25 Nisan 2018 Çarşamba

ÇOCUKLARA FELSEFE ÖĞRETMEK

Çocuklarla birlikte düşünmek gerekir
Çocuklara "felsefe" öğretilebilir mi? Öğretilebilirse nasıl, hangi yolla? Konumuz bu görüldüğü gibi. Hemence "Çocuklara niçin felsefe öğretmeliyiz?" diye de sorulabilir halbuki. Bu soru şimdilik kaydıyla konumuzun dışında. Niçin dışladık peşinen o soruyu, buna yazımızın akışı içinde geleceğiz elbette, ama öncelikle konumuzun ana çerçevesini teşkil eden soruları kısaltarak, yani çocuk ya da erişkin addedeceğimiz herkesi kapsayan bir bakış açısına ulaşarak, tekrarlamalıyız: Felsefe öğretilebilir mi? Öğretilebilirse nasıl ve hangi yolla? Bu bir yerde gerekli bir şey. Kimi hangi gerekçelerle çocuk, kimi hangi gerekçelerle yetişkin sayacağımız belirlenmeden, mümkün bir felsefe öğretiminin usullerini "Bu çocuklara öğretmek için bir yol ve yöntem, şu da yetişkinler için" şeklinde ayırt etmek elbette mümkün değildir. Hatta biyolojik yaşam sürelerine bakarak çocuk ve yetişkin gibi sınıflar belirlemek yerine; "bilme"yi, dahası "ayırt edebilmeyi" içeren daha farklı bir ayrım çizgisi geliştirilebilir felsefe öğretimi için. Bu yazı boyunca elimizde tutacağımız iplerden biri bu. Felsefenin kime nasıl öğretileceğini soran bir bakış açısını içerir bu ip elbette. Felsefeyi öğrenecek olana ilişkin bir kavrayış geliştirmenin önemine işaret eder.

Öğrenmeyi öğrenmek gereklidir
Bir de elbette "öğretilecek şeyin tam olarak ne olduğu" sorusu duruyor bir kenarda. Alman filozof Immanuel Kant öğrencilerine "Benden felsefe öğrenmeyeceksiniz" demiş, "ama benden nasıl felsefe yapılacağını öğrenecek, tekrar edilecek düşünceleri değil, düşünmeyi öğreneceksiniz. Kendi payınıza düşünün, kendi payınıza inceleyin, kendi ayaklarınız üzerinde durun." Kant'a göre, felsefe ezbere tekrar edilen düşünceler değil, düşünmenin kendisidir. Dolayısıyla felsefe, ancak yapılan bir şey olarak, yani düşünme olarak öğretilebilir. Demek ki felsefe değil, düşünmek öğretilebilir. Bu da bir başka ipimiz. Bu ipte de öğretilebilir şeyin gerçekte ne olduğuna ilişkin bir içgörü titreşir durur gördüğümüz kadarıyla.
Peki ama, denecek, düşünmek öğretilebilir bir şey midir? Hem öğretilmesi istenen "düşünmek" nasıl bir "düşünmek" olacak? Düşünmenin de çeşitleri var hiç kuşkusuz. Pratik düşünmek var sözgelimi, matematiksel düşünmek var, şairanelik var, teorik düşünmek dediğimiz bir tür de hemen her disiplinin kendi içinde zaten etkin. Kastedilen felsefeye özgü bir düşünme şekli mi yani, felsefeye özel, felsefi? Hem üstelik filozoflar değil miydi  bize insanın diğer hayvanlardan farkının "düşünmek" olduğunu söyleyenler? Yani zaten bilinen bir şeyi mi öğretmeyi murat ediyoruz düşünmeyi öğretmek derken? İnsan olmanın gereği iken düşünmek, insanlara nasıl insan olmaları gerektiğini mi öğretmeye kalkışacağız? Tam böyle değil elbette, hatta hiç böyle değil. Düşünmek her insana verili bir yeti ise de en azından "felsefi düşünmek" ya da "felsefe aracılığıyla düşünmek" bir yerde enine boyuna düşünmek anlamı da taşır. Yani her insan çizgi çizebilir ya da bir zemini boyayabilir. Bu yetenek aşağı yukarı bütün insanlarda bulunur. Yine de pek az insan ressam olur. Buna benzer, düşünmek de. Her insan düşünür elbette, ama bazıları daha derin, daha enine boyuna düşünür. Demek ki nasıl öğretileceğini sorduğumuz şey, enine boyuna düşünmek, derin düşünmektir.
Immanuel Kant'ın sözlerini bize aktaran İsmet Özel, bu sözlerin "isabetli bir tavsiye", dahası "yerinde bir uyarı" içerdiğini düşünse de, yine de yetersiz olduklarına kanidir. Neden? Çünkü bu isabetli tavsiyeyi tutacak, bu yerinde uyarıyı kaale alacak kişilerin en azından öğrenmenin ne olduğunu da öğrenmiş kişiler olması gereklidir. Yani düşünmeyi öğrenmek isteyen kişinin öncelikle öğrenmenin ne olduğunu öğrenmesi gereklidir. Eh, madem böyle, bu da düğüme ekleyeceğimiz son ipimiz olsun. Öğrenmeye talip kişinin niteliğini öne çıkarır bu ipteki incelik de.

Felsefenin patikalarında gezinmek
Bütün bunları göz önüne alarak hangi yaştan olursa olsun çocuklara felsefe öğretebilmek için yapılması gereken ilk şeyin onlarla felsefenin ağır meselelerine dair dostça sohbet edebilmeyi becermekten geçtiğini söyleyebiliriz. Felsefenin ağır meseleleri dediğimiz şeyler, belki de en işlek patikalarıdır felsefi kavramlar ve düşünceler tarihinin. Hemen her filozofun yolu bir şekilde bu patikalardan geçer. Sonlu ve sonsuz, Tanrı ve alem, mutluluk, erdem, iyilik, bir ve çok, varlık, varoluş gibi konu, kavram ve tartışma gündemleri bu tür ağır konuların ele alındığı kavramsal çerçevelerdir bir yerde. Elbette çocuklara felsefe öğretirken bu patikalara da mecburen adım atmak zorundasınızdır. Çünkü bu patikalar olmadan felsefe dediğimiz düşünme tarzı da ortada görünmez. Peki ama bu patikalara nasıl adım atmalı? Sorun bu, ancak bu sorunu ortaya koyabilmenin ilk yolu da çocuklarla dost olabilmeyi başarmak. Çocuklarla dostluk, arkadaşlık çerçevesinde meseller, masallar, ilginç hikayeler, gündelik yaşamdan örnekler vererek belli bir konuda birlikte düşünmek; felsefede önemli olan kavramlar ve kavramlaştırmalar konusunda onlarda bir tür ışık yakmak, bu kavramlara onları uyandırmak, bu kavramlar eşliğinde belli bir süre de olsa felsefenin patikalarında birlikte gezinmek onlarda felsefenin "ağır" meselelerine dair konulara ilişkin belli bir içgörünün oluşmasını sağlayacaktır zaten.
Felsefenin ağır meselelerini ele almanın yolu illa ağır metinler okumaktan geçmez. Bazen bir hikaye ya da bir şiir, bir fabl ya da iyi düzenlenmiş bir bilmece bu ağır meselelere bir başlangıç yapmayı kolaylaştırabilir. İyi anlatılmış bir hikaye, bir masal ya da mesel bile bir felsefi inceliği, düşüncenin kıvrılışındaki zorlu patikayı çocuklar için zengin ve eğlenceli bir şekilde anlatmamızı kolaylaştırabilir. Bu anlatımlarda gözardı edilmemesi gerekli ilk şey çocukların merak ve dikkatlerini toplamalarına yardımcı olmaya çalışmaktır her zaman. Düşüncenin adımlarını, kavramların nasıl ortaya çıktıklarını göstermek için bu merak ve dikkat gereklidir. Çocuğun sorduğu soruları daha güzel nasıl sorabileceğini göstermeye yarar dostça sohbet. Aynı şekilde sorulan bir soruyu nasıl ele alıp cevaplayabileceğine de yardım eder.

Çocukların düşünceleri, çocuksu mudur?
Felsefenin "Nasıl?" sorusu kadar "Niçin?" sorusunu da önemsediğini, belki "Nasıl?"dan daha fazla "Niçin?" sorusunu önemsediğini kavratmak her türlü felsefe eğitiminin, dolayısıyla düşünce eğitiminin ilk amacıdır. Neyin daha önemli ya da önemsiz olduğuna dair bir sorudur bu çünkü. Çocukla birlikte düşünmek, onun önemsediği hususları da onunla birlikte önemsemek anlamına gelir bir yerde. "Çocuksu düşünceler" diyerek önemsizleştirdiğimiz birçok hususun, ne kadar kötü ve yetersiz görünürlerse görünsünler, dikkatli bir şekilde analiz edilirlerse, ele alınan konudaki çarpıcı bir noktayı farketmemize yarayacağını unutmamak ve bunu çocukla birlikte keşfetmek, düşünceyi çocuksulaştırmaz; aksine onu ulaşılması ilk başta zor görünen başka bir aşamaya taşır. Bu aşama, yazımız boyunca elimizde tuttuğumuz o dört ipin düğümlendiği kertedir işte. Düşünmek tek başına yapılan bir iş değil, birlikte gerçekleştirilen bir iştir. Bunu kimileyin kendi kendimizle gerçekleştiririz, kimileyin ise çocuk ya da yetişkin bir muhatapla. Ama daima bir başkası vardır her düşünme eyleminde. O "başkası"nı önemseyip önemsememek, dost olarak görüp görmemek ise bizim düşünme eylemimizin niteliğini ortaya koyacaktır.
Çocuklara niçin felsefe öğretmemiz gerektiğine ilişkin yazımızın girişinde sorulmasının muhtemel olduğunu belirttiğimiz soruya da böylelikle bir cevap üretmiş olduk. Çocukla birlikte düşünmeyi öğrenmek, belki de öğreticilerin de en az öğrenciler kadar öğrenmeye açık olmaları anlamına gelecektir. Çocuklara felsefe öğretmek, felsefeyi yeniden öğrenmekten başka bir anlam taşımayacaktır böylelikle. ÇETO, Mart-Nisan 2018, sayı: 2

İslam felsefesine giriş için ideal kitap: Tehafüt-el Felasife


Thales'ten bu yana felsefe tarihinde belki de çok az esere Tehafüt el-Felasife kadar haksızlık edilmiştir. El-Kindi, Farabi ve İbn Sina aracılığıyla çiçeklendiği varsayılan Meşşai felsefeye İmam Gazali'nin bu eseriyle yönelttiği eleştiri sonucu, o tarihten bu yana İslam dünyasında felsefi düşüncenin güdükleştiği şeklinde dile getirilen oryantalist suçlamalar, hem tam olarak yazmalarda Gazali tarafından yazılıp bitirilme tarihi 1095 olarak işaretlenen bu muazzam felsefi eserden bu yana İslam dünyasında sürdürülen düşünme çabalarını küçümseyip geçersizleştirmeyi, hem de din ile düşünce (felsefe) arasında temelde bir 'uyuşmazlık' olduğu şeklinde ifade edilen Hıristiyan teolojisinin ('inanıyorum, çünkü saçma') tersinden bir doğrulanmasını bulmayı amaçlar. Hıristiyan teolojisinin eleştirisinden "iman ile aklın zaten hiçbir zaman uyuşmayacağı" sonucunu çıkartan modern zihinlerin de Gazali'yi ve onun muazzam felsefi teşebbüsünü bir nevi 'akılcılığa karşı iman müdafaası' olarak kodlayarak bu felsefi teşebbüsün asıl anlamını çarpıttığını bile düşünebiliriz. ‘Kesin bilgi’nin “aktarılmış kanaatler”den bağımsız, düşünürün kendi zihni ve pratik çabalarıyla her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış bir bilgi olduğunu savunan ve felsefe tarihinde nedensellik eleştirisiyle David Hume’u, “mümkün dünyaların en iyisi” ibaresiyle özetlenebilecek argümantasyonuyla Leibniz’i öncelemiş Gazali'yi İslam dünyasındaki felsefi düşüncenin 'katil'i addetmek ne kadar yerindedir acaba?

Müslüman filozoflar nakilci miydi?
Tabii ki Gazali'nin felsefi düşüncenin tam karşısında yer aldığına dair serdedilen bu görüşler tamamen temelsiz değiller. Gazali'nin klasik İslami ilimlerin yeniden canlandırılması yolunda sergilediği müthiş performansı hesaba katan bu görüşlerin onun feylesoflara yönelttiği eleştirileri "imanın akla meydan okuyuşu" olarak kodlamaları büyük ölçüde bağlam bağımlıdır. Fakat yine de bir çok görmezden gelme ve haksızlık içerir bu tür bir yorumlama ve bağlam bağımlılık. Her şeyden önce bu yaklaşımlar Müslüman feylesofların antik Grek düşüncesinden tevarüs eden felsefi geleneğe yaptıkları katkı ve onu dönüştürmelerini ıskalar ve meseleyi salt bir felsefe ve din çekişmesine indirgerler. Oysa tartışma tamamen İslam kültür ve medeniyeti dairesinde gerçekleşen bir tartışmadır. Elbette tartışmanın tarafları felsefeciler, kelamcılar, sufiler ve fakihlerdir. İbn Sina'nın başta Aristoteles olmak üzere, antik Grek felsefi geleneğinin birçok kavramını özümlediği doğrudur, ama bu kavramlarla ördüğü düşüncenin çıktığı yer ile vardığı yer, ne dersek diyelim, eninde sonunda 'daire'nin içindedir; İbn Sina antik Grek felsefi geleneğinin genel  çerçevesine sığdırılamaz son kertede. Gazali'nin Tehafüt-el Felasife'de İbn Sina başta olmak üzere Meşşai feylesoflara yönelttiği eleştirilere de bu gözle bakmak gerekir. Keskin kültürel ve siyasi tartışmaların, ayrışma ve farklılaşmaların yaşandığı bir dönemde ana omurgayı koruma güdüsü Gazali'nin eleştirilerine yol gösterir. Belki bu yüzden bazen hataya da düşer, İbn Sina'nın bazı kavramlarının tam hakkını veremez, ama zaten asıl sorun genel olarak İbn Sina'nın eserlerinin çağında oluşturduğu bazı yanlış yorumları engellemek değil midir? Gazali işte bunu başarır Tehafüt el-Felasife'si ile. Zaten Gazali'den yaklaşık yüzyıl sonra İbn Rüşd, bu kez İbn Sina'yı püriten Aristocu bakışla eleştirecektir.

Tehafüt geleneğinin kurucu ruhu
Soracağımız soru bu yüzden son derece açıktır: Tehafüt el-Felasife gerçekten felsefi düşünmeyi sakatlamış bir eser midir? Yoksa İslam inancı, kültürü ve medeniyeti çerçevesinde felsefi bir tartışmanın nasıl yapılacağını bize göstermiş, kendisinden sonra da bu yolda birçok önemli düşünürün ortaya çıkmasına imkan sağlamış bir eser midir? Sırf İbn Rüşd'ün Tehafüt et-Tehafüt'ü ya da Osmanlı dünyasında oluşan Tehafüt geleneği değil bu soruyu sorarken gözettiğimiz eserler silsilesi, onlarla birlikte Fahreddin Razi'den Sadreddin Konevi ve Kutbuddin Şirazi'ye, hatta günümüze dek süren bir düşünme geleneği... Sadece felsefi düşünceler üzerinde değil kelamdan tasavvufa, edebiyattan diğer alanlara etkisini görebileceğimiz kurucu bir eserdir Tehafüt el-Felasife. İslam medeniyeti dairesi içinde kendisinden sonraki felsefi-bilimsel düşünmenin üzerinde kalıcı bir etkisi olduğunu bildiğimiz bu eseri bize, felsefi düşünmenin tümüyle reddedildiği bir eser olarak algılatmaya çabalayan oryantalist bakışın iğvalarını daha fazla sözkonusu etmeden söylemek gerekir: Gazali'nin Tehafüt- el Felasife'si tıpkı Farabi'nin Medine-tül Fazıla'sı, İbn Sina'nın Mantık-ül Meşrikiyyin'i ya da İbn Haldun'un Mukaddime'si, İbn Tufeyl'in Hayy bin Yakzan'ı gibi keşfedilmesi gerekli birçok zenginliği içinde barındıran muazzam bir eserdir. Bu eserlerin birbirinin devamı ya da muarızı olmaları bu zenginlikleri gölgelememizi gerektirmez.
İbn Sina'nın yer yer Neo-Platonculukla harmanlanmış Meşşai düşüncelerini kendine eleştiri nesnesi seçen İmam Gazali eserinde üç hususta filozofların küfre girdiğini, on üç hususta da doktrinlerinin kabul edilemez olduğunu sarahaten belirtir. Neo-Eflatuncu 'sudur teorisi'nin Kur'ani 'yaratma' kavramının yerine geçirilmesiyle "alemin kadimliği iddiası"nın ileri sürüldüğünü ortaya koymaya çalışan Gazali, filozofların böylelikle, bir tür zorunluluktan dolayı alemin Allah'tan sudur ettiğini iddia ettiklerini belirtir. Filozofların ikinci iddiası ise Allah'ın cüzileri bilmesinin inkarını içerir. Gazali'nin filozofları din dışına çıkardığını düşündüğü üçüncü iddialarının konusunu da cismani haşrin inkarı oluşturur. Gazali'nin bu çözümlemelerinde Neo-Eflatuncu sudur teorisinin temel işleyişini, İbn Sina'nın kavramlarındaki birçok dakikliği de gözden kaçırdığı açıktır. Ama yazımızın konusunun Gazali'nin çözümlemelerinin nihai doğruluğu ya da yanlışlığının olmadığını belirtmemiz gerekir. Esasında sonraki asırlarda gelişen Tehafüt tartışmalarını mümkün kılan da budur. Bizim için gerekli olan, medeniyetimizin günümüze dek yer yer şedid, yer yer şefkatli bu 'söyleşi ortamı'na; Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Rüşd, İbn Miskeveyh, İbn Arabi, Sadreddin Konevi, İbn Haldun vb. keskin zekalarının oluşturduğu bu büyük 'meclis'e sinen kurucu ruha saygı duyabilmektir.
Cins, Mart, 2018

Neden Müslümanların imgeyle ilişkisi ikonoklazma ile açıklanıyor?

2 Mart 2001’de Taliban yönetimi Afganistan’ın Bamyan şehrinde bulunan ve dünyanın en yüksek heykelleri olarak bilinen iki Buda heykelini yok etti. 30 Eylül 2005’te Danimarka’da yayınlanan muhafazakâr bir gazete Hz. Peygamber’i tasvir eden, Müslümanların saldırganca ve hakaretamiz bulduğu bir dizi karikatür yayınladı. Dünyanın birçok şehrinde Müslümanlar bu durumu protesto etti ve Danimarka elçiliklerine saldırılar düzenlendi. Bu protestolarda 200’den fazla insan da hayatını kaybetti. Dönemin Danimarka Başbakanı karikatürlerin yayınlanmasının ifade özgürlüğünün bir parçası olduğunu iddia ederek yaşanan aleyhte olayları İkinci Büyük Savaş’tan beri Danimarka’nın başına gelmiş ikinci büyük felaket olarak yansıttı. Geçtiğimiz yıllarda DEAŞ’ın Suriye’de antik eserleri yok etmesi ya da Batı’da üretilen Müslümanları ve Müslümanların hürmet gösterdiği değerleri aşağılayan sözüm ona çeşitli sanat ve sinema eserlerine Müslümanların gösterdiği tepkiler gibi birçok olay sürekli dünya kamuoyunun gündeminde kaldı.
Bu ve buna benzer olayları merkeze alan Nuh Yılmaz, Müslümanların ‘imge sorunu’yla ilişkilerini ifade etmek için yaygın bir biçimde kullanılan “İslami İkonoklazma Tezi”ni sorguluyor. Yılmaz’ın bu sorgulamasına rehber seçtiği temel soruları şunlar: Neden Müslümanların imge ile ilişkisi ikonoklazma (imge kırıcılık) ile açıklanıyor? Neden başka millet, din ya da toplulukların imgeye dair tasavvur ve eylemleri siyasal, toplumsal ve tarihsel olaylar çerçevesinde bir anlama kavuşturuluyor da söz Müslümanlara gelince tartışma teolojik bir düzeyde ele alınıyor? Neden Müslümanların imgeyle ilişkileri varlık-yokluk uzlaşmaz çelişkisi ile açıklanıyor?
Batı’nın dış sınırları
İslami ikonoklazma tezini oluşturan iktidar ilişkilerini, iktidar yatırımlarını, bu söylemin oluşmasına ve ortaya çıkmasına katkı veren tarihsel-sosyolojik kurumları, bu söylemin teşekkülündeki önemli anları ve kırılma noktalarını Michel Foucault’nun geliştirdiği soykütüğü yöntemiyle deşerek, bu tezin Avro-Amerikan söyleminde Müslümanların imge ile ilişkilerini tarif eden bir iktidar söylemi olduğu sonucuna ulaşan Nuh Yılmaz bu tez sayesinde Avrupa’nın kendi imge dünyasının sınırlarını belirlediği bir imge ekonomisi geliştirdiğini savlıyor. Bu imge ekonomisinin her ne kadar Müslümanlar ve İslam’la ilgili olduğu zannedilse de aslında Avrupa’nın kendisi, Avrupa kimliği ve Avrupa fikrinin doğuşuyla yakından irtibatlı olduğunu ortaya çıkaran Yılmaz, böylelikle bu tezin Müslümanları ya da ikonoklazmayı değil, Batı’nın dış sınırlarını teşkil eden muhayyel alanı tarifle ilgili olduğunu belirtiyor. Yılmaz’a göre tez, İslam ile değil, Batı ile bilhassa Ortaçağ’daki Hıristiyan dünyası dahil, modern dönemde sekülerleşip evrenselleşerek Avrupa’ya dönüşen seküler evrensellik sistemi ile ilgili.
Müslümanların imge ile ilişkilerinin bu tez dolayımıyla açıklanma girişimlerindeki tarihsel, siyasal endişe ve kaygıları, bu tezle Avrupamerkezciliğin kendisine sağladığı politik pratik kârları da analizi boyunca sürekli göz önünde tutan Yılmaz, tezin en nihayetinde Batı’nın tüm tikelliklerden sıyrılmış, zamansız-mekansız ve işaretlenmemiş bir evrensel model olduğu, yani Batı anlatısının evrensel ve tek hikaye olduğu, bu anlatının dışında kalan ya da onun dışladığı tüm diğer hikayelerin ise anlatılmaya değmez, gayrımeşru ve hatta belki de hiç olmadıkları şeklindeki iddiayı formüle etmeye yaradığına işaret ediyor.

17 Nisan 2018 Salı

Kültürümüze muttali olamayanların 'iktidarı'

28 Şubat postmodern darbesinin ertesi yılı İstanbul’da Cihangir’e yakın edebiyat mahfillerinde duyduğum bir dedikoduydu bu. Sosyalist, ama yine de Türkiye kamuoyunun tamamına yayınladığı kitaplarla hitap edebilen bir yayınevi, ilk kitabıyla sükse kazanmış bir Kürt kadın şairin şiir kitaplarını basmaya başlamıştı. Aynı yayınevinin çıkardığı Defter dergisinde de hem teorik hem edebi yazılar ve ürünler yer alıyordu. Kitaplarıyla en baştan beri o yayınevinde yer alan başka bir kadın şair fısıldamıştı o dedikoduyu kulağıma: Yayınevinin sahibi ve yöneticileri Kürt şairleri parlatmaya uğraşıyordu. Peki niye? Şiirleri iyi ve parlatıl-maya değer olduğu için mi, yoksa bu şairler hem sosyalist hem de daha önemlisi Kürt olduğu için mi? Dedikoduyu kulağıma fısıldayan şair ikinci şıkkı düşünmeye daha çok meyyaldi. Zaten kendisi de sonradan kitaplarını sözünü ettiği o yayınevinden çekerek başka bir yayınevine transfer olmuştu. Bana kalırsa, Kürt kadın şairin o kitapları, o yayınevinde içerdikleri şiirlerin nitel hususiyetleri bakımından basılmayı hak ediyordu, ama dedikoduyu kulağıma fısıldayan kadın şairin zikrettiği ikinci Kürt şair için aynı şeyi söyleyemezdim. Öte yandan, tahminlerime uygun bir şekilde, o ‘yetersiz’ erkek şair de kayboldu gitti. Buraya kadar yazıyı “bir” dedikodu üstünden sürdürdüğümün farkındayım. Eh, sol ayetullahımız Murat Belge’nin modern Türk şiiri üstüne yazdığı son kitabıyla açtığı kapıdan geçmek bize niye haram olsun ki? Üstelik aktardığım dedikodu tam da ‘kültürel iktidar’ denen meymenetsizliğin nasıl şekillendirildiğini görmemize imkan tanıyan ipuçlarını bize verebilecek ‘gerçek’ bir örnek.
Deleuze’cü minör politika
Benzer bir sorun, kurucu iki isminden ilki, yani ‘fikir babası’ Murat Belge olan İletişim yayınlarında da yaşanıyordu aslında. Yayınevinin kurulmasına katkı sağlayan diğer isim, yani ‘para babası’ ise ‘kızıl milyarder’ olarak anılan ve geçtiğimiz yıl tutuklanan Osman Kavala’ydı. Belge, sosyalist çevrelerde Kemalizm eleştirileriyle temayüz etmişti, yayınevinin katalogunda da Kemalist döneme ilişkin eleştirel kitaplar ağırlıklı bir yer tutuyordu. Normaldi elbette bu durum, sonuçta kurulu düzene muhalefetin bir ucu da bu düzenin ideolojik-tarihsel köklerine değmeliydi. Ama her nedense bu yayınevi de ısrarla sözde Ermeni soykırımı, gadre uğramış Alevilik ve etnik Kürt milliyetçiliği temalı kitaplara Kemalizm eleştirisi taşıyan kitapların yanında yer veriyor; kimbilir belki de böylelikle sözümona Deleuze’cü minör (azınlıkçı) politikaları sürdürdüklerini sanıyorlardı. Sözümona diyorum çünkü aslında Deleuze ismi bu yayınevinin kitapları arasında sadece -toprağı bol olsun- Ulus Baker’in kitaplarındaydı. Ulus Baker’in Aşındırma Denemeleri’nde yer alan ve doğrudan azınlıkçı politikaları konu edinen yazının da Elif Şafak’la birlikte kaleme alındığını vurgulayayım ki Sezar’ın hakkı Sezar’ı bulsun.
Ya da yayınevinin tutumunda belirginleşen araz belki de ‘kurucu’larından kaynaklanan Helsinki’cilikle açıklanabilirdi. Helsinki Yurttaşlar Birliği adı verilen inisiyatifin Türkiye’de tanınan en önemli iki isminden biri Murat Belge’ydi, diğeri de Ali Bulaç. Bu noktada hatırlatmam elbette yersiz ve gereksiz: Gerek yayınevi gerekse Birikim dergisi çoktan Marksizmi, hatta 1980’lerin ikinci yarısında bir ara benimser gibi göründüğü Laclau ve Mouffe ile anılan post-Marksizmi geride bırakmış, yine sözümona “ahlakçı bir sosyalizm” ortaya çıkartmanın peşine düşmüştü. Yayınevinin 1983’te kuruluşundan bu yana belki de değişmeyen bir gündemi işaret eden azınlıkçılığa meyilli tutumunun, Kemalizm eleştirisinin devamında düşünülmesi de mümkündü elbette. Ancak bu durumda bile doğrudan Kemalizm’le hiçbir ilgisi olmayan geniş halk kütlelerini de zan altında bırakan bir tutumu (sözde Ermeni soykırımı iddialarının savunulmasında bunu çok iyi gözlemleriz) benimsetmeye çalışan bir yayın politikasının bana kalırsa sırf tarihsel hataların vicdanen tazmini gibi görece ahlakçı bir saikle ifa edildiğini düşünmek fazlaca safdillilik olurdu. Diğer yandan ‘iktisadi sorun’un yayınevi politikasında ilk başlarda önemsenmesine karşın tam da Marksist anlamıyla merkezi olma niteliğini artık yitirdiğini, yayınevinin katalogundaki kitap içeriklerinin yıllar içindeki değişiminden anlayabildiğimiz kadarıyla diğer toplumsal sorunlardan bir sorun olma statüsüne indirgendiğini de görüyorduk. Yayınevinin politikalarındaki bu değişim 12 Eylül rejiminin ‘iktisadi sorun’u tamamen ‘kültürel bir kimlik sorunu’na evirme çabasıyla da koşuttu. Marx’ın sözleriyle “katı olan her şeyi buharlaştıran” süreçler, bir zamanlar Marksist eleştirmen kimlikleriyle tebarüz edenlerin o ideolojik kimliklerini de aşındırmayı başarmıştı.
MESAM örneği
Yayın dünyasında yaşanan bu durumlara benzer durumlara diğer alanlarda da rast gelmek imkan dahilinde. Sözgelimi akta-racağımız şu sözler Ocak ayı başlarında Türkiye Musiki Eser Sahipleri Meslek Birliği Başkanlığı’ndan (MESAM) istifa eden Orhan Gencebay’a ait: “MESAM, etnik köken ve inanç üzerinden örgütlenerek faaliyette bulunulacak veya ele geçirilecek bir kurum değildir. ‘Benim adamlarım’ veya ‘Bize oy verecekler’ gibi söylemleri kabul etmem mümkün değildir.” Gencebay, istifa dilekçesinde ‘adil bir yönetim anlayışının ortaya konulması, hesap sorulması ve hesap verilmesi’ istemlerinin yönetim kurulunda oy çoğunluğuyla reddedilmesini gerekçe göstermişti. Gencebay’ın “adam kayırmacılık, grupçuluk, sayısal üstünlükçülük”le itham ettiği yönetim kurulu üyelerinin kimliği de “kültürel iktidar”ın biçimlenme tarzlarını ortaya koymaya yetiyordu. Yeri gelmişken geçtiğimiz ay Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından MESAM Yönetim Kurulu Başkanı Arif Sağ ve yönetiminin yerine Yavuz Bingöl başkanlığında bir kayyım heyeti atanmıştı.
İslami sinema olabilir mi?
Sinema alanında İhsan Kabil’in !f ve benzeri film festivalleriyle ilgili yazısı sonrası 2012’de yaşanan medyatik tartışmada da benzeri ilişkiler ağının ortaya çıktığını görmüştük. Hatta bir ‘İslami sinema’ olabilirmiş gibi -ki bu ‘İslami’ nitelendirmesinin bile Avrupamerkezci farklılaştırmacı tınıyı yansıladığını fark etmemek için epey çaba sarf etmek gerekir!- “İslami Sinema’nın çok ciddi bir kriz içinde olduğu, uzun süredir içinde bulunduğu duraklama devrinin artık gerileme evresine dönüştüğü ve yakın gelecekte de çöküş devrinin yaşanacağı kanısındayım” şeklinde Nostradamusvari kehanetler ileri sürenlere de rastlanmıştı o tartışmalar esnasında. Gerek müzik gerekse sinema alanlarında ‘dışarlıklı’, sadece ‘dinleyen’ ve ‘seyreden’ biri, bu dışarlılık sebebine istinaden anlaşılacağı üzere sıradan bir beğeni sahibi olduğum için bu alanlarla ilgili örnekleri o alanlardaki iktidar süreçlerine doğrudan dahil olan isimler arasında çıkan tartışmalardan seçmek durumunda kaldım. Yani bu konuda benden bir dedi-kodu duymayı bekliyorsanız maalesef yok. Belge’liğim bu kadar!
Şiir ve sosyal teori alanlarından verdiğimiz ilk iki örneğe nazaran müzik ve sinema alanlarındaki ‘kültürel iktidar’ın şekillenişinin daha açık ve daha doğrudan, daha nobran olduğu da fark edilir. Şiir ve sosyal teori alanlarında deyim yerindeyse ‘satır araları’na sıkıştırılan Avrupamerkezci ve alabildiğine sinsi aparatlara ihtiyaç duyulması, bu alanların ‘yüksek kültür’e ait olma-sının etkisinin yanısıra bu alanlarda madunların nobran iktidar uygulamalarına öteden beri bağışıklık kesbetmiş olmalarına da bağlanabilir. O kadar görmezden gelmeye, üstlerini çizmeye uğraşmalarına rağmen ne Necip Fazıl Kısakürek’i ne Sezai Karakoç’u ne de Cahit Zarifoğlu’nu ve onların kalıcı etkilerini modern Türk şiirinden tamamen dışlayıp elimine etmeyi başaramamıştır sözgelimi bu iktidar. Çünkü şiirde iktidarın asliliği esere dayanır, imzaya değil. Sinema ve müzik gibi daha çok popüler kültürle içli dışlı olan, trendlerin kolayca değişebildiği, tüketim kültürüyle haşır neşir ve bir şekilde şiire ve sosyal teoriye nazaran hem mali külfeti hem de getirisi yüksek alanlarda ahbap-çavuş ilişkilerinin parsa paylaşımını kontrol amaçlı organizasyonuna ağırlık verildiği görülür. En son örneğini Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminde gördüğümüz üzere film dağıtım ağlarını, dolayısıyla gişe gelirlerini de kontrol edebilen bir mekanizmadan bahsediyoruz. Gerçi 1980’li yılların bir yandan boğuk diğer yandan da cilalı atmosferinde ‘Bir Atıf Yılmaz filmi’ denerek sinema piyasasına sürülen ve entelektüel bunalımları konu edinen filmler gibi dene-yimlerin başarısızlığından sonra bu ve buna benzer bütün mekanizmaların oluşturulmasında bahsi geçen yapıların, uluslararası ilişkilerini de devreye sokarak epey emek sarf ettiğini de belirtmeliyiz.
Bütün bu tartışmalar ve örneklerin varıp varabileceği yer, “kültürel iktidar” dediğimiz habaset ve meynemetsizliğin (başka bir deyişle obskürantizmin), iktidarının bilincine gayet vakıf ve gayet de pervasız olduğunu göstermeye yeter. Cahilin cesur olmasıyla herhangi bir bakımdan bir bağını kuramayacağımız bu pervasızlığın kendini gösterme şekli, “ortak anlayış ve kültür”e ve dolayısıyla onun en temel bileşenlerini teşkil ettiği düşünülen dinselliğe amansız düşman oluşudur. Toplumsal anlamda ortak anlayış ve kültürü bayağı sayan bakış açılarının özellikle dini konularda kendilerini eğitmeye meyletmemelerine de bu sebeple alışık olmamız gerekir. ‘Kültürel iktidar’ın taşıyıcı araç ve aparatlarının dini konulardaki bilgisizliklerinden ‘utanmak’ bir yana, bu bilgisizlikleriyle gönendiklerini de söyleyebiliriz. Oysa zaten biliyoruz ki ortak anlayış ve kültür ne bir proje ne bir dayatma ne de bir taleptir. O Türk halkının bu topraklarda yüzlerce yıl süren macerasından, uzun, sancılı ve kavgalı yaşamından, ittifak, çatışma ve mücadelerinden bugüne kalandır. Bu ortak anlayış ve kültüre dışarlıklı olsa bile muttali olamayanların “kültürel iktidar” denen habis meymenetsizliğe gönül indirmelerine de bu yüzden aldırmamak gerekir.

‘İzm’lerin değil Cemil Meriç’in fikri mirası

Türk düşüncesinde, özellikle gelenek ve gelecek tasavvurlarında hem zamansal hem zihinsel birçok kopma ve kesintinin yaşandığı söylenebilir. Düşünme etkinliğinin verimli olabilmesinde en önemli unsurun süreklilik ve sebat olduğu düşünülürse bu tür kopma ve kesintilerin, henüz filizlenmişken birden bastıran kar fırtınalarıyla çürümenin ya da çıkan sıcaklarla kurumanın düşünme eyleminin aleyhine olduğu açıktır. Siyasal-toplumsal şartlara bunca bağımlı oluşu, belki de düşünme eyleminin en büyük zaafıdır, hele Türk düşüncesi dediğimizde bu zaafın iyice öldürücü bir hale geldiğini görürüz.
Türk düşüncesinin tarihi figürleri arasında temsil ve işaret ettiği ufuklar bakımından Cemil Meriç’in yeri sözgelimi bir Sabri Ülgener, Niyazi Berkes ya da Erol Güngör gibi yaslandıkları sağlam ve sınırları belli bir disiplin (iktisat tarihi, sosyoloji) çerçeve-sinde fikir beyan eden düşünürlerden farklılaşır, hatta istisnai bir hale gelir. Siyasi alanın teşekkülünde etkili hale dönüşmüş birtakım izmleri ve ideolojileri “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” olarak gören Cemil Meriç, onların sağladığı zihinsel konforun sakatlayıcı boyutlarına dikkat çeker. Entelektüel hayatına Hint Edebiyatı hakkında yaptığı çalışmalarla başlayan, Osmanlı’dan Batılılaşmanın hemen her safhasına dair özgün değerlendirmelerde bulunan, Saint-Simon’dan Edward Said’e, Ali Şeriati’den Andre Miquel’e birçok entlektüele Türkçe’de ilk kez onun cümlelerinde rastladığımız bir mütefekkirdir Meriç. Edward Said, Ali Şeriati ve Andre Miquel’in eserlerinin Cemil Meriç’in işaret etmesiyle Türkçe’ye çevrildiğini biliyoruz.
Solcuların kendisini sessizlik ve suskunlukla boğmak istediklerinden yakınan Meriç, 1970’li yıllardan itibaren yazdıklarıyla milliyetçi-muhafazakar ve İslamcı nesiller üzerinde de etkinlik kazanır. Meriç’in cümlelerinin gayet şairane sayılabilecek, ima ve tedaileri geniş, düşünme kuruluğundan ırak şekillenişi onun yazılarının etkisini de çığ gibi büyütür, günümüz toplumsal-siyasal muhayyilesinin oluşumunda etkin birkaç düşünürden biri haline getirir Meriç’i. Esasında Meriç’i doğumunun 100. yılında anma-ya dönük olarak Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenmiş bir sempozyuma sunulan tebliğlere dayanan Bu Ülkey’yi Yeniden Düşünmek başlıklı kitap, onun eserlerini daha geniş bir perspektifte tanımamızı, hayatını, hatıratını, fikriyatını ve düşünme dünyamızda edindiği müstesna yeri daha ayrıntılı bir şekilde ele alabilmek için önemli bir kaynak olmayı amaçlıyor. Kitap sade-ce sempozyuma sunulan bildirilerden ibaret kalmıyor, takviye olarak yazılan farklı yazıları da ihtiva ediyor. Cemil Meriç’in fikri mirasını farklı açılardan detaylıca irdelemeyi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve günümüze kadar uzanan köklü toplumsal, kurum-sal, zihinsel değişim ve dönüşümleri onun “görmeyen gözü”nden yorumlamayı tercih eden yazılarla düşünce gündemimizde süreklilik kazanan meselelere yaklaşımımıza yapacağı katkılar ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. Asım Öz’ün yayına hazırladığı kitap bu açıdan da kalıcı bir nitelik kazanıyor.

13 Nisan 2018 Cuma

Yapay zekanın nesne bilgisi ve dil sistemi

Dil ile düşünce arasındaki bağ, felsefe tarihi boyunca üzerinde en çok durulan konulardandır. Platon’un Kratylos diyaloğunda konu ettiği adlandırma, mantık ve diyalektik tartışmalarından  Wittgenstein ile Heidegger’in derin etkilerini taşıyan modern felsefelere, hemen bir çok felsefi problemin gerek oluşumunda gerekse ifade edilişinde ‘dil’ kertesinin ve düşüncenin toprağı olarak dil tasavvurunun yürürlükte olduğunu görebiliriz. Hatta Wittgens-tein’a kalırsa, bir insanın dilinin sınırları, yaşadığı dünyanın sınırlarını belirler ve hatta aynı zamanda o sınırlarla mukayyettir; o sınırlar dahilinde insan yaşamını sürdürür. Her türlü dünya tasavvurunun bağlayıcı ön şartı dildir, dille ifade edilebiliyor oluşudur; insan dünyası handiyse dille kurulur.
Diğer yandan özellikle bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin gelişimiyle birlikte donanım ve yazılım sistemlerinde görülen atılım 20. yüzyılın son çeyreğinden bu yana gündelik hayatımızda da sık sık tartışılan bir konu haline getirdi yapay zekayı. Robotik teknolojilerle birlikte özellikle bilgisayar donanım ve yazılım dillerini, yani yapay dilleri söz konusu edinen yapay zeka çalışmalarının sürekli tartışıldığını, yapay zekaya yönelik beklenti, endişe ve korkuların birçok kez Matrix vb. bilimkurgu filmlerde ve hatta gündelik hayatımızda da yer bulduğunu gözlemliyoruz. Senbenoğ adlı çığır açıcı kitabında Türkçe üzerine geliştirdiği seslerle anlam arasındaki bağı gözeten ‘kökses teorisi’yle tanıdığımız bir isim Hüseyin Rahmi Göktaş. Türk-çe’de anlamın nasıl kurulduğuyla ilgili bu teorisi hem son derece yenileyici, hem Türkçe hakkında neredeyse muhkem kaziyye seviyesinde kabul edilmiş birçok yaklaşımı sarsıcı, hem de üretken bir yaklaşım içeriyordu. İnsan düşünüşünün aktarılabilir yüzeyinin dile bağlı olduğunu savlayan Göktaş, Yapay Zekanın Türkçe Üzerine Kurulumu adlı kitabında ise doğal dil işlemleriyle ilgili bir çaba ve çalışma içinde olmadan yapay zekanın düşünebilmesi için gerekli olan bilinç eşiğini, ‘nesne eşiği’ seviyesine yükselterek yapay zekanın nesne bilgisini dil sisteminin nesnesine eşitlemeyi amaç olarak seçiyor.
Modern zihin felsefeleri
Kitabında Göktaş, yapay zekanın dil öğrenimini konu edinmiyor. Amacı, genellikle matematiksel temelli düşünülen yapay zeka mantığını, bu modele ait basit mantık kalıbından çıkararak, dil sistemi ve dil mantığıyla ele almak. Dilin insan düşünüşünün ilksel ve kavranabilir derin taslağını çizdiğini düşünen Göktaş, Türkçe’nin teknik ve sistematik tutarlılığını, hayret edilesi derinlik seviyesini de göz önüne alarak yapay zekadan söz edile-bilecek bir zemini, yapay zeka olarak tasavvur ettiğimiz hayaletimsi bilinç ve özbilinç durumunu ele almamıza imkan tanıyacak bir başlangıç orta-mını sunuyor. Bu açıdan çalışmanın temel ilgi alanının yapay zekanın düşünmek için ihtiyaç duyduğu ortamı bir zihin olarak tasarlamak ve bu ortamda kurulacak dil ile de insan düşünmesine yaklaştırmaya çalışmak olduğunu vurgulayabiliriz. Modern zihin felsefeleri, bilinç fenomenolojileri, dil analizleri ve kurguları ile de uğraşanların Türkçe zemininde ufuklarını açacak, insan zekası ile yapay ve kurgusal zekalar arasındaki eşitlik ve farklılıkları düşünme gündemimize almamızı sağlayacak türden bir kitap Göktaş’ın kitabı. Teorisi olmayan biçimsiz yapılar etrafında çalışan Gök-taş’ın bu çalışmalarından çıkan verimli ürünlerden biri de bu.

5 Nisan 2018 Perşembe

Modern ırkçılığın kurbanlarına…

ABD’de 1950’li yıllarda uygulanan Jim Crow Kanunları gereği otobüslerde beyazlara ayrılan koltuklara siyahların oturmamasının öngören düzenlemeye karşı duran Rosa Parks’ın başlattığı isyan ve sivil itaatsizlik eylemlerinden 10 Şubat 2007’de eski bir aktör olan Barack Husein Obama’nın ABD Başkanlığı’na aday olmasına kadar geçen süreçte yeniçağların başlangıcından itibaren ‘transatlantik köle ticareti’ yoluyla Afrika’dan yeni kıtaya taşınan insan kütlelerinin maruz kaldığı ayrımcı politikaların sonuçları dünya siyasetinde sürekli gündeme gelen olaylar silsilesindendi.
Alex Haley’in aynı adlı romanından TV’lere uyarlanan Kökler dizisinin Kunta Kinte’leri olarak siyahi insanların karşılaştığı ‘modern’ felaketler, sırf derilerinin rengi gibi değiştirmeleri asla mümkün olmayan farklılıklar sebebiyle yaşadıkları acılar onları belki de modern ırkçılığın başka herhangi bir örnekle kıyaslanamayacak türden kurbanları kılmıştı. Diğer yandan Amerika kıtası-nın 1492’de Cristoph Colomb tarafından keşfi ve aynı yıl Granada’nın İspanyol saldırılarına direnemeyerek düşüşü de Latin Amerika olarak bilinen Güney Amerika’daki Müslüman yerleşmelerinin önünü açtı.
Irki tasnife karşı
1960’lı yıllarda Güney Afrika Cumhuriyeti’nde hüküm süren apartheid rejimine karşı başlatılmış sanatsal bir akımın adıdır esasen ‘Siyah Güzeldir.’ Siyah ve beyaz insanlar arasında keskin sınırların çizildiği apartheid rejim altında yaşayan ve kendilerine karşı uygulanan ırki tasnife karşı çıkan siyahların ‘siyahi var oluşlarıyla’ gururlanmalarına dayanan bu sanatsal akıma kitabına seçtiği isimle selam gönderen Muhammed Berdibek, 1960’lı yıllardan itibaren önemli birçok olayda karşılaştığımız Steve Biko, Nelson Mandela, Martin Luther King, Malcom X ve buna benzer birçok siyahi sembolü kitabında anlatıyor. Dışlanmış siyahları, onların çabalarını ve verdiği mücadeleleri kitabında detaylıca irdelemeye çabalayan Berdibek, böylelikle, 20. yüzyılın şimdilerde pek hatırlanmayan ya da hatırlanmak istenmeyen olaylarına da ışık tutuyor.
Kara Panterler hareketinden Muhammed Ali’ye, Naci Ali’den Fransa’da Eyfel Kulesi’nde intihar eden 359. kişi olan Konyalı terzi İzzettin Aydoğan’a, Tunus’ta kendini yakarak Arap Baharı denen isyanlar zincirini başlatan Muhammed Bouzaizi’den Frantz Fanon ve Marilyn Buck’a zaman zaman gazete haberlerinde sıradan bir detay olarak yer alan zaman zaman dünya tari-hinin akışını yaptıkları ya da öncü oldukları eylemlerle kökten değiştiren insan hikâyelerine yer veriyor kitabında Berdibek.
Son derece içten ve mütevazı bir üslubun tutturulduğu yazılarda dünya tarihi denen, Titanik gemisinin çarptığı buzdağının, yani insanlığın kırılmaz gece çekirdeğinin görünürlüğe pek çıkmamış boyutlarını anlatıyor bize. İyi de ediyor.