30 Eylül 2018 Pazar

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-1


İki kitap, iki şair
Cevdet Karal'ın dördüncü şiir kitabı Uzun Sürdü Hazırlığım. Günlerdir elimde geziniyor. Kitaptaki ilk şiiri, Gece Gelen Mektuplar'ı okuduğumda hemence aklıma Nazım Hikmet'in 'Gece Gelen Telgraf'ı düşmüştü ve ardından elbette Cahit Koytak'ın son kitabı Alçak Sesle ve Divanece'deki 'İçindekiler' şiiri. Koytak'ın şiiri, besbelli, sosyal teori kitaplarının içindekiler kısmına bir pastiş; Koytak'ın kitabı oluşturan dua tadındaki şiirlerinin, yakarma ve yakınmalarının, en nihayetinde sanatının Rabb'in muhteşem ve müteal sanatının yanında "gezgin bir tiyatro çadırı'' olduğunu vurgulamak için edindiği bir fırsat. Ki zaten şiiri bitiren dizeler de bu durumu sarahaten vurguluyor: "Sen, sevgili Ustam,/Yüceler Yücesi Rabbim/Sen ilk ve son okurum, benim."
Gece Gelen Mektuplar şiiri de benzer bir biçimde Uzun Sürdü Hazırlığım'da yer alan şiirler için deyim yerindeyse bir önsöz. Ama teori (düşünce ve araştırma) kitaplarında içerilen klasik önsözler gibi kitabın oluşumu ve yazımı sürecinde karşılaşılan zorluklar, yazara yapılan yardımlar ve o yardımları yapanlara teşekkür babında sarf edilen sözleri çağrıştıran dizeler içermiyor elbette Karal'ın şiiri. Kitaptaki diğer şiirlerden farklı olarak italik dizilip okura hitaben kaleme alınmış; okura, yani modern şiirin kurucu ustalarından biri kabul edilen ve modern Türk şiiri üzerinde de önemli bir etkisi olan Charles Baudelaire'in ünlü dizelerinde "-İkiyüzlü okur, - benzerim, - kardeşim, sen!" diye hitap ettiği okura. Ancak, Karal, okurun, 'benzeri' olduğunu kabul etmekle birlikte kendisini anlayacağını pek düşünmüyor: "Ben kendimi anlamak için/Tez canlı, aceleci okurum/Az değil, bunca yılı harcadım/İnsanı benzeri anlar derler/Yalan ya da hiç karşılamadım."
Cahit Koytak, İçindekiler şiirinde Rabb'e hitaben kendi ruhunun kayalık yamaçlarını, uçurumlarını, keçiyollarını, tırmanma halatlarını, tünellerini, uzlet mağaralarını şiirlerine nakşettiğini anlatırken okura hitaben yazılmış Gece Gelen Mektuplar'da ise kitapta yer edinen şiirlerin yazılma sürecine işaret ediyor Cevdet Karal: "İşte bu duydukların/İçimden gelen çekiç sesleridir,/Beni uykumdan uyandıran/Bazen hiç uyutmayan." Koytak'ın dizeleri kendi ruhunu keşfetme ve bunu dışarı yansıtma sürecine değgin bir anlamda, yani içrek bir süreci izlenimci sayabileceğimiz bir perspektifle ele alıyor. Karal ise şiirlerinin yazılma ve okunma sürecine yöneliyor doğrudan, dışavurumcu bu anlamda. Bu şekliyle bile, yine de kitabı okuyacak olanlara yapılmış bir uyarı niteliği taşıdığını düşünebiliriz bu şiirin. Anlaşılmayı beklemeyen, çünkü öncelikle kendisini anlamaya çalışan bir şair Cevdet Karal. Sanatını nasıl icra ettiğine sürekli büyük bir titizlikle eğilen, bunu şiirinde açıklamaktan çekinmeyen bir şair. Bu yönüyle de Charles Baudelaire'i ya da Kandinski'yi, çağdaş şiirin ve resmin diğer ustalarını hatırlamamak imkansız. Bir şairin öncelikle kendisinin eleştirmeni olması gerektiğini vurguluyordu Baudelaire, Paul Verlaine'e yazdığı bir mektupta. Kandinski ise sanatçının öncelikle kendi sanatının ilkeleri üzerine teemmülünün, sanatı icra ve ifade etme şekillerine ilişkin eleştirel yargısının, sanatçının kendi sanatını icrasına dair eleştirilerinin önemine işaret ediyordu sanattaki manevi boyutları tartıştığı ünlü eserinde.
Yine de gerek Koytak'ın gerekse Karal'ın sosyal teori kitaplarının sunumlarını pastiş ederek şiir kitaplarına başlamaları üzerinde düşünülmeli. Belki de şairler ile filozoflar arasında Platon'dan beri süregeldiğini bildiğimiz çekişmeye şiirin imkanları içinde üretilmiş bir cevaptır bu tür pastişler, elbette bütün postmodern imalarıyla birlikte.
Son bir not: Aklımda hep Cevdet Karal'ın 1989'da Konya'da Murad Kapkıner'in çıkardığı Varide dergisinde yayınlanan 4 dizelik şiiri, "Gayet tıkız bir adam" dizesiyle biten... Murad abi bu şiiri kendisine hatırlattığım bir sıra, derginin bürosunun kapalı olduğunu, büroya döndüğünde kapının altında bir kağıt üzerinde bu dört dizenin yer aldığı şiiri gördüğünü söylemişti. Meğer Cevdet Karal, Konya'ya gelmiş, Varide bürosuna uğramış ama büro kapalı olunca geldiğini haber veren o dört dizelik notu kapının altından büronun içine bırakmış. Aslında benim şiir addettiğim o dört dizenin yazılış gayesi de böylelikle tebellür ediyor: Uğradığını bildirme... (20 Temmuz 2018)

Şiirin bahçesi
"Biz bir şiiri okurken bir bahçeye girmiş gibiyizdir sonra o şiiri okumayı bitiririz ama o bahçeye girdiğimiz zaman bir şey düşürdüğümüzü fark ederiz tekrar düşürdüğümüz şeyi bulmak için geri döneriz o bahçeye fakat ikinci arayışımızda yine başka bir şey düşürürüz" diyor İsmet Özel ve ekliyor: "ve böylece durmadan o bahçeyle bir bağımız ister istemez olur çünkü şiirle içli dışlı olduğumuz sırada kendimizle alakadar oluyoruz demektir. Kendimizle alakadar olduğumuz zaman mutlaka kendimizden bir şey orada kalır, onu tekrar ararız."
Bugün "Şiir şairin nesi olur?" başlıklı bir program vesilesiyle Osman Özbahçe ve Yunus Emre Altuntaş Konya'daydı. Özbahçe programdaki konuşmasında Cemal Süreya'nın konuyla ilgili söylediklerine yaslanarak "şiiri şairin tutamak noktası" saydığını söyledi. Yunus Emre Altuntaş ise Şuara suresinin meşhur son ayetlerine yaslanarak şairleri "nefsine uyanlar"la "hakkı haykıranlar" olarak ikiye ayırdı. Dil, dolayısıyla şiirle ilgimizi şairlerin dille, dolayısıyla şiirle ilgisiyle kısıtlamaya öteden beri soğuk bakarım. Şair ile okurun sağlam bir şiir karşısındaki tutumunun farklılaştırılmasını da yadırgarım. Şairin kendi şiiriyle ilgisi açısından belki gerek Cemal Süreya'nın, Osman Özbahçe'nin söyledikleri doğru olabilir. Ancak ben bu soruya bir cevap bulmaya çalışanların genel olarak dille, dolayısıyla şiirle insan teklerinin kurduğu ilişkinin hep varoluşsal, hayati niteliklerine dikkat kesilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yunus Emre'nin Kur'an ayetlerinden yola çıkarak yaptığı ayırımın elbette hakikate mensubiyetimiz bakımından anlamlı tarafları çok, ama şiir sanatının ilkeleri bakımından bu ayrımın ahlaki düzeyde kaldığını da unutmamalıyız. Modern zamanlar ethostaki ahlakilik ile yine ethosta köklenen varoluşu birbirinden koparmaya meyyal. Böyleyken bile salt ahlaki bir tutum alışın şiirle kurduğumuz ilişkiyi yorumlamaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki bu ahlaki tutum şiir bahçesindeki yasak ağaçtan meyve yemeye çalışmamızın yetersizliğini ortaya çıkarır, ama bizim o bahçede neyi kaybettiğimizi bulmamıza bir yardımı olacak mıdır bu tutumun? Bundan biraz kuşkuluyum. Çünkü ethos sırf ahlak değildir. Bu sebeple şairle şiiri arasındaki ilişkiyi hep pathos düzeyinde yorumlamaya alışanlara karşı şiirin ethostaki köklerini vurgulamak önemli, ama unutmamalı ki pathos da etik tavrın derinliğini iskandil etmeye yarar.
Üstelik "Buruk/Bürünerek kemiğe ve ete/Şimdi nereye gitmeliyim/Şiire ve lanete" diyen de benim. Şiirin çoğu kez bir 'lanet' niteliği taşıdığını fark ediyorum zira. "Yaşamak suçu" diyor ya İsmet Özel, şiir bu suçu sonuna dek üstlenmiş bir sanat. Şairler bu sanata bel bağlayarak her ne kadar kendilerini aklamaya çalışsalar da başı boş bırakılmadıklarını unutmamalılar. Elbette her şeyin iyisini Allah bilir. (21 Temmuz 2018)

İki teorisyen
Ahmet Çiğdem, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir sosyal teorisyen. Onu Aydınlanma Felsefesi, modernlik, İslamcılık, siyaset, Weber, Habermas vb. konulara ilişkin yazdıklarıyla tanıyor kültür kamuoyu.
1992'de bir dost evinde okumuştum ilkin Ahmet Çiğdem'e ait "Kepenkler Kapalı, Kamu Karartılmış" şiirini. Ebabil yayınlarından çıkan Moğol Lekesi adıyla yayınlanan şiir kitabının açılış şiiri bu. "Ben o sessiz görkemi yakalamaktan/artık vazgeçtim" de bu şiirin açılış dizeleri. İki bölüme ayırmış kitabındaki şiirleri Çiğdem: 1986'da başlayıp 2017'de sona eren Yeni Defterler kitapta yer alan ilk bölüm ve 34 şiir içeriyor. 1980-1986 arasını kapsayan Eski Defterler'de ise sadece 4 şiir yer alıyor. 1986'nın önemi ne ki diye düşündüğümde üç aylık İlim ve Sanat dergisinin "Bilgi, Bilim ve İslam" başlıklı dosyasında Ahmet Çiğdem imzasıyla yer alan (ki Çiğdem, 24 yaşındadır bu tarihte) "Bilime Karşı Toplum" yazısı geliyor aklıma. Yönteme Karşı kitabıyla bilinen Protogorasçı, "anything goes"cu Paul K. Feyerabend'in bilim felsefesinden yola çıkarak bilimsel bilgi üretimiyle uğraşanların topluma karşı mütehakkim dilini eleştiren bir yazı olduğunu hatırlıyorum o yazının. Bir de 12 Eylül darbesinin ardından yayınlanan Ütopya dergisini. Sanırım Eski Defterler'i oluşturan dört şiir de bu dergide yayınlanmış. Sevgili İlhami Atmaca'dan, Alp Çakaloz'dan, Nihat Genç'ten dinlediğim kadarıyla biliyorum bu dergiyi ve bu dergiyle birlikte Ankara'da açılmış ve çok kısa süre faaliyet göstermiş Yeni Sanat Kitabevi'ni.
Şaban H. Çalış ise Uluslararası İlişkiler profesörü ve eski YÖK Başkan vekili. Vakti Geldi adıyla geçtiğimiz aylarda ikinci baskısını yaptı Şaban hocanın şiir kitabı da. Kitapta yer alan "Üç Çağdaş Üfürük" şiirini; 1986'da yayınlanmaya başlayan ve ilk 12 sayısı Konya'da, sonraki 4 sayısı Bursa'da yayınlanan Kelime dergisinde okuduğumu hatırlıyorum.
Her iki kitap da genel olarak söylersek Türk şiirinin tarihsel akışı içinde önemli bir yer tutmayacak şiirler içeriyor elbette. Öyle olmasına öyle ama, insanın aklına da bir şüphe düşmüyor değil: Ya bu şiirleri yazanlar, asıl uğraş alanı olarak sosyal teoriyi değil de sanatkarlığı tercih etselerdi; o zaman olay nasıl gelişirdi acaba? Cevabı belli aslında bu sorunun: Sosyal teori seçimi, zaten meselenin aslı astarını yeterince açığa çıkartmıyor mu? (23 Temmuz 2018)

(Muhayyel, sayı: 5, Eylül 2018)

Toplum, siyaset ve medeniyette idrak açan eser: MUKADDİME

14. yüzyılda yaşamış İbn Haldun'un Kitabu'l İber adını verdiği eserine kapsamlı bir giriş olarak tasarladığı Mukaddime hakkında epey söz edilmesine, sürekli yeniden yorumlanmasına rağmen içinde barındırdığı hazineler halen tüketilememiş ve tüketilmesi handiyse mümkün olmayan bir eser olarak görünür hep. İbn Haldun'un eserinde geliştirmeye çalıştığı metodoloji ve analitik bakışın, kullandığı kavramların, olguların, açıklama modellerinin nitelikli bir dökümünü yapmadan Mukaddime'yi tam anlamıyla kavramış sayılamayacağımız da ortadadır. Kendisi yazılamamış bir esere giriş olması dolayısıyla belki de Mukaddime, ele aldığı konular itibariyle, kendisinden sonra yazılan, yazılabilecek olan hemen bütün eserlere de bir mukaddimedir.
Kuvvetli bir hafızaya, işlek bir zihne, parlak bir zekaya, sağlam bir muhakemeye, iyi bir istidlal ve kıyas yapma gücüne ve isabetli teşhis, tespitler yapma kabiliyetine sahip İbn Haldun'un hayatının hem siyasi hem de ilmi boyutları vardır elbette. Daima galiplerden yana tavırlar sergilemiş olsa da siyasi bakımdan pek başarılı bir kariyer sürmemiş olduğunu söyleyebiliriz İbn Haldun'un. Birçok kez Mağrip ve Endülüs arasında gidip geldiğini bildiğimiz İbn Haldun'un bir ara Kastilya Kralı Za­lim Ped­ro’yla si­ya­si iliş­ki­le­ri dü­zelt­mek üze­re el­çi ola­rak gön­de­ril­diği bilgisi de mevcut. Zalim Pedro'yla görüşmesi kadar Timur'la Şam'daki çadırında yaptığı görüşme de meşhurdur İbn Haldun'un. Ama siyasi faaliyetleri ve kariyeri değildir Tunuslu bu zatın bugüne dek isminin kalmasını sağlayan, ilim hayatı ve geride bıraktığı eserlerdir.
Her şeyden önce İbn Haldun'un Mukaddime'de modern sosyolojik bakıştan, sözgelimi Durkheim'dan yüzyıllarca önce toplumsal olgu (social fait) denebilecek birçok fikri nesneyi ayırt ettiği, birbiriyle ilişkilendirdiği, toplumsal alanı ontolojik olarak belirlediği, insanın böylesi bir toplumsal bütün içerisinde oluşunun ve bu oluş halinin dış şartlarla ilişkilerini çözümlediğini gözlemleriz. Toplumsal bağı anlatmada "asabiye" kavramını kullanan İbn Haldun, iki tip insan topluluğu belirler. Genelde Türkçe'ye 'göçerlik' olarak tercüme ettiğimiz, ama salt bu şekilde kavranamayacak bedevilik ve yine Türkçe'ye 'yerleşiklik' diye tercüme ettiğimiz, ama İbn Haldun'un terminolojisinde sırf yerleşikliğe indirgenemeyecek hadarilik arasındaki diyalektikle oluşan güç kavgasıdır İbn Haldun'un çözümlemesinin özü. Ümit Hassan'ın doktora tezinde belirttiği üzere bedeviliği barbarlık, hadariliği ise medeniyet olarak kavradığımızda bu iki halin devletin olmasıyla birbirinden ayrıştığını da görürüz. Asabiye'yi sadece duygudaşlık ve dayanışma olarak kavramamak gerekli. Elbette asabiye kavramında muhtemel bir siyasal duygu sosyolojisine gidecek iz ve emarelerin bir çoğunu bulgularız, ama bunun ötesinde asabiye, sayesinde devletlerin kurulduğu ya da yıkıldığı bir bağdır. İbn Haldun, Mukaddime'de defalarca asabiyeyi farklı şekillerde niteler. Ona göre asabiye zaman zaman sayı çokluğu iken zaman zaman da dini davetin kendisiyle tamamlandığı bir unsura dönüşür İbn Haldun açısından. Asabiyeyi nesep ve aile şerefiyle eşler zaman zaman da. Ancak, İbn Haldun, asabiyenin mücadele ve karşı koymanın sadece kendisinin mevcudiyeti ile gerçekleştiği ve mensuplarının birbirleri için gönüllü olarak canlarını feda etmelerini sağlayan bir unsur olduğunun da altını çizmeyi ihmal etmez.
Bir devletin kurulmasını da yıkılmasını da açıklarken bu kavrama başvuran İbn Haldun, asabiye bağı ile kuvvetli bir yapıya sahip olan bedevi toplulukların zamanla yerleşik hayata geçeceklerini ve bu bağ sayesinde devlet kuracaklarını ileri sürer. Toplumların ve devletlerin iç dinamiği olan asabiyetin zayıflaması devletin de zayıflaması sonucunu doğurur. Bu etkinin devlet tarafından doğrudan önlenmesi ise mümkün değildir. Çünkü bu, insanın doğup büyüyüp ölmesi gibi doğal bir sonuçtur İbn Haldun'un gözünde. Toplumsal ilişkilerin temellerinde asabiye kadar ekonomik gelişimi de hesaba katan bakış açısına karşın Marksist anlamıyla ekonomiyi altyapı olarak görmediğini de söylemeliyiz.
İbn Haldun'un devlet, otorite, mülk, medeniyet, tarihyazıcılığı ve tarih, toplumsal ve siyasal değişimler ve tarih felsefeleri hakkında yaşadığı 14. yüzyılın gerek siyasi gerekse toplumsal karışıklıklarına karşın son derece tutarlı ve özgün görüşler oluşturmayı başardığını söyleyebiliriz. Kendisinden önceki Müslüman tarihçilerin rivayete dayalı aktarım modellerini ve şifahi yanlarını eleştiren, tarihsel olaylardaki neden-sonuç ilişkilerini belirgin bir metodolojik çerçevede tartışan ve toplumsal birlikteliği mümkün kılan süreçleri araştıran bakış açısıyla, Platon, Aristoteles ve Galen'den başlayıp  Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd ile devam eden bir entelektüel geleneği modern çağda ünlenen Montesquieu, Machiavelli, Hume, Adam Smith ve Durkheim gibi isimlere bağlayan zincirin önemli bir halkası olarak görünen İbn Haldun'u ve eseri Mukaddime'yi modern beşeri bilimlerin muştucusu kılan sadece bu bakış açısı değildir elbette. Bu bakışa eklediği ve toplumsal olgunun da en az diğer felsefi meseleler kadar ontik bir bakışı hak eden konumdur. (Cins, Eylül 2018)

Retoriğin, ikna için kullandığı araçlar

Mantıktan bilim ve felsefeye, dini ilimlerden edebiyat ve tarihe, gündelik hayattan siyasal ve toplumsal sunumlara kadar birçok disiplin ve alanda görüş sahiplerinin savlarını muhataplarına iletirken ya da rakiplerini çürütürken başvurdukları sanat biçimine retorik deniyor. Gündelik konuşmalarımızda genelde hitabet sanatı ile özdeşleştirdiğimiz retoriğin esasen tüm dil içi ve dışı yollarla iletişim kurarak muhatabı belirli bir görüşe ikna etme usullerinin bir bilgisi olduğunu vurgulayabiliriz.  Organon adlı eseriyle klasik mantığın kurucusu kabul edilen Aristoteles, Organon’u tamamlayan Retorik ile de bu sanat-bilimin kurucusu görülür. Fakat Aristoteles formel nitelikte açıkladığı mantık ile retorik arasında doğrudan bir ilişki kurmaz. Bunun yerine retorikte “logos”un tuttuğu yer, önem ve değerden bahsederek retorik sanatını elden geldiğince biçimselleştirme yoluna gider.
Antik çağda retorik sanatının ortaya çıkışında politik, adli ve sosyal olayların etkisi belirgindir. Aristoteles’ten önce siyasi arenalarda ve mahkemelerde insanları etkilemek, belirli bazı düşüncelere yönlendirmek maksadıyla kullanılan bu sanatı Aristoteles’in, hocası Platon’un eleştirilerine rağmen mantığın temel konuları arasına dahil ederek bir kıyas sanatına çevirdiğini ifade edebiliriz.
Görsel ve dilsel bakımdan bir imajlar çağı kabul edilen modern zamanlarda da retorik dilsel şeklinin yanı sıra görsel yapısıyla da kullanılır. Bu sebeple klasik mantığa yaslanarak retoriği sözlü/yazılı metinlerde kullanılan dilsel, sözün olmadığı her türlü metinde geçerli dil-dışı retorik olarak düşünmek mümkündür. Retoriğin kullandığı kanıtlama/ikna etme/ inandırma yol ve biçimleri, konuşan kişinin güvenirliliğini gözeten ethos, duygulara seslenen pathos ile mantığa seslenen logos olarak üç temel forma indirgenebilir. Bu açıdan muhatabını ikna eden ya da ikna etmeye çalışan sözlü-yazılı metin, resim, reklam, jest, mimik, giyim kuşam vb. retoriğe dahildir.
Kıyasın kısaltılmış hali
Ancak yine de muhatabı ikna etmede konuşan kişinin saygın, güvenilir, sevilir bir kişi olmasından kaynaklanan ethos ve konuşan kişinin konuşmasıyla muhatabını belli bir duygusal duruma taşımasını amaçlayan pathos kadar ve hatta onlardan daha fazla bir biçimde logos boyutunun inandırma ve ikna etmede daha etkin ve geçerli bir yol olduğu belirtilmelidir. Doğrudan muhatabı geçerliliğine ikna etmeye çalıştığımız görüşü dile getirirken başvurduğumuz argümantasyon zinciri ve örneklerin tamamını logos boyutu içinde değerlendirebiliriz. Retoriğin logos boyutunda kullandığı kıyasa Aristoteles örtük tasım demektedir. Mantık kitaplarında genelde kıyasın bir çeşidi olarak görülen “örtük tasım” (entimem) Aristoteles için kıyasın bizatihi kendisidir. Örtük tasım, bir yerde kıyasın kısaltılmış hali olarak görülebilir.
Gerek gündelik hayatta gerek siyasi ve toplumsal konularda gerekse iletişimsel her türlü mecrada günümüzde de sık sık geçerlilik kazandırılmaya çalışılan hemen bütün söylemlerde retoriğin bütün bu unsurlarını gözlemleriz. Retoriği kuvvetli olanların görüşlerini kabule şayan bulur, retoriği yetersizlerin görüşlerini ise pek kaale almayız. Aristoteles’ten günümüze retorik sanatının insanları belirli görüşlere nasıl ikna edebildiği, bu ikna için ne tür alet ve araçlara başvurduğu sorusuna ilişkin doyurucu bir cevap veriyor Coşkun Baba’nın kitabı. Dil içi ya da dışı her türlü iknaya yönelik unsurun belli fikir, görüş ve duyguların kabulündeki etkileri göstermeye çalışıyor. Ele aldığı konu bakımından son derece ilgi çekici olan kitabın bunun tersine bilimsel bakımdan kuru ve okunurluluğunun düşük düzeyde kaldığını da belirtmeliyiz.

21 Eylül 2018 Cuma

Önceki bilgiyi ‘hayır’ diyerek tamamla

20. yüzyılın özellikle ilk yarısında Newtoncu fizik paradigmasının özellikle Einstein, Niels Bohr, Werner Heisenberg, Paul Dirac ve diğer birçok fizikçinin geliştirdiği teorik ve deneysel yeniliklerle değişmesiyle birlikte modern bilim ideasının ve buna bağlı olarak bilime dair bakış açılarının kabuk değiştir-diğini gözlemleriz. 19. yüzyıl düşüncesinin bütün bilimlere egemen paradigması sayabileceğimiz pozitivizmin Birinci Büyük Savaş öncesi ilkin Al-manya’da gelişen ve beşeri bilimlerin doğa bilimlerinden ayrı, kendilerine has yöntemleri olduğu vargısını doğuran yöntem tartışmalarıyla (methodenstreit) sarsıldığını biliyoruz. Diğer yandan doğrudan modern fizik içinde yukarıda ismini saydığımız fizikçiler aracılığıyla Birinci Büyük Savaş ile İkinci Büyük Savaş arasında yaşanan genel rölativite teorisi ve kuantum teorisi gelişmeleri ile de pozitivist paradigmaya öldürücü darbeler vurulmuş görünür.
Yine iki büyük savaş arasında ve sonrasında gelişen en önemli disiplinlerin bilim felsefesi ve bilim tarihi olmasına da bu yüzden pek şaşırmama-lıyız. Modern felsefenin kurucu isimlerinden Kant’ın metafiziği eleme çabalarından 20. yüzyılın ortalarına dek süregelmiş felsefi düşünceden metafizi-ği eleme girişimlerinden Viyana çevresinde yeni pozitivizme, Karl Raimund Popper’ın eleştirel rasyonalizmine, Thomas S. Kuhn’un “bilimsel devrim-ler” yaklaşımına veya Paul K. Feyerabend’in anarşist bilgi teorisine kadar, bilim felsefesi alanında üretilen hemen bütün yaklaşım ve problemleri geren en temel ayrım ise akıl ile deney ayrımıdır. Bu ayrımda aklı ve a priorik (deneye bağlı olmayan, ilkesel) tarafı rasyonalizm temsil ederken, ampirizm ise deneye ve olgulara, yani a posterori ilkelere bağlı tarafı savunur. Ampirizmi savunan bilim adamlarına göre bilim felsefesi olguların egemenliği altında gelişmek zorundayken, rasyonalist olan filozof için bilim felsefesi tamamen olguların egemenliği altında değildir.
20. yüzyıl Fransız düşüncesinin özellikle bilim felsefesi ve bilim tarihi çalışmalarında iki önde gelen isminden biri olan Gaston Bachelard (diğeri Michel Foucault’nun da hocası olan Georges Canguilhem’dir) 1940 yılında yayınlanmış Hayır Diyen Felsefe adlı kitabında ampirizm ile rasyonaliz-mi fizikte meydana gelen dönüşümler çerçevesinde uzlaştırabilmenin yollarını arıyor. Yaşadığı dönemdeki bilim felsefesinin ‘genel olan’ ile ‘dolaysız olan’ deyimleriyle işaret edilebilecek iki epistemolojik engel sebebiyle tükendiğini ifade eden Bachelard, ampirizm ile rasyonalizm arasındaki ilişkileri sorgulayarak yeni ilkeler üreten bir bilim felsefesine ulaşmaya çalışıyor. Bilimsel düşünceyi canlandıran çifte hareketin ampirizm ile rasyonalizmin bu düşünce içinde birbirlerine acı ve zevki birleştiren bağ kadar güçlü ve tuhaf bir bağla bağlı olduklarını savlayan Bachelard’a göre, “Ampirizmin anla-şılmaya ihtiyacı vardır, rasyonalizmin de uygulanmaya. Açık seçik yasalar, düzenlileştirilmiş yasalar, tümdengelimli yasalar olmaksızın ampirik bir yaklaşım ne düşünülebilir ne de öğretilebilir; elle dokunulabilen tanıtlar olmaksızın, dolaysız gerçekliğe uygulanımı olmaksızın bir rasyonalizm tam olarak inandırıcı olamaz... Öyleyse tanıtların ve deneylerin toplamı, kuralların ve yasaların toplamı, olguların ve apaçıklıkların toplamı olarak bili-min, iki kutuplu bir felsefeye ihtiyacı vardır.” Aritmetiğin akıl üstüne değil, akıl öğretilerinin aritmetik üstünde temellendiğini, bilimin aklı eğittiğini ileri süren, epistemolojik engel, epistemolojik profil, epistemolojik kopuş gibi kendisinden sonra da sık sık kullanılacak birçok ilginç felsefi deyim icat eden Bachelard, hayır diyebilen, hayır demekle önceki bilgiyi aşan ve onu tamamlayan bir felsefeyi düşünüyor kitabında.

12 Eylül 2018 Çarşamba

Topluluk ve anlamlara nedensel analiz

Şahsi hatıralarımızı genelde sadece kendimize ait sayarız. Peki ama hatırladıklarımız sadece kendimize ait sayabileceğimiz türden olaylar mıdır? Ya da neden sadece bizi ilgilendirdiğini düşündüğümüz olayları hatırlamakta bu kadar zorlanıyoruz? Ya da hatırladıklarımızı aktarırken neden hep bir topluluk, bir grup, ortaklaşa başkalarıyla paylaştığımız bir mekan ve zamanda yaşadığımızı sürekli kendimize de hatırlatmak zorunda hissediyoruz?
Hemen hepimizin, okula başladığımız günlere ya da bir şehri ilk kez ziyaret ettiğimizde edindiğimiz izlenimlere kadar farklı alanlarda hatıralarımız vardır. Bu hatıralardan paylaşılabilir bulduklarımız olduğu kadar, asla paylaşmaya yanaşmayacağımız, başkalarının hatırladıklarımızı, hatırlama şekillerimizi, o hatıraların bizde oluşturduğu etkileri anlamasına imkan olmadığını düşündüğümüz kısımlar da vardır. Aynı toplumsal olaya tanıklık etmelerine rağmen farklı sosyal gruplara ait insanların o olayı aynı şekilde hatırlamayacağı, içinde yer aldığı sosyal yapının şartlandırmalarına bir biçimde maruz kalacağı aşikardır. Bu durum bizim zamanı sadece sabit bir anlayış kabiliyeti, içinde tüm beşeri olayların gerçekleştiği homojen ve yeknesak bir ortam olarak kavrayamayacağımızı da gösterir.
Anıların yer tayini
Kurucu babalığını Emile Durkheim’a atfedebileceğimiz Fransız sosyolojisinin ikinci kuşak temsilcileri arasında önemli bir yere sahip sosyologların başında gelir Maurice Halbwachs. 1925’te yayınlanan ilk eseri Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri’nde sıkı bir Durkheimcı olarak görünen ve sosyolojideki Durkheim paradigmasını hatırlama ve anıların yer tayini gibi hususlara uyarlayan Halbwachs, İntiharın Nedenleri adlı eseriyle birlikte bu paradigmanın iddialarını genişletmiş ve dönüştürmüştür. Marcel Proust, Henri Bergson, Henri James, Joseph Conrad, James Joyce, Italo Svevo gibi edebiyatçı ve düşünürlerin yeniden hatırlamayı ve aklın öze dönüşlü olmayan biçimlerini araştırmalarının temel konularından biri haline getirmeleri; gerçeküstücülüğün, olumsallık ve düşselliği ön plana çıkaran yaklaşımları; Husserl fenomenolojisinin etkileriyle birlikte, bireysel ve kolektif varoluşun en iyi temsilini Durkheimcı paradigmada bulduğunu düşündüğümüz kavramsal ifade sayesinde asla kuşatılamayacak deneyimlerinin zenginliğine ilişkin yeni bakış açıları geliştirmeye imkan tanıyan bir fikri zemini oluşturduğunu ifade edebiliriz.
Maurice Halbwachs, ürettiği hafıza çalışmalarıyla, içinde yer aldığımız topluluk ve gruplarla olan ilişkilerimizdeki değişmelerle bu topluluk ve grupların birbiriyle ilişkilerinden doğan bireysel hafıza maceralarını ve bireysel olayların ardışıklığını bir bağlama oturtmamıza imkan tanır. “Birbirlerinden ayrı grupların sayısı kadar kolektif zaman olduğunu ayırt etmek gerekir” diyen Halbwachs’ın yaklaşımında tarihsel hafızanın gerçekleştirdiği yeniden inşa ile kolektif hafızanın gerçekleştirdiği yeniden inşa arasında önemli bir ayrım da bulunur.
Naziler tarafından 1944’de tutuklanarak toplama kampına gönderilen ve orada dizanteriden vefat eden Halbwachs’ın ölümünden önce yazdığı notlar ve yazılardan müteşekkil Kolektif Bellek’i onun diğer eserlerine nazaran daha özgür ve daha edebi sayılabilir. Klasik pozitivist varsayımın aksine anlayıcı yorumlama ve nedensel analiz ile toplulukların ve anlamların kavranmasını bir araya getiren Kolektif Bellek’in 1950’de yayınlanmasının ardından gündelik hayat sosyolojilerinin de en önemli kaynak metinlerinden biri olduğu söylenebilir.

11 Eylül 2018 Salı

4 bin yıllık tepede 100 yıllık tarihin serencamı

Konya tarihi kent merkezi ile yönetim kurumları ve iş merkezleri eşliğinde geliş(tiril)en yeni merkez alanı arasında geçiş bölgesi niteliğindeki ortalama 20 metre yükseklikte, yaklaşık 9 hektar alanı kapsayan bir höyük Alaaddin Tepesi. Tepe ancak 1982 yılında “arkeolojik, tarihsel ve doğal sit alanı” olarak belirlenmiş.
1941'de Türk arkeolojisinin dev ismi Remzi Oğuz Arık'ın gerçekleştirdiği arkeolojik araştırmalarda, ince tabaka olarak tanımlanan tepe üst yüzeyinden yaklaşık 5 metre derinlikteki açmalarda 18. yüzyıla tarihlenen yapı kalıtları ve Türk–İslâm mezarlarından oluşan Osmanlı çağı yerleşme izleri bulunmuş.
Tepe yüzeyinden yaklaşık 5–8 metre derinlikte Selçuklu çağı yerleşim izleri, 8–12 metre arasında Bizans çağı, 12–15 metre arasında Roma ve Yunan çağına ilişkin yapı kalıntıları ve sur izleri belirlenmiş. 15–18 metre derinlikte ise Frig kültür çağına ilişkin seramik buluntuları elde edilmiş.
Bu tespitler, Alaaddin Tepesi’ndeki ilk insan yerleşmesinin ya da yerleşim kültürünün günümüzden dört binyıl öncesine dek uzandığını ortaya koyuyor elbette. Yani 4 bin yıllık bir tepe Alaeddin Tepesi.
Ancak Konya Belediyesi’nin 1946–1970 tarihleri arasında Alaaddin Tepesi ve çevresi üzerine odaklanan, orduevi, sinema, halkevi, evlendirme ve düğün salonu, çay bahçeleri, ağaçlandırma–sulama ve zemin tesviye projeleri, asfalt–bordür döşeli araç ve yaya yolları düzenlemeleri ile Alaaddin Tepesi çevresinde kent içi ring niteliğindeki araç yolu geçkisi gibi yoğun imar ve altyapı faaliyetlerinin varlığı bize 1941 yılında gerçekleştirilen arkeolojik araştırma sonuçlarının dikkate alınmadığını gösteriyor.
murat-guzel.png
Esasen tepedeki mimari eser ve arkeolojik kalıntılara ilişkin tahribat bu kadar geç bir döneme de rastlamaz. Daha 1907'de, yerel gazetelerden edindiğimiz bilgilere göre, dönemin Konya belediyesi tepeyi bahçe şeklinde düzenleme fikrine kapılmış, tepede buldukları tüm taşları bir taş ustasına (taş ustasının ismi de biliniyor!) parçalatmış ve Alaeddin Camii'ne en büyük hasarı vermiş. Neyse ki Konya Müze-i Humayun Müdürlüğü Payitaht'a belediyeyi şikayet edip bu işlemi Konya Valiliği aracılığıyla durdurmayı başarmış.
1930'lara kadar tepenin höyük değil, suni olarak yapıldığına ilişkin mitolojileri dikkate alan bir belediyemiz vardır. Tepe, Remzi Oğuz Arık'ın tüm karşı çıkmalarına rağmen ağaçlandırılmıştır sözgelimi. Tepeye orduevi kurma fikri de 1935'te gerçekleştirilmiştir. Mimar Şehabettin Uzluk'un imar planı tetkikleri de her nedense tepeyi tahribe yönelik gelişmiştir.
1907'de başaramadığını belediyemiz -kurumsal hafıza yoluyla sanırım- 1946-1970 arasında başarmıştır.
Geçtiğimiz günlerde tepeden kaldırılan orduevi de kaçak bir yapıdır. 27 Mayıs darbesinin bir ürünüdür. Yapımı esnasında rastlanan Selçuklu zahire depoları yok edilmiştir, bu depolardan çıkan tonozların akıbeti de belirsizdir.
Sözümona Kemalist darbenin bir eseridir o bina, ama Mustafa Kemal Atatürk'ün tepeye yaptırdığı orduevi binası ortadan kadırılarak yapılmıştır.
Alaeddin Tepesi'nin arkeolojik park yapılacağını söylüyor Tahir Başkan. Elbette bu fikri sonuna kadar destekliyoruz. Epey de geç kalınmış bir projedir bu ayrıca. Üzerine konuşmaya devam edeceğiz. Tepedeki tahribatı ayrıntılı olarak yazacağız.
Ancak bir öneri de getirmek istiyorum belediyemize: Şu Alaeddin Tepesi'nin 4 bin yıllık tarihini, bu konuda yapılmış-yazılmış tüm çalışmaları dikkate alarak şehrin hafızasına tekrar kazandırın!

Milli İrade, 1 Ocak 2016

Hakikat "asi" değil, asildir!

Hayatı nasıl yaşadığımız kadar önemlidir hayata bakış tarzlarımız.
Sık sık birçok kişinin hakikati temsil ettiklerini iddia etiklerine şahit oluruz sözgelimi. Bunları narsist kişilikler olarak değerlendirmek güç değildir elbette. Bu kişilerin ifade ettikleri fikirlerin yanlışlığı gösterilince yaşadıkları kaybın neticesinin "melankolik" bir etkisinin olması da kaçınılmazdır.
Bütün varlık iddialarını temsil ettiklerini iddia ettikleri "doğrular" etrafında dile getirenler, bu doğruların yanlış olduğu kendilerine gösterilince böylesi bir ruh çöküşü yaşamaları elbette nadirattan değildir.
Melankolik narsist ruh hallerinin saldırgan tabiatlı kişiliklere dönüşmesi de kolaydır. Melankoli zaten sürekli "kayıp"ın asli müsebbibini içeride aramaya yöneltir kişiyi. Kişi kaybettiği nesneden dolayı kendi benliğinin bir parçasını suçlar sürekli. Melankolik kişilerin intihara meyilli olmalarının bir sebebi de budur.
Kişiler gibi kültürlerin ve toplumların da mizacı vardır. Melankolik mizaçlı kültür ve toplumlarda "ihanet" kelimesi sık sık kullanılır bu yüzden. O toplum ve kültürlerde kayıpların sorumlusu bu hainler olarak işaret edilir, yani aynı toplum ve kültüre ait başka bir parça. Kültürün ve toplumun öz yıkıma eğilimli oluşu korkutucu elbette. Melankoli, bu toplumların bütün benlik ideallerinin içini boşaltır, onlarda oluşturduğu "cılk yara" bütün kimlik ve kişiliği tamtakır hale dönüştürür.
Melankolik kültür ve toplumlara nazaran kayıplarla farklı türden baş etmeyi öğrenmiş kültür ve toplumlardan da bahsetmek mümkün. Bu toplumlara "yas" toplumu diyoruz. Kaybının matemini tutabilen kişiyi değerli kılıyoruz. Matem çünkü kişiyi olduğu kadar kültürü ve toplumu da değiştirip dönüştürebilen bir etkiye sahiptir. Bu dönüşüm elbette illa ki iyiye doğru olmak zorunda değil, ancak "yas tutma" tutumunun "melankolikleşmekten" çok daha sağlıklı bir hali yansıttığına hiç kuşku yoktur.
Hakikat, asi değil, asildir! Hakikat, bu yüzden bağlılarını hep kederli bir asaletin halesinde diri tutar. Ne izin verilenden daha şen ve şakrak olmalarına yol açacak denli gevşek ruhlulardır onlar, ne de yeise yenilecek kadar bedbin, düşkün bir ruha sahiptirler. Hakikat bağlılarına, o yüzden hayat zindan olarak görünmez asla.
Son olarak: Biz ancak hakikate intisap ve iltica edebiliriz. Birbirimize ancak Hakk'ı ve sabrı tavsiye edicilerdeniz çünkü!

İKİ TÜRBE

Adını Konya surlarının Halka Begüş kapısından aldığı söylenen bir mescit ve türbe var. Halka Begüş, köle, kulağı halkalı kişi anlamına gelen bir deyim. Ankara Caddesi'nde Musalla Mezarlığı kapısının karşısında bulunuyor.
Osmanlılar döneminde sık sık tamirat görmüş bir mescit ve türbe Halkabegüş.
Cumhuriyet döneminde de 1961 ve 1998 yıllarında kapsamlı bir şekilde restore edildiğini biliyoruz.
Karatay Belediyesi sınırları içinde yer alan türbe en son Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından 2008 yılında onarıldı.
Halka Begüş Mescidi alt katında bulunan türbe kısmı son dönemlerde epey kötü bir durumda, temizlenmesinin gerekli olduğu görülüyor.
Bu konuda yetkililerin ilgili davranacağını umut ediyoruz.

halka-begus.pnghalka-begus-1.png
Konya dış surları ve Ankara Caddesi demişken Halka Begüş Türbesi'nin de içinde yer aldığı Kalenderhane mahallesini ve bu mahalledeki Kalenderi zaviyesini unutmak olmaz.
Turgutoğulları'nın Konya'da yaptırdığı önemli yapılardan birinin Kalenderi zaviyesi olduğu biliniyor. Vakfiyesine göre 1429 tarihli. Bu zaviyenin Kalenderhane mahallesinde yer alan ve iki yıl önceki kazılarla açığa çıkan yapıyla bir ilgisi var mı, bu konu henüz belirsiz.
Ama biliyoruz ki Kalenderiliğin büyük şeyhlerinden Ebubekir Niksari'nin türbesi Musalla Mezarlığı'na, dolayısıyla Halka Begüş Türbesine doğru, yolun batı yakasında, yani Selçuklu Belediyesi tarafında.
Kalenderi Tarikatının kurucusu Cemalettin Savi’dir. Konya'da türbesi bulunan Şeyh Ebubekir Niksarî ise Cemaleddin Savi'nin ilk halifelerindendir. Ebubekir Niksari'ne Savi'ye bende olan diğer arkadaşları, yani Muhammed-i Belhî, Muhammed-i Kürd, Şems-i Kürd; Niksari'nin 1205'te Konya'ya gelişinden önce Ortadoğu'nun çeşitli bölgelerinde tarikatı yaymaya çalışırken ölmüşlerdir.
Niksari'nin 1205'te Konya'ya geldiğinde bir de zaviye (lenger) açtığı mervi. Ebubeki Niksari'ye ait türbe 1428 tarihli. Yukarıda Turgutoğulları'nın Konya'da yaptırdığı düşünülen zaviyenin vakfiyesinde belirtilen tarihle Ebubekir Niksari türbesinin yapım tarihi arasında sadece bir yıl var. Demek ki Turgutoğulları Ebubekir Niksari'nin türbesini inşa edip onun lengerini de o dönemlerde tamir ettirmişler.
Kaynak: Milli İrade gazetesi, 14 Şubat 2016

4 Eylül 2018 Salı

İfşa, tüketimci teşhir, simülasyon ve diğerleri

Teknoloji ve tüketim kültürünün hızla yaygınlaştığı günümüz toplumlarında ayrıca yeni iletişim mecralarının, özellikle dijital ve sosyal medya gibi ortamların da devreye girmesiyle birlikte bu gelişmelere paralel bir şekilde görme görünme ve gösterme üçlüsü ekseninde düşünülebilecek bir tür teşhirciliğin artışına şahit olmaktayız. Modernliğin oluşmasında ve gelişmesinde önemli bir yer tutan beğeni duygusunun bu yeni ortamlarda aldığı seyirlik haller, insanların artık her şeyi, hatta hakikati bile görme duyusunun güdümünde inşa ettiği bir pratiğin toplumu baştan sona biçimlendirmesine yol açıyor.
Altı ayda bir yayınlanan Sosyoloji Divanı’nın 2018’in ilk sayısında dosya konusu olarak seçtiği Teşhir Toplumu belirlemesi yaşadığımız zamanın ve bu zamanın ruhunu oluşturan şeyin teşhir olduğu iddiasını merkeze taşıyor. Dosyada “teşhir toplumu”nun ruhunu anlamak ve açıklamak amacıyla konuya daha çok kavramsal açıdan yaklaşan, ancak bunu yaparken sosyal medya, ifşa, itiraf, bedenin teşhiri, simülasyon, tüketimci teşhir vb. olguları da çözümleyen yazılar yer alıyor.
Bu çerçevede dosya, İslam Can’ın teşhir toplumuna dair kavram, teori ve pratikleri ele aldığı makaleyle açılıyor. İslam Can, makalesinde, sözlü kültürden yazılı kültüre geçişle belirlenen devrime benzer bir şekilde kökeninde görüntü ve imajların bulunduğu ve göz ile görmenin üstünlüğüne dayalı iktidarın, sözün ve yazının mahiyetine karşı galebe çaldığını vurguluyor. Can’a göre, sahneler, slaytlar, projeksiyonlar, akıllı tahtalar, film kareleri, fotoğraflar, ekranlar ve buna benzer görüntülerin akıp gittiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu dönemde eğitim araçlarından boş zamanı değerlendirme ve eğlenceye kadar hemen her alanda “görme yasası”yla çalışan bir mekanizma bulunuyor.
Domino etkisi
Kenan Çağan ise dosyada yer alan makalesinde postmodern olarak nitelenen günümüzdeki toplumsal hayatta yaşanan mahremiyetin dönüşümü meselesine eğiliyor. Modernite din ve mahremiyet ilişkilerinden yola çıkarak postmoderniteye kadar bu ilişkiler arasındaki değişmeleri irdeleyen Çağan yazısını postmodernizmin ahlaki müphemliğin yaygın olduğu bir hayat alanı oluşturduğunu belirterek tamamlıyor. Bu hayat alanının ahlaka büyük zarar verdiğini kaydeden Çağan’a göre, “modernitenin dini gündelik hayattan kovma mücadelesi mutlak bir zaferle sonuçlanmadıysa da dine çok büyük bir zarar vermiş; akabinde de domino etkisiyle ahlak da bu gelişmelerden nasibini almıştır.”
Dosyada bu yazıların haricinde Mehmet Ulukütük’ün, Sever Işık’ın, Ali Fidan’ın, Mücahit Gültekin’in, Zülküf Kara ve Halime Aydın’ın, Ferhat Tekin’in, Musa Arı’nın, Ahmet Gökçen’in, Ejder Ulutaş’ın, Mustafa Günerigök’ün, Özgür Taburoğlu’nun gösteri toplumu, bedenin teşhiri, homoscreenus vb. konuları temalaştıran yazılarına yer veriliyor.
Dergide dosyada yer alan yazıların haricinde Prof. Dr. Mehmet Tayfun Amman ile sosyoloji, yöntem ve disiplinlerarasılık konularına dönük bir söyleşi de yer alıyor. Söyleşide Amman, son 20 yılda Türkiye’nin “tesettürcü” bir toplumdan “teşhirci” bir topluma doğru giderek evrildiğini belirtiyor. Dergide ayrıca Amman’ın genç sosyologlara verdiği bir konferansın metni de bulunuyor.