26 Haziran 2018 Salı

Tarihe bakan geleceğe ışık tutan romanlar

Tarih ve siyaset ilişkisi hemen her zaman ilgi çekici tartışmalara sebebiyet vermiştir. Özellikle Türkiye’de Sultan II. Abülhamit’in “Ulu Hakan” mı “Kızıl Sultan” mı olduğu sürekli farklı siyasi cenahlar arasında tartışmalara yol açar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün de etten ve kemikten bir kişi olduğu, onun da her birimizde olduğu kadar güçlü ve zayıf yanlarının bulunduğu görülmez. Tarihi sadece bir şekilde geçmişte yaşanmış, günümüze etkileri sürse de bu etkilerin kısıtlı düzeyde kaldığı bir olaylar demeti olarak okuyanlar olduğu kadar, tarihyazımı faaliyetlerinin güncel siyasi taraf ve tartışmalardaki etkisini üzerinden değerlendirmek de mümkün. Bu yaklaşım, tarihin sadece, geçmişte yaşadıklarımızla değil gelecekte yaşamayı düşlediklerimizle de ilgili bir tarafı olduğunu öngörür. tarihe böyle bir perspektiften bakar. Tarihsel geçmişe ilişkin oluşturulan anlatıların büyük bir kısmının özlemlerimizin, düşlerimizin, arzularımızın ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu savlayan Mustafa Özel romanlar aracılığıyla da bu arzu ve özlemlerin tahlil edilebileceğini ileri sürüyor. Çünkü ona göre romanlar, tarihin arzu, özlem ve çıkarlarımızın birer ifadesi olarak tarih anlayışlarımızı analiz edebilmek için epey elverişli araçlar sağlıyor.
Eski ve yeni Haşhaşiler
Roman Diliyle Siyaset kitabında Kemal Tahir, Amin Maalouf, Emile Zola, Robert Musil, A.Hamdi Tanpınar, Kemal Sayar, A. Mithat Efendi, Yakup Kadri, Mustafa Kutlu, Filibeli Ahmed Hilmi, Halide Edib Adıvar, Joseph Conra, Sabahattin Ali, Peyami Safa gibi yazar ve romancıların eserlerinden yola çıkarak güncel siyasetin süreklileştirilmiş meselelerine ilişkin görüşlerini serdeden Özel böylelikle o meselelerin anlaşılması için farklı bir pencereden ışık düşürüyor.
Sözgelimi A. Mithat Efendi ile Filibeli Ahmed Hilmi’nin Haşhaşiler olarak bilinen Hasan Sabbah ve fedailerine ilişkin yazdığı romanlardan yola çıkarak güncel siyasetimizde FETÖ’ye yapılan ‘Haşhaşi!’ nitelemesinin yerli yerindeliğini ortaya çıkaran Özel, tahlilini burada bırakmıyor; Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan, Robert Musil’in Niteliksiz Adam romanlarına başvurarak Haşhaşilikle oluşan durumun sosyolojik yanlarına da dikkat çekiyor. Haşhaşiliğin sosyolojik analizini romanlar aracılığıyla gerçekleştirebileceğimizi görüyoruz böylelikle.

25 Haziran 2018 Pazartesi

Neyin yorgunluğunu yaşıyoruz?


Dürrenmatt'ın o nefis öyküsü
Ünlü Alman trajik yazar Friedrich Dürrenmatt'ın nefis bir öyküsünü okumuştum bir zamanlar. Dürrenmatt'ın anlatımına göre dünyada hayatları boyunca sürekli çalışma, zahmet, ter, emek, acı, zulüm ve mutsuzluk gibi olumsuzluklarla yüzleşmek zorunda kalan insanlar artık dayanamıyor ve bir gün hep birden Tanrı'ya dua ediyorlardı: "Ey Tanrı'm! Biz bu hayatı yaşamak zorunda mıyız? Hiç acının, zulmün, mutsuzluğun olmadığı bir hayatı niye bize uygun görmüyorsun?" Dürrenmatt, Tanrı'nın insanların bu çağrısına icabet ettiğini vurguluyordu öyküsünde, öyle ki tüm insanlar, sanki cennet bahçelerinden bir bahçede yaşarmış gibi şen şakrak, güleç, sürrekli mutluluk içinde dünyada olmanın tadına ulaşıyorlardı. Artık çalışmak, zahmet çekmek, terlemek, mutsuz olmak, hırsızlığa ya da cinayete kurban gitmek, zulme ve haksızlığa uğramak gibi olumsuz sayılabilecek hiçbir şey yaşanmıyordu insanlar arasında. İnsanlar dünyada değil de sanki cennettelerdi hep birlikte. Ama bir gün, önce içlerinden birin, daha sonra bazıları, en nihayetinde de hepsi can sıkıntısını yaşamaya başladı. Aradan geçen süre zarfında artık insanlar homurdanmaya, kendi kendilerine söylenmeye başlamıştı öyküde: Acaba önceki hayatları bundan daha mı güzeldi, daha mı lezzetliydi? Öykünün sonunda bütün insanlar tekrar toplanıyor ve Tanrı'ya eski hayatlarını onlara iade etmesi için yakarıyorlardı.
Dürrenmatt, bu trajikomik öyküsüyle bize yaşadığımız hayatların olabileceklerin en iyisi olduğunu söylüyor bir yandan. Başka bir yandansa insandaki doymazlık, açlık, değişkenlik, karar verilemezliğin gözardı edilmemesini öğütlüyor. Bir de tabii, mutluluk ve mutsuzluğun birbirlerini gereksindiklerini. Mutluluk olmadan mutsuzluğun fecaat olması kadar, hiç mutsuz olmamış bir kişinin mutluluğu da sahtedir.

Din yorgunluğu mu?
Bir süredir toplum olarak bir din yorgunluğu yaşadığımız söyleniyor, iddia ediliyor hatta. Dijital teknolojilerin yaygınlaştığı, üretim ve tüketim kalıplarının farklılaştığı bu çağda hayatı yaşama şekillerimiz de farklılaşıyor elbette.  Ama yine de sormak gerekli: Türk toplumu sahiden bir din yorgunluğu mu yaşıyor, sahiden gençlerimiz ve toplumumuz 'inanmak'tan yorulmaya mı başladı? Kimilerinin dünyevileşme, kimilerinin sekülerleşme, kimilerinin ise modernleşme addettikleri bazı süreçlerin, olay ve olguların kamusal alanda, basılı, görsel ve dijital medyada yaygın bir şekilde görülmesi neye işaret ediyor? Yanlış öncüllerden yanlış çıkarımlar yapılarak yanlış sonuçlara varılması ile vasıflandırılabilecek ve en çok da bu yönleriyle medyada gündeme gelen dini figürler arası tartışmalarla toplumun tamamına sirayet eden bir 'dinden yılma' yahut 'bıkma' mı yaşıyoruz acaba? Yahut anlayışlarımız mı giderek güdükleşti, sertleşti?
Dijital toplumların, birbirleriyle sadece sosyal medya ve elektronik eşyalar üzerinden diyalogda yoğun şekilde bulunduğu toplumların inanma biçimlerinin de farklılaşacağı hiç şüphesiz. Eski güzel zamanlara nazaran bu durumun hepimize bir "sahicilik kaybı" yaşatacağını söylemek mümkün bu sebeple. Birbirimizle ruberu görüşmeden selamlaşıp (bunu da kısaltarak: "slm") "hayırlı günler" dilerken elbette bir nostalji yaşamamız kaçınılmaz. Fakat, bu durumun kendiliğinden bir "inanç yitimi"ne yol açacağını düşünmek mümkün değil.

Dijital toplumda inanmak
Dünyaya gözlerini açar açmaz bilgisayar, internet, cep telefonu, i-pad, televizyon vb. araçlarla tanışan, ısrarla anne ve babasından bunları talep eden çocukların nihai kertede anne ve babalarına güvenmekten, onlara inanmaktan vazgeçtiklerini düşünebilir miyiz? Saatlerce bilgisayar başından kalkmayan bir gencin ailesiyle kurduğu ilişkiler belki ailesinin ondan talep ettikleriyle örtüşecek kıvamda değildir, doğrudur bu; ama o gencin bütünüyle ailesinden koptuğunu düşünmek yerli yerinde midir?
Toplumun en temel bileşeni addettiğimiz ailenin aynı şekilde sahip olduğumuz inançların da filizlendiği ocak olduğunu düşünmeye meyilliyim. Bir gencin ailesinin sahip olduğu inançları tamamen reddetme tavrında bile, reddetme eyleminde içerilen negatif bir unsur olarak ailenin inancı devrededir halbuki. Dijital çağın bizi korkutması gereken en önemli yanı bu tür reddiyecilikler değildir; daha çok, aile bağlarının kendi kendiliğinden, bir takım başka iktisadi, ahlaki ve toplumsal sebeplerle çözülmesindedir.

Tartışmaların belirsiz çölü
Son 30 yıldır kamusal alanda sürekli tartışılan din konusundan bıkmak bu yüzden normaldir; ama bu bıkılanın din olduğunu göstermez. Bıkmaya konu olan şey dini tartışmaktır. Tartışmaktan bıkmışızdır yani. Bu tartışmaların sonuçsuz kalmasıdır bizdeki bıkma duygusunun sebebi. Gençlerin çoğunun fark ettiği ve umursamaz göründüğü hususun başında da bu 'sonuçsuzluk' gelir. Çünkü hangi devirde olursa olsun, gençler hep bir sonuca varacak, hayatlarına bir istikamet verecek konularla ilgilidir.
Bilgisayar oyunlarında kaybedince övünen gençlere hiç rastladık mı? Gençlik her zaman başarıyla sonuçlanacak eylemlere odaklıdır. Gençliğin ilk inanma eylemi başarma azminden kaynaklanır. Genç yaşta dini konuları tartışmak, bu konularda farklı farklı görüşler arasında bir türlü bir sonuca varmayan, başarılı bir şekilde tarafları tamamen uzlaştırmayan ya da koparmayan her durum kişinin kendisine olan güvenini de yok edecek, kişinin kendisini de bu tartışmaların belirsiz çölünde kaybetmesine yol açacaktır.
Deizm dedikleri en fazla kişinin kendine, kendi inançlarına, kendi inanma tarzına, kendi düşünme kapasitesine olan güvensizliğinin bir ifadesidir hep. Herhangi bir sonuca ermeyen için için didişmenin tezahürüdür. Yaşanan bu iç didişmesinden kaynaklı bir yorgunluktur belki de. (ÇETO, Mayıs-Haziran, sayı 3)

20 Haziran 2018 Çarşamba

Tarih ve toplum filozofuna saygıyla

Kuzey Afrika’da 14. yüzyılda dünyaya gelen İbn Haldun, ilk defa kendisinin temellendirdiği “umran ilmi” ve bu ilmin temel kitabı olarak yazdığı el-İber’in girişi olarak düşündüğü şaheseri Mukaddime ile modern dönemlerde gelişecek birçok disiplinin ilk örneğini ortaya çıkarmış sayılır. İbn Haldun’un düşündüğü şekliyle umran ilmini bir tür toplum metafiziği sayabiliriz; kendisine kadarki metafizikçilerin fark edemediği bir varlık alanını, yani tarihsel-toplumsal varlık alanını araştırma konusu seçen bir ontolojiye yaslı bu bakışla umran ilmini tarih kadar felsefenin de bir bölümü olarak düşünen İbn Haldun, insani bir başarı addettiği umranın yeni bir alemin inşası olduğunu vurgular. 
İbn Haldun’a göre insanlar tarafından zorunlu biçimde ortaya çıkarılan bu varlık alanının unsurları zamanla insanların karşısına zorlayıcı bir güç olarak çıkar ve onların hayatları kadar tarihsel gidişatı da belirler. İnsanların yalnız belli mekanda bir arada yaşamalarının değil, aynı zamanda bir düzen içerisinde yaşamalarının da asli olduğunu düşünen İbn Haldun, tarih yazıcılığını, toplumsal hayatın hallerini, bu hayatı mümkün kılan siyaset ve devleti, bunların oluş ve yok oluş şartlarını, insanların geçim yollarını ve bu yolların hallerle olan bağının ortaya konulmasını, hallerle birlikte ortaya çıkan zorunlu sonuçları ve bir bütün olarak tarihi anlaşılır kılmayı umran ilminin belli başlı meseleleri şeklinde ele alarak bütün bu süreçlerin çift yönlülüğüne dikkat çeker.
Eleştirel tarih anlayışı
Devlet, otorite, mülk, uygarlık, tarihyazıcılığı ve tarih, toplumsal ve siyasal değişimler, tarih felsefeleri hakkında son derece tutarlı ve özgün görüşler oluşturmayı, kurduğu bu toplum metafiziğiyle başaran İbn Haldun, böylelikle sadece eleştirel bir tarih anlayışının gelişimine de katkı sunmakla kalmaz, aynı zamanda modern tarih felsefeleri, sosyoloji vb. disiplinleri de önceler.
Gerçek bir tarih ve toplum filozofu sayabileceğimiz İbn Haldun’un bu niteliğinin siyasi arenada yer alan bir devlet adamı oluşundan kaynaklanan sebepleri de vardır muhakkak. Kuzey Afrika’da özellikle Memlükler döneminde etkin görevlerde bulunmuş İbn Haldun’un siyasi arenada gözlemlerinin Mukaddime’de serdettiği görüşlerin oluşmasına katkı sağladığını düşünebiliriz. Kendisinden önceki tarihyazıcılığının rivayete dayalı aktarım modellerini ve şifahi yanlarını eleştiren, tarihsel olaylardaki neden-sonuç ilişkilerini belirgin bir metodolojik çerçevede ele almaya imkan tanıyan bakışıyla gerek tarih disiplinini gerekse sosyolojik bakışı mümkün kılan İbn Haldun’u Platon, Aristoteles ve Galen ile başlayan, Farabi, İbn Sina ve İbn Ruşd ile devam eden ve sonrasında Montesquieu, Hume, Adam Smith ve Durkheim ile yenilenen entelektüel geleneğin bir mensubu addeden Stephen Frederi Dale, İbn Haldun ve İnsan Bilimi adıyla Türkçeleştirilmiş kitabında onu ve şaheseri Mukaddime’yi anlamaya dönük bir çaba sarfediyor.

13 Haziran 2018 Çarşamba

İdeolojik bağlılıklar ve Filistin

Kuruluşunda İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmasına rağmen Türkiye’nin dış politik öncelikleri bakımından Filistin meselesi özellikle son 50 yılda ısrarla takip edilmiş, diplomatik bakımlardan Türkiye sürekli mazlum Filistin halkı yanında yer almaya çalışmıştır. Aksa intifadasının başladığı ve süreçte Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurucu lideri Yaser Arafat’ın da şehit edildiği 2000 yılından bu yana Filistin’deki siyasi krizlerin ve savaş halinin şiddetlendiğini müşahede etmekteyiz. Aynı yıllar Türkiye’de AK Parti’nin iktidarda olduğu yıllardır da. Bu yıllarda Türkiye’nin Filistin’e desteği artmış, AK Parti hükümetleri ve Türk diplomasisi hem Filistin Devleti’nin hem de Gazze’nin yanında olağanüstü bir çabayla -hatta zaman zaman Batı dünyasında ve ülke içindeki muhalifler tarafından “eksen kayması” vb. eleştiriler pahasına- durmuştur.
Filistin yönetiminin 2015’te Birleşmiş Milletler üyelik statüsünü edinmesinde Türkiye’nin katkıları azımsanamaz. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’ın Telaviv’deki ABD Büyükelçiliği’ni provokatif bir şekilde Kudüs’e taşıma ve Kudüs’ü “İsrail’in ebedi başkenti” ilan etme çabasına karşı da başta Erdoğan olmak üzere Türk siyasetinin hemen bütün temsilcileri hep birlikte karşı çıkmış, Türkiye BM’de Trumph’ın kararına karşı alınan kararda öncü bir rol üstlenmişti. Türk dış politikasının öncelikleri arasında bu kadar önemli bir yer tutmasına rağmen özellikle mevcut ve muhtemel dış politikanın yapımcı özneleri olarak görülebilecek Türkiye’deki siyasi anlayış, parti ve öznelerin Filistin meselesine ilişkin ideolojik-siyasi yaklaşımları etrafında kapsamlı çalışmaların olmayışı da bir vakıadır.
İslami dava
Gökhan Bozbaş editörlüğünde bir grup araştırmacı tarafından hazırlanan ve Türkiye’de siyasi partilerin Filistin meselesine yaklaşımlarını karşılaştırmayı hedef edinen kitapta araştırmacılar Filistin meselesine yaklaşımda adlandırmadan ideolojiye kadar Türkiye’de siyasi bakımından birçok farklılıklar bulunduğunu tespit ediyor. Bozbaş’a göre sahip oldukları ideolojiler doğrultusunda Filistin’de yaşananları ezilen ve sömürülen halkların verdiği ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel mücadele olarak değerlendirip sömürüye karşı birlikte mücadele çağrısı yapan bir grubun yanında Filistin meselesini salt bir mesele olmaktan ötede bir “İslami dava” olarak algılayan ve konuyu “Müslümanların ortak mücadelesi” boyutunda değerlendiren bir bakış açısı da vardır. Özellikle ulusolcu kimi siyasetçi ve ideologlarda olduğunu gözlemlediğimiz başka bir bakış açısı ise Filistin’de yaşananları tarihin bir ironisi ya da intikamı addetmek. Bu üç grubun yanında Filistin meselesine uluslararası düzeyde verilen desteği kıskanan, kendi meselelerinin Filistin meselesinden farklı olmamasına karşın niçin benzer bir kabul ve desteğe mazhar olamadığını sorgulayan bir grup da bu bakış açıları çoğulluğuna dahil edilebilir.
Kitabın ortaya çıkardığı gerçeklerden en önemlisi belki de Türkiye’de Filistin meselesini gündeme getiren her grup karşısında diğer ideoloji men-suplarının ilgisiz ve sessiz kalmayı tercih etmesi. Bu durum, sadece insani bir meselede dahi ideolojik borç ve bağlılıkların nasıl göz önünde tutulduğunu değil, bu borç ve bağlılıkların siyasal çözüm arayışlarını nasıl sakatladığını da gösteriyor.

6 Haziran 2018 Çarşamba

Beş büyük medeniyetin dördü Asya’da doğdu

Oswald Spengler, Arnold Toynbee, William H. McNeill gibi ‘dünya tarihi’ yazımına önemli katılar sunmuş soy tarihçilerden biri de Marshall G. S. Hodgson’dır. Asıl uzmanlık alanı Ortaçağ İslam tarihi olan Hodgson’ın dünya tarihi anlayışının farklı kültürelliklerin kesişim noktası olan Ortadoğu’yu çalışırken şekillendiğini söylemek mümkün. Klasik oryantalist ve Avrupamerkezci önyargıları her fırsat düştüğünde eleştiren, oryantalizmin ve Avrupamerkezciliğin tarihçilikteki etkilerini sona erdirmeyi amaçlayan Hodgson’ın bu açıdan Edward Said’den çok daha önce Avrupamerkezci üstünlük söylemlerinin kültürel ve ahlaki saltanatını sarstığını vurgulamak gerekir. Özgürlük ve rasyonellik anlatısı olarak Batı tarihi ile kültürel durgunluk ve despotizmin bir öyküsü olarak Doğu tarihi karşıtlaştırmasına dayalı klasik oryantalizmin akademik peşin hükümlülüklerine meydan oku-yan entelektüel ve ayrıntılara düşkün bakış açısı ile Hodgson’ın Foucault, Said vb. teorisyenleri öncelediği de öne sürülebilir bu bakımdan.
Başarılı bir ‘öteki’
İslam medeniyetini çağdaş Batı medeniyetinin bir kardeşi olarak gören bakış açısıyla Hodgson, İslam’ı Batı’nın kendini nitelediğinden daha zengin ve başarılı bir öteki olarak değerlendirir. Beş büyük medeniyetin dördünün ortaya çıkış yerinin Asya olmasından yola çıkan Hodgson, bir dünya tarihi bakış açısından medeniyet tarihinin kaçınılmaz bir biçimde Asya merkezli olması gerektiğini ileri sürer. Geleneksel ve modern çiftlerinin kavramsal temellerini oluşturduğu statik medeniyet özlerinin hikayesine dayalı dünya tarihi olarak anlaşılan klasik paradigmayı sarsan bir yaklaşım-la özellikle modernleşme teorilerinin benimsediği Batılı istisnailiği kısmen de olsa arınmış bir modernlik yaklaşımına katkı sağlayan Hodgson’ın böylelikle modernleşme kuramlarına hakim Avrupamerkezciliği de kısmen de olsa alt edebildiğini düşünebiliriz. Hodgson’a göre genelde Batılılaşma ile karıştırılan modernlik, küresel bir süreçtir. Batı, tarım uygarlığının sınırlarını aşabilmiş ilk örnek olmasına karşın, bu gelişmenin dünya tarihi bağlamına yerleştirilerek okunması gerekir. Hodgson’a göre, kültürel yeniliklerin piramidal birikimi göz önüne alınırsa tarım uygarlıklarının şartlarından kopuş yerkürenin herhangi bir yerinde eninde sonunda gerçekleşecekti. Hodgson bu konuda şu çarpıcı tespiti yapar: “Sanayi devrimi ilk burada başladı diye bir Avrupa tarihi anlayışı İngiltere tarihine nasıl indirgenemezse, dünya tarihi de sanayileşmenin ilk kez buradan yayılması hasebiyle Batı tarihine indirgenemez.”
Hodgson’ın vakitsiz ölümünün ardından, onun yarım kalmış Dünya Tarihinin Birliği kitabından seçtiği bölümler ve daha önceden yayınladığı makaleleri bir araya getirerek Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek kitabını oluşturan Edmund Burke III, Hodgson’ın  bilimsel bir disiplin olarak dünya tarihine ilişkin fikirlerinin çoğunun bugün de geçerliliğini koruduğunu düşünmekle birlikte, onun dünya tarihi araştırmasında medeniyetlere dayalı yaklaşımın sınırlılıklarını bilmesine karşın, yine de bu yöntemi kullanmaya devam ettiğini belirtir. Tüm bu çekincelerle birlikte Hodgson’ın kitabı gerek Avrupamerkezcilik ve çokkültürlülük tartışmalarına sunduğu katkı, gerek İslam medeniyetini dünya tarihi çerçevesinde ele alırken benimsediği sağduyulu ve nesnel bakış açısı gerekse de dünya tarihini belli bir bölgeye odaklanarak o bölgenin üstünlüğünü ilan etme aracı kılan yaklaşımlara yönelttiği eleştiriler bakımından kayda değer bir kitaptır.
Star-Açık Görüş

5 Haziran 2018 Salı

Felsefenin kenz-i mahfisi: Platon ve Devlet'i


12 Eylül 1980'de 'emir komuta' zinciri içinde gerçekleştirilmiş Amerikancı darbenin ülkeye getirdiği puslu havanın sürdüğü günlerde çeşitli kültürel mahfillerde sık sık sohbetlerde ağızları tadlandırmak için aktarılan bir şakaydı bu: Polis solcu öğrencilerin kaldığı bir evi basar. Evde suç unsuru addedilecek eşya, evrak vb. arayışındaki polislerden birinin dikkatini kitap rafındaki kitap çeker. "Lan" diye bağırır öğrencilere, "Biz şimdiye kadar 'kızıl devlet' dediğinizi biliyorduk, bunun bir de eflatununu mu çıkardınız şimdi?" Raftaki kitabın ismi elbette Devlet'tir; Arapça telaffuzuyla Eflatun olarak bilinen Platon'a aittir. Bu güzel, güzel olduğu kadar da yerli yerinde latife 12 Eylül darbesinin ideolojik yönsemelerini de kısmen dışa vurmaktadır elbette. Liselerden mantık ve felsefe gibi derslerin kaldırıldığı bir uğraktır çünkü bu darbenin müfredatımızdaki ilk sonucu, eh memurların Platon'un eserlerinden bihaber olmaları da sadece "sol düşünce"den uzak olmalarına değil, genel olarak kültürden ve tabii ki geleneksel dünyamızda Platon'un eserlerini tuttuğu yerden de uzak olmalarına bağlanabilir.
Bugüne nispetle en az 2300 yıllık bir diyalogtur Devlet. Yirminci yüzyılın ünlü İngiliz süreç felsefecisi A. N. Whitehead'ın kendisinden sonraki tüm felsefe tarihinin onun düşüncelerine sadece bir dipnot olduğunu kaydettiği Platon'un olgunluk dönemine aittir bu diyalog. Platon'un hocası Sokrates ve öğrencileri (Platon'un iki kardeşi  öğrenciler olarak sohbette yer alır ve muhtemelen Platon da çok yakınlardadır) ile doğruyu güçlünün belirlediğini düşünen bir bölük sofist tartışır diyalogda. Bir grup tüccar da tartışmayı takip eder, söze fazla karışmazlar. Tüccar Kephalos ile oğullarından oluşan bu küme tartışmaya pek girmez ama eğri ile doğruyu da ayırt etmeyi her seferinde başarırlar. Belki de ticaret, hemen her devirde eğri ile doğruyu dakik olarak ayırt etmeyi elzem kıldığı içindir bu.
Türkçe çeviride adalet yerine doğruluk ile karşılanmış Dike üstüne bir karşılıklı konuşmayla başlar diyalog. Sokrates'le tartışmaya giren Thrasymakhos'a göre Adalet (doğruluk) güçlünün işine gelendir. Buradan başlar tartışma ve söyleşiler boyunca sürer gider. Platon'un diyalogları arasında sözce ve üslupça en zengini saylmasa bile gerek içerdiği mitler ve istiareler, gerek ele aldığı konunun sürekli insanlık gündeminin en temel meselesi olması, bu en temel meseleye Platon'un önerdiği filozof-kral çözümü, gerekse de onun şairleri kendi devletinden kovması gibi birçok husus sebebiyle sürekli okunan, yeniden yorumlanan, Hıristiyanlık ve İslam öncesi antik dünyanın handiyse kutsal kitabı gibi bir statüye sahip bir eserdir Devlet. Şimdiye dek bildiğimiz tüm devlet teorilerinin bir şekilde bu diyalogda ele alınıp tartışıldığını, en azından bu tartışmalarda bu teorilere kaynaklık edecek nice boyutun olduğunu, demokrasi, komünizm, nazizm, faşizm, monarşi dahil hemen bütün sistemlere ve toplum düzenlerine hakim olan düşüncelerin çıkış noktalarının, başlangıçlarının tohum olarak yer aldığı gerçek bir hazine gibidir. Bu hazinenin her yeni düşünme ve yorumlama biçimiyle sürekli yağmalandığına da şahit oluruz, ama onun hâlâ tamamen ortaya çıkarılamamış, boyutları ölçeklendirilememiş gibi durmasına da şaşırmayız.
Platon'un en temel felsefi düşüncesi addedebileceğimiz idealar teorisinin (ki geleneksel zamanlardaki mistik-metafizik yaklaşımlardan modern çağlardaki ideoloji teorilerine kadar, çok yaygın bir kullanım sahasına sahiptir bu teori) bir anlatımı olan mağara istiaresinden Fenike kökenli Er efsanesine antik çağın bütün kültürel, fikri, beşeri birikiminden yararlanan birbirinden ilginç slaytlar izleriz sanki bu diyalogu okurken. Diyalogun özünde Platon'un şu tespitlerinin/tezlerinin yer aldığı kuşkusuzdur elbette:  Adalet/doğruluk, herkesin kendi işini düzgün bir biçimde yaptığı, bir başkasının işine karışmadığı ideal bir poliste/kentte tecelli eder. Bir kentin adil olabilmesinin teminatı ise, herkesin kendi üzerine düşen işi doğru yapmasını mümkün kılacak kararlar alarak kenti yönetecek olan, filozof kraldır. Dolayısıyla adil bir kentte de adalet, filozof kralın şahsında gerçekleşir. Gerçekte bu tespit ya da tezlerin felsefi bir yaşamı olumladığını, böylelikle adaleti yaşamın özüne yerleştirerek iyi ve mutlu bir yaşamı adil/doğru bir yaşamla, adil/doğru bir yaşamı da filozofça bir yaşamla özdeşleştirdiğini görmek gereklidir.
Devlet'in İslam geleneği içinde de birçok etkisi olduğunu belirtmeli. Bilhassa idealar kuramının hikemi meselelerde sık sık çınlayan tınısını duyarız. Farabi'nin Medinetü'l Fazıla'sı bir nevi Platoncu erdemli/adil şehrin İslami inançlar çerçevesinde yeniden inşa edilmesi girişimidir. Siyasetnamelerde, nasihatnamelerde antik dünyanın ahlak anlayışlarından İslam dünyasına geçen etkilerin büyük bir kısmının da Platon'un diyaloglarına aktardığı mit, efsane ve kültürel bileşenler sebebiyle olduğunu da düşünebiliriz. Her okuyuşunuzda yeniden okuma ihtiyacı duyuran, önceki okumalarınızda fark edemediğiniz ve işlenmesi gerekli başka bir mücevheri fark edebildiğiniz metinlere modern zamanlarda "açık yapıt" deniyor; biz ise bu tür metinleri kendini her açışında barındırdığı diğer güzellikleri saklayan kenzi mahfi metinler olarak görme eğilimindeyiz. Keşfedilecek (hayret edeceğiniz) nesnenin güzelliğini değil, bizatihi keşfetme duygusunun (hayretin) güzelliğini temaşa edeceğiniz türden bir hazza sebep bir metin yani. (Cins, Mayıs 2018)

1 Haziran 2018 Cuma

TAŞRADA DERGİ HAZIRLIKLARI



İsmailağa’da medyatik linç



H­KİM med­ya­nın AK Parti hü­kü­me­ti­ne yö­ne­lik ör­güt­le­me­ye ça­lış­tı­ğı top­lum­sal mu­ha­le­fe­tin te­ma­la­rın­dan bi­ri­ni İs­la­mi ce­ma­at­le­rin gö­rü­nüm ve fa­ali­yet­le­ri oluş­tur­mak­ta­dır. Za­man za­man 28 Şu­bat post­mo­dern dar­be­si­nin po­pü­ler kli­şe­le­ri­ni ha­tır­la­tan tarz­da uzun uza­dı­ya te­le­viz­yon ka­nal­la­rın­da dö­nen gö­rün­tü­ler, za­man za­man ze­hir ha­fi­ye ro­lü­nü üst­len­miş mu­ha­bir­le­rin üret­ti­ği ve edi­tör­le­rin tak­la at­tır­mak­tan bü­yük zevk al­dık­la­rı akıl­la­ra zi­yan ga­ze­te ha­ber­le­riy­le ör­güt­len­me­ye ça­lı­şı­lan bu med­ya­tik mu­ha­le­fe­tin özel­lik­le İs­la­mi ce­ma­at­ler üze­rin­den ya­pıl­ma­sı, kuş­ku­suz AK Parti hü­kü­me­ti­nin do­ğal top­lum­sal müt­te­fik­le­ri­ni ve da­ha­sı ta­ba­nı­nı bu ce­ma­at­le­rin oluş­tur­du­ğu şek­lin­de­ki bir ön­gö­rü­ye da­ya­nır. Bu ön­gö­rü yan­lış de­ğil­dir yan­lış ol­ma­ma­sı­na ama, bu ön­gö­rü­den ha­re­ket­le mu­ha­le­fet için or­ta­ya çı­ka­rı­lan ey­lem pla­nı ve yol ha­ri­ta­sı is­te­nen so­nuç­la­ra ulaş­ma­yı sağ­la­yı­cı mı­dır, bu tar­tı­şı­lır.
AK Parti’ye kar­şı med­ya eliy­le gü­düm­len­me­ye ça­lı­şı­lan mu­ha­le­fe­tin ön­ce­lik­li koz­la­rın­dan yol­suz­luk id­di­ala­rı­nın bir­ço­ğu­nun al­tın­dan bir şey çık­ma­ma­sı­nın, 28 Şu­bat’ta ba­şa­rı­sı sı­nan­mış yön­tem­le­rin dev­re­ye so­kul­ma­sı­nı ic­bar et­ti­ği söy­le­ne­bi­lir. Di­nî tar­tış­ma ko­nu­la­rı­nın po­pü­ler­leş­ti­ril­me­si, din­dar ke­si­me yö­ne­lik “la­ik fan­te­zi”nin te­mel un­sur­la­rı­nın da­ha in­ce­lik­li ve ye­ni sü­rüm­le­ri­nin pi­ya­sa­ya çı­ka­rıl­ma­sı, TSK’ya yö­ne­lik kış­kırt­ma­la­rın işa­ret et­ti­ği po­li­tik stra­te­ji­ler, Cum­hu­ri­yet­çi sim­ge­sel kur­gu­nun AK Parti ik­ti­da­rın­da al­dı­ğı şek­li ye­ni­den göz­den ge­çir­me­mi­zi icap et­ti­ri­yor.
İs­ma­i­la­ğa Ca­mi­i’nde emek­li imam Bay­ram Ali Öz­türk’ün bı­çak­la­na­rak öl­dü­rül­me­si ve ka­til Mus­ta­fa Er­dal’ın linç edil­me­si son­ra­sı ya­pı­lan ha­ber ve yo­rum­lar­da, med­ya­nın cum­hu­ri­yet­çi sim­ge­sel kur­gu­nun iç­kin çat­lak­la­rı­nı “öte­ki”nin acı­la­rı üze­rin­den ka­pat­ma gi­ri­şim­le­ri­ne ta­nık ol­duk. Ca­mi­de iş­le­nen ci­na­yet son­ra­sı ka­ti­lin de ay­nı ca­mi­den ölü çık­ma­sı, hem İs­ma­i­la­ğa ce­ma­ati­nin hem de bü­tün Müs­lü­man­la­rın olay­dan do­la­yı suç­lan­ma­sı­na ve­si­le kı­lın­dı. Ha­kim med­ya, hü­kü­me­ti ci­na­yet ve linç ola­yı­nın üze­ri­ne git­me­mek­le suç­la­dı. Dev­le­tin gö­re­vi­ni ye­ri­ne ge­tir­me­di­ği ya da gö­re­vi­ni ye­ri­ne ge­ti­ren­le­ri en­gel­le­di­ği şek­lin­de di­le ge­ti­ri­len bu eleş­ti­ri­ler, böy­le­lik­le ca­mi­de iş­le­nen ci­na­ye­ti ve ar­dın­dan ya­şa­nan­la­rı da hü­kü­me­ti yıp­rat­ma­nın bir ara­cı kıl­dı.
Med­ya­nın ter­cih et­ti­ği bu ucuz­cu yıp­rat­ma söy­le­mi ve stra­te­ji­sin­de göz­den kaç­ma­yan en önem­li hu­sus ise, İs­ma­i­la­ğa Ca­mi­i’nde ya­şa­nan ci­na­yet ola­yı­nın da­ha öte­le­re ta­şın­ma­sıy­dı. Ce­ma­at, 28 Şu­bat’ın apo­let­siz ge­ne­ra­li Er­tuğ­rul Öz­kök’ün “İs­ma­i­la­ğa ci­na­ye­ti, bir ucuy­la An­ka­ra’da­ki Sau­na çe­te­si­ne uza­nı­yor­du. Sa­bah’ta­ki ha­ber­de bu ca­mi­ye ya­kın bir baş­ka ca­mi­nin al­tın­da ce­ma­at mah­ke­me­le­ri ku­rul­du­ğu, in­san­la­rın ka­fa­sı­na si­lah da­yan­dı­ğı id­di­a edi­li­yor­du. Bun­la­rı alt al­ta ya­zın­ca, or­ta­ya sı­ra­dan bir ta­ri­kat iliş­ki­si­ni aşan, da­ha de­rin, da­ha ka­ran­lık, da­ha ür­kü­tü­cü bir ‘ka­pa­lı ce­ma­at dü­ze­ni’ çı­kı­yor­du...” söz­le­riy­le özet­le­ne­bi­le­cek ka­ran­lık iş ve iliş­ki­le­re ka­dar uza­nan bir an­lam­lan­dır­ma dü­ze­yin­de yo­rum­lan­dı. Bu du­rum, med­ya­nın bu tür olay­lar­da ta­kın­dı­ğı tav­rın da ci­na­yet son­ra­sı ger­çek­leş­ti­ril­di­ği dü­şü­nü­len linç ola­yın­dan pek bir far­kı­nın ol­ma­dı­ğı­nı or­ta­ya ko­yu­yor.
İs­ma­i­la­ğa Ce­maa­ti hak­kın­da 2000 yı­lın­da İs­tan­bul Em­ni­yet Mü­dür­lü­ğü ta­ra­fın­dan ha­zır­la­nan ve sü­me­nal­tı edil­di­ği ile­ri sü­rü­len is­tih­ba­rat ra­por­la­rı­nın içe­ri­ğiy­le bir­lik­te ya­yım­lan­ma­sın­dan tu­tun da İB­DA-C ile ce­maa­tin iliş­ki­len­di­ril­me­si­ne (Mah­mut Us­ta­os­ma­noğ­lu’nun ye­ğe­ni Sa­det­tin Us­ta­os­manoğ­lu, bu iliş­ki­yi red­det­me­ye­rek ci­na­ye­tin dev­let için­de­ki giz­li bir çe­te ta­ra­fın­dan iş­len­di­ği­ni id­di­a et­ti), ce­maa­tin hol­ding usu­lü ça­lış­tı­ğı­na, ver­gi top­la­dı­ğı­na, maf­ya­tik usul­ler kul­lan­dı­ğı­na, Fa­tih Çar­şam­ba’da gi­yim ku­şa­ma ka­rış­tı­ğı­na kadar son­ra­dan bir çok de­tay hâ­kim med­ya ta­ra­fın­dan ser­vi­se su­nul­du. Son­ra yi­ne hâ­kim med­ya­nın ya­lan­la­mak zo­run­da kaldığı bu ha­ber­ler, ci­na­ye­tin zan­ne­dil­di­ğin­den da­ha fark­lı ad­res­le­rin işa­re­tiy­le iş­len­miş ola­bi­le­ce­ği ih­ti­ma­li­ni de or­ta­ya çı­kar­dı.
Med­ya­nın İs­ma­i­la­ğa Ca­mi­i’nde iş­le­nen ci­na­yet ve linç gi­ri­şi­mi son­ra­sın­da or­ta­ya koy­du­ğu tav­rın çok tak­di­re şa­yan ol­du­ğu­nu söy­le­yen CHP li­de­ri De­niz Bay­kal’ın, hü­kü­me­ti “Fa­tih’te ku­ru­lan İs­ma­i­la­ğa Cum­hu­ri­ye­ti”ne kar­şı ses­siz kal­mak­la suç­la­ma­sı da dik­kat çe­kil­me­si ge­re­ken bir baş­ka nok­ta. Hür­ri­yet’te Bay­kal’ın açık­la­ma­sı­nın su­nu­luş şek­li, med­ya­nın ken­di­ni ana mu­ha­le­fet li­de­ri­nin söz­le­ri üze­rin­den doğ­ru­la­ma gi­ri­şi­mi ola­rak gö­rü­le­bi­lir. Mu­ha­le­fe­te mal­ze­me sağ­la­mak, sağ­la­nan bu mal­ze­mey­le mu­ha­le­fet ya­pan li­der­le­rin tak­di­ri­ne şa­yan ol­mak med­ya­nın ken­di ken­di­ne kı­vanç duy­ma­sı­nın bir yo­lu­dur bel­ki de.
AK Parti’yi bü­yük bir ço­ğun­luk­la Mec­lis’e ta­şı­yan 2002 se­çim­le­ri­ni, 28 Şu­bat’ın açık ye­nil­gi­si ola­rak yo­rum­la­ma­ya mü­sa­it bir si­ya­si or­tam­da, AK Parti ik­ti­da­rı­nın dör­dün­cü yı­lın­da par­ti­ye des­tek ver­di­ği var­sa­yı­lan di­nî ce­ma­at ve ya­pı­la­ra yö­nel­ti­len ama­cı be­lir­siz bu eleş­ti­ri­le­rin sos­yo-eko­no­mik ve sim­ge­sel/top­lum­sal ser­ma­ye dü­ze­yin­de de ba­zı se­bep­le­ri bu­lu­na­bi­lir el­bet­te.
AK Parti ta­ba­nı­nı tem­sil et­ti­ği dü­şü­nü­len ce­ma­at­le­rin sin­di­ril­me­si­ni amaç­la­yan bu ha­ber ve yo­rum­lar, böy­le­lik­le AK Parti’yi ken­di top­lum­sal di­na­mik­le­ri­ne kar­şı çe­şit­li po­li­si­ye ted­bir ve uy­gu­la­ma­lar al­ma­ya zor­la­ma ama­cı­na ma­tuf­tur. Bu, AK Parti ik­ti­da­rı­nın ken­di ken­di­ni yok et­me­si­ni ta­lep et­mek­le eş­de­ğer­dir ne­re­dey­se.
AK Parti’ye ve onun ta­ba­nı­nı oluş­tur­du­ğu dü­şü­nü­len İs­la­mi ce­ma­at­le­re yö­ne­lik med­ya­tik lin­çin al­tın­da ya­tan, mev­cut ik­ti­da­rı yıp­rat­ma ya da ba­sit bir ik­ti­da­rı ele ge­çir­me dür­tü­sü ol­ma­sa ge­rek.

Anlayış, Ekim 2006, No: 41