24 Mart 2017 Cuma

Eskimeyen 250 kitap

Toplumların ürettikleri kültürü belgeleyen en önemli unsurların başında gelir kitaplar. Farklı toplumlara ait inanç, yaşama biçimi, dünya görüşleri ve bu toplumların hafızalarını sonraki kuşaklara intikal ettirmelerinin en önemli aracı rolünü üstlenir böylelikle kitaplar.
Bu anlamda her toplum için klasikleşmiş, o toplumun kültür hafızasının köşe taşlarına dönüşmüş metin ve eserlerin olması kaçınılmazdır. Hemen her kuşağın okuduğu, kuşaktan kuşağa değişen okuma pratiklerine karşın yine de bu okuma pratikleri arasındaki sürekliliği sağlayan eserler vardır. Bu eserler gerek içerikleriyle, gerekse farklı kuşaklarca alımlanma ve aktarılma tarzlarıyla güncelliğe direnir, belki de içine doğdukları toplumlardaki kültürel değişim ve sürekliliği yansıtan, yansıttıkları kadarıyla bu değişim ve sürekliliği biçimlendiren, hatta oluşturan nitelikleri haizdir.
Bu eserleri okumakla onları ne içerik bakımından tüketebilirsiniz; ne de alımlanma ve aktarılma süreçleri bakımından eskitebilirsiniz. Bu tür eserlerin neler olduğuna bakış da değişir elbette. Neyin eskiyip eskimediğini belirleyen bu tür eserlere bakışlardaki çeşitliliktir hiç kuşkusuz. Bu çeşitliliğin de kendi içinde eskiyen ve eskimeyen yanları vardır diğer yandan. Çeşitliliği oluşturan unsurlardan kimileri geri çekilir, yerlerini diğerlerine bırakabilir zaman zaman. Dün geri çekilmiş olan yarın tekrar görünürleşebilir hiç kuşkusuz. Neredeyse Borges’un “İskenderiye Kütüphanesi” olarak övdüğü evrensel kitaplıktaki deveranı, bu kitaplığın “oluş ve bozuluş” süreçlerini birebir yaşarsınız.
Hakan Arslanbenzer’in Eskimeyen Kitaplar’ı Türkiye’de 1990’lı yıllarda yazmaya başlamış bir kültür kuşağının bir bakıma okuma pratikleri çerçevesinde dünyaya bakışlarındaki özgünlüğü yansıtması dolayısıyla da önemli. Kitabı teşkil eden okumaların bir bölümü daha önce Kılavuz, Fayrap gibi dergilerde tefrika edilmişti. Ezra Pound’un The Cantos’undan Yunus Emre’nin Divan’ına Sahih-i Buhari’den Safahat’a, Upanişadlar’dan Batı klasiklerine birbirinden farklı alanlarda, yani şiir ve romandan tarih ve felsefeye, din bilimlerinden kültür konularına kadar birçok farklı alanda kaleme alınmış ve insanlığın ortak mirası sayılabilecek bir “kültür hazinesi”nin değerli mücevherlerini seçen bir yazar Arslanbenzer.
Arslanbenzer uzunlu kısalı eleştirel değini ve notlarıyla bu değerli mücevherlerin üzerine aradan geçen zamanların, yorum ve algılamaların serptiği tozları kendi üslubuyla temizliyor ve onların gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışıyor.
Elbette Arslanbenzer’in 250 ‘eskimeyen kitap’ arasına dahil ettiği eserlerden bazılarına katılmayabailir ya da onun yerine bir başkasının yer alması gerektiğini düşünebilirsiniz. Yine elbette herkesin eskittiği kendi bakışı, geçmişi ya da geleceğidir bu anlamda; ama 1990’lı yıllarda oluşmaya başlayan kültür kuşağındaki gençlerin nerelerden nasıl beslendiklerini, hangi eserleri niye önemsediklerini de kavramanıza el veren eleştirel-politik bir yanı da vardır Arslanbenzer’in tercihlerinin.

22 Mart 2017 Çarşamba

Şehrin muhayyilesi

Yaşadığımız şehri düşünmenin yollarından biri o şehrin hayal gücünü düşünmekten geçer.
Konya, ufku açık bir şehir. Hatta “açık” kelimesi bile yetmez Konya’nın ufkunu nitelemek için. Sırtını Loras ile Takkeli’nin eteklerine yaslamış bir şehir, gözleri kuzeye, güneye ve doğuya açık. Akyokuş’u aşınca batıya da açılan gözler bunlar elbette.
Gözlerini sonsuza dikmiş bir şehir mi peki Konya? Elhak öyle…
Yapılan arkeolojik kazıların da kanıtladığı gibi yeryüzündeki macerası 10 bin yıl önce başlamış bir şehrin sonsuzluğu düşlemesinden daha doğal ne olabilir?
Görüyoruz ki şehrin hafızası, her ne kadar bazı kötü evlatları bu hafızayı parçalamak istese de sapasağlam yerinde. Çünkü muhkem işaretlerle donatılmış bir hafıza bu.
Şehrin kalbi hep şu eksene yakın: Türbe-Meram. Şehrin kanı da elbette bu eksen etrafındaki atar ve toplardamarlarda dolanıp duracak.  Gah biraz kuzeye çıkacak, gah biraz güneye inecek. Gah doğuya doğru yürüyecek, gah bazen batıya sapacak. Ama şehir bu eksenden asla kopmayacak.
Şehrin hayal gücünü de bu eksen belirleyecek elbette: Türbe ve türbe önü aşkın, kalbin mekânı… Geleneksele yakın… Duygularınızı ifade etmenize elverişli bir dil sağlayacak size…
Meram dediğinizde ise bir yaşama üslubu dokunacak dimağınıza. Estetik önyargılarınızı bir kez de bu üslupla sorgulayacaksınız. Ama Meram dendiğinde aklınıza yine de sırf bu “yaşama üslubu” değil, başka başka şeyler de gelecek. Yani sırf geçmiş değil, geleceğiniz de önünüze serilecek Meram’la.
Konya’yı “bozkırın öksüz çocuğu”, inisiyasyon isteyen içe kapanık bir şehir sayan Tanpınar’ı anlamamanız bundan. Konya’da kendi yalnızlığının, krizlerinin içindeki Tanpınar konuşacak insanlar bulamadığı için mi sürekli kaçıyor Selçuklu tarihine, o abidevi eserlerle bütün haşmetini sergileyen İslam’ın bu topraklardaki ilk olgunluğuna? Belki de bundan. Belki de bu yüzden inisiyasyon gerektiğini söylüyor Tanpınar Konya ahalisine karışabilmek için.
1927’de türbe müzeye dönüşmezden hemen önce ilk kez bir Mevlevi icrasıyla Itri’yi keşfedebilmiş, dinleyebilmiş bu büyük romancımızın bütün “cezri Batıcılığı”na rağmen Konya’nın yüzyıllardır gördüğü rüyadan bir hisse kapabilmiş olmasına şaşırmalıyız belki.
Yine de bizi daha çok şaşırtacak olan ansızın bir köşe başında önümüze çıkan eski bir taş, bir çeşme ya da eski bir konaktır.
Ya da “kötü evlatları”nın onca yıkımına zulmune rağmen hâlâ haysiyetini savunmayı kudsiyyet bellemiş bir kerpiç ev…
Şehrin hayal gücünü elbette bu kerpiç evde idrak edeceksiniz.
Yüzyılları aşıp gelen iğde kokusu bu evin dimağınıza dokundurduğu o hayal gücünün yumuşak elidir işte.

17 Mart 2017 Cuma

Düşmanlığa neler borçluyuz?

Gündelik hayatımızdan siyasete, hemen her alanda genelde hep karşılaştığımız iki temel duygulanım şekli olduğunu ileri sürebiliriz. Ya kederliyizdir, ya da sevinç dolu. Çevremizde bulunan nesnelerle, insanlarla, giderek dünyayla ilişki kurma tarzlarımızı da belirleyen bir sarmaldır bu.
Yine de çoğumuz hoşlanmaz düşmanlıklardan, özellikle bize karşı serdedilen düşmanlıklara biz de aynı şekilde karşılık vermek zorunda kalınca. Düşmanlık genelde sevilen bir konu değildir, yine de herkesin günün birinde onunla meşgul olması icap eder. İncir çekirdeğini doldurmayan meseleler bile zaman zaman dostlukları, düşmanlığa dönüştürebilir rahatça çünkü.
Peki, düşmanlığın olması şart mıdır? Hayatlarımız “düşman” addettiğimiz, husumet duyduğumuz kişiler olmaksızın sürdürülebilir değil midir?
Hınç fenomeni
Düşmanlık konusunu detaylıca inceleyen Alman felsefeci Wilhelm Schmid’e kalırsa, “Bir insan düşmanlığın ayartısından kendini sakınabilse de, hiç kimse başkalarını kafasına göre bundan alıkoyamaz.” Çünkü düşmanlık fenomeni son derece inatçıdır. Düşmanlık fenomenindeki bu inatçılığın sebeplerini sorgulayan Schmid, “Hayatı zıtlıklara dayalı yapısının bir unsuru mudur bu? Dünyanın sadece dostlardan ibaret olamayacağı açıktır, peki ama düşmanlara herhangi bir anlam atfedebilir miyiz?” sorularını yöneltiyor.
Schmid’e göre, hayatlarımızı sürdürürken düşmanlığa da borçlu olduğumuz bir şeyler, hatta önemli bir şeyler vardır. Pekala düşmanlıklardan da bir anlam devşirebiliriz: “Ötekilerle husumet, belirli ilişki türlerine daha fazla değer vermemize yol açar. Anlayış, arkadaşlık ve sevgi gibi hoş deneyimler, kızgınlık, hiddet ve bazen de nefret gibi nahoş deneyimler sayesinde kendilerini daha iyi gösterirler. Bir düşmanlık hayatta sürekliliği sağlar ayrıca, belki başka ilişkilerden daha da iyi yapar bunu, insanın tutunabileceği ve yönünü tayin edebileceği bir sabit noktadır.”
Özellikle düşmanların varlığı kişiye hayatta arzuladıklarını gerçekleştirmeye dönük bir şevk ve hırs da kazandırabilir. Bir anlamda Nietzche’nin ve Scheler’in olumsuzlayarak analiz ettikleri Türkçe’ye “hınç” olarak çevirebileceğimiz ressentimente fenomeninden tamamen koparmadan, onunla ilişkili kısımları boz bulanık bırakarak düşmanlığı irdeleyen Schmid, insanların yaratıcı güçlerinin “…sadece düşmanlığı derinleştirmenin gitgide daha alçakça yöntemlerine değil, tarihin akışı içinde onu aşmanın çok daha vaatkâr olan imkânlarına da yönelmesinin sonuçları”nın da önemli addedilebilecek boyutları olduğunu göstermeye girişiyor.

13 Mart 2017 Pazartesi

Dini araçsallaştıran ‘ara dönem’ pratikleri

Sadece Türk modernleşmesinin değil, genel olarak hemen bütün modernleşme süreçlerinin en temel tartışma konularından biridir din ve dünyevileşme/sekülerleşme. Dinin gündelik hayatın tanziminden yönetim süreçlerinin şekillenişine kadar hemen her toplumsal kademede inkâr edilemeyecek etkisi, bu etkiyi değiştirme, dönüştürme ya da kanalize etme çabalarına da yol açar.
Genel olarak tek partili ve çok partili hayat dönemlerini esas kabul etmek üzere, başta İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun dönemi ve farklı gerekçelendirmelerle tanımlanan bir dizi müdahalenin (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980), son olarak da 28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen uzun soluklu olacağı daha baştan anlaşılan bir inisiyatif kullanımının Türkiye’de dini hayatı ne yönde etkilediği ve ortaya çıkan sonuçların tipik bir dindarın maneviyatını nasıl biçimlendirdiğini ele almak ve incelemek gerektiğini düşünen Necdet Subaşı, kitabında modern Türkiye’de din politikalarını ara dönemler üzerinden tartışmaya çalışıyor. Modernleşmenin özünde gündelik hayatı tanzim etmenin yanı sıra araçsal öğe olarak dinin de maneviyatın dünyevileştirilmesine ilişkin her düzeydeki girişimle tek taraflı ve tek boyutlu olarak yüzleştirilmesinin yattığını vurgulayan Subaşı, Türk modernleşmesinde de bir din olarak İslam’ın, gündelik hayatın yeniden tanzimiyle birlikte nasıl bir statüye kavuşturulacağı konusunun sürekli gündemde yer aldığına işaret ediyor. Ara dönem din politikalarında, araştırmasının merkezine devletin dine değgin yönelimlerini yerleştiren Subaşı, özellikle ara dönemlerde resmi ideolojinin siyasal mobilizasyonunun bu dönemlerde genellikle tek bir merkezden sağlandığını belirtiyor.
Gericiler-ilericiler
Türkiye’deki ara dönem rejimlerinde etkinleşen siyasal iktidar mekanizmaları ve siyasal pratik, genelde biri “laik” ve “mutedil”, diğeri ise “gerici” iki tür İslâm’ı birbirinden ayrıştıran bir habitusa yaslanır. Sözgelimi 1960-61’de Milli Birlik Kurulu, Kemalizm’e derin bağlılığıyla birlikte, aslında İslâm’ın Türk karakterinde yaşamsal bir bileşim olduğunun da farkındaydı. Dine yönelik düşmanca bir tutum benimsemek yerine, onun “dar kafalılar” ve “gericiler” tarafından istismar edilmemesi için devletin kontrolünde tutmayı daha rasyonel buluyordu. Güdülen amaçlara destek sağlayacak ilerici ve laik imamlarla devlet memuru statüsündeki diğer din görevlilerini yetiştirmeye özen gösteren askerlerin, bu konuda suni olduğu kadar pragmatik de olan kaygılarla davrandığı görülebilir. “Çağa uygun İslam” arayışıyla komünizme ve “dinsel yobazlığa” karşı da bir panzehir aranıyordu aslında. Ara dönemlerin dine yükledikleri araçsal rolün milli birlik ve beraberlik duygusu çerçevesinde ülkenin bir ve bölünmez bütünlüğünü sağlamak amacıyla yönetime el koyan TSK’nın temel stratejisi olduğunu, ancak bu tercihin, İslâmi bir oluşuma yol verecek her tür beklentiyi dumura uğratacak bir laiklik temasının kendine özgü niteliğini dışlamaksızın gerçekleştirildiğini vurgulayan Subaşı’nın kitabı Cumhuriyet dönemindeki din uygulamalarına bakışımıza yeni bir perspektif kazandırıyor.

1 Mart 2017 Çarşamba

Foucault’un ‘özne’si Freud’un ‘özne’sine karşı

MODERN kültür ve siyasetin en netameli konularının başında gelir öznellik ve kendilik sorunu. Fransız filozof Jacques Derrida’nın deyişiyle modern toplumları sıkıştıran kaygıların başında ‘özne’ ve ‘kim’in yaşadığı sorunu önceliklidir.

Modern benlik tasavvurları bir yandan son derece biçimsel ve son derece soyut kavramlarken bir yandan da çok canlı ve yoğun duyguların buluştuğu bir kavşak noktası işlevini görür. Modern ve postmodern kültürün merkezi temalarından birini hem yaşanmış deneyimler hem de öne çıkan anlamların buluştuğu bu ‘kendilik’ tasavvurlarının bu kültürlerdeki tanımlanabilir ve tanımlanamaz bileşenlerinin doğurduğu sorunlar oluşturur.

Özellikle postmodern dönem duygularımızı ifade etmekte tutarlı kalmaya zorlandığımız bir dönem olarak karakterize edilebilir. Ne istediğimizle ilgili magaziner anket formaları doldurmamız, beğendiğimiz politikacılarla ilgili inceleme ve araştırmalara girişmemiz, reklam kampanyalarından nasıl etkilendiğimizi araştırmak üzere oluşturulmuş denek gruplarına dahil olmamız, bütünüyle duygularımızı tahrik etmek üzere tasarlanmış ve görselleştirilmiş suç, kaza, savaş ve spor program ve haberlerine dikkat kesilmemiz beklenir bizden.

Havuzdan şampiyon olarak çıkan olimpik yüzücüler, kazadan sıyrık bile almadan kurtulan kazazede, depremde kardeşini, oğlunu ya da kızını kaybeden vatandaş, penaltıya sebebiyet veren ya da kırmızı kart gören futbolcu kamera ve mikrofonlara o an ne hissettiğini söylemek zorunda bırakılır.

Kendilik ve öznellik
Kendilik ve öznellik sorunları bugün bütün bu deneyimler tarafından Baudrillard’ın nitelemesiyle ‘kişinin artık Ben diyebildiği noktaya değil, tersine Ben demesinin ya da dememesinin öneminin olmadığı bir noktaya doğru’ savrulmuş ve özellikle son 30 yıldaki etkili düşünürler arasındaki yoğun tartışmalara sebebiyet vermiştir.

Nick Mansfield, özellikle Batı düşüncesinde Freud’dan günümüze öznellik ve kendilik tasavvurlarındaki değişim ve görüş farklılıklarını incelediği kitabında özneyi iktidar, bilim ya da teknolojinin bir etkisi olarak düşünen Nietzsche, Foucault, Heidegger gibi düşünürlerle cinsellik ve toplumsal cinsiyet tartışmalarından feminist argümanlara kadar bir dizi konu ve düşünür etrafında Foucault’cu ‘soykütükçü’ bir tavırla irdeliyor.

Kitabında Mansfield anlaşılır bir dille 1960 ve 1970’lerde düşünceleri öznellik tartışmasına egemen olmuş kuramcıları kuşatarak aynı şekilde 1980 ve 90’larda tartışmanın odağında yer alan önemli sorunlara yöneliyor.

Mansfield bütün bu tartışmaları Freud, Lacan, Foucault, Irigaray, Kristeva ya da Deleuze ve Guattari’nin eserleri aracılığıyla yapmak yerine cinsellik, cinsiyet, etnikçilik ve teknoloji konuları ve sorunlarına odaklanarak inceliyor.

Düşüncenin kampları
Mansfield’ın kitabında öne sürdüğü temel sav, bu tartışmaların ve özne kuramlarının iki ana kampa ayrılmış ve edebi/kültürel kuram ve araştırmalar alanında hakim duruma gelmiş olduğudur. Bu iki yaklaşım ve ana kampın başlarını Freud ile Foucault çeker.

Freud’un ve takipçilerinin kuramı öznel bir Özne kuramıyken Foucault ve ona benzer düşünceler ileri sürenlerin kuramları ise karşı-öznel bir Özne yaklaşımı oluşturur.

Mansfield’a göre bu iki düşünce okulunun ortak olarak yaptıkları şey, Aydınlanma’nın mirası olan özne modelinden ayrılmalarıdır.

Her iki düşünce okulu da bunun büyük bir yanılgı olduğunu ve öznenin bir toplumsal inşa olduğunu göstermeye yönelir.

Masnfield’ın kitabı bütün bu konu ve tartışmaları düşünürlerin eserlerine sık sık başvurmadan, sade okurun da anlayabileceği tutarlı bir dille aktarıyor

Hepimizin kaseti var!

Panoptikon, Michel Foucault’un modern gözetim toplumlarını tasvir ederken Bentham’dan ödünç alıp işlediği ve dönüştürdüğü bir kavramsal mekanizma. İktidarın modern toplumları disipline ederken başvurduğu bütün yol ve yordamları özetleyen bu kavramsal aygıtı yeni bir düzeye taşıyan ise modern toplumlardaki yeni gelişmeler. Yeni toplumsal akışkanlık içinde gözetim mekanizmalarının da incelerek akışkanlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Hayatımızın her ayrıntısı hiçbir zaman olmadığı kadar çok yakından izleniyor, kaydediliyor ve üstelik gözetim altındakiler genellikle gözetleyenlerle gönüllü bir işbirliği içinde. Londra’dan New York’a, Yeni Delhi’den İstanbul’a, bütün büyük kentlerde kameralar artık kamusal alanların alışıldık, itiraz edilmeyen parçası haline geldi. Uçağa binecekseniz, bedeniniz boydan boya taranıp biyometrik kontrole tabi tutulur; arama motorları ve kredi kartı okuyucuları bütün alışkanlıklarımızı, ilgilerimizi ve tercihlerimizi kaydedip sessizce piyasanın hizmetine sokar. Günümüz dünyasında, günlük hayatımızın işleyişini esneklik ve hareketlilik belirliyor. Ulusal sınırları geçmek sıradan bir etkinlik haline gelirken, sosyal medya herkesin her an elinin altında. Mekanın sabitlikten uzak ve zamanın sınırsız olduğu bu dünyada, hiçbir hareketimiz yok ki kaydedilmesin. Gözetim, modern hayatın bu akışkan doğasına uyum sağlayarak, hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı bir şekilde, erişemediği hiçbir alan bırakmamak üzere yayılıyor.
İktidarın içselleştirilmesi
Akışkan Gözetim’de, akışkan modern dünyayı en ince ayrıntısına kadar gözler önüne seren Zygmunt Bauman’la, gözetim ve kontrol mekanizmaları konularında dünyanın en önde gelen analistlerinden David Lyon bir araya geliyor ve çok hayati sorunları birlikte masaya yatırıyorlar. Her anımızın gözetlendiği karanlık bir gelecek mi bekliyor bizi? Özgürlüğe ve umuda yer kalmadı mı artık? Gündelik hayatın koşuşturması içinde kaybettiğimiz insan olma sorumluluğumuza nasıl sahip çıkabiliriz? Akademik çevreler kadar genel okuru da ilgilendiren bu soruları, iktidar, teknoloji ve ahlak çerçevesinde irdeleyen kitap, bugün gözetlenmenin ve gözetlemenin ne anlama geldiğini soruşturuyor. Panoptikon metaforuyla başlayan bu süreçte iktidarın birtakım disiplinler aracılığıyla içselleştirilmesi, akışkanlaşan gözetim mekanizmalarıyla birlikte iktidarın da akışkanlaştığı yeni toplumsallığı anlamak bakımından önem taşıyor.