabalarının da nafile olduğunu biliyor.
Sözdizimindeki kopukluk bunun en kederli yanıtı olsa gerek.
Hal böyle olunca, şair kendi ölümü üzerine derli toplu konuşma gücünü tüketip ‘söze/dile gelmez olan’ın derinliğiyle karşılaşınca, yani şair kendi ölümüne geri dönmekle halkın ölümüne açılmak arasında veya babasının ölümüyle kendi ölümü arasında ölümün geliş anı dışında bir ayrım olmadığı gerçeğine ulaştığında, o kopuk konuşma nihayet bulacaktır.
Ölümden kurtuluş yok.
Fakat ölümün elinden kurtaracağımız şeyler olabilir.
Belli sınırlar içinde geçen yaşamımız son bulduktan sonra bu şiir, kurtarabildiğimiz bir şey olabilir mi?
Ya da bu şiir yolundan öğrendiğimiz gerçek, bu dünyada gerçekten yaşadığımızın kanıtı olabilir mi?
Yahut ölüm bize geldiğinde artık onu göremeyeceğimize göre, onun etkisiyle dönüşmeye açık bir yaşam alanı açmaya kendimizi hazırlamak mümkün olabilir mi?
Görüyorsunuz, ölümün yaşama dönük yüzü, soruları birbiri ardına nasıl da canlandırıyor.
Murat Güzel’in şiiri de bu canlılığın devindiği kaynaktan besleniyor olsa gerek.
‘Uzak Koku’nun geldiği yerden.
[Poetik Haber, 05.02.2017]   

Kurumlar ve toplumsal hayatiyet

Bir otobüste tesadüfen yan yana gelmiş insanları ya da gelişigüzel bir kalabalığı değil de kendine özgü normları, değerleri, kuralları olan insan kümelerini ‘topluluk’ ya da ‘toplum’ olarak adlandırırız genelde. Birbirine yakın inanç, değer yargıları olan insanların birlikte anılacağı farklı tasnifler de yapabiliriz. Bu birlikteliklerin temeline sadece “rasyonel seçimlerde bulunma yetisine sahip bireyler” modelini yerleştirebilir miyiz peki? Bir topluluk ya da toplum olmakla ortak kanaat, inanç ya da düşüncelere sahip olmak arasındaki ilişkiler nedir?
Modern sosyoloji teorisinde ‘dayanışma’ ve ‘işbirliği’ dendiğinde akla ünlü Fransız sosyolog Emilé Durkheim’ın ve takipçilerinin gelmemesi imkânsızdır. Sosyal antropolog Mary Douglas’ın kurumlar ve bireyler, beşeri bilişsellik ile kurum teorileri arasındaki bağları ‘dayanışma’, ‘işbirliği’, ‘ret’, ve ‘güvensizlik’ temalarını kendine leit-motif olarak seçen eseri “Kurumlar Nasıl Düşünür?” 1985’te Abrams Konferansları’nın altıncısı olarak Syracuse Üniversitesi’nde verilmiş seminerlere dayanıyor.
Eserinde öncelikle Durkheim’ın “birey ve toplum” arasındaki çatışmayı incelemek üzere geliştirdiği yolu irdeleyen Douglas, onun sosyolojik epistemolojisinin gelişemeden kaldığını tespit ediyor. Douglas’a göre, Durkheim, bir yandan örgütleyici düşüncede toplumun rolünü artırıp bireyin rolünü azalttığı için rasyonalist ve radikal addedilerek eleştirel saldırılara hedef kılınmıştı; diğer yandan da sosyal gruba mistik bir hava ve doğaüstü, kendi kendini idame ettiren bir işlev bahşettiğini düşünenler, onu yeterince akılcı bulmayıp, ona irrasyonel, tutucu bir sosyal teorisyen muamelesini layık gördüler.
Yine başka bir Fransız araştırmacı olan Ludwik Fleck’in bilim felsefesi üzerine olan çalışmalarını Durkheim’in yaklaşımını detaylandırıp geliştirir. Douglas, Durkheim ile Fleck’in ‘işlevselci’ yaklaşımları eşliğinde kurumların hangi şartlar altında ortaya çıktığını, geliştiğini ve birer otorite haline dönüştüğünü; bireysel kararlarımızı ne ölçüde kendimizin aldığını ve ne ölçüde “düşünme faaliyeti”ni kurumlara devrettiğimizi ve kurumların toplumsal hayattaki etkin rollerini gizleme yollarını irdeliyor.
Kurumların özdeşlik kazandırdığını, kurumların hatırlayıp unuttuğunu, ölüm kalım gibi önemli kararları kurumların aldığını dile getiren Douglas, kurumlar sosyolojisini Durkheim-Fleck’in yaklaşımları doğrultusunda sosyolojik bir epistemolojiye yol açacak şekilde ayrıntılandırıyor.
Önemli kararların her zaman etik ilkelerle ilgili olmadığını, bu kararları “meşrulaşmış kurumlar”ın aldığını ileri sürüyor Douglas. Modern sosyoloji ve siyasal teorinin dip sularında gezinen ve Durkheim-Fleck’ten, Weber, Mannheim, Rawls ve Sandel’e kadar birçok sosyal ve siyasal teorisyeni tartışmasında söz almaya davet eden Douglas, okurlarına şu uyarıyı yapmayı da ihmale etmiyor: “Bireyler temel adalet konusunda aynı fikirde olmadığında yaşanılan en çözümsüz çatışmalar, bağdaşmayan prensipler üzerine kurulmuş olanlar arasında gerçekleşir. Çatışma ne kadar ciddiyse düşünme işinin çoğunu kurumların yaptığını anlamak da o kadar kolaylaşır. Uyarı fayda etmeyecektir. Ayrımcılığa karşı yasalar çıkarmak fayda etmeyecektir… Kadına uygulanan şiddete v çocuk istismarına karşı vaaz vermek, alkol veya uyuşturucu istismarına, ırkçılık veya cinsiyetçiliğe karşı vaaz vermekten daha etkili değildir. Sadece kurumları değiştirmek işe yarayabilir. Bireylere değil kurumlara hitap etmeliyiz ve sadece kriz anlarında değil, sürekli olarak.”

9 Şubat 2017 Perşembe

Sosyal Bilimler: Modern Toplumu Anlama Kılavuzu

Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla modern toplumların oluşumu arasında görülen paralellik nasıl yorumlanmalı? Sosyal bilimler modern toplumların kendilerine yönelik bilişsel kapasitelerine ve kendi üzerlerine düşünme yeteneklerine nasıl bir katkıda bulunuyor? Bu katkının modern toplumsal yapıları etkileme biçim ve tarzında ne tür sorunlarla karşılaşılıyor? Yıldırım Bayezid Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı, Modern Bilinç ve Mahremiyet adıyla kitaplaştırdığı doktora tezinde modern bilginin oluşum sürecinin nasıl bir bilinç doğurduğunu araştırarak bu bilincin toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini tartışıyor. Bir inanç formuna rahatça bürünebilen bir bilginin insan hayatında nasıl değişimler doğuracağına, toplumsal yapının belirlediği iddia edilen bir bilgi bedeninin başka bir toplumsal alanı kendine konu edinmesindeki paradoksu irdelemek ve bilgi sosyolojisinde hakim olan iki eğilim haricinde bir üçüncü yolun olabilirliğini tartışmak Bağlı’nın kitabının en önemli amaçları arasında.
Aristo’dan beri teoria ve historia olarak ikiye ayrılmış bilginin, modern bilimin “yöntem” keşfiyle birlikte “modern bilgi”ye nasıl dönüştüğünü kitabının ilk bölümlerinde tartışan Bağlı, bilme tarzlarından birini oluşturan ‘modern bilgi’nin gelişim sürecinde hep toplum eksenli bir seyir izlemesine rağmen yer yer toplumun sahip olduğu değer bağlamını da ihmal ettiğini ileri sürüyor. Bağlı’ya göre ihmal edilenler arasında ‘mahremiyet’ ve ‘özel alanlar’ da yer alıyor. Modern bilginin ne tür aşamalardan geçerek bir bilinç oluşturduğunu, bu modern bilincin insan hayatında belirleyici olan ve temelde bilgiye konu olamayacak değerler ve sistemler üzerinde ne tür etkiler oluşturduğunu tartışan Bağlı bu tepkilerin toplumsal sonuçlarını da ortaya koymaya uğraşıyor.
Kutsallık halesi yitiriliyor mu?
Modern toplumlarda bilginin bireylerin davranış ve düşünüşlerini değiştirip onları hem kendilerine hem de bireyin dışında olan ama bireyin doğasında içkin değerlere yabancılaştırmadığını söyleyen Bağlı, değerlerin bilgiye konu edilmesiyle birlikte haiz oldukları kutsallık halesini de irdeliyor. Bağlı ulaştığı sonucu şöyle özetliyor: Bilginin elde ediliş tarzı ve metodolojisi ile ele aldığı nesne arasındaki ilişkide ilki ikincisini ‘çok az da olsa’ değiştirebilir pekala. Bu değişimin boyutu ve etkisi ise ele alınan konu ve bilgi sistemini kabul edenlerin anlayışıyla yakından ilişkilidir. Aydınlanma, modernleşme ve küreselleşme gibi süreçlerde bilginin oynadığı öncü roller, kültürel ve ahlaki atmosferdeki değişimlerin de en önemli müsebbibi arasındadır. Bu ise modernleşme yolunda çaba sarf eden toplumların asla sarf-ı nazar edemeyeceği bir husustur. Aristo, Marx, Dilthey, Gadamer,Saussure, Freud, Foucault gibi isimler kadar sanat, din ve mahremiyet alanlarını da tartışması esnasında ziyaret eden Bağlı’nın kitabı “bilgi sosyolojisi” disiplini bakımından dikkate değer bir çaba olarak okunuyor.