31 Ekim 2018 Çarşamba

Eleştiriden kaçmak mümkün mü?

Özellikle muhafazakar edebiyat çevrelerinde son dönemlerde yaygınlaşan bir tartışma konusu bu: Seküler çevrelere karşı anlaşılmaz ve sebepsiz bir kompleksin hissedildiği, bu çevrelerin yayınevleri sözkonusu olunca edebiyat dünyasında akan suların durduğu, bu durumun da birçok iyi ve başarılı kitabın okunmasına ve onların yazarlarının duyulmasına engel olduğu şeklinde dile getirilen bir görüş. Bu görüşün mütemmim cüzlerinden biri de seküler çevrelere ait kitabevi, yayınevi ve dergilerde muhafazakar isimlere karşı adı konmamış bir boykotun hüküm sürdüğüdür.
Sık sık yakınımızda olanı görmekte güçlük çektiğimiz, uzaktan gelen davulun sesini hoş karşıladığımız birçok bakımdan doğru deyişler. Ancak edebi beğeniler bakımından yakın ya da uzak arasındaki ilişkileri belirleyecek eleştirel bakış eksikse, yani işin içine başka birtakım saikler giriyorsa durup düşünmek lazım. Zikrettiğimiz görüşte elbette katıldığımız birçok yön olduğu kadar katılmadığımız, yanlış bulduğumuz bazı yönler de var. Bu yazı katılmadığımız bu yönleri dile getirerek katıldığımız yönlere ilişkin yargıların nasıl değerlendirilebileceğine ilişkin bir murakabe çabası olarak okunmalı. Zikrettiğimiz görüşlerde katılmadığımız veçheler, katıldığımız veçhelere dair söylenmesi gerekenleri de ortaya çıkaracak umudundayız.

Bu kertede sorunun ilkin Türkiye'deki edebi ortamın çok parçalı oluşundan kaynaklandığı savlanabilir. Türkiye'de edebi ortam çok parçalıdır; bu böyledir, çünkü her ne kadar "milletin bölünmez bütünlüğü"ne dair öteden beri kanıksadığımız siyasal bir vurgu başatsa da milleti oluşturduğu savlanan toplumsal grup, öbek, zümre ve sınıfların farklı kültürellikler, farklı zamansallıklar, farklı siyasallıklar, farklı tavırlar, inançlar ve değerlere de sahip olduğunu bilmekteyiz. Bütün bu farklı kanallardan akıp gelen derelerin edebiyatın ana ırmağında nasıl kaynaşıp bütünleştiğini ya da ne tür çatallanmalara yol açtığını soruyoruz. Edebiyatın kendi mecrasındaki bir çatallanma mı bu, yoksa başka mecralardan kaynaklı bir çatallanma mı?
Siyasal ve kültürel bakımlardan seküler çevrelerle muhafazakar çevreler arasında yaşanan çekişmelerin edebi ortamın parçalanmasındaki rolünü inkar etmek gerçekten çok güç. Bununla birlikte insanlar sadece siyasal, kültürel bakımlardan değil, edebi bakımdan da kulak kesildikleri dünyaların dışında kalan dünyalara karşı yer yer sağır, yer yer kör olmayı tercih edebiliyorlar. Ama bu durum, içinde yer almayı tercih edip benimsediğimiz tarafın hemen her verimini olumlamamız gerektiği anlamında yorumlanırsa hata edilir. Çünkü "seküler-muhafazakar" ayrımlaşmasının en azından edebi anlamda herhangi bir mesnedi yahut sebebi yoktur. Bu ayrım tamamen kültürel-siyasal bir ayrımdır. Bu ayrımı edebi eserler alanında üretmeye, oluşturmaya çalışmanın akla uygun herhangi bir izahını bulmanın da güç olduğu ayrıca belirtilmeli.

Peki yine de bu kültürel-siyasal ayrımın edebi alandaki ayrımlara karşılık gelen bir yanı yok mudur? "Seküler-muhafazakar" şeklinde nitelediğimiz ayrım edebi alana nasıl sirayet eder? Hangi yol ve dolayımlar bu sirayette etkindir? Bu sorulara karşılık olarak üretilmiş bir kavramdır belki "edebi cemaat"ler deyimi. Herhangi bir edebi cemaate intisap etmenin yazarın tanınmasına katkı yaptığı, üretilen edebi eserin alımlanışını kolaylaştırdığı yaygın bir kanaattir. Herhangi bir edebi cemaate kapılanmadan yazdıklarının daha geniş kitlelere ulaşamayacağını düşünen yazar sayısı çoktur. Buna karşın, yazmak tabii ki yalnız yapılan bir iştir, ama bu sizin yine de bir "edebi cemaat" içinde olmadığınızı göstermez. Doğrusu, zannedilenin aksine bir "edebi cemaat" içinde olmak ne okunurlukta bir artış sağlar, ne de onu azaltır. Bu konuda karşılaşılan sorunların aslı astarı edebi eylemin özüne dayanır. Ve edebi eylemin özünü, yani 'eser'i sırf yazar ile, yazarın kendi tutumu ile sınırlamaya çalışmak yersizdir. Okur ve ortam yoksa edebi eylem ve eser de yoktur. Edebi cemaat yoksa yazar da yoktur. Bunların varlıkları kadar, yoklukları da karşılıklı birbirini belirler. Demem o ki, edebi eser ne yalnız yazarla başlar, ne de okurun okuma edimiyle biter.
Diğer yandan okurun algısı, tercihleri, seçimleri vb. de 'yapılan', 'üretilen' bir hamuledir; bu hamule üzerinde okurun kendi kültürü ve içinde yer aldığı edebi ortam kadar diğer toplumsal alanlardan, bilhassa medyatik unsurlardan kaynaklı birçok sosyopolitik ve sosyokültürel etkinin iş başında olduğuna işaret edilmelidir. Bu noktada herhangi bir edebi eserin üretiminin, yazar/şairden mecraya, mecradan okura ve ardından oluşturduğu tepkilere kadar bir yığın faktörle birlikte ele alınması elzem bir süreç olduğunu vurgulamak doğru olacaktır. Doğru ya da yanlış, ne dersek diyelim, bazı edebiyatçılar bu sürecin her yerinde olabilir, bazıları bu sürecin birçok kertesine dahil olsa da  sürecin tamamında görünmeyi seçmeyebilir, başka bazıları da belirli bir kerteden ötesiyle ilgilenmez. Ama edebi üretim sürecinin her kertesinin o sürecin üretilmesinde etkin olduğu  açıktır.

Bu süreçte, yani herhangi bir edebi eserin gerek oluşumundan gerekse sunumuna dek üretimin her aşamasında, bu üretimin hemen her kertesinde belirgin iktidar dispozitifleri de devrededir. Bu dispozitiflerin kimine eserin üretilme aşamasında, yani edebi cemaatler, kamular arasındaki rekabetlerde denk geliriz, kimine ise eserin tüketimi aşamasında, yani okunma ve eleştirilme safhasında. En nihayetinde 'edebi eser'in nasıl tanımlanacağından nasıl alımlanacağına kadar süren bir edebi, sosyokültürel ve sosyopolitik mücadele varittir. Sözgelimi 1940'larda gündelik gazetelerde çizilen karikatürler aracılığıyla yazdığı şiirlerle dalga geçilen Asaf Halet Çelebi, 1980'lerden itibaren Türk edebiyatında yoğun bir biçimde  okunan bir şaire dönüşmüşse durup düşünmeli, acaba bunun sebebi neydi? Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday üçlüsü ile ortaya çıkan Garip şiirinin 1940'lı yıllarda kazandığı başarıda dönemin etkin iktidar aygıtlarının, yürürlüğe sokulan dil anlayışlarının etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Garip şiirinin başarısı sırf edebi işlevler dolayısıyla mı? Elbette değil, ancak bu şiirin başarısını da tamamen o dönem etkin olan şiir dışı iktidar aygıtlarının sağladığı iddia edilebilir mi?
Sırf birtakım kişisel ve 'ideolojik' yakınlıklara, dolayısıyla 'ilişkisel' ayrımlara yaslanarak 'edebi kamular' belirlemek ve/veya inşa etmeye çalışmak elbette büyük bir hatadır. Bu ilişkisel ayrımlardan çok daha önce, bizatihi edebiliğin parçalı da olsa kendine has bir kamu oluşturduğunu görmek gerekir. Edebi kamuların sosyokültürel ve sosyopolitik alanlarla bağlarının olduğu şüphe götürmez, ancak bu bağların edebi süreçler üzerindeki etkinliklerinin edebi eserlerin ve üretimlerin dolayımından geçmesi gerektiği de şüphe götürmez.

Yazımızın başında sözünü ettiğimiz görüşe dönelim. Edebiyatçılarımız görebildiğimiz kadarıyla sözünü ettikleri komplekslerin büyük kısmını muhafazakar "okur"lara isnat ediyorlar her nedense. Haklarının yendiğini düşünüyorlar okurlara atfettikleri bu kompleksler yüzünden. Birçok iyi kitabın, iyi yazarın yeterince okunmadığı, yeterince üzerinde durulmadığı, eserlerinin gündeme getirilmediği, muhafazakar yayınevlerinin yayınladığı edebi eserlere ilişkin okur ilgisinin istenen düzeye erişmediği şikayetleri de kolaylıkla yükseliyor bu sebeple.
Oysa aynı komplekslerden bazılarının -ne yazık ki- edebiyatçılarımızın bizzat kendilerinde olduğunu da söylemek gerekiyor. Sözgelimi 2000'li yılların başında bir öykücümüz muhafazakar bir yayınevinden çıkan ilk kitabının yeterince dağıtılmadığını, depoda çürütüldüğünü; oysa seküler bir yayınevinden çıkan başka bir öykücünün kitabının hemen her kitabevinde rahatça ulaşılabilir bir konumda olduğunu iddia etmiş ve sonradan da kitaplarını o cenahtan yayınevlerinde yayınlamayı tercih etmişti. Yine başka bir öykücü arkadaşımız yine bir muhafazakar yayınevinin kendi kitabı yerine başka bir öykücünün kitabını yayınlamayı tercih etmesine bozulmuş, hatta buna içerlemişti.
Aradan geçen 20 yıla yakın süreye ve bu süre zarfında yaşanan siyasal, kültürel, edebi değişime rağmen şikayet mevzuu konular ve kompleksler aynı şekilde duruyorsa söylenmesi gereken şey açık değil mi? Sırf okurlarda değildir o şikayetlere sebebiyet veren sıkıntı ve sorunlar. Başta muhafazakar yazarlar olmak üzere "mecra"nın kendi üstüne düşen birçok vazifeyi yerine getirmeyişi bu türden sıkıntı ve sorunların devamına yol açmaktadır. Sorun toplumsal, siyasal, kültürel boyutlara da ulaşıyorsa sebebi belli değil mi? Edebiyattan siyasete kaptırıldığı varsayılan muhafazakar yazarların kendi geçmişlerine borçlarını ödemediği ortada değil mi? Öyleyse asıl ayrımı siyaset ile edebiyat arasında çekmek gerekmiyor mu? Birtakım siyasal/kültürel ayrımları edebiyat sahnesine taşıyarak sorunları çözmeye çalışmanın herhangi bir getirisinin olmadığı görülmeyecek mi?
Bu yüzden başarılı eserlerin okur tarafından gerektiği kadar takdir görüp ödüllendirilmediği, muhafazakar isimlere, kitaplara seküler çevrelerin kitabevlerinde/yayınevlerinde adı konmamış bir boykot uyguladığı doğru olsa da  bu akıl yürütüş şeklinde ve şikayetlerde sürekli eksik bir şeylerin kaldığını görmek gerekiyor: Şikayet sahibi muhafazakar yazarlar; gerek edebiyatla, gerek üstlendikleri edebi işlevle gerekse kendi okurlarıyla ilişkilerinde yetersiz kaldıkları yanların hesabını kendi dışlarındaki birtakım çevrelere kesmeye bayılıyorlar. Üstlerine yazılmış sorumluluklardan kaçmanın kolay yolu belki bu. O sorumlulukların en başında da "Aaa, bu ne kadar başarılı bir kitapmış!" demek değil, "Aaa! Edebiyat bu değil!" diyebilmek gerekiyor, eleştirmeye cür'et etmek gerekiyor. En çok da mahalleyi eleştirmek gerekiyor. (Fayrap, Ekim 2018)

İnsan, toprak, zaman üçlüsü ve din

Türkçeye 1960’lı yıllarda çevrilen kitaplarıyla tanınan Malik Bin Nebi, 20. yüzyılda yetişmiş önemli Müslüman mütefekkirler arasındadır. Cezayir’in Fransız sömürgesi olduğu bir dönemde doğup büyümesi, sömürgeciliğe karşı fikri çözümleme ve mücadeleleri ile 1963’te Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasının ardından ülkesine dönerek verdiği eğitim çabasıyla tanınan Malik Bin Nebi’nin bütün hayatı boyunca sızısını çektiği en önemli konunun Müslüman toplumların modern dünyada içinde bulunduğu sorunlar ve bu sorunlara yönelik çözüm yolları olduğu söylenebilir.
Malik Bin Nebi, her toplumun probleminin içinde bulunulan medeniyetin problemi olduğuna dikkat çeker; ona göre, Müslüman toplumlar kendi hastalıklarına deva bulma amacıyla Batı medeniyetinin eczanesine girmiş, bu eczaneden edindikleri çeşitli haplar aracılığıyla kendi hastalıklarını iyileştirmeye çalışmıştır. Kimi zaman okuma yazma problemlerine, kimi zaman emperyalizme karşı direnç verici haplara, kimi zaman da fakirliği yenecek reçetelere Batı eczanesinden bir karşılık arayan Müslümanların kendi hastalıklarını doğru teşhis etmedikleri için edindikleri bu ilaçlar da dertlerinin artmasından başka bir sonuç üretmemiştir.
‘Meta-teorileştirme’
1940’lı yıllardan 1973’teki ölümüne dek çok sayıda kitap ve makale yazarak tarih felsefesi, sosyoloji, sosyal ve tarihsel değişim, kültür ve medeniyet sorunlarına kafa yoran Malik Bin Nebi’nin düşüncelerinin ana konusunu genel olarak medeniyet araştırması ve İslam medeniyetinin mevcut durumunun nasıl iyileştirilebileceği sorusu oluşturur.
Malik Bin Nebi’nin mücadelesi ve eserlerinde onun medeniyet teorisinin tuttuğu merkezi yeri sosyolojik bir bakışla ele alıp kavramaya uğraşan Bedran Bin Lahsen, George Ritzer’in ‘meta-teorileştirme’ yaklaşımını yöntem olarak kullanarak medeniyet kavramının Batı’da ve İslam dünyasındaki farklı kullanımlarını irdeliyor. Lahsen’e göre, medeniyet kavramının yöresel veya bölgesel bakış açılarıyla değil, evrensel ve bütüncül bir bakış açısıyla ele alınması gereklidir.
Malik Bin Nebi’nin medeniyet hakkındaki düşüncesinin düzenli bir bütünlük halinde olduğunu kaydeden Lahsen, onun medeniyet anlayışının nasıl formüle ettiğini, bu anlayışı geliştirirken etkide bulunan faktörleri ele alıyor. Özellikle sömürgeden kurtuluş ve bağımsızlaşma sürecinde yaşamış olan düşünürün olaylar ve şartlar karşısındaki tutumunu tespit ederek Malik Bin Nebi’nin medeniyet teorisini oluşturan sürecin bir analizini deniyor. Lahsen, onun medeniyetini şöyle tanımladığına dikkat çekiyor: “Verili bir topluma, her bir üyesine, çocukluktan ahirete geçişine kadar varoluşunun her aşamasında, bir aşamadan diğerine gelişerek geçmesi için gerekli tüm sosyal yardımları verme imkanı sunan maddi ve manevi şartların toplamı.” Kendisinden yaklaşık 600 yüzyıl önce Kuzey Afrika’da yaşamış İbn Haldun’un yaklaşımlarını hatırlatacak şekilde medeniyeti “insan, toprak ve zaman” üçlüsüne ‘din’in, bu üçlünün birbirine tam uyum sağlaması ve yeni bir sentez oluşturulabilmesi için katılımı olarak addeden Malik Bin Nebi’nin düşünce dünyası hakkında yapılmış ilk ve özgün bir çalışma olması hasebiyle de Lahsen’in kitabı ayrı bir değer kazanıyor.

30 Ekim 2018 Salı

Muallim-i Evvel'in Metafizik'i


En gözde tilmiz ve öğrencilerinden biri olduğu hocası Platon'la birlikte antik çağın iki önemli dehasından biri kabul edilir Aristoteles. Organon adlı eseriyle mantık biliminin, Poetika ile şiir sanatının, Retorik ile ikna etme tarzlarının temel ilkelerini vaz eden Aristoteles'i gerek İslami Doğu gerekse Hıristiyani Batı'da düşünce dünyasının vazgeçilmezi kılan ise Metafizik adlı eseridir. Eğer felsefenin gerçek anlamda kurucusunun,  yani bekçisi ve babasının Platon olduğu doğruysa, Aristoteles de bilimin kurucu öncüsü, onun bekçisi ve babasıdır. Platon'un öğretisini "kendisi bir din olmaksızın dine en yakın olan felsefe" olarak niteleyen Etienne Gilson'a uyarak Aristoteles'in öğretisini de "kendisi bir bilim olmaksızın bilime en yakın olan felsefe" olarak adlandırmak mümkündür. Belki de Platon-Aristoteles ikilisinin birlikte düşünülmesiyle birlikte "felsefe-bilim"in de mümkün olduğu söylenmelidir.
Milattan önce birinci yüzyılda Rodoslu Andronikos adlı bir takipçisinin, Aristoteles'in öğrencilerine verdiği dersleri belli bir tertiple bir araya getirerek oluşturduğu külliyatta doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına Yunanca "Meta ta phusika" demesi dolayısıyla Metafizik ismi verilen bu metinler toplamı "ilk felsefe"yi soruşturur hep. Platon'un Diyaloglar'ı gibi kamuya açık, edebi eserlere nazaran akromatik, öğrencilere, bağlılara, tilmizlere yönelik bir metin olan ve bu niteliğiyle edebi bakımdan değil de kavramsal bakımdan düşünülmeyi gerektiren Metafizik, -öğrenci notlarından ve Aristoteles'in dersler sonrası oluşturduğu metinlerden bir araya getirildiği için belki- tamamen işlenmemiş, müphem bırakılmış, ya da yarım kalmış kısımlar da içerir. Bu ön dört kitabın kendi içindeki sıralanış biçimi de üzerinde durulmayı hak eden bir öneme sahiptir. Günümüzdeki doktora tezlerinin biçimlenişine kadar uzanan bir sıralama hakimdir esere.  Ele alacağı konunun belirtilmesi, bu konuda önceki görüşlerin özetlenmesi, kaynak eleştirisi ve tezde peşi sürülecek görüşün tebellür etmesi bu sıralamanın ana çatısıdır.
Eserinde "varlığın bilimi"ni soruşturur Aristoteles ve bu bilim için aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın bilgelik, felsefe, ilk felsefe, ontoloji, teoloji deyimlerini kullanır. Görülebilen, dokunulabilen doğanın gerisinde bir de görünmeyen ve dokunulamayan bir doğa da vardır Aristoteles'e göre. İşte "ilk felsefe" ya da daha sonraki adıyla metafizik bu sonraki doğayla ilgilenir ve nihai nedeni bulgulamaya çalışır. Yine de bu bilime ad olarak seçilmiş metafizik deyişinin 12. yüzyıldan beri kullanılmaya başlandığını da zikretmeliyiz. Eserinde Aristoteles ilk nedenin, varlık olarak varlığın, dünyadaki bütün hareket ve her türlü formun nedeni olan başsız, sonsuz, gayri maddi ve hareketsiz olanın araştırılmasını amaçlar. O nedenle de ona göre metafizik bütün bilimlerin en değerli olanı ve en kapsamlısıdır. Nedenlerin saf bilgisi olarak metafizik bir medeniyetin en son ve en yüce ürünüdür, çünkü  daha sonraki pratik amaçlarla ilgilenmek yerine bilgiyi bizzat kendisi için arar. Bir anlamda metafizik, Aristoteles için en mükemmel şekliyle bilgeliktir.
Aristoteles''in ve Aristotelesçiliğin antik çağ boyunca Platon ve Platonculuk kadar önemli addedilmediğini söyleyebiliriz. Bilhassa Platonculuğun ve Neo-Platonculuğun erken dönem Hıristiyan düşüncesindeki yeri ve önemiyle kıyaslanamaz bir konumdadır Aristoteles ve okulu. Ahmet Arslan hocanın deyişiyle "Aristoteles'in yeniden keşfedilmesi ve felsefe tarihinde hak ettiği yeri kazanmasında başta İbni Rüşd olmak üzere Ortaçağ Müslüman filozoflarının ona karşı gösterdikleri ilgi büyük rol oynamıştır. Ortaçağ'da İslam dünyasında gelişen ve belli başlı temsilcilerini Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd'ün meydana getirdiği Yunan tarzı felsefe hareketi esas itibariyle Yeni-Piatoncu unsurla da beslenen bir Aristotelesçilik olmuştur. İslam dünyası aracılığıyla Aristoteles'i keşfeden veya yeniden keşfeden geç Ortaçağ Hıristiyan felsefesi Batı'da, Aziz Thomas ve onun Hıristiyanlıkla Aristoteles'i birleştirmesi sayesinde, Aristoteles'i o zamandan bu yana gitgide artan bir ilginin konusu kılmıştır."
İbn Sina'nın biyografisini yazan el-Cüzcani'nin aktardığına göre, Şeyh'ur-Reis hemen birçok ilimde üstadlık seviyesine geldikten sonra 40 kez okumasına, hatta ezberlemesine rağmen metni bir türlü kavrayamadığını, ancak Farabi'nin bu eser üzerine yazdığı bir risaleyi okuyunca esere nüfuz ettiğini anlatır. Klasik İslam düşüncesinin Muallim-i Evvel (İlk Öğretmen) olarak gördüğü Aristoteles'e kıyasla Farabi'nin Muallim-i Sani (İkinci Öğretmen) addedilmesinin sebebi Aristoteles'in eserlerine ilişkin bu yorum gücüdür. En önemli Metafizik şarihlerinden biri addettiğimiz İbn Rüşd, mantık, fizik ve metafizik hakkında Aristoteles'ten önce yazılmış eserler hakkında söz açılmasının gereksiz olduğunu düşünmektedir, çünkü bütün bu eserler Aristoteles'in eserlerinin gölgesinde kalırlar.
Kant'tan beri metafizik olarak tabir olunan duyular, görüler üstü ve fizik ötesi alemi elimine etmeye çabalayan modern düşüncenin ve modern bilimin temellerinde yine de Aristoteles'in öne sürdüğü şekliyle metafizik bir bakışın, tercihin ya da "kuvve"nin arta kaldığı söylenebilir. (Cins, Ekim 2018)

23 Ekim 2018 Salı

Babanzade’nin fikir dünyası

Modernleşme dönemi Türk kültürü ve düşüncesinde Darülfünun gerek pozitif gerekse beşeri bilimler alanlarında kurucu ve öncü bir niteliğe sahiptir. Modernleşme etrafında gelişen tartışmalarda birbirinden farklı görüşleri yansıtan bir odak olan Darülfünun’un Felsefe Bölümü’nün özel bir yere sahip olduğu söylenebilir. Gerek Batı felsefesi ve bilimine karşı gerekse felsefe tarihi ve felsefe dili vb. daha özgül odaklı meselelerde takınılacak tavırlar bakımından bu bölümün II. Meşrutiyet devrinden 1933’teki Üniversite Reformu’na kadar uzanan süreçte önemli hocalarından biridir Babanzade Ahmed Naim. Vefatının 80. yıldönümü dolayısıyla Babanzade Ahmed Naim’in hayatı, eserleri ve fikirleri etrafında 2014’te Zeytinburnu Belediyesi tarafından düzenlenen panele dayanan ve editörlüğünü İsmail Kara ile M. Cüneyt Kaya’nın yaptığı Babanzade Ahmed Naim adlı kitap, Babanzade’nin fikir dünyasının farklı veçhelerini anlamaya ve ayrıntılarıyla ortaya koymaya yönelik çalışmalar kadar bizzat Babanzade’nin yazdığı bazı makalelerin de çevrimyazı usulüyle günümüze aktarılmış halini içeriyor.
Felsefe dili
Kitapta yer alan makalesinde Üniversite Reformu yoluyla emekliliğe sevk edilen Babanzade Ahmed Naim’i Türkiye’de modern felsefenin kurucu aktörlerinden biri olarak değerlendiren Prof. Dr. Ali Utku, doğrudan bir felsefeci olmasa da onun felsefe sözkonusu olduğunda öncü bir isim olduğunu kaydediyor. Utku’ya göre Babanzade Ahmed Naim sözkonusu olduğunda, Batı felsefesiyle karşılaşma bakımından daha önemli ve belirleyici olanın onun İslamcı kimliği çerçevesinde medeniyetteki sürekliliği esas alan, bu tavırla şekillenen tercih ve temayülleri olduğunu da belirtiyor. Ali Utku, Batı felsefesinin alımlanması ve felsefe dili ve terimleri konusunda Babanzade Ahmed Naim’in tercih ve temayüllerinin sadece bilimsel ya da felsefi bakımdan değil, tarihsel, politik ve kültürel rezervleriyle de anlaşılması, yorumlanması ve tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyor.  Babanzade Ahmed Naim’in kadim kültürümüz hakkında sahip olduğu engin birikim sayesinde felsefi meseleleri hem içerik hem de dil açısından son derece dikkatle ele aldığı, bunu yaparken de yerli duruşundan hiçbir zaman taviz vermediğini ifade eden Prof. Dr. M. Cüneyt Kaya ise böylelikle onun Batı felsefesiyle nasıl diyaloğa geçilebileceğinin müşahhas örneklerini sunduğu kanaatini dile getiriyor. Ahmet Naim’in felsefi çalışmalarına yön veren saikleri irdelediği makalesinde Kaya, ilk saiki materyalist ve pozitivist cepheden gelen ve bilimsel gelişmelerle de desteklenen sert eleştiriler karşısında felsefenin hâlâ kendisine özgü araştırma konuları olan bir etkinlik olduğunu ortaya koymak şeklinde belirliyor. Onun felsefe çalışmalarını belirleyen ikinci saikin ise modern felsefe terimlerini Türkçeye aktarma konusundaki gayreti olduğunu savlayan Kaya’ya göre, o, felsefe alanında yapılması gerekeni öncelikle kadim olanın keşfi olarak belirler. Bu keşif felsefi kavram ve problemlerin bizim dünyamızdaki sürekliliğini tespite öncelik tanıyarak, “yeni şeyler ortaya koyma”ya da alan açar. Kitapta ayrıca İsmail Kara, Halit Özkan, Muhammed Masum Şenburç ve Ali Benli’nin felsefe, hadis, hadis usulü, milliyetçilik, Arap dili ve edebiyatı gibi konularda Babanzade Ahmed Naim’in dile getirdiği görüşleri irdeleyen makaleler de yer alıyor.

18 Ekim 2018 Perşembe

Bir eşik düşünürü olarak Gazzali

Ebu Hamid El-Gazzali, modern zamanlarda gerek oryantalistlerin gerekse modernist yorumcuların eleştiri oklarına hedef olur. Bilhassa Doğu’nun Batı’dan farklılığının dinsellik değil, hukuk anlayışındaki noksanlık, sabit bir doğal düzen olmayışı, dolayısıyla doğal hukuk yaklaşımlarının bulunmayışı olduğunu öne süren MacDonald’dan Gazzali’yi üç ana teolojik ve felsefi sistem (İslam, Hıristiyanlık ve Neoplatonizm) arasında konumlayarak ele alan, hatta Gazzali’nin teolog olarak Müslüman, bilim adamı olarak Neoplatoncu, ahlakçı ve mistik olarak ise Hıristiyan addedilebileceğini ileri süren Hollandalı oryantalist Wensinck’e kadar 19. yüzyıldan 20. yüzyıla etkin olmuş birçok oryantalist ismin ve modernleşme-Batılılaşma taraftarlarının İslam medeniyetinde felsefi düşüncenin durağanlaşıp gerilemesinde Gazzali’yi suçlu gösterdiklerini görürüz.
Yine Gazzali’ye yönelik olarak çağdaş Arap milliyetçiliği ve çağdaş İslam düşüncesi içinde de birçok ilginç, ilginç olduğu kadar da tartışılması o kadar gerekmeyen düşünce vardır. Bunlardan en ilgincini ise elbette Faslı düşünür Muhammed Ebid el-Cabiri ifade eder: “Şayet Gazzali var olmasaydı sizce Gazzali’den sonra Arap-İslam medeniyeti nasıl olurdu? Gazzali hiçbir şey yazmamış olsaydı Arap-İslam medeniyeti ne kaybederdi?” Gazzali’ye yönelttiği felsefi eleştirisinde onun naturalist ontolojiyi tanrıcı bir oluş teorisiyle ikame ettiğini ileri süren Cabiri, rasyonalist epistemolojilerin bundan büyük zarar gördüğü sonucunu ileri sürer. Cabiri’nin Gazzali’ye yönelttiği eleştirilerin hattında konumlanan Mısırlı düşünür Hasan Hanfi’ye göre de “Gazzali mantığın hür ve sağlıklı kullanımın karşısındaki dikilen duvarın merkezinde”dir.
Soru-cevap arkeolojisi
Hakkında yapılan bu çağdaş yorumlara karşı Gazzali sadece Sünni ve Şii yorumlarını değil, Yahudilik ve Hıristiyanlığın teolojilerini de derinden etkilemiştir. Sözgelimi Yahudiliğin en önemli teologu İbn Meymun Aklı Karışıklar İçin Kılavuz’unda tamamen Gazzalici görünür, Gazzali’nin Hıristiyan teolojisi üzerindeki iz ve etkileri Aquinalı Thomas’a kadar uzanır.
12. yüzyılda yaşamış Gazzali’nin ve bıraktığı mirasın gerek gelenekte gerekse şimdi pozitif ama eşit olmayan alımlanışının onun zengin fikri repertuarıyla alakalı olduğunu düşünen Güney Afrikalı yazar İbrahim Musa, Gazzali ve İmgelem Poetikası adlı kitabında Gazzali’nin bir “dehliz” (eşik) düşünürü olduğunu ileri sürüyor. Dehliz kavramını işleyen ve böylelikle çağdaş İslami söylemlere bir kapı aralamaya çalışan İbrahim Musa, böylelikle geleneksel olan ile modern olanı buluşabileceği söylemsel bir mekan oluşturma gayretinde. Gazzali’nin soru ve cevaplarından daha önemli gördüğünün soru-cevap arkeolojisi olduğuna dikkat çeken Musa bu amaç için, Gazzali’nin paradigmatik ve yaratıcı bir düşünür olarak bize sunduğu bilgi arkeolojisinin hatlarını çizmeye çalışıyor. Çok sesli, hareket, buluş, oyunbazlık ve keşfi teşvik eden bir diyalogla Ebu Hamid el-Gazzali’ye diyalojik bir karşılaşma arayan İbrahim Musa’nın kitabının tercümesi ise içerdiği mebzul miktardaki dizgi hataları ve tercüme tercihleriyle okunması son derece zahmetli bir metin olarak görünüyor.

14 Ekim 2018 Pazar

Kültürün ihtiyacı: Yönetici zekâ

İstanbul’da, Koç Üniversitesi’nde açılan Çatalhöyük sergisi Konya’nın kültürel anlamda yaşadığı acziyeti göstermesi bakımından önemli.
Türkiye’deki arkeolojik SİT alanlarının yüzde 40’ı Konya’da, Çatalhöyük kazıları 50 yılı aşkın bir süredir Konya’da sürdürülüyor, ama henüz bu kazılarla ilgili herhangi bir sergi bile açılmış değil şu şehirde.
Türkiye’nin bana kalırsa en önemli Eski Çağ Tarihi Uzmanı Konya’da yaşıyor, Prof. Dr. Hasan Bahar.
Hasan Bahar beyin de belirttiği gibi dünyada Anadolu neyse, Anadolu’da da Konya öyle.
Konya’nın tarihsel dönemlere göre azalıp çoğalıyor bu önemi. Ayrıca sırf fiziki arkeoloji değil, kültürel arkeolojide de Konya'nın önemi büyük. Osmanlı felsefe-biliminin kökleri Konya’da, tasavvuf düşüncesinin üstadları bir şekilde Konya’yla birlikte anılıyor.
Tarihsel ve jeo-stratejik önemi de büyük Konya’nın. Sözgelimi neolitik dönemde, Hititler döneminde ve Selçuklular’da Anadolu’nun merkezi Konya. Peki, ama şu an nerede? Siyasette ve ekonomide tamam kıyılardayız. Ya çokça övündüğümüz kültürde yerimiz neresi? Kendimizi gördüğümüz yere layık mıyız?
Bütün bu saydığımız hususların önemini kavrayabilecek yönetici zeka eksikliği çekiyoruz. Maalesef durum bu.
Kültüre yön vermesini umduğumuz bürokrat ve sair kişilerin kültüre dair ne kavram oluşturabilecek bir kavrayış güçleri var, ne yeni anlamlara ulaşabilecek anlayış yeterlilikleri...
Bunlar olmayınca olup biten şey: Bitmeyen çıraklık ya da benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.
Oysa kültürel çıraklıktan kurtulmanın en önemli ve kolay yolu "usta" olabilmek; yani oyunun kurucu kurallarını yeniden tasarlamak.
Bırakın Konya'da Çatalhöyük sergisi açmayı; 2008 Zindankale, 2011 Kılıçarslan Köşkü ve Alaaddin Tepesi, 2014-15 Beşyol, 2015 Kuzeydoğu sur kapısı kazılarında elde edilen arkeolojik eşyanın sergileri bile yapılmadı...
Selçuklu arkeolojisi üstüne de sergi açabilecek zenginlikte envanter var ama ortada ne sergi var ne de doğru düzgün bir müze...
Hatta bizzat sergi salonu olarak inşa edilmiş bir alan bile yok, kültür sanat merkezlerinin koridorlarında sergilenen fotoğraflar, vesaireler…
Zindankale Kültür ve Sanat Galerisi olarak düzenlenmiş Zindankale sur temellerinin bulunduğu alanı bile 24 saat kapalı tutuyoruz.
Mesela Kubad Abad kazılarından elde edilen envanteri Konya kamuoyu gezip görse fena mı olur? Konya'da niye Kubad Abad sergisi düzenlenmez?
Tamam, 1960'larda yapılan kazılarda elde edilmiş envanteri Karatay Çini Eserler Müzesi'nde sergiliyorsunuz. İyi yapıyorsunuz.
Peki, ama 2000'lerden bu yana yapılan kazı sonuçları? Onları kamuoyuna duyurmak, göstermek bu kadar zor mu?
28 Temmuz 2017/ Konya Postası

Konya'nın tarihi, asit kazanında mı?

Dünya Tarihi Kentler Birliği konferansı bugün toplanırken Konya'nın arşiv belgelerinin hurda kağıtçılara satıldığı iddiası kamuoyunu sarstı.


Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivlerinde yer alan ve Konya'nın son yüzyılına ait 2 kamyon dolusu tarihi evrakın SEKA'ya gönderildiği iddia edildi. Memleket'in 2 Haziran tarihinde "Tarihimizi çöpten topluyoruz" başlığıyla haberleştirdiği Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne astronomik bir ücretle kazandırılan tarihi belgelerin kaynağı belli oldu. Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne kazandırılan tarihi evrak, iddialara göre, Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivinden hurda kağıtçılara satılan tarihi evrakın çok cüzi bir bölümünü oluşturuyor.
VAKIFLARIN ARŞİV EVRAKINI SATTIĞI İDDİA EDİLDİ
Rampalı Çarşı'daki sahaflardan ve hurda kağıt alım satımıyla uğraşan kişilerden edindiğimiz bilgilere göre, Nisan ayında Vakıflar Bölge Müdürlüğü binasında yapılan tadilat çalışmaları nedeniyle müdürlük tarihi evrakı 2 hurda kağıtçıya kilo hesabıyla elinden çıkardı. Müdürlükten 2 kamyon dolusu hurda kağıt alan hurdacı bunları SEKA'ya sattı. 600 kilo tutan tarihi evrak yığınını satın alan diğer hurda kağıtçı ise hurda kağıtlar arasındaki tarihi belgeleri seyyar kağıt toplayıcılar eliyle Rampalı Çarşı'daki sahaflara pazarladı.
2 KAMYON EVRAKIN AKIBETİ BELİRSİZ
Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nden 2 kamyon dolusu hurda kağıt satın aldığı iddia edilen hurda kağıtçıya bütün çabalarımıza rağmen ulaşamadık. İddialara göre, hurda kağıt ticaretiyle uğraşan tacir, bu kağıtları Nisan ayında SEKA'ya sattı. SEKA, kendisine gelen hurda kağıtlara geri dönüşüm prosesi uygulayarak önce asit kazanında eritiyor ve daha sonra yeniden kağıt haline getiriyor. Eğer iddialar doğruysa Konya'nın son yüzyılını aydınlatacak önemdeki kayıtları içeren belgeler de bu durumda asit kazanında eritilerek sıfır kağıt haline getirildi.
600 KİLO BELGE 70 YTL'YE SATILDI
600 kilo belgeyi satın alan seyyar hurda kağıtçı ise belgeleri işyerinin bahçesine dökerek aynı işle uğraşan başka bir hurda kağıtçıya 70 YTL karşılığında sattı. Gazetemizde yayınlanan haberin ardından Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nde çalışan bir uzmanın kendilerini ziyaret ettiğini ifade eden sahaflar, "Uzman bize bu aldığımız belgelerin kaynağını sordu. Bu belgeleri çöpten bulduğumuz şeklinde konuşmamızın yerinde olacağı tavsiyesinde bulundu" dediler.
DEVLETİN ARŞİVİ DEVLETE BİN 250 YTL'YE SATILDI
Geçtiğimiz hafta 1841-1842 tarihli evkaf defterinin ve padişah beratlarının da aralarında olduğu tarihi belgeler, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi'ne bin 250 YTL karşılığında kazandırılmıştı. Devletin sahip olduğu tarihi evrakı önce kilo hesabı elinden çıkarıp daha sonra başka bir kurumu aracılığıyla astronomik bedellerle tekrar edinmesini eleştiren uzmanlar, "Konuşulanlara göre, devletin bir kurumu kendisine koruma göreviyle tevdi edilen evrakı hurda kağıtçılara son derece düşük bir ücretle sattı; yine devletin başka bir kurumu bu evrakı sahaflardan son derece yüksek ücret ödeyerek satın almak zorunda bırakıldı. Bu durum da gösteriyor ki kurumlar arasında yeterince işbirliği ve koordinasyonun olmayışı devletin zarara uğramasına yol açıyor" dediler.
HURDA KAĞITÇIDAN ALINAN TARİHİ BELGELER ELİMİZDE
Rampalı Çarşı'daki sahafların hurda kağıtçıdan satın aldıkları tarihi evrakların Vakıflar Bölge Müdürlüğü arşivinden çıktığını gösteren dokümantasyonun bir kısmına ulaştık. Osmanlıca belgelerin yanı sıra 1930 ila 1945 yılları arasında Konya Evkaf Müdürlüğü'ne ait yazışmaları içeren belgeler halen Rampalı Çarşı'daki bir sahafın elinde bulunuyor. Gördüğümüz evrak arasında Ilgın Kervansarayı'nın hapishaneye çevrilmesiyle ilgili 1932'lerde Konya Vilayeti Nafia Başmühendisliği, Adliye Vekaleti ve Evkaf Müdürlüğü arasındaki yazışmaların yanı sıra, Kürkçü Mahallesindeki Veznedar Camii'ne imam atanması yolunda mahalle sakinlerinin yetkililere sunduğu 1934 tarihli istida da bulunuyor. İstidanın Konya'nın gündelik hayatına ilişkin arşiv değeri son derece önemli, çünkü istidayı imzalayan mahalle sakinlerinin ismi ve imzaları açıkça okunabiliyor.

GENÇ İDDİALARI YALANLIYOR
Sözü edilen iddiaları yalanlayan Konya Vakıflar Bölge Müdürü İbrahim Genç, "2007 yılının 6. ayında Bölge Müdürlüğü'nde arşiv niteliğinde ne varsa 215 koli olarak Ankara'ya Genel Müdürlüğümüze escort eşliğinde gönderdik. Hurda kağıtçılara müdürlük olarak herhangi bir hurda kağıt satışımız söz konusu değildir. Arşiv niteliği taşımayan belgeleri imha etmek için de düzenlenmiş bir yönetmeliğimiz vardır. Bu tür belgeleri bu yönetmeliğe uygun olarak imha ettik. Bu tür konularda yönetmelik haricine çıkmamız mümkün değildir" açıklamasını yaptı.

YETKİLİLERDEN AÇIKLAMA BEKLENİYOR
Tarihi ve kültürel değerlerin muhafaza edilmesi ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında bu tür arşiv belgelerinin önemli olduğunun altını çizen Konya kamuoyu ve kültür adamları yetkililerden konuyla ilgili şüpheleri izale edecek bir açıklama bekliyor.




10 Haziran 2008/Konya Memleket gazetesi


Bu ayıbı kim temizleyecek?

Havzan’daki tatlı su çeşmesinin üzerinde bulunan ‘sultani’ kitabeler korunmayı bekliyor. Uzmanlar bu kitabelerin İnce Minareli Medrese’de benzerleriyle birlikte sergilenmesi gerektiğini kaydederken müze yetkilileri bunun mümkün olmadığını iddia ediyor.
Havzan mahallesindeki bir tatlı su çeşmesinin üzerinde bulunan tarihi kitabeler dikkat çekiyor. Uzmanlar bu kitabelerin Konya iç surlarına ait olduğunu ifade ederek müzede korunmaları gerektiğini kaydederken müze yetkilileri çeşmenin de tescilli tarihi eser olması dolayısıyla bunun mümkün olmadığını belirtiyorlar.

KİTABELER I. ALAADDİN KEYKUBAT’IN İSMİNİ TAŞIYOR 
Konuyla ilgili gazetemize bir açıklama yapan Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mikail Bayram, çeşmenin üzerinde yer alan iki kitabeden birinin üzerinde açık ve seçik olarak “Alaaddin Keykubat ibni Keyhüsrev Sultan el Muazzam ed- Dünya ved-Din” ibaresinin okunduğunu, bu ve başka bazı karinelerden hareketle bu kitabelerin 1220 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat’ın 140 emiriyle birlikte yaptırdığı Konya dış surlarının inşaatı esnasında onarttığı ve Alaaddin Tepesi’ni çevreleyen iç surların kuzeydeki Sultan kapısına ait olabileceğini belirtiyor. Konya iç surlarının 3 kapısı bulunduğunu belirten Prof. Dr. Bayram bu kapılardan güneyde bulunan kısmın Selçuklular zamanında sürekli kapalı kaldığına işaret ederek “Şimdiki Zafer’e açılan kapıya ise Ahmedek kapısı denirdi. Kılıçarslan Köşkü’nün kuzeyinde yer alan Sultan kapısı ise sur içinden dışarı çıkışlar için kullanılırdı. Bu surları dış surların yapımı esnasında 140 emir ve vezirine ferman buyurarak, bazı bölümlerini de bizzat kendi hazinesinden harcayarak Sultan Alaaddin Keykubat onartmıştı. Kendi masraf ettiği yerlere de çeşmede rastladığımız türden kitabelerin konması pek tabiidir” dedi.
Konya surlarına ait olduğu ifade edilen kitabelerde “Alaaddin Keykubat ibni Keyhüsrev Sultan el Muazzam ed- Dünya ved-Din” ibaresi rahatça okunuyor.

KONYALILAR SURLARI TAŞ OCAĞI GİBİ KULLANDI Ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’nın 1900’lü yılların başında Konyalılar’ın surları taş ocağı gibi kullanarak tahrip ettiği şeklindeki gözlemleri olduğunu da bildiren Prof. Dr. Bayram, “Konya’nın birçok mahallesinde iç ve dış surlardan bu yolla sökülüp götürülen birçok tarihi sütun, kitabe ve taş vardır. Bu çeşmedeki kitabe de muhtemelen bu yolla surlardan alınmış olabilir” diye konuştu. 1900’lü yıllara kadar ayakta kalabilmiş surların bu yolla tahrip edildiğini belirten Prof. Dr. Bayram, bu olayın Konya’daki tarihi tahribatın boyutlarını göstermesi bakımından da ilginç olduğunu kaydetti.
Prof. Dr. Mikail Bayram, Sultan Alaaddin Keykubat ismini taşıyan kitabelerin müzede korunmasının elzem olduğunu ifade etti.

KİTABELERİN DEVAMI İNCE MİNARELİ MEDRESE’DE 
Havzan’daki çeşmede bulunan kitabelerin devamı ve benzerlerinin İnce Minareli Medrese’de korunduğunu ifade eden Prof. Dr. Mikail Bayram, “Konya’daki mahallelere dağılmış haldeki bu ve benzeri kitabelerin korunması için müzeye taşınması elzem. Bu kitabelerde kayıtlı tarihi bilgiler, ancak diğer kitabelerle birlikte incelenirse bize faydalı olur. Fakat bu konuda resmi kurumların duyarsız kaldığını görmek bizi üzüyor” dedi.

ÇEŞME TESCİLLİ, KİTABELER TAŞINAMAZ!
Konya Müze Müdürü Yusuf Benli ise Havzan’daki çeşmede bulunan ‘sultani’ kitabelerden haberdar olduklarını, birçok çeşmede bu ve benzeri kitabelere rastlandığını doğrulayarak “Fakat bu çeşmeler Tabiat ve Tarihi Varlıkları Koruma Kurulu tarafından tescillendiği için bizim bu kitabeleri söküp müzeye kaldırmak gibi bir uygulamamız olamaz. Çünkü öyle yaparsak tarihi çeşmeye zarar vermiş oluruz” dedi. 
Tescilli olduğu söylenen çeşmedeki KOSKİ levhası ile tarihi kitabeler arasındaki tezat dikkat çekiyor.
Çeşmenin önünde bulunan sütunun da surlara ait bir parça olduğu iddia ediliyor.

TESCİLLİ ÇEŞMEDE KOSKİ LEVHASI! 
Benli’nin tescilli olduğunu söylediği çeşmede bulunan 1992 tarihli “Büyükşehir Belediyesi Koski Tatlı Su Çeşmesi” ibarelerini taşıyan levha ise altındaki tarihi kitabelerle tezat teşkil ediyor.

19.04.2009 Konya Memleket gazetesi

11 Ekim 2018 Perşembe

Kültürel tahakküm distribütörleri

Gezi hadiseleri ve 17-25 Aralık yargı-polis darbe girişiminin ardından Türkiye’de en çok tartışılan konuların başında yer aldı kültür konusu ve kültürel iktidar sorunu. Gezi hadiselerinin alevlenmesinde özellikle bazı sözümona popüler sanatçı ve kültür adamlarının döktüğü benzinin büyük rolü vardı. Bu sanatçı, aydın ve kültür adamları genelde kendi meşruiyetlerini ‘okumuşluk-kültürlülük-bilimsellik’ vb. kavram ve deyimlere yaslanarak tedarik etmeye bakıyor, bu kavram ve kelimelerin toplum nezdinde taşıdığı itibarı tepe tepe kullanıyordu.
Açık Görüş’te yayınlanan yazılarıyla yakından tanıdığımız Ercan Yıldırım, Türkiye’nin Yeni Kültürü adıyla yayınlanan yeni eserinde “kültürel iktidar”, “kültür savaşı”, “gündelik hayatımızı sürdürmemizi sağlayan bir mecra olarak kültür”, “kültür cephesi” vb. kavramlaştırmalarıyla halen etkilerini her an üzerimizde hissettiğimiz, alışveriş tarzlarımızdan zevklerimize, yaşama üslubumuzdan insani ilişkilerimize, hoşça vakit geçirme biçimlerimizden düşünme ve yorumlama stillerimize kadar ister fark edelim ister etmeyelim birçok boyuta sirayet eden etki ve sonuçları ile küresel kültür endüstrisini ve onun Türkiye’deki distribütörlerini tartışmaların merkezine oturtuyor. Kültür endüstrisinin başta sinema, televizyon, eğlence, müzik, yayıncılık, yazılım, gastronomi ve turizm olmak üzere hemen bütün sektörlerini elinde tutan büyük burjuvazinin 2015’ten bu yana yaşanan yoğun siyasal gündemde etkinliği belirgin hale gelmiş politik, iktisadi ve kültürel dil ve söylemi kurduğunu da belirten Ercan Yıldırım, kültür kavramının birbiriyle alakalı ama ayrı ayrı ele alınmaları gerekli iki kavranışından yola çıkarak küresel kültürün gündelik hayatlarımıza müdahil olma biçimlerini analiz ediyor.
Ev, mahremiyet, sınırlar
Kültürü sadece kişiler, ürünler ve entelektüel eserler üzerinden kavramanın yanıltıcılığına işaret eden Yıldırım, onun aynı zamanda bir yaşam biçimi, zihniyet dünyası ve gündelik hayat organizasyonu olduğunu da ifade ediyor. Türk milletinin nasıl yaşayıp hangi arzularla, hedeflerle ve ideallerle buluştuğunu, gündelik hayatını hangi kaygılar nesneler ve zevkler etrafında ördüğünü anlamaya çalışan bakış açısıyla Yıldırım küresel kültür endüstrisinin ülkedeki distribütörleri, kolları ve sektörleriyle gündelik hayatlarımız üstüne kurduğu mütehakkim iktisadi, ahlaki, kültürel nüfuzun sonuçlarını tartışıyor. Neoliberal iktisadi kültürün bu nüfuzuyla birlikte gündelik hayatımızda ciddi dönüşümler yaşandığını kaydeden Yıldırım, ev, mahremiyet, sınırlar, İslami değerler, geleneksel hayat ve düşünüş biçimleri, insan ilişkileri gibi alanlarda bu dönüşümün etkisiyle sıradanlığın, bayağılığın normalleştiğini ifade ederek küçük burjuva zevklerinin trendleştirildiği kahraman kültleriyle ortaya çıkarılan yeni insanların arasındaki müşterekliği vurguluyor. Tecime elverişli olmayan, ticarileştirilemeyecek hiçbir nesne, değer, üslup ve biçim tanımayan bu müştereklik, küresel kültürün işleyişinden kaynaklanan, hatta bizzat onun tarafından hedeflenen bir sonuçtur.
Bütün bunlara karşın köklü bir siyasi dönüşümün, kapitalizm dışı bir iktisadi sistem aracılığıyla güzideler sınıfının teşkil edeceği bir kültür cephesi yoluyla yapılacak kapsamlı bir kültür savaşını gerektirdiğini savlayan Ercan Yıldırım, “kültürel iktidar” tartışmalarının perde arkasında yatan gelişmeleri, bu gelişmelerin iktisadi ve gündelik hayata müteallik boyutlarını ortaya çıkarıyor.

4 Ekim 2018 Perşembe

Yediklerimiz helal, ya kaplarımız?

Din ve siyaset ilişkisinin gündelik gerçekliğe nasıl yansıdığı ya da yansıması gerektiği etrafında doğan birçok sorun ve tartışma Türkiye’nin son 50 yılındaki kamusal gündemin üzerinde durduğu en önemli madde olarak görünür. Bu tartışmalar büyük ölçüde siyasetle dini, gündelik gerçekliğin esaslı bir şekilde parçası olarak görme arzusunda olanlarla, onu elden geldiğince kamusal alanın dışına itmeye çalışanlar arasındaki gerilimden beslenir.
Çoğu siyasal bir lehçede açığa vurulan bu gerilim ve çatışmaların gündelik hayatın çeşitliliği ve akışkanlığı içinde, özellikle din ve toplum ilişkilerinin muğlak ve kolay kolay teorize edilemeyecek modern şartlar altında ortaya çıkardığı sorunlara odaklanarak Türkiye’deki modernleşme süreci ve değişim pratiklerinin toplumsal muhayyilemizin başta din olmak üzere kurucu unsurlarını nasıl ihlal ettiğini serimleyen bakış açısıyla Necdet Subaşı Sosyoloji Günlükleri adlı kitabında din ve siyaset ilişkileri sözkonusu olduğunda takınılan çeşitli tutum ve tavırları ele alıyor.
Dışlama stratejisi
Subaşı’na göre 2007 yılıyla birlikte yeni bir ivme kazanan kapsamlı bir dışlama stratejisi, dini ve dini olma iddiasını taşıyan her türlü varlık beyanını bir şekilde manipüle etmeyi başarmıştır. Subaşı, bu manipülasyonun nasıl gerçekleştirildiğine dair kapsamlı sayılmasa da yazılar boyunca önemli analizler yapıyor, bu süreçte dinin gerek sivil gerekse resmi temsillerinin anlaşılma şekillerini sosyopolitik tartışmalar ekseninde değerlendiriyor.
Subaşı böylelikle kitabı boyunca gah “Şimdiki dünyanın gerçekliği karşısında yutkunmayan bir din dili nasıl üretilebilir?” sorusuyla ilahiyat fakültelerinde çalışan akademisyenlerin çeşitli konulardaki kolaycı teslimiyetçiliklerini muaheze ediyor, gah toplumda yaşanan bireyselleşme, dinsel alanın rasyonelleşmesi, ticari ve bürokratik kisvelere bürünmesiyle oluşan muhataralı sorunları ele alıyor.
Subaşı bu tartışmalar boyunca Yeni Türkiye’de dinin hangi temsiller üzerinden kendini var ettiğini, verili politik bağlamlara borçlu görünen örgütlü dinsel yapıların rekabet alanlarının nasıl işlediğini, gündelik dini söylemlerin yer yer politik ataklarla örtüşebilen müfredatını ve kurucu aktörlerin hemen her durumda yeniden inşasına fırsat veren heyecanının açığa çıkardığı pragmatizmi de çözümlemelerinde kerteriz seçiyor.
Ne devletin reel-politik tasavvurlarına kayıtsız şartsız teslimiyete ne de din adına insanları kullanmayı amaçlayan FETÖ benzeri örgütlerin sözde maneviyat vurgularına bel bağlamadan din ile devlet arasında soğukluğu en aza indirecek bir müzakereye giden yolun geçtiği darboğazları işaret eden tutumuyla Subaşı’nın yazıları disiplinlerarası özellikleriyle de ilgi çekici. Türkiye’nin son 10 yılındaki kamusal tartışmalar, o tartışmalara bizatihi dahil olunarak yazılmış yazılarıyla katkı sunan Subaşı’nın kitabı tarihi öneme sahip bu vetireyi yeni baştan nasıl düşünmemiz gerektiğini de gösteriyor.
Nihai kertede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasasında ‘laiklik’ ilkesinin bulunduğu bir devletin örgütlenmesi içerisinde yeri ve konumunun belirsizliğindne kaynaklanan çeşitli sorunların gündelik hayatlardaki dindarlığın görünümlerine etkisini de göz önüne alan Subaşı “Yediklerimizin helal, ancak onları pişirdiğimiz kapların zehirli olduğu” bir iklimde yaşadığımızı bize sürekli hatırlatıyor.

3 Ekim 2018 Çarşamba