28 Nisan 2017 Cuma

Büyük stratejiler, olağanüstü güçlükler

Yeni bin yılın başlangıcında, 2001’de dünya ekonomisinin neredeyse sembolleri olarak ikiz kulelere gerçekleştirilen ve literatüre artık 9/11 şeklinde kodlanan El Kaide’nin uçak saldırılarının ardından, hemen hepimiz bir şekilde uluslararası ilişkiler, bölgesel ve küresel gelişmeler karşısında basit tepkilerden karmaşık düzeylere ulaşan fikirlere kadar bir dizi tavra sahip olmak mecburiyetinde hissettik. Bu saldırılardan iki yıl sonra, 2003’te Irak’ın ABD ve koalisyon ortakları tarafından işgaliyle birlikte küresel sistemde sorunlar çözülmek yerine daha da artıp çeşitlendi.
Süreçte ulusal düzeyde ya da uluslararası planda itibar kazan birçok strateji enstitüsü ve araştırma merkezi kuruldu, popülerlik kazandı. “Strateji” kavramı gündelik konuşmalarımızda, siyasi müzakere ve tartışmalarda neredeyse asla vazgeçilemeyen kavramlardan birine dönüştü. Peki, ama strateji ve dahası büyük strateji nedir? Büyük stratejileri kim (hangi devletler/özneler), nasıl oluşturur? Bu stratejilere kim, hangi gerekçelerle dahil edilir?
Başarılar ve hatalar
Başarılı bir büyük stratejide hükümetler ve liderlerin kısa ya da uzun vadeli tehlikelere karşı kendi yurttaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamaya dönük yollar çizdiklerini, gelişen olaylara verilmesi zorunlu anlık tepkilerin ötesinde bu olayların denetimini öngören, bu olayları kendi siyasal hedef ve ufkuna göre çekip çeviren tedbirleri devreye sokan bir bakış açısını sahiplendiklerini görürüz. Silahlı kuvvetleri, ekonomik kaynakları, diplomatik ve kültürel ilişkileri; son dönemlerde sürekli gündemimizde olan kavramlarla söylersek, sahip oldukları gerek “sert”, gerekse “yumuşak” tüm güçleri belli bir insicam ve denge halinde kullanarak geliştirilen politikalara, bu politikaların ardındaki fikirler demetine strateji demekteyiz.
Türkçe’ye Büyük Stratejinin Oluşumu adıyla çevrilen kitapta siyaset, diplomasi ve savaş konularında uzman isimler tarafından yazılmış makaleler, büyük stratejinin farklı boyutlarını çeşitli tarihi örnekler aracılığıyla irdeliyor. Kitaptaki makaleler, işe yarar büyük stratejiler geliştirmeye çalışan büyük devletlerin başarılarını ve hatalarını inceliyor. Hali hazırdaki büyük stratejiyi oluşturma, değiştirme ve dünyadaki gerçeklerin fiili kalıplarına uyumlu hale getirme ve büyük stratejilerin yaşadığı olağanüstü güçlükler konusunda okurları bir anlayış sahibi kılmaya uğraşıyor.

ÖMER ÇELİK’İ NASIL TANIDIM?


Sanırım 1989 yılının bahar aylarıydı. 18 yaşım. ODTÜ’de Hazırlık sınıfı öğrenciliğim sürüyordu. Aylık Dergi’nin sahibi ve genel yayın yönetmeni Yaşar Kaplan’ın hapisten salıverildiği haberini duymuştum.
Lise yıllarında okuduğum Birinci Kitap ve İkinci Kitap adlı kitaplarında bir araya getirilmiş öyküleri dolayısıyla tanışmak istediğim Yaşar Kaplan için Aylık Dergi’nin idarehanesine gitmem gerektiğini düşündüm.
Aylık Dergi’den derginin idarehanesinin adresine baktım: İvedik caddesi 170 küsur numara… Ankara’yı yeterince bilmiyordum. Bir haritadan İvedik caddesini buldum önce. Ulus’tan başlıyordu.
Caddenin başlangıcından itibaren yürümeye başladım. Tek tek bütün binaların dış kapı numaralarına bakarak Aylık Dergi idarehanesinin yer aldığı binayı bulmaktı muradım.
Yürüdüm yürüdüm. Epeyce yürüdüm.  
Belki de bir birbuçuk saattir yürüyordum. Meğer Demetevler’e gelmişim, 170’li numaralar buralara tekabül ediyormuş.
Nihayet buldum binayı. İkinci kattı çıktığım. Bürodan içeri girdim. Bir daktilo ve daktilo başında uzun boylu biri. Yaşça benden büyük. “Buyrun, niçin gelmiştiniz?” diye sordu nazikçe. “Yaşar Kaplan için, Yaşar bey burada mı?” diye sordum. “Hayır, Adana’ya gitti.”
Bu cevapla üzüldüğümü hatırlıyorum. “Buyrun, oturun” dedi cevabı veren. Bir buçuk saat yürümüş biri olarak yorulduğumu o zaman hissettim, oturdum.
Tanıştık. Daha doğrusu ismimi sordu, neci olduğumu nereden olduğumu. Söyledim. Ben de sordum aynı soruları gerçi. O da söyledi.
“Ömer Çelik. Gazi İİBF 4. sınıf öğrencisi”
Sahi ya, Aylık Dergi’nin son sayısında Abdülkerim Süruş’un “Kim Savaşım Verebilir?” adlı kitabıyla ilgili bir yazıyı yazan isim bu.
Kısmet olursa, Allah izin verirse, Ömer abiyle ilgili diğer anılarımı da yazacağım. Elbette ileriki günlerde.

21 Nisan 2017 Cuma

Bergson ve sezgici felsefe

Cumhuriyetin kuruluşuna tekabül eden yıllarda Türkiye’de en etkili fikri akım Ziya Gökalp’te billurlaşan Durkheimcı sosyoloji ve elbette pozitivist felsefelerdi. Gerçi Türk sosyolojisinin gelişiminde Gökalp’in sentezinin tuttuğu yer, sonraki yorumlarla aşındırılmaya çalışılsa da hep önemini korudu. Gökalpçi-Durkheimcı yaklaşımlara ilk ve en önemli karşı çıkışın kendisine mesnet olarak Henri Bergson ve onun hadsi (sezgisel) felsefesini aldığını söyleyebiliriz. Bergson sezgiyi (entüisyon) özel bir anlamda gerçeği dolaysızca kavrama yetisi olarak algıların ve zihnin bir tür birleşiminden müteşekkil sayar.
Cumhuriyet devri felsefe çalışmalarında yeri ve önemi hâlâ yeterince ele alınmamış, belki bugün bile sadece Bergsonculuğun Türkiye’deki acentesi olmaktan öte bir kıymet atfedilmeyen bir mütercim olarak değerlendirilen, hâlbuki Türkiye’deki fikri çeşitlenmenin öncüsü sayabileceğimiz bir isim Mustafa Şekip Tunç. Onun Bergson’dan yaptığı tercümeler hem Durkheimcı sosyolojinin Cumhuriyet devri Türk düşüncesinin ilk dönemindeki derin gölgesini hem de pozitivist felsefi anlayışların derinleşerek kalıcılaşmasını engelledi.
Temel yaklaşım
Mustafa Şekip Tunç’un çevirisiyle Dergah Yayınları’nın yeniden okura sunduğu Yaratıcı Tekamül Bergson’un en önemli eseri belki de. Evrim sürecini merkeze aldığı “hayat hamlesi” (elan vital) kavramıyla açıklayan eserin Bergson’un temel felsefi yaklaşımının önemli bir yapıtaşı olduğuna hiç kuşku yok.
Kitap, Fransa’da ilkin 1907’de yayınlanmış ve ardından gerek felsefede gerekse edebiyatta önemli etkilere yol açmış. Bergson’un zaman kavrayışının ünlü Fransız romancı Marcel Proust üzerindeki etkisi bunun en önemli kanıtı. 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında etkisi çok daha derin hissedilen bir filozof Bergson. 1927 yılında “zengin ve hayat verici fikirleri ve bu fikirlerin sunulmasında kullandığı parlak yeteneği sebebiyle” Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüş bir filozof.
Onun felsefesinin kimi zaman “süreç felsefesi” olarak adlandırıldığını da görürüz, kendine özgü bir “yaşam felsefesi” doğurduğunu da. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, başlangıçta dinamik ve düalist bir felsefe anlayışından yana olan Bergson’un nihayet itibariyle sezgici (hadsi-entüisyonist) bir felsefe anlayışına demirlediği söylenebilir. Bu anlayış çerçevesinde Bergson hem pozitivizmin ya da oldukça dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına şiddetle karşı çıkar, hem de insani ve dini değerlerin önemini vurgular.
Bilgiye erişimde sadece “bilim”i asıl kaynak olarak değerlendiren anlayışları reddeden Bergson, salt bilimle hayatın zengin özüne erişemeyeceğimizi de öne sürdü. Bir anlamda Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek gibi muhafazakâr Türk düşüncesinin önemsediği ünlü edipler üzerinde de kalıcı tesirleri olan Bergson, gerek Türk düşüncesi gerekse Batı felsefesi açısından hâlâ önemini koruyan bir isim.

MUHYİDDİN ARABİ'DEN SELÇUKLU SULTANINA MEKTUPTUR

“Tavsiye: Bu Bilâdü'r-Rûm, Bilâdü'l-Yûnân’ın sahibi, Allah’ın emriyle Gâlib Sultan Keykâvus’un (Allah ona merhametiyle muamelede bulunsun) 609’da (1212-13) bize yazdığı bir mektuba cevap olarak yazdığım nasihatleri ihtiva etmektedir:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla…
Ey kendisine Allah’ın ihsanda bulunduğu ve vekillik elbisesini giydirdiği kimse! Artık sen yarattıkları içinde Allah’ın vekili, O’nun yeryüzüne uzanmış gölgesisin. Öyleyse zâlime karşı mazlumun yanında ol. Allah’ın sana hükümranlık ve bazı beldelerini emrine vermiş olması seni mağrur edip de O’nun emirlerine muhalefet etmene, zalimce davranmana ve haddi aşmana yol açmasın. Çünkü böyle niteliklere sahip iken (günahkârlık ve zulüm), Allah’ın sana öyle bir genişlik ihsanı, sadece bir mühlet vermesidir. Yaptığın amellerinle baş başa O’nun huzurunda duracağın güne sadece belirli bir süre kaldı.  Takdir edilmiş ecelin gelince, sen de atalarının ve babalarının göçtüğü o diyara göç edeceksin.  Artık orada pişman olanlardan olmayasın. Çünkü oradaki pişmanlık faydasızdır. İslâm’a ve Müslümanlara –ki onlar ne kadar da azdır- en çetin gelen iş,  şehirlerinin üzerinde çan sesinin, inançsızlık göstergelerinin ve kelime-i şirkin yükselmesi, Müminlerin Emîri Ömer b. Hattab’ın zimmet ehline getirdiği kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Hâlbuki söz konusu şartlara göre onlar, kendi şehirlerinde ve civar şehirlerde yeni kiliseler, manastırlar, keşişhaneler yapmayacak, yıkılanları tamir etmeyeceklerdi. Müslümanların üç gece kiliselerine yemekli konuk olmalarını engellemeyecek,  casusları himaye etmeyecek, Müslümanlara hainlik yapmayacak (veya hainlik yapanları gizlemeyecek),  çocuklarına kendileri Kur'an-ı Kerîm öğretmeyecek, şirklerini izhâr etmeyecek,  -eğer isterlerse- akrabalarının İslam’a girmelerine engel olmayacaklardır. Bunun yanı sıra, Müslümanlara saygı gösterecek, oturmak istediklerinde kendilerine meclislerinde yer açacak; başlık koymak, sarık takmak, nalın giymek veya saçları ayırmak gibi kılık kıyafetlerinde herhangi bir tarzda Müslümanlara benzemeyeceklerdir. Müslümanların isimlerini kullanmayacak (kendilerine Müslüman isimleri vermeyecek) ve onların lakaplarını takmayacak, (bineklerinde) eyerli hayvan kullanmayacak, kılıç kuşanmayacak ve herhangi bir silah taşımayacaklardır. Yüzüklerine (ve mühürlerine) Arapça (ifadeler) yazmayacak, içki satmayacak, başlıklarını indirecek, her nerede olurlarsa olsun kendi kıyafetlerini kullanacak, bellerine zünnar takacak, Müslümanların kullandığı yollarda haç veya yazılarından her hangi bir şeyi âşikar olarak göstermeyecek, ölülerini Müslümanların  (kabirlerine) yaklaştırmayacak, çanlarını kısık bir sesle bir kere çalacak, kiliselerinde bir şey okurken ya da Müslümanların huzurunda iken seslerini yükseltmeyecek,  koşarak çıkmayacaklar, cenazelerinde seslerini yükseltmeyecek, onların ardından ağıt söylemeyecek, bir Müslüman tarafından (almak üzere) işaret konulan köleyi satın almayacaklardır. Getirilen kısıtlamalardan herhangi birini ihlal ederlerse, artık onlar zimmet ehli (güven altına alınmış kimseler) değildir. Bu durumda taşkın ve asilerin (kanı ve canı) helal olduğu gibi onlarınki de Müslümanlara helaldir.” İşte bu adil imam Ömer b. Hattâb’ın mektubudur.  Bu hususta Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu sabittir: ‘İslam ülkelerinde bir kilise yapılmasın, yıkılan da tamir edilmesin.' Bu yazdıklarım üzerinde iyice düşünürsen neyi yapman gerektiği konusunda Allah’ın izniyle doğruya ulaşırsın."

14 Nisan 2017 Cuma

Türkiye’de vesayet ve ‘gayrı milli’ talepleri

Türkiye’de çok partili siyasi hayat 1946’da başladı. Ancak tarihten bugüne parlamenter sistemde devamlı krizler yaşandığına da şahit olundu. 1946 seçimlerinin “açık oy-gizli tasnif” yöntemiyle yapılmış olması belki de gelecekteki krizlerin ön habercisiydi.
Demokrasiye geçilmesinin ardından “teoride siyaset dışı kalması gerekli bazı odaklar tarafından darbeler, darbe girişimleri, muhtıralar, muhtıra girişimleri, tehditler siyasal sistemin üzerinde sürekli hissedilen baskı mekanizmaları olarak var oldu. Genel olarak “vesayet rejimi”nin operatifleri olarak görebileceğimiz, askeri ve sivil bürokratik aygıtın etkinliği siyasal hayatın şekillenişinde hep hissedildi. Bu operatiflerin etkinliği genelde halkın seçimlerle belli ettiği tercihlerin akamete uğratılması, ülkenin “seçilmişler”in değil de bu operatiflerce temsil edilen vesayet odakları tarafından yönetilmesi sonucuna varıyordu.
94 yılda 65 başbakan
Cumhurbaşkanı’nı halkın seçimine bırakan sistem değişikliğine kadar hemen her Cumhurbaşkanı seçimi öncesi çıkan krizler, parlamenter sistem içinde yaşanan hükümet kurma krizleri, kısa süreli koalisyon hükümetleri Türk demokrasisinin istikrarsız yapısında vesayet odaklarının etkinliğini gösteriyor. 94 yılda 65 hükümetin kurulduğu, yani 65 Başbakana şahit olduğumuz bu parlamenter sistemde bu başbakanlardan pek azının halkın iradesi neticesinde belirlendiğini görmek de şaşırtıcı değil.
Araştırmacı-yazar İdris Kardaş, 1946’dan günümüze gazete manşetleri aracılığıyla Türk demokrasisindeki bu krizleri irdelediği kitabında sırtını millete dayayan siyasilerle sırtını vesayet odaklarına dayayanların mücadelesini konu ediniyor.
Kitapta koalisyonlar kurulurken vesayet odaklarını temsil eden operatiflerin işleyiş şekli, bu vesayet odaklarının siyasal hayat üzerindeki baskıları, onların bu baskısı sonucu halkın seçtikleri rağmına başbakan ve bakanların belirlenişi, halkın tercihlerinin yönetime yansımasının nasıl engellendiği gibi hususlar detaylı şekilde irdeleniyor.
Sözgelimi 1961’de Cumhurbaşkanlığına aday olan Ali Fuat Başgil’e ölüm tehdidi yönelten vesayet odaklarının 27 Nisan 2007’de de Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında e-bildiri yayınladığını görebiliyoruz. Seçim sonucu tek başına iktidar olmaya hak kazanmış partilerin bile hükümeti, bakanları serbestçe belirleyemediği bu sistem içinde Türk milleti ve demokrasisinin karşılaştığı en önemli sorun da vesayet odaklarının “gayrı milli” addedebileceğimiz beklenti ve talepleri oluyor elbette.
16 Nisan’daki referandum öncesi, İdris Kardaş’ın kitabının okunması bu referandumun Türk demokrasisinin gelişimi bakımından neye tekabül ettiğini anlamamızı da kolaylaştırıyor.

7 Nisan 2017 Cuma

Bu filmi görmüştük biz

Tarihin tekerrür ettiği söylenir genelde, tabii hemence bu tekerrürle ilgili olarak Karl Marx’ın uyarıcı notunu da aktarmak gerekir: Tarihte ilkin trajedi olarak yaşanan ikinci kez fars olarak tekerrür eder. Belki de Mehmed Akif merhumun deyişiyle ibret alınmadığı için tekerrür ediyor tarih, ibret alınmaması durumu da tekerrürü farsa çeviren önemli bir etmen. Özellikle Türkiye’de medya tarihinde trajik ile farsın bu peşi sıra gelişi belirgin. Bunu hemen her gün okuduğumuz gazetelerin 100 yıl öncesinden bugüne uzanan manşetlerinden bulmak mümkün.
Taha Ün, yaklaşık 100 yıl önce Osmanlı Devleti’nin son 50 yılına dair gerek Türk, gerekse dünya matbuatında söylenenler ile yakın dönem Türkiye’sine damga vuran gazete manşetlerini, afişleri ve görsel materyalleri yan yana getirerek 100 yıl önce trajik boyutlarda gezinen ve Türkiye ile Türkiye’yi yönetenlere düşman olduğu her halükarda belli olan bir söylemin bugünlerdeki fars halini tespit etmemize imkan tanıyor.
Abdülaziz ve II. Abdülhamid döneminde yayınlanan ve özellikle II. Abdülhamid’e yönelik neredeyse hakaretamiz ifadelerle belirginleşen yayınların üslubu ile günümüzde “birtakım medya organları” tarafından yenilenen üslup arasındaki yakın irtibatı ortaya koymamıza yarayacak şekilde Taha Ün, ortalama 100 yıllık medya tarihimizin üslubunu, Türkiye’nin sorunları karşısında takındığı tavrı bütün bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
100 Yıllık Terane, bu açıdan okurlarına bir asrı geçen süreç içerisinde zamanı, olayları, kişileri ve tepkileri iyi derecede harmanlayarak mukayese, tarihte iz bırakmış olayları, etkileri günümüze kadar uzanan tartışmaları yeniden hatırlama ve yaşadığımız günlerle kıyaslama imkanı sunuyor. Bu açıdan Ün, bazen gündemimizi günlerce meşgul edebilen bazı çarpıcı gazete manşetlerinin bu güçlerini nereden aldığını da gösteriyor. Bizi meşgul eden bu manşetlerin hemen hemen aynı üslupla, aynı ifadelerle yüz yıl önce de yapılmış olması, bu manşetleri yapan ve genellikle tarihi “ilerleme” olarak algılayan zevatın bir bakıma 100 yıl boyunca dere tepe yol gidip hala bir arpa boyu mesafe kat edemediğini göstermesi açısından da ilginç.
Taha Ün, sadece Osmanlıca kaynakları değil, Amerikan, İngiliz, Fransız, Kanadalı ve daha birçok ülke gazetelerinin Osmanlı imparatorluğu ile son çeyrek yüzyılda Türkiye hakkındaki gazete manşetlerini de gözler önüne seriyor. Jön Türkler’den FETÖ’cü darbe girişimine kadar karşılaştırmalı medya görselleriyle kaleme alınan kitap güncel konular hakkındaki düşüncelerimizi de yeniden biçimliyor. Her ne olursa olsun, hep Türkiye’yi ve onun “hayat hamlesi”ni suçlayan yeri geldiğinde yerel, yeri geldiğinde küresel kesilen muhalif dilin tarihsel bilinçdışını ortaya çıkarma bakımından da okuyucuya bolca malzeme sunuyor Taha Ün.

Sömürgeci taklit, klişe ve melezlik

İkinci Büyük Savaş’ın ardından, yani 1945 sonrasında dünya politik sahnesinde eski sömürgelerin bağımsızlık savaşları ile birlikte Soğuk Savaş olarak bilinen korku dengesi hakim olmuştu.
Doğu Bloku ve Batı Bloku olarak adlandırılan ve SSCB ile ABD’nin liderlik ettikleri iki ayrı blok arasındaki ideolojik, politik, ekonomik çekişmelerin berisinde kalmak isteyen, bağımsızlıklarını yeni edinmiş eski sömürgelerin de kısmen zihniyet kalıpları bakımından kendilerini yakın buldukları, Tito’nun Yugoslavyası, Ahmet bin Bella’nın Cezayir’i, Cemal Abdünnasır’ın Mısır’ı gibi ülkelerin dahil oldukları 3. Dünyacılık ya da Bağlantısızlar Hareketi olarak adlandırılan bir gruplaşma da Soğuk Savaş dönemindeki önemli gruplaşmalardandı.  Bağlantısız ülkelerin her iki bloğa da eşit mesafede yer almadıkları biliniyordu, çünkü çoğu bağlantısız ülke eskiden Batı bloğunun sömürgeleri arasındaydı. Fakat bu ülkeler bağımsızlıklarının ardından Sovyet bloğuna da çok sıcak değildi. Genelde hep kendilerine özgü bir “sol” yorumla sahneye çıkmayı tercih ediyorlardı. Ki, gelişen süreçte 1947’de bağımsızlığına kavuşmuş Hindistan’ın ilk başbakanı Nehru’nun sivil itaatsizliği, Nasır’ın temsil ettiği Arap sosyalizmi, Tito’nun eklektik sosyalizmi, Cezayir’de Burgibizm vb. siyasi anlayışlar hakim hale gelmeyi başarmıştı.
Bağlantısızlar Hareketi
İkinci Büyük Savaş’ın ardından vuku bulan sömürgecilik karşıtı bağımsızlık hareketlerinin başarıya ulaşmasının akabinde elbette sorunların tamamen çözümlendiğini düşünmemek gerekir. Hindistan’ın Mumbai kentinde yaşayan ve Zerdüşt inancına mensup Fars bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Homi K. Bhabha’nın da öncüleri arasında yer aldığı postkolonyalizm, özellikle edebiyat, kültür, toplumsal faillik, ulusal mensubiyet ve kimlik konularında Edward Said ile Frantz Fanon’un açtığı söylem alanını derinleştirip dönüştüren çözümlemeler üretir. Bir anlamda Bağlantısızlar Hareketi’nin siyasi sahnedeki konumunu sosyal ve edebi teoride temsil eden postkolonyalizmin edebiyattan, coğrafyaya, siyaseten mimarlığa uzanan kıvrak hamlelerini ve üslup çözümlemelerini Bhabha’da gözlemleyebiliriz.
Edward Said gibi bir İngiliz Dili ve Edebiyatı uzmanı olan Homi Bhabha, Naipaul, Forster, Conrad vb. İngiliz yazarların romanlarında, Lacan, Said, Fanon gibi teorisyenlerin metinlerinde farklı kültürel ve toplumsal gelenek ve mensubiyetlerin iç içe geçmiş kozmopolitliğine ilişkin incelikli ve yer yer ironik çözümlemelerinde alternatif bir küresel kozmopolitliğin izini sürer. Sömürgeci taklit, melezlik, klişe ve ayrımcılıklar temel ilgi alanları arasındadır.