28 Kasım 2018 Çarşamba

Sekülerleşmenin Alevilik üzerinde de etkileri büyük

Din ile modernleşme arasındaki ilişkilerin formatı, aldığı değişik şekiller; bu ilişkilerin siyasal, kültürel, iktisadi ve sosyolojik süreçlerin oluşumuna etkisi vb. sorunlar sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünya çapında beşeri bilimlerin en gözde konuları arasında yer alır. Ama bilhassa Cumhuriyet modernleşmesinin jakoben kalıplar altında, toplumsal değişimi de belirleyecek şekilde düşünülmesinin, Türkiye’de modernleşme süreçlerini analiz eden literatüre özgü sayabileceğimiz bir modernizm algısını da doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu algının yaşadığımız gerçekliği ne kadarıyla doğru, ne kadarıyla da yanlış resmettiğini düşünmek bir yerde gerekli. Çünkü Cumhuriyetin getirdiği bazı önemli toplumsal dönüşümlerin 100 yıllık süreçte toplum tarafından kolayca benimsendiğini, buna karşılık bazı sözümona devrimci pratiklerin de kadük kaldığı, toplum nezdinde hiçbir itibarlarının bulunmadığı inkar edilemeyecek bir vakıa. 
Din, dini hayat, dindarlık ve din temelli hareketliliklerinin toplumsal karşılıklarını çalışmayı akademik ilgilerinin temel yönelimi olarak seçmiş bir din sosyologu Necdet Subaşı. Subaşı Alevi Açılımı olarak bilinen toplumsal projede de bir dönem aktif görevler üstlenmişti. Devlet ve toplum katlarındaki duygusal maliyeti epey yüksek düzeylerde seyreden, Cumhuriyetin sadece Osmanlı geçmişine değil, Dersim olayları vb. kimi yaşanmış gerçeklikler dolayısıyla Cumhuriyet tarihine de yayılan bir soruna dönüştüğü de bilinen Alevi sorununa ilişkin kapsamlı bir diyalog çabası olarak açılım süreci bazı gecikme ve ihmalleri telafi edici bir seyir izlemeye çalışmıştı. 
Ne hısım ne de hasım 
Necdet Subaşı’nın Sorusunu Bulan Cevaplar adıyla bir araya getirilmiş ve 2007’den bugüne kadarki farklı medya organlarında yayınlanmış söyleşi metinlerinin oluşturduğu kitapta en önemli konu başlığının Alevi Açılımı’yla ilgili söyleşi metinleri olması, açılıma medyanın gösterdiği ilgi muvahecesinde bu söyleşilerde sürecin değişik aşamalarına dair tanıklıkları da kronolojik bakımdan yeniden hatırlamamıza imkan tanıyor. Bir söyleşisinde Aleviler için devletin “ne hısım ne de hasım” olduğunun altını çizen Subaşı, Alevilerin de en az Sünniler kadar Tekke ve Zaviyeler Kanunu’ndan zarar görüp kurumsal ağlarını yitirdiklerini vurguluyor. ‘Hangi Alevilik?’ sorusuna yer vermeden yapılan Alevilikle ilgili değerlendirmelerde büyük ölçekli genellemelerin hatalı sonuçlar verdiğini de kaydeden Subaşı modernleşme ve sekülerleşme vb. toplumsal süreçlerin Sünnilik kadar Alevilik üzerindeki etkilerine dikkat çekiyor. Devletin Alevi Açılımı’na dek attığı hemen bütün adımların güvenlik siyasetiyle ilgisine de değinen Subaşı, kendini dışlanmış sayan zayıf bir topluluğun devletin her el uzatışından memnun olacağı öngörüsünde bulunuyor. 
Kitapta Alevi Açılımı haricinde Subaşı’nın 2015’ten bu yana yayınlanan yer yer anı mı biyografi mi yoksa bu kalıplar dışında bağımsız birer öykü mü olduğuna karar verilemeyen metinleri hakkındaki röportajları da yer alıyor. Hatırladığımız gibi bazılarını Açık Görüş’te de okuduğumuz bu tür metinlerinde Necdet Subaşı 1970’lerin ortalarından bugüne doğrudan ve aktif özne olarak içinde yer aldığı bazı süreçler hakkındaki gözlem ve tanıklıklarını kendine özgü bir üslupla dile getirmişti. Bu metinlere yönelik söyleşilerinde Subaşı’nın edebi ilgilerine de denk geliyoruz. 

22 Kasım 2018 Perşembe

Alternatif medeniyet arayışları

Çok az kelime ve kavramın edindiği bir statüdür bu: Pek çok alan ve düzeyde ortaya çıkan karmaşık konuları bu tür kavram ve kelimelerle toparlar, o kavram altında meseleyi ifade edersiniz. Bir nevi anahtar rolü üstlenir o kelime ya da kavram. O kavramla açıklayamadığınız ya da çözemediğiniz konu ya da mesele yok gibidir. Hayatımızı düzenleyen bakış açıları belki bu tür kavramlarla biçimlenir, böyle bir statüye sahip kavramlar hayatımızın her alanına dair mutlaka söylenebilecek belli vukuf ve kavrayışları bağırlarında taşır.
Adab-ı muaşeretten şehir hayatına, mimariden hukuka, davranış biçimlerinden müziğe, sanat ve zenaatten yeme ve içme biçimlerindeki alışkanlık ve şekillere kadar hayatın her alanına dokunan bu tür kavramlardandır medeniyet. Son iki yüzyıldır sürekli gündemde kalmayı başaran, farklı tanım ve kullanımlarla birlikte farklı düşünce bütünleri için anlamı sürekli örselenen ve yeniden biçimlendirilen, neredeyse bir maden ocağı gibi sürekli kendisinde yeni cevherler bulup çıkardığımız bir kavramdır medeniyet. Bazı özel çıkarları için savaş çıkartanların ya da barışa kavuşmak isteyenlerin bu kavram üzerinden geliştirdiği teoriler, stratejiler, politikalar vardır; medeniyet kavramının çok katmanlı semantik potansiyeli her türlü siyasi polemiğe de elverişlidir bu sebeple.
Her şeyi ‘açıklayıcı’ kavram
2014 yılından itibaren Büyükelçi sıfatıyla Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü görevini üstlenmiş İbrahim Kalın’ın geçtiğimiz ay yayınlanan Barbar, Modern ve Medeni başlıklı kitabı medeniyet kavramına ilişkin ‘zihni bir berraklığa’ dönük kapsamlı bir adım olarak görülmeli. İdeal bir durumda medeniyet kavramının maddi-fiziki dünyanın tanzimine ilişkin olduğunu belirten Kalın, refah düzeyi, üretim, güvenlik, sosyal adalet, adil paylaşım gibi değerlerin de medeniyetin tamamlayıcı unsurları olduğunu ifade ediyor. Elbette, medeniyetin bütün bunların bir toplamı olmaktan öte bir tarafı da var: Medeniyet kültür, adet ve geleneklerin ötesinde varlığa ilişkin tutum ve davranışlar bütünlüğünü de ifade etmek üzere kullandığımız bir kavram. Yer yer ‘her şeyi açıklayıcı bir kavram statüsüne sahip’ bir kavram olarak görünen kültür ile karıştırıldığını da gördüğümüz medeniyeti tam anlamıyla tefrik edebilmek de gerekli bu sebeple. Öteden beri çağdaş Türk düşüncesinde çokça tartışılmış kültür ve medeniyet ayrımına ilişkin kendine has düşünceleri de bu fırsatla dile getiriyor İbrahim Kalın: “Medeniyet kültürün üzerinde bir bilinç ve davranış biçimini ifade eder.”
Yaşadığımız yüzyılda medeniyet kavramının herhangi bir anlamının olup olmadığına ilişkin sağlıklı bir cevabın fikri-kültürel ve siyasi- toplumsal iki ayrı tahlil düzeyinde yapılacak durum muhasebesiyle ortaya çıkacağını belirten Kalın bugün barbarlığı, modernliği ve medeniliği aynı anda tecrübe etmek zorunda kaldığımızın altını çiziyor. Öyle ki çoğulculuğu ve farklılığı kendileri için teorik bir değer konumuna getirmiş ya da onları böyle kabul etmiş modern birçok toplumda ırkçılık ve ayrımcılığın derinleşip normalleştiğini görüyoruz. Modernlik ve ilerleme adına barbarlıkların yepyeni kılıflar altında ortaya çıktığına işaret ediyor bu durum. Bugün Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözünün tükendiğini kaydeden Kalın, İslam dünyasının ise söyleyecek sözünü aradığını belirtiyor. Medeniyet kavramını tarihsel ve kavramsal düzeylerde tahlil ederek bu tanımın dayandığı felsefi çerçeveyi temellendirmeye çalışan Kalın, bir medeniyet muhasebesi aracılığıyla alternatif medeniyet arayışlarının muhtemel sonuçlarını da değerlendirmeyi ihmal etmiyor.

14 Kasım 2018 Çarşamba

Niçin hiç kimse bir ‘Hıristiyan sorunu’ndan bahsetmez?

Marx’tan beri Batı düşüncesinde bir “Yahudi sorunu”nun olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca elbette bir “zenci sorunu” da vardır Batılıların gözünde, bir “Müslüman” sorunu da. Peki ama niçin hiç kimse bir “Hıristiyan sorunu”ndan bahsetmez? Soruyu soranın sorunun bir parçası olduğu yolunda Heidegger’in Metafizik Nedir’de dile getirdiği o ünlü hatırlatmayı göz önünde tutarak cevabı aranması gerekli bir sorudur bu. Bir nevi masayı tersine çevirerek, sorulan soruyu sorana iade etmeye çalışmak gerekiyor. Gil Anidjar’ın Ahmet Demirhan tarafından Türkçe’ye çevrilen Kan: Bir Hıristiyanlık Eleştirisi kitabı masanın tersine çevrilmesinin doğurgularını görebileceğimiz türden bir kitap.
Modern Batı medeniyetinin, dahası modern Batı’nın ortaya çıkışında antik Grek, Hıristiyanlık ve Yahudi inancı ile Roma hukukuna dayalı kökenlerin bulunduğu iddiası öteden beri hep tekrarlanagelir. Elbette bu iddia ve ezbere yönelik bazı eleştiriler de vardır. Bu eleştirilerin büyük bir kısmını Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabıyla erişiriz. Lakin Said’in seküler hümanist bakışından dolayı Şarkiyatçılık’ın temsil ettiği eleştirel çizginin Batı dediğimiz söylemsel yapıyı yeterince soruşturma konusu edinemediğini de kabul etmek gerekir.
Siyasal ilahiyat
Diğer yandan Talal Asad’ın antropoloji disiplini içinde sekülerlik ve din konularını ele alan çalışmaları da sekülerleşmenin ‘Hıristiyani pratiklerin içinde barındırdığı teolojik vasattan ayrılması zor olan’, hatta Hıristiyanlık ile birlikte gelişen bir süreç olduğunu ortaya koyar. Anidjar’a göre, bilimsel bilginin bir nesnesi olarak ırkçılık ulusalcılık gibi sekülerleşmenin bir paradigmatiğidir; ama ırkçılığı tasvir etmekte başarısız kalır çünkü, ırk ile din arasındaki ayrımın kendisi bizatihi bunların ‘oluşturulma tarihi’nin bir etkisidir. Carl Schmitt’in bilinen ‘siyasal ilahiyat’ tanımını özellikle ‘Hıristiyan sorunu’nu vazedebilmek üzere yeniden biçimlendiren, yeniden kuran Gil Anidjar modern dünyanın tüm anlamlı kavramlarının akışkan bir hale getirilmiş teolojik kavramlar olduğunu ileri sürüyor kitabında. Yani modern dünyada hem Hıristiyan teolojisinin önemli kavramları dolaşımdadır, hem de bu kavramlar içerdikleri akışkanlıkla siyasal bir kabullenmeyi yansıtmaktadır. Kitaba yazdığı kapsamlı giriş yazısında mütercim Ahmet Demirhan bu iki kavram aracılığıyla kitaptaki tezlerin felsefeden edebiyata, tıptan tarihe, bilimden hukuka, siyasetten ekonomiye birçok alanda ileri sürülmesine, etki ve sonuçlarına şahit olduğumuzu ifade ediyor.
Okunması epey güç, battal dilli, ağır bir kitap Anidjar’ın kitabı. Bu kısmen ele aldığı konudan, yani din, ulus, devlet gibi kavramların Batı Hıristiyanlığının başta tarihsel-siyasal ilahiyatında olmak üzere, ekonomiden tıbba farklı alanlardaki anlamsal dönüşümlerinin izlenmesindeki battallıktan, kısmen de bu dönüşümleri izlemeyi imkan tanıyacak üslubun mecburen kısmi ve parçalı bir bütünlük oluşturma zorunda kalışından kaynaklanır. Antik Yunan’dan Pavlus’a, Augustine’den Derrida’ya, Hobbes’tan Agamben’e,Shakespeare’den Schmitt’e, Hegel’den Freud’a, Jacob Taubes’ten Franz Rosenweig’e yürütülen bir tartışmada günümüz sosyal bilimleri için temel nitelikte sayılan çalışmaların da hasar görmemesi imkansızdır. Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler’i, Michel Foucault’un Cinselliğin Tarihi, Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’u taşıdıkları ana tezler bakımından Anidjar’ın bakış açısından epey olumsuz etkilenecektir.

7 Kasım 2018 Çarşamba

Kant görme biçimlerimizi nasıl etkiledi?

Antik Grek dünyasından modern zamanlara, felsefeye tarihindeki en önemli kırılmayı yaşatan isim olarak görülebilir belki Immanuel Kant. Kant’ın 1781 yılında yayınladığı Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabının gerçekleştirdiği ‘Kopernik Devrimi’nin Platon ve Aristoteles’ten kaynaklı geleneksel metafizik geleneğin tüm yapılarını çözdüğünü, eleştirdiğini ifade edebiliriz. Geleneksel metafizik, hissedilir dünyayı duyusal algıların konusu olarak ele almaz. Metafizik, zamana tabi olmayanı, değişmeyeni, baki kalanı, düşünülebilir dünyayı nesne edinir; böylelikle, değişime tabi olanların ilkelerini bulmaya yönelir. Bunun yolu da, ilk ilkeleri aracılığıyla algıları aşarak zamana tabi olmayan nesneleri zihni bir görmenin, temaşanın aracılığıyla seyirdir.
Transandantal hakikat
Kant’ın ‘zaman’ı varlığın bir hali olmaktan çıkartarak ‘ben’in ve ‘ben’in zihninin bir formuna dönüştürmesinin tüm metafizik tarihinin en önemli kırılma anlarından birine tekabül ettiğini savlayan Gözkan, bu teşebbüs sonucunda tüm bilginin zorunlu olarak zamansal olduğu; geleneksel metafiziğin zamana tabi olmayan, zamana ‘aşkın’ varlık tasavvurunun ve dolayısıyla aşkın bir hakikatin bulunuşunun tümüyle reddedildiği bir anlayışın ortaya çıktığını belirtiyor. İnsanın düşünmesinden bağımsız bir hakikatin bulunmadığı, hakikatin insanın kendi faaliyetlerinin bir sonucu olduğu, bilimsel metafiziğin ödevinin de bu ‘transandantal hakikat’in araştırılması olduğu şeklinde son derece keskin sonuçları bulunan bu anlayışın başka bir önemli sonucunu da ahlakın dayanağı noktasında görürüz. Bu anlayışa göre, ahlakın yegane dayanağı artık insandır; hiçbir aşkın ya da teolojik referansa ihtiyaç duyulmaksızın ahlak yasaları insanlar tarafından formüle edilebilir.
Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’yle gerçekleştirdiği köklü dönüşüm sonrasında Fichte, Schelling ve Hegel ile anılan Alman idealizminin; Hegel sonrasında Marx’ın, Marx sonrasında Franfurt Okulu ve hatta Habermas’ın; Husserl’in fenomenolojisinin, Russell, Wittgenstein ve Viyana çevresinin, kısaca modern felsefi yaklaşımların soykütüğünde bu köklü dönüşümün izleri daha rahatlıkla anlaşılabilir.
Felsefi düşünmenin tarihi içinde Kant’ın konumunun istisnailiğine işaret eden H. Bülent Gözkan kitabında, Kant’ın kendinden önceki tüm felsefi geleneği, farklı tavır ve anlayışları eleştirerek, tersine çevirerek bu geleneğin kavramlarını kendi düşünme çabası içerisine nasıl dahil ettiğini, sonuç olarak varlığı, varolanları, doğayı, Tanrı’yı, insanı ‘görme’ biçimlerimizi ne şekilde değiştirdiğini anlamaya çalışıyor.