28 Temmuz 2017 Cuma

Tarih biliminin tarihsel sorunları

Başta fizik ve kimya olmak üzere birçok doğa biliminin erken modern dönemlerde kazandığı büyük başarı itibar ve paye, başta tarih olmak üzere beşeri olgu ve olaylarla ilgili disiplinlerin hem geçerlilik hem de bilimsellik iddia ve statülerini sarstı.
Özellikle geçmişte vuku bulmuş olgu ve olayları belli bir anlamsal çerçevede anlatmayı esas tutan tarih disiplininin kullandığı ‘nesnellik’, ‘nedensellik’ gibi bazı kategorilerin bilimsel geçerlilikleri üzerine yürütülen polemikler, doğa bilimlerinde kullanıldığı şekliyle bu kategorilerin beşeri bilimlere aktarılıp aktarılamayacağı; beşeri bilimlerin kendilerine has ve ‘bilimsel’ kategorilerle işleyip işleyemeyeceği, dahası bu disiplinlerin ‘bilim’ sayılıp sayılamayacağı gibi daha köklü ve bu disiplinlerin “bilimsel statü” taleplerini meşrulaştırmalarında zorluk çekmelerine yol açacak tartışmalara da meydan verdi.
Tarihi vakaların, doğada meydana gelen olaylar gibi tekrar edilebilirlik, belirlilik ve düzenlilik gibi matematiksel açıklama modeline elverişli olmayan özelliklere sahip olması fizik yasalarına benzeterek tarih biliminin yasaları diyebileceğimiz bir şeyden bizi mahrum eder. Bu durumda tarih araştırmacılarının determinizm-indeterminizm, rastlantı-zorunluluk, nedensellik-ereklilik gibi kavram çiftleri tarih vb. beşeri bilimlerin ‘nesne’lerini açıklarken kullandıkları anlamsal çerçeveler için işlevselleştirilemez. Bu kavram çiftleri yerinde daha gevşek benzerlik ve bağıntılar ön plana çıkarılır. Bir disiplin olarak tarihin kendi ‘nesne’si olarak belirlediği olgu ve olayların doğa bilimlerinin nesnesi addedebileceğimiz olgu ve olaylarla aralarındaki ‘nitelik’ farkı, her iki bilim grubu arasındaki metodolojik ve felsefi ayrışmanın da başlangıç noktasıdır belki de.
Tarihi bilimleştirme
Ondokuzuncu yüzyılda gözde bir felsefi disiplin haline gelen tarih felsefelerinin çeşitli metafizik sayabileceğimiz spekülasyonlar aracılığıyla tarihsel akışa atfettikleri düzenlilik, sebeplilik ve anlam; özünde ‘ilerleme’ mitine dayalıydı. Gerek Hegel ile Marx’ın tarih felsefeleri, gerekse Aydınlanma dönemi tarihçilerinin geçmişe ilişkin yorumları insanlığın aklın egemenliği ve rehberliğinde hem maddi hem de manevi olarak daha iyiye doğru yol aldığını savlayan ‘ilerleme’ idesi çerçevesinde yorumlanabilir. Ancak özellikle 20. yüzyılda yaşanan savaşlar, kitlesel katliamlar, çeşitli dini ve etnik çatışmalar Aydınlanma dönemine ilişkin bu iyimserliğin iler tutar bir yanının olmadığını da göstermiştir. Bu durum bir yandan tarih felsefelerini gözden düşürürken diğer yandan Avrupamerkezci kültürdeki merkezi çatışmayı da gözler önüne sermiştir.
Tarih disiplininin kendini modern bir bilim olarak kurma sürecinde karşılaşabileceğimiz tarih felsefesinin ‘nedensellik’ sorununa ilişkin yaklaşımını irdeleyen Zehragül Aşkın, Serpil Durgun ve Bekir Geçit lineer, ilerlemeci ve bütünselleştirici bir tarih anlayışı (pozitivist tarih anlayışları) ile tarihselci (Dilthey ve Rotracker’in tarih anlayışları) tarih yorumları etrafında bu sorunun çözümlenme yollarını araştırıyorlar. Elbette tarihte bir ‘nedenselliğin’ olup olmadığı, varsa bu nedenselliğin nasıl yorumlanması gerektiği, yoksa tarihin bir bilim olarak statüsünün ne olacağı gibi sorular da araştırmanın kapsamında yer alıyor.
Kant, Hegel, Marx, Popper, Dilthey, Rotracker, Collingwood, E. H. Carr, Annales Okulu tarihçileri, Walter Benjamin gibi birçok tarih filozofu ve tarihçinin görüşlerini bu sorun etrafında tartışan kitap tarihe ve tarihin nasıl anlatılıp yorumlanacağına değgin soruları da tekrar gündeme taşıyor.

27 Temmuz 2017 Perşembe

İKTİDAR VE NESNELERİ


En kısa ve en genel tanımıyla iktidar, etkide bulunabilme kapasitesi ve yeteneğidir. Bir kişi ya da kurumun dünyadaki şeyler ve diğer insan ve kurumlar üzerinde etkide bulunabilme, onları çekip çevirebilme, kısacası yönetebilme yeteneği o kişinin ve kurumun sahip olduğu iktidarın gücü ve şiddetini gösterir. Bu anlamıyla iktidar beşerî eylemliliğin ve özne oluşun en önemli koşuludur. Yine bu anlamıyla iktidar her zaman başkalarına uyguladığımız ve başkalarınca üzerimizde uygulanmasına maruz kaldığımız etkiler bütünüdür. İktidar, etkide bulunabilme kapasitesi ve yeteneği olduğu için, karşılıklıdır. Çünkü iktidar maruz kaldığımız ve mesul olduğumuz bütün etkilerin bir akışıdır; bu dinamik akışkanlık içinde göreli olarak sabitlenmiş, yoğunlaşmış bir "an"dır. Başka bir deyişle iktidar, başkalarından bize, bizden başkalarına doğru akan etkilerin, etkilenmelerin, eyleyiş ve edimlerin doğurduğu bir ağdır. Bu yanıyla iktidar, az ya da çok, güçlü ya da zayıf, hemen hepimizin bir oranda üretilmesine ve böylelikle hayatın idamesine katkıda bulunduğumuz bütünsel bir akış zeminidir.
Buna rağmen, mebde ve mead bakımından, iki iktidar türü biçimsel olarak birbirinden ayırt edilebilir. Bunlardan ilki, özsel iktidardır. Uygulandığı alanın meşruiyet zemininde, bu zemine sadık kalarak elde edilen bir iktidar tipidir. Bu iktidar, kaynak ve oluşumu bakımından bütünüyle uygulandığı zemine içkindir, onun gereklerinden neşet eder ve bu gerekler aracılığıyla etkide bulunur. Bu yüzden özsel iktidarın en belirgin vasfı, bu iktidarın etkisine açık olanların rızasına dayanmasıdır. Bir anlamda, özsel iktidar, bizim maruz bırakıldığımız etkilerin değil, bilâkis arzuladığımız etkilerin bir bileşkesidir.  Bu itibarla özsel iktidar, sonuç bakımından kalıcı ve sürekli bir iktidar tipini işaret eder. Bu iktidar tipine en güzel örnek kurumsal alandan verilebilir. Sözgelimi öğretmen ve öğrenci arasında, eğitime ve öğretime dayalı iktidar ilişkisi özsel bir karakter arz eder. Bir okula (yani iktidar üretici bir kuruma) kaydolduğu andan itibaren öğrenci, öğretmenin üzerindeki öğretici etkilerine rıza göstermiş ya da bu etkiyi kabullenmiş addedilir. Öğretmenin iktidarı da bizatihi eğitim ve öğretim alanının ürettiği bir iktidar etkisidir. Öğretmenin otoritesi bu meşru zeminde (eğitim ilişkisi içinde) kaldıkça sürekli ve bakidir. Bu iktidarın etkisi, ait olduğu kurumsal çerçeve içinde hesaplanabilir ve kontrol edilebilir, yani kısaca eğitim ve öğretim sürecinin ölçütlerine uygun bir biçimde rasyonel, gerekçelendirilebilir ve meşrulaştırılabilir bir niteliktedir. Öğrencilerin eğitim öğretim sürecinden optimal faydayı sağlamaları için bu kurumsal ilişki biçiminin ve kurumsal iktidarın etkilerini içselleştirmeleri onlardan ayrıca beklenir. Başka bir örnek, anne ve babamızın, bu otorite ve saygıyı üreten etkileridir. Özsel iktidar biçimini genelde "otorite" olarak adlandırma eğilimindeyizdir. Otorite alanında otoriteyi reddetme biçimleri bile, çoğu kez, bu alanın gereklerine uygundur. Öğretmen, eğitim ilişkisi ve sürecinden kaynaklanan öğretici niteliklerini yitirdiği an otoritesini de yitirir; anne ve baba, annelik ve babalık statülerinin gereklerini yerine getiremedikleri an, bu statülerinin sağladığı otoriteden yoksunlaşır. Realitede onların annelik ve babalık statüleri değil, bu statü aracılığıyla kazandıkları iktidar etkisi ve aradaki simgesel ebeveynlik ilişkisi reddedilmiş olur. Kişioğlu üzerinde kan bağına dayalı ebeveynlik ilişkisinden daha yoğun bir iktidar etkisine sahip simgesel ebeveynlik reddedilmiştir böylesi bir durumda.
Buna karşılık, ikinci iktidar tipi, muktedir olunan alanın ve ilişki biçiminin haricindeki bir alandan ve ilişki biçimlerinden tedarik edilen iktidar gücüdür. Bu iktidar, uygulandığı alana ve ilişkiye bütünüyle yabancı ve onlara bütünüyle dışsaldır. Aslında bu iktidar tipinde iktidara mesnet teşkil eden alan ile iktidarın sürdürülegeldiği alan arasında, genellikle, "özsel" bir uyuşmazlık vardır ve bu özsel uyuşmazlık, iktidarın her zaman sahip olmasını beklediğimiz meşruiyeti sürekli zedeler. Dolayısıyla bu iktidar tipi arızî/olumsal bir karaktere sahiptir. Gelip geçicidir. Kestirilemezdir. Devşirmedir. Dayatılandır. Başka bir alandan tedarik edildiği için uygulandığı alanda bu kestirilemezlik ve devşirmelik, yani irrasyonel vasıfları bu iktidarın etkileri bakımından kalıcılık sağlamasını engeller. Bu nitelikleriyle arızî iktidar tipi bir tahakküm ilişkisine, bir despotizme işaret eder. Öğrencisini döven öğretmenin dayak esnasındaki iktidarı bu tahakküm ilişkisine, despotizme en güzel örnektir. Öğretmen kurumsal alandan ve eğitim ilişkisinden (ikincil toplumsal alandan) edindiği iktidar gücünü bireysel alana ve birincil ilişki biçimlerine taşıyıp kötüye kullanmakta ve öğrencisine dayak atmaktadır. Kurumsal alanda meşru, rasyonel ve özsel olan öğretmenin otoritesi bireysel alanda haksız, irrasyonel ve arızî bulunacaktır. Öğretmenin öğrencisi üzerindeki bu arızî iktidarına ve tahakkümüne öncelikle özsel iktidar adına, yani eğitim kurumunun iktidarı adına karşı çıkılacaktır ve karşı çıkılmalıdır.
Özsel iktidar, rızaya dayalı ve muktedir olunan alanın iç işleyişinden türeyen bir iktidar tipini temsil ettiğinden dolayı, belli ölçülerde muhataplarını da özneleştirir ve etkin kılar. Özsel iktidar alanında bu iktidarın özne ve nesnelerinden bahsetmenin bir anlamı yoktur. Bu iktidar, tam anlamıyla öznesiz ve nesnesiz bir iktidar ilişkisini temsil etmiyorsa da (açıktır ki böyle bir durum muhaldir; iktidarın olduğu her yerde bu iktidar etkilerinden mesul olanlar ve bu iktidar etkilerine maruz kalanlar vardır) özne ve nesne konumlarının ilişki boyunca sürekli yer değiştirdiği "esnek" yapısal bir ilişkiye işaret eder. Özsel iktidar, muhataplarını da kendi iktidarına dahil eder, hatta iktidarını -ister istemez- onlarla paylaşır. Arızî iktidar tipi ise, bunun tersine, hem iktidar özneleri üretir, hem de bu iktidarın üzerinde işleyeceği nesneler oluşturur. Arızî iktidarda özne ve nesne konumları katı ve sabittir, kolay kolay değişmez. Arızî iktidar kıskançtır. İktidar mahalline bütün cesametiyle çöreklenmiştir. İktidarını nesneleriyle paylaştığını zannettiğiniz anda bile, aslında kendi meşruiyetini kazanmaya dönük bir hamlede bulunduğunu fark etmemeniz olanaksızdır. Dolayısıyla, bu iktidar tipinde iktidara sürekli maruz kalınır. Arızî iktidar, sürekli dayatılan ve sürekli dayatılmak zorunda kalınan; çünkü ancak böylelikle ayakta kalabilen bir iktidar türüdür. Meşru değildir ve meşru sayılmadığının bilincindedir. Arızî iktidar, muhataplarına dışsal bir dolayımla nüfuz eder, deyim yerindeyse onları "sömürge"leştirir. Sahip olduğu etkide bulunabilme kapasitesini devrettiği yerlerde dahi "efendi-uşak" ilişkisini sürdüren bir söylem üretmektedir.
Aynı şekilde, edebiyat alanında da oluşumları, mahiyetleri ve sonuçları itibariyle, özsel ve arızî iktidar tiplerinden bahsedilebilir. Bu iktidar tiplerinden ilki ve günümüzde sıkça karşılaştığımız biçimi edebiyat dışı ilişkiler sayesinde edinilen arızî iktidardır. Bu iktidar esasen edebiyat dışı, konjonktürel, medyatik, kişisel bir nitelik taşır. Eserden kaynaklanmaz ve aslında bu yüzden geçici bir "etkide bulunabilme kapasitesi"ni imler. İkincisi, yani özsel olanı ise, kişiden ve kişinin mahrem ilişkilerinden değil, doğrudan -edebiyatın gerektirdiği bir biçimde- eserden, eserin edebî gücünden kaynaklanır ve yine esere yönelir. Çünkü edebiyat alanında birincil ilişki tarzını eser dolayımıyla kurulan ilişki temsil eder/etmelidir. İlk iktidar tipine günümüzden vereceğimiz örnekler, Hilmi Yavuz ve benzeri kişilerin medyatik iktidarıdır. İkinci tipe en iyi örnek ise Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Mustafa Kutlu, Sait Faik gibi imzaların edebî iktidarıdır. Özsel iktidar tipinde, hemen fark edilebileceği gibi, muktedir olan, imza değil, eserdir; kişi değil, kurumdur; "yazar" ya da "şair" değil, yazı ve şiirdir; kısaca, özsel iktidar, edebiyatın kendisinde, doğrudan edebî eserdedir.
Edebiyat dışı alanlardan tedarik edilen iktidar, edebiyat alanındaki bir kurumsallaşmayı değil, aksine, bir köksüzleşmeyi, giderek günü birlik harici iktidar etkilerini temsil etmeye başlar. Çünkü bu iktidar etkileri, edebiyatın kendine has işleyişinden ve dinamiğinden kopuşa ya da bu dinamiğin işleyişindeki bir aksaklığa delildir. Sözkonusu aksaklık şudur: Bu iktidar, edebiyat alanında, kişiliklere ya da mizaçlara, yani etkin üreticilere (eserlere) değil; nesnelere ve uyumlu bireylere, yani edilgin kılınmış tüketicilere ve dolayısıyla eser harici unsurların etkinlik kazanmasına yol açar. Daha kısa bir deuyişle, bu iktidar, tüketici bir iktidardır. Edebiyat dışı ilişkilerden medet uman iktidar sahipleri, bu yardımı, verdikleri ürünlerin edebî niteliklerine güvenmedikleri için talep etmektedirler. Ya da eserleri onların ruhen ihtiyaç duydukları iktidar iştihasını karşılayacak ya da tedarik edecek yetkinlik düzeyine erişemediği için eserlerinde eksik kalanı tamamen edebiyat dışı, tamamen bireysel ve kurumsal ilişkileriyle kapatma yoluna gitmektedirler. Bunun en açık örneği, Hilmi Yavuz'un kendisini sık sık "yaşayan en büyük Türk şairi" olarak ilan edişinde görülebilir. Bu ilân, gerektiği gibi okunursa, Hilmi Yavuz'a ait narsisizmin altındaki apolojetik tutum ve esere olan güvensizlik rahatça fark edilebilir. Hilmi Yavuz niçin kendini "yaşayan en büyük Türk şairi"ilân etme gereği duymaktadır? Çünkü basitçe söylersek, şiirinin özü itibariyle bütünüyle yersiz ve yetersiz olduğunun farkındadır. Yavuz, yazdığı şiirin Türk şiirinde bir yeri olmadığına, şiirinin şiir olmadığına emindir. Bundan dolayı Hilmi Yavuz cebren ve hile ile şiirine bir yer açma, onu kabul ettirme talep ve saikiyle, eserinin gücünden çok, reklâmın ya da kendi kendine böbürlenmenin ürettiği sahte/arızî iktidara, göz boyayıcılığa güvenmektedir. Eserindeki eksikliği, edebiyat dışı ilişkiler sayesinde thkim etmeye çalıştığı pretijli konum aracılığıyla telâfi etmeye bakmaktadır. Söz konusu zevatın, yer yer, sahip oldukları arızî iktidarı muhiplerine ihsan ettiklerine, ulûfe olarak dağıttıklarına da tanık olursunuz. Bu konuda da başı çeken örnek,medyatik ulûfe ve ihsanlarına alışageldiğimiz, yarışma jürilerinin "unutulmaz" ismi Hilmi Yavuz'dur. Sözgelimi bu isim, jürisi olduğu bie şiir yarışmasında birinciliği yine kendi "soyadı"na, yani oğluna verilmesini bir biçimde sağlar.
Arızî iktidar sahibi, eserine güvenmediği için, sahip olduğu bu iktidarı kolayca kaybedeceğini de bilir; iktidarına rakip olanlar konusunda, bu yüzden, son derece dikkatli ve onlara karşı son derece celâllidir. Bu noktada da Hilmi Yavuz güzel bir örnektir. Onun Enis Batur'a, Ece Ayhan'a, Orhan Pamuk'a, Tahsin Yücel'e, Zülfü Livaneli'ye vb. isimlere karşı giriştiği polemiklerde -bazen ne kadar haklı noktalara temas ediyor olursa olsun- iktidarını korumaya dönük kıskançlık güdülenimlerinin izlerini görebilirsiniz.
Arızî iktidar sahibi, geçer akçe sayılan her alanda boy göstermeyi bir marifet sayar. Kültür endüstrisinin ön plâna çıkardığı hemen her iş kolunda bir isim sahibi olmak için uğraşır. Ne yazık ki bu konuda da elimizdeki en güzel örnek, Allah yazımıza "örneklik" teşkil edenlerden razı olsun, şimdilik, Hilmi Yavuz'dur. O hem şair, hem felsefeci, hem romancı (üç "postmodern anlatı" yazmış, öbür türlü söylersek, "roman" yazamamıştır), hem akademisyen, hem de eleştirmendir; kendine soracak olursanız, belki hepsidir; bize soracak olursanız ne şairdir, ne romancı, ne de eleştirmendir (akademisyenliğinin kifayetini bilmediğimiz için bu noktada bir hüküm ifade etmiyor, daha doğrusu kendimizi bununla yükümlü tutmuyoruz). Görülmektedir ki Hilmi Yavuz da Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun kaderine mahkûmdur. Resim çevreleri tarafından şair, şiir çevreleri tarafından ressam sayılan Bedri Rahmi gibi Hilmi Yavuz da felsefe çevreleri tarafından şair, şiir çevreleri tarafından felsefeci addedilmektedir. Her iki kesim de, doğru ya da yanlış, Hilmi Yavuz'u içlerinden biri saymaya yanaşmamaktadır.
Özsel iktidara sahip olanlar ise, edebiyat dünyası üstünde bu iktidarlarının verdiği gücü kullanmaya tenezzül etmedikleri zamanlarda bile, arızî iktidar sahiplerinin sadece ve ancak düşlerinde görebilecekleri bir etkiye sahiptirler. Ahmet Oktay'ın, "resmî ideoloji tarafından dışlanan, yazınsal iktidarı dışlayan" bir şair olarak tasvir ettiği Sezai Karakoç'un kendisinden sonraki kuşaklar üstündeki etkisi buna iyi bir örnek teşkil eder. Hilmi Yavuz'un medyatik böbürlenmelerine benzeyen bir sözü Sezai Karakoç'un ağzından duymanız imkânsızdır; çünkü Sezai Karakoç'un eseri söylenmesi gerekeni, onun adına daima söylemektedir.
Ezcümle, edebiyat alanında kalıcılık, kişilerin arızi iktidarı tarafından değil, eserin özsel iktidarı tarafından üretilir. Günümüz edebiyatında kalıcılık göz ardı ediliyorsa, bu durum, sadece bugün edebiyat öznelerinin değil, edebiyat nesnelerinin revaçta olduğunu gösterir. Oysa edebiyat, "nesne"lerin değil, "özne"lerin bir üretimidir. İyi "şiir"den çok iyi "şair"in, iyi "eser"den çok iyi "yazar"ın bulunduğu bir ortam, edebiyatın tedavülde olmadığı bir ortamdır. Mesele bundan ibarettir. Birbirimize dua edelim.

KÖKLER, 9, Eylül 2005

14 Temmuz 2017 Cuma

Sessiz hasetlik!

KTO-Karatay Üniversitesi’nin yapımcılığını üstlendiği “Direniş: Karatay” filminin ilk çekimleri Haziran ayında başlamıştı.
Geçtiğimiz hafta da film ekibi başta yapımcı dostumuz Ertuğrul Fındık, yapımcı ve senarist Selman Kayabaşı, Genel Yönetmen Serdar Akar, Yönetmen Selahattin Sancaklı olmak üzere filmde rol üstlenen oyuncuların büyük kısmı, moda tasarımcısı Zeynep Kartal ulusal ve yerel basına proje hakkında bilgi verdi.
Türkiye Selçuklularının en sıkıntılı olduğunu varsayabileceğimiz 1237 ila 1256 yılları arasını, özellikle 1243’teki Kösedağ savaşını merkeze alarak anlatan filmin iki temel direği elbette Celaleddin Karatay ve Ahi Evren Nasireddin el Hoyi karakterleri.
Celaleddin Karatay’ı Mehmet Aslantuğ oynarken Ahi Evren rolünü de Fikret Kuşkan üstlenmiş.
Ahi Evren’in eşi ve Bacıyan-ı Rum’un kurucusu Fatma Bacı’yı ise Nefise Karatay oynuyor.
Gerek Mehmet Aslantuğ’un, gerek Fikret Kuşkan’ın, gerekse de Nefise Karatay hanımın basın gününde sorduğumuz sorulara verdikleri cevaplardan anladığımız kadarıyla filmin oyuncu ekibi de tarihi kaynaklara dayanan sıkı okumalar gerçekleştirmişler.
“Direniş: Karatay” bir belgesel değil elbette, tarihi birebir anlatması hiç beklenmemeli.
“Şöyle bir tarihi hata yapıyorsunuz, böyle bir tarihi hata yapıyorsunuz” eleştirileriyle karşılanamayacak türden bir “iş” çünkü bir sinema filmi çekmek.
Tam da o anlamda bir film olacak inşallah “Direniş: Karatay.”
Şahsen ben kendimi bir Konyalı olarak bu işin dışında addetmiyor, aksine içinde olduğumu beyan ediyorum.
Tüm Konyalıların da bu bilinçle bu filmin başarısı için çabalamaları gerektiğini düşünüyorum.
Filmin başarılı olup olmamasına bile bakmadan sadece Konya’ya kazandıracakları bile hesaba katılsa bütün Konya’nın ve Konyalıların söylediğimizi kabul edecekleri kanısındayım.
KTO-TÜYAP Fuar Merkezi’ne kurulan film platosu Selçuklu dönemine ait her filmin ve her dizinin çekilebileceği ölçekte ve mükemmellikte, Holywood stüdyolarını aratmayacak bir niteliğe sahip.
Ve bu plato Konya’da kalıcı.
Kimse filmden sonra bu platoyu buradan söküp kaldırmayacak.
Yani, “Gramofon Avrat” filminin çekildiği Meram Son Durak’taki köşkü hâlâ müze haline getiremeyen, müze haline getirmek bir yana doğru düzgün koruyamayan Konya, belki bu platoyu bir müzeye çevirebilecek, ileride isterse.
Madem bu projeyi can-ı gönülden destekleyip kendimizi “içinde” gördüğümüzü ifade ettik, öyleyse ‘içeriden’ bir bilgi sızdıralım.
Mevcut senaryoda ne Sadreddin Konevi rolü bulunuyor, ne de Mevlana.
Ancak, eğer yapılan bazı görüşmeler olumlu neticelenirse, Mevlana Celaleddin Rumi de ne çok kısa ne çok uzun bir rolle filmde gösterilecek.
Bir de bu filme Konya’nın kültürel çevrelerinin takındığı ‘sükut suikastı’ tavrıyla, İstanbul kültür ve sanat çevrelerinin tavrının taban tabana zıt olduğunu aktaralım.
Sözgelimi romancı ve ülkemizdeki en önemli İran sineması uzmanlarından Cihan Aktaş’ın bu filmi son derece önemli bir proje olarak gördüğünü, bunu da tarafımıza açıkça ifade ettiğini, projenin tamamlanmış halini merakla beklediğini belirtelim.
Konya’daki sözüm ona kültür çevrelerinin sessiz hasetleri içinde kıvranıp durduklarını görmek içinse benim gibi gözlük takmanıza da ihtiyaç yok.
Bütün görmezden gelici tavırlarıyla bu çevreler başlarını kuma gömen devekuşları gibi yazdıkları ‘taşra epiği’yle avunup dursunlar.
Onlara da bir gün bir Molla Kasım gelip had bildirir…

Yumuşak güç olarak eğlence cephaneliği

Dünya genelinde milyarlarca insanın hayatları boyu çalışması, ama üretilen faydanın sadece belirli bir azınlığın tasarrufunda kalması üstüne kurulu bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Bu dünya düzeninin yegane mütehakkim gücü olarak da sadece 2000’li ve 2010’lu yıllar boyunca değil, İkinci Büyük Savaş’tan beri de ABD görünüyor. Amerikan imparatorluğu olarak adlandırılan mevcut küresel düzende tahakküme karşı açık mücadeleler son derece münferit ve çoğu kez de başarısız. Fakat bu dünya düzenine karşı geniş kitleler de son derece kayıtsız ve edilgin. Peki ama neden?
Amerikalı Uluslar arası İlişkiler ve Siyaset Uzmanı Eric Faktor, temelde bu soruya bir cevap bulmak amacıyla yazdığı Amerikan İmparatorluğu ve Eğlence Cephanesi başlıklı kapsamlı incelemesinde ABD’nin  kaba kuvvete başvurmadan bu düzeni sürdürmesinin arka planında, sanayileşme bağlamında ortaya çıkan ve bugün dünyanın geneline yaygınlaşmış bir halde bulunan eğlence sektörünün olduğunu iddia ediyor.
Uluslararası ilişkiler alanında kültür ve iletişimin önemini vurgulayan “yumuşak güç” kavramını yedeğine alan Fattor, 19. yüzyıldaki kitlesel eğlence biçimlerinden internet teknolojilerine kadar geçen sürede siyasetle kültürü bir arada, iç içe düşünerek oluşturduğu argümanla 21. yüzyılın küresel siyasi düzeninde emperyal güç uygulamak için tamamen şiddete ve zora başvurmanın gerekli olmadığını söylüyor.
Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılan mevcut küresel güç yapısının sadece ABD’nin 20. yüzyılda rakiplerinden daha fazla güç biriktirmesi sayesinde değil, aynı zamanda diğerlerinin de Amerikan tahakkümünü kabullenmesi ve boğun eğmesi sebebiyle oluştuğunu belirten Fattor, bu zaferin de Amerikan yönetici sınıflarının hegemonyalarına yönelecek muhalefetleri izale etmede eğlence ve gösterinin ne kadar kullanılışlı olacağını keşfetmesiyle mümkün hale geldiğini ifade ediyor. Bu eğlence kültürünü ayakta tutan retorik ise liberal hümanizm, popüler kültür ve tüketimin ayartıcı çağrıları. Fattor’un kitabı ise Amerikan hegemonyasının yumuşak gücünün ve retoriğinin özenli bir analizi.
 Fattor’a göre, küresel medya aygıtının asıl gücü eğlence ve gösteri dünyasının ürünlerini dünyaya yayması. Kitabında Fattor, teknoloji ve gösteri karışımının oluşturduğu ‘eğlence cephaneliği’ Amerikan İmparatorluğu’nun başarısının asıl sırrı olduğunu ileri sürüyor.  Radyo, televizyon ve internet gibi bilgi teknolojilerinin icadı ve bu mecralar üzerinden yayılan içeriklere ilişkin yönlendirici teknikler aracılığıyla ABD kendi rakipsiz tahakkümünü kolay kabul edilebilir kılıyor. Ancak elbette dijital medya ve dolayısıyla sosyal medya Amerikan İmparatorluğu’nun ‘yumuşak güç’ünün dünyanın en ücra köşelerine bile ulaşmasında son derece etkinse de bu tür mecraların denetiminde de epey zorlandığını biliyoruz. Özellikle Arap Baharı sürecinde Mısır’da başarıya ulaşan ve sosyal medya üzerinden örgütlenen kitlelere dayandıkları için “facebook devrimi” olarak anılan devrimi bozguna uğratma konusunda ABD’nin 20. yüzyıldan tevarüs ettiği etki ajanlarını kullanma yöntemine tekrar başvurması da bunun bir göstergesi.

7 Temmuz 2017 Cuma

10 Soruda Kitap ve Okur

Hatırladığınız kadarıyla ilk hangi kitabı okumuştunuz?

İlk okuduğum kitaplar ilkokul zamanlarındaydı. Kemalettin Tuğcu’nun eserleri…

Şu an hangi kitab(lar)ı okuyorsunuz?

Aynı anda 3-5 kitap birden okuyorum. Şu an okuduğum kitaplar Mustafa Kara’nın İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabi, Fuat Kaymaz’ın Muineddin Emir Pervane biyografisi ve çeşitli felsefi eserler…

Ne sıklıkla kitap alıp okuyorsunuz?

Haftada en az üç-beş kitap…

Kendinize ait bir kütüphaneniz var mı? Kitaplarınızı saklar mısınız, yoksa cömertlik mi yaparsınız? 

Elbette bir kütüphanem var, kitaplara özen gösteririm.

Kitaplığınızda ortalama kaç tane kitap vardır?

Kitap sayısı sürekli değiştiği için net bir sayı vermem güç.

Kütüphaneye gider misiniz? En son hangi kütüphaneye gittiniz?

Haftada bir gidiyorum, Konya’daki İl Halk Kütüphanesi’ne

En son hangi kitabı hediye ettiniz?

Bir dostuma şiir kitabımın, Uzak Koku’nun elimdeki son nüshalarından birini imzalamıştım.

Sizi şaşırtan, işte budur dediğiniz bir kitap oldu mu?

Çok oldu böyle kitaplar. Ama genelde kitaplarda yer alan bazı satırlar, bazı cümleler…

Yeni bir kitap almak istediğinizde seçiminizi neler etkiler?

Yazar, yayınevi, varsa mütercim ve konu…

Son okuduğunuz kitapta, sizi en çok etkileyen cümleyi yazar mısınız?

Beni en çok etkileyen cümleler değil de belki bölümler vardır, ama şu cümle belki de tüm Müslümanların kalbine ve diline pelesenk olsa yeridir: "Bizim için herkes terk edilebilir, Hz. Peygamber haricinde..."

Kaynak: Okur dergisi

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Osmanlı’dan tevarüs eden beka kaygısı

Osmanlı modernleşmesinin başladığı 19. yüzyıl, birçok açıdan Osmanlı devleti için krizleri, toprak kayıplarını, tebaa içindeki farklılıkların daha şiddetli bir şekilde görünürleşmesi ve beraberinde mülki yapıdaki sürekli değişimi temsil ediyordu. Devlet ve milletin bekasını ilişkin kaygıları tetikleyen bu kriz ve sarsıntılar, devlet teşkilatı ve devletin mülki yapısında meydana gelen değişimler modernleşmeye esas teşkil eden politikaların da itici gücü oldu. Yaklaşık 200 yıllık süreç boyunca Türkiye’de hazırlanan tüm anayasal belgelerde ve anayasalarda da yer verilen bir ilkenin baskın saiki de beka kaygısıydı. Sözkonusu ilke Türk siyaset hayatındaki her kritik dönemeçte sürekli duyduğumuz şu ibareyle özetlenebilir: “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü.” Anayasa Mahkemesi Raportörü olarak görev yapan Yunus Heper’in 1961 Anayasa’sıyla kurulan Anayasa Mahkemesi’nin o tarihten 2013’e dek verdiği “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesine dayalı kararlarına ilişkin metin analizi yoluyla yaptığı çözümleme, daha çok siyasi parti kapatmalarına yönelik kararlara odaklanmış olsa da Heper, AYM’nin parti kapatma kararları haricinde, aynı ilkeye dayalı diğer kararlarında da benzer şablonları kullandığını gözlemliyor. Sened-i İttifak’tan günümüze bütün Anayasal metinler ile Mustafa Kemal ve diğer bazı ricalin konuşmalarında, TBMM, Danışma Meclisi, Milli Güvenlik Konseyi gibi devlet teşkilatı içindeki yasa koyucu ve yönetici organların tutanakları ile AYM kararlarının mukayesesine de yer verdiği çalışmasında Heper, Kemalist tarih anlayışı ve eğiliminin Anayasa Mahkemesi kararlarında belirgin bir etki bıraktığını da tespit ediyor. Analizinde ‘modernleştirme’nin beka kaygısı eşliğinde devleti kurtarmak için girişilen bir süreç olduğuna işaret eden Yunus Heper, Osmanlı’dan tevarüs eden beka kaygısının devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün muhafazası için bir vesayet sisteminin kurulmasına da temel oluşturduğunu, bu sistemin temel araçlarından birini de Anayasa Mahkemesi’nin teşkil ettiğini savlıyor. Heper’e göre, Anayasa Mahkemesi bir “özgürlükler mahkemesi” olmaktan daha çok devletin bekasının bekçisi vazifesini deruhte eden bir kurumdur. Bu açıdan da resmi ideoloji ile bir karşılığa asla düşmez. İlkin doktora tezi olarak yazdığı çalışmasında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlarda, bu kararların verildiği sırada ülkede var olan toplumsal, siyasal veya hukuki şartlardan bağımsız olarak ve hatta mahkemenin mevcudiyetinden de bağımsız bir şekilde daha önceden inşa edilmiş tasavvurların etkilerini serimleyen Heper, böylelikle bazı arızi ve muvakkat politikalar bir yana bırakılabilirse bölünme korkularının hiç eksilmediği günümüzde devlet-millet bütünleşmesine yönelik bazı fırsatlara ilişkin kayda değer bir analizi ve düşünme çabasını bizimle paylaşıyor.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Harf darbesi

Çağdaş felsefenin en kışkırtıcı filozoflarından biri, müteveffa Fransız filozof Jacques Derrida, ‘konukseverlik’ üstüne bir konferans vermek üzere İstanbul’a 1997’deki ilk gelişinde edindiği ilginç izlenimleri bir mektup şeklinde Fransa’daki yayıncısına yazmıştı. Derrida’nın kartpostal üslubu ve tadında yazdığı “İstanbul Mektubu”, filozofun ‘ile yolculuk’ deneyimlerini filozofun deyimiyle ‘Türk harfleri’nin uğradığı ‘kırım’ın, yani 1928’deki travmanın İstanbul sokaklarında karşılaşılan izleri üzerinden aktarması bakımından son derece ilgi çekicidir. Harf katliamının yol açtığı travmayı yayıncısının kavrayabilmesi açısından Derrida yayıncısına benzeri bir durumun Fransa’da yaşanması halinde olabilecekleri düşünmesini önerir. Bir gece ansızın Fransız Cumhurbaşkanının mevcut alfabeyi yasakladığını, bu alfabe yerine başka bir alfabeyi getirdiğini ve eski alfabenin kullanımını da engellediğini düşünmesini önerir Derrida yayıncısı ve eski öğrencisine... Derrida’ya göre “Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde yeniden yola koyulması, beden değiştirmesi, harflerin, işaretleri, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hâlâ efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.” Efendisi olmadığı bir dilin efendisiymiş gibi davranmak zorundadır kişi artık. Hayatın her alanında, kitaplara, gazetelere, işyeri levhalarına ve hatta mezarlıklara kadar her yere iz bırakmış, nisyan ile malul beşerin bu unutkanlığına deva olarak görülen harflerin artık bulunmaması... Bir nevi arkadaşınızın evine ziyarete gittiğinizde adresi bulmanız için size kerteriz sunan işaretlerin ortadan kalkması gibidir her şey. Adresi ararken kendinizi kaybetmemek için ek çabalar sarf etmelisinizdir. Derrida İstanbul’da konuşma yaptığı her yerde, özellikle kamu binalarında dimdik yükselen, hep ayakta dururken temsil edilen “o yetenekli kahraman komutan K.A.’nın, ‘modern zamanlar’ın bu cüretkâr, sarih, fakat zalim kurtarıcısının” 1928’deki coup de la lettre (harf darbesi) sebebiyle görebildiği “en derin yara, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü” olduğuna işaret eder o yüzden. 1928’de ülkedeki okuma yazma oranının yüzde 7-8’lerde kaldığı, Osmanlıca harflerle okuma yazmayı öğrenmenin zor olduğu şeklinde dile getirilen günümüzdeki savunmaların pekâlâ tutarsız, mantıksız ve tarihi bilgilerimize ters olduğu söylenebilir. Acaba verilen okuryazarlık oranı hangi alfabeye göredir, Latin alfabesine göre mi yoksa Osmanlı alfabesine göre mi? Bu belirsiz ve eksiktir her şeyden önce. 1923 ila 1928 arasında yeni Cumhuriyetin okuma yazma adına halka hemen hiçbir şey sunmadığı anlamına gelmez mi bu savunmalar öte yandan? Bu doğrudan genç Cumhuriyete haksızlık değil midir? Reşat Nuri’nin önce bir tiyatro eseri olarak yazılıp 1922’de Vakit gazetesinde, Osmanlıca harflerle tefrika ettiği Çalıkuşu romanının kahramanı Feride ve hep onunla özdeşleştirdiğimiz idealist öğretmenlerimize haksızlık değil midir yapılan? Hem genç cumhuriyet bürokratik kadrolarını okuma yazma bilmezlerle mi doldurmuştur? Nereden baksanız “harf katliamı”na ilişkin bugün yapılan savunmalar hep “tutarsız” kalmaya mahkûmdur; sadece mazeret üretmekle çözümlenemeyecek sorunları es geçerler. Derrida’nın sözünü ettiğim mektubunu her okuyuşumda hissettiğim kekre duyguların sebebini 19. Milli Eğitim Şurası’nda Osmanlıca’nın lise müfredatına ders olarak girmesi yönünde alınan tavsiye kararının doğurduğu tartışmalar esnasında fark ettim. Sözgelimi Derrida’nın önemli eserlerinden birini Türkçe’ye çevirmiş bir yazar, bu tartışmalar esnasında Osmanlıca’dan “tamamen başka bir dil” olarak bahsediyor, onun öğrenilmesindeki güçlükleri öne sürüyordu. Ne kadar haklıymış Derrida! Öyle ki soyundukları dilin sadece işaretlerinden, tezahürlerinden değil; o dil üzerindeki “efendilik”ten bile vazgeçmeye dünden hazırmış aydınlarımız. Osmanlıca mı? Yabancı dil! Peki Fuzuli, Baki, Nefi, Nedim, Necati Beg, Şeyh Galip hangi dilin şairi? Osmanlıca denen yabancı dilin mi şairleri bunlar? Fuzuli’nin Su Kasidesi’nden, Kağıthane kaşanelerini anlatan Nedim’in gazellerinden, Şeyh Galip’in ‘Hüsnü Aşk’ından vazgeçmeye bu kadar meyyal mi Türk aydını? Ya İstiklal Marşı? Ya Nutuk? Öyle ya, “harf katliamı” sonrası yasaklanan eserler arasında Nutuk baskıları da vardır değil mi? * ‘Dilleri var bizim dile benzemez’ Henüz 15-16 yaşlarında tıfıl bir lise öğrencisiyken zor bela, lügatlere başvurmadan, sadece bahsedilen konudan ve bağlamdan yola çıkarak anlamaya gayret ettiğim, belki bu sebeple, teshir edici üslubunu hep yadırgadığım Cemil Meriç’in Kültürden İrfana’sı bu anlamda Latin harfleriyle yazılmış, ama ruhen Osmanlıca metinler değil miydi? Mümtaz Derrida mütercimlerimizin yazı sistemleri (alfabe) ile dili birbirinden ayırt edememelerinin sebebi de Osmanlıca olabilir mi? Türk düşüncesinin son iki yüzyılındaki can alıcı tartışmaların birçoğunu içinde barındıran Osmanlıca harflerle basılmış eserleri çevrimyazı ve sadeleştirme yoluyla okumak zorunda kalışımıza ne demeli? Aydınlarımıza musallat olmuş ihtirasın kendini sadece dipnot diktatörlükleriyle gerçekleştiriyor olması değil mi bunun sebebi? Sahi, 19. yüzyıldaki sıradan bir Osmanlı aydını en az 3 dil birden (Arapça, Farsça ve de Fransızca!) bilerek aydın olabilirken, şimdiki aydınlarımızın sadece 300 kelimelik gündelik Türkçe’yi konuşup yazabilmeleri Türk düşüncesindeki dekadansın bir örneği sayılamaz mı? Modernliğin bir icadı sayılagelen “tarih bilinci”nin bir yerde yazı ile kültürel hafıza arasındaki sıkı ilişkiden neşet ettiğini söylemek bile mümkün. 1928’de katledilerek karanlığa sürgün edilmiş harfleri tekrar hayatımıza davet etmemize gösterilen tepkiler merhum Cemil Meriç’in deyişini haklı çıkarmıyor mu? “Bütün Kur’an’ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalı’nın gözünde Osmanlı’yız. Osmanlı, yani İslâm. Karanlık, tehlikeli bir düşman. Olimpos Dağı’nın çocukları, Hira Dağı’nın evlatlarını hep bu gözle gördüler...” Meriç, Avrupalı’nın gözünden bahsediyor. Peki ya içimizdeki sözde Avrupalılar’a ne demeli, onların gözünün Avrupa’ya bakmaktan kamaşmış olduğu, başkaca bir şey, ait oldukları halka dair herhangi bir şey görmeye tahammüllü olmadıklarını mı söylemeli? Tarih bilinci anlamında Türk aydınlarının ‘taklitçi’, ‘dipnotçu’ pozisyonun ötesine geçememeleri, hemen hemen Cumhuriyet tarihi boyunca aynı meseleleri “et-tekraru ve’l ahsen” fehvasınca aynı biçimde, aynı düzeyde (kesinlikle fikri bir düzey değildir bu!) tartışmak zorunda kalışımız, tartışma konularında herhangi bir aşama kaydedemeyişimiz nasıl yorumlanmalı? “Dilleri var bizim dile benzemez” diyor Karacaoğlan. Türk aydınlarıyla Türk halkı arasındaki meselenin özü esası Karacaoğlan’ın bu deyişinde yatıyor. Eski yazı bulunan hemen bütün kağıtları hürmeten yukarda tutan ‘sıradan’ halk ile onların yazıldığı alfabeyi “karanlık çağların”, “Ortaçağ karanlığı”nın temsilcisi olarak gören bir güruh olarak Türk aydınları... Halk eski ya da yeni, hangi alfabeyle yazılmış olursa olsun hep kendi diline yakın bir dili konuşanların yanında saf tutuyorsa bundan... Birçok bakımdan Türk halkının etkin tarihselliğinin, Türk aydınlarının tarihsizliğine galebe çalması bundan... Anlayamadığı, çözemediği her şeyi ‘karanlık’ olarak adlandıranların kendi müdrikelerinin yetersizliğini mevzularına aksettirmeleri sebebiyle zan altında bulunmalarının sebebi bu. Dile efendilik taslayanların ebkem halleri şaşkınlık uyandırmıyor artık.