30 Ocak 2019 Çarşamba

Türkiye’deki sosyoloji çalışmalarının topografyası

Osmanlı’nın son döneminden bugüne Türk modernleşme tarihinin en önemli sorun ve bileşenlerinden birini, sosyal bilimlerin bu sürece ilişkin bilgilen-memize katkıları ve bir Türk sosyal bilimler geleneğinin oluşup oluşmadığı konusu teşkil eder. Özellikle sosyoloji alanında dünya çapında ilk kurulan akademik bölümlerden birinin Türkiye’de olmasına karşın ülkedeki sosyolojik düşüncenin kendine has bir gelişim çizgisi göstermediği, genelde Batılı sosyologlardan yapılan tercüme, aktarım ve yöntem iktibaslarıyla varlık sürdürdüğü hakim sosyoloji pratiklerine yönelik bir eleştiri olarak zikredilir.
Aradan geçen 100 yıllık süreçte Türkiye’deki sosyal bilim pratiğine iktidar ve egemenlik kavramlarının damga vurduğu, Kant’tan çok Machiavel-li’nin, Habermas’tan çok Schmitt’in, Marx’tan çok Lenin’in öne çıktığı söylenebilir. Sosyolojiyi Türkiye’de kurumlaştıran isimlerin başında gelen Ziya Gökalp ile Prens Sabahattin’in Durkheim ve Le Play’e gösterdiği ilgi bu siyasal vurgunun sarih bir örneği olarak görünebilir.
Refleksif bir bilim
Prens Sabahattin’in politik serüveni sona erince entelektüel üretimden de vazgeçmesi, sosyal bilim ile politikanın Türkiye’de iç içe geçmişliğine verilebilecek güzel örneklerin başında gelir. Batılı örneklerine nazaran Türk sosyolojisinin büyük ölçüde politik gerekçelerle kendi entelektüel mirasını eleştirel de olsa tevarüs edip üstlenmekte zorlandığını, bu açıdan ülkedeki sosyolojik birikimin entelektüel bir tarihinin halen tam anlamıyla yazıla-madığını da belirtebiliriz. Türkiye’de 2018 itibariyle 100’den fazla sosyoloji bölümünün bulunduğu, alanda binlerce akademisyenin çalıştığı ve muh-telif teorilerle bilimsel bilgi üretiminin yapıldığı biliniyor. Bu alandaki en önemli eksikliğin ise bu üretimin kendi üzerine düşünme çabasının yetersiz kalışı olduğu ileri sürülebilir. 1970’li yıllardan itibaren göç, ekonomik eşitsizlik, kimlik, din gibi konular çerçevesinde önemi artan sosyoloji pratiğinin iletişim imkanlarının da artmasıyla hem Batı’dan ithal edilen teoriler ve çevrilen kitaplar hem de akademi içindeki farklılaşan araştırma metodolojileri sayesinde özgün tezlerin ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir.
2013-2015 yılları arasında Bilim ve Sanat Vakfı’nda gerçekleştirilen “Türkiye’de Çağdaş Sosyolojik Yönelimler” başlıklı toplantı dizisinde ya-pılmış sunumların konuşmacılar tarafından yeniden düzenlenmiş hali Türkiye’de Çağdaş Sosyoloji Konuşmaları. Sosyolojinin eleştirel gücünün reflek-sif (kendi üzerine düşünen) bir bilim olmasında saklı olduğuna işaret eden kitabın editörleri Hüseyin Etil ile Metin Demir, kitabın Türkiye’deki sosyo-lojik bilgi üretiminin birebir haritasını değil ama çağdaş sosyoloji çalışmalarının bir topografyasını çıkarma niyetinde olduğunu vurguluyor. Ahmet Çiğdem, Aksu Bora, Ali Yaşar Sarıbay, Alim Arlı, Ayşen Uysal, Demet Lüküslü, Elisabeth Özdalga, Güney Çeğin, Levent Ünsaldı, Nazlı Ökten, Orhan Tekelioğlu, Polat Alpman, Yıldırım Şentürk isimlerinin yaptığı sunumların Türkiye’deki sosyoloji çalışmalarının güncel yönelimlerine dair önemli bir içgörü sağladığı, en azından bu konuda gelecek kuşaklara bir belge bıraktığı vurgulanabilir.

25 Ocak 2019 Cuma

Aliya ve İslam düşüncesinin yüzleşmesi gereken sorunlar

Eski Yugoslavya’nın 1990’lı yıllarda dağılması sonrası kurulan Bosna-Hersek Devleti’nin ilk cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç çağdaş İslam düşüncesi içindeki figürler arasında gerek fikriyatı ve aksiyonuyla gerekse de siyasetiyle temayüz eder. İster hayatı ve eserleriyle, isterseniz Bosna Savaşı esnasındaki dirayetli-ahlaklı tutumuyla göz önüne alınsın, “hakikat peşinde olan düşünür ve siyaset adamı” profilinin mümtaz bir örneğini temsil eden Aliya İzzetbegoviç’in düşüncelerindeki tazeleyici bakışı ve özgün yanları ele alan bir eser: Doğu Batı Arasında Ahlak. Kitap, genellikle İslam ahlak felsefesi alanındaki çalışmalarıyla bildiğimiz Hasan Hüseyin Bircan’a ait.
İzzetbegoviç’in düşüncesinde içinde yaşadığı çağın, o çağın kültür ve medeniyetinin, bu kültür ve medeniyetin arkasındaki dram ve ütopyaların etkili olduğunu kaydeden Hasan Hüseyin Bircan yine de bu düşünceyi belirleyen ayırt edici ilkenin İslam olduğunu ileri sürüyor. Çift kutuplu, Soğuk Savaş ortamındaki bir dünyada, bu dünyanın içinden edindiği tecrübelerle düşünceler üreten İzzetbegoviç’in İslam’a çağrısının özgürlük ve ahlakın birbirinden ayrılmadığı bir teori ve pratiğe çağrı olduğunun altını çizen Bircan, İzzetbegoviç’in bu çağrısının diğer Müslüman düşünür ve hareket adamlarının mücadelelerine nasıl bir katkı verdiğini de soruşturuyor.
İzzetbegoviç’in Avrupa’nın ortasında, Balkanlarda Müslüman bir toplumda yaşamasının, Müslümanlığının şuuruna vardıktan sonra kendi inanç biçimini diğer ideoloji ve dinlere karşı savunmak durumunda kalmasının, onun düşünce dünyasını zenginleştiren ve bilgi birikimini artıran önemli bir faktör olduğuna değiniyor Bircan. Marksizm, sosyalizm, Hıristiyanlık, modernizm vb. tartışma figürleri arasında onun, insanlığın sosyal, siyasal, hukuki, felsefi, hatta ekonomik sorunlara İslam’ın en azından ‘ilke olarak’ ne tür çözümler sunduğunu, iddiası ve özfarkındalığı yüksek bir söylemle savunduğunun altını çiziyor.
Kadim felsefi sorular
Aliya İzzetbegoviç’in ele aldığı meseleleri irdelerken felsefi vukufiyetinin yüksek düzeyde seyrettiğini de belirten Bircan, onun tartıştığı ve öne çıkardığı varlık, insan, ahlak, siyaset, kültür, medeniyet, özgürlük, değerler vb. sorunların aynı zamanda felsefenin kadim sorunları olduğuna işaret ederek, İzzetbegoviç’in bütün bu felsefi sorunların farkında olarak onlara aynı bakış çerçevesinde çözümler önerdiğine de dikkat çekiyor. İzzetbegoviç’in doğrudan bir ahlak felsefesi geliştirmek üzere ahlakla ilgilenmediğini ifade eden Bircan, buna rağmen İzzetbegoviç’in cevap bulmaya çalıştığı temel sorunların başında “etik bir varlık olarak insan”, “ahlakın/değerlerin kaynağı ve belirlenimi”, “özgür seçim/irade”, “seçimin motifi”, “niyetler ve amaçlar” gibi problemlerin geldiğini de belirtiyor.
Kapsamlı bir yorum
Temelde Aliya İzzetbegoviç’in en önemli eseri sayılması gereken Doğu Batı Arasında İslam kitabının ahlak felsefelerini ilgilendiren kısımlarının kapsamlı bir yorumlaması olan kitabıyla Hasan Hüseyin Bircan, çağdaş İslam düşüncesinin de bugüne kadar yüzleştiği, yüzleşmek zorunda kaldığı problemleri İzzetbegoviç’in düşünceleri dolayısıyla yeniden ele alıyor.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Müslüman ve modern olmak mümkün mü?

Yaklaşık 150-200 boyunca, Osmanlı devletinin son yüzyılından Cumhuriyetin kuruluşuna ve günümüze dek Türk düşüncesini en çok meşgul eden konuların başında modernleşme ve yenileşme çabaları gelir. Tanzimat döneminden bugüne süregelen modernleşme sürecine dair tartışmalarda amaçlananın “muasır medeniyetler seviyesi”ne çıkmak olduğu hiç kuşkusuzdur. Ancak genellikle bunun için yapılması gerekenlerin neler olduğu konusunda önemli bir kafa karışıklığı da yaşamaktadır gerek yöneticiler gerekse aydınlar. Batı’nın “gülünün de dikeninin de” alınmasını savunan Abdullah Cevdet’in yanısıra “Batı’nın teknolojisini alıp Osmanlı’nın harsını koruma” talebinde bulunan Celal Nuri’ye Batıcı aydınlar arasında bile bu konularda tam bir fikri mutabakatın olmadığı besbellidir.
İslam düşüncesi
İsmail Kara’nın çağdaş Türk düşüncesinin en önemli sorunu sayabileceğimiz bu konuyu ele aldığı Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak kitabı onun Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri kitabında ele aldığı konuların devamında düşünülebilir. Çağdaş İslâm ve çağdaş Türk düşüncesine dair yazdığı uzun makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşturduğu kitaba yazdığı sunuşta Kara, kavramlara, meselelere, fikir adamlarına ve kitaplara eğilerek “Müslümanların kendileri kalarak yani Müslümanlıklarını sürdürerek yeni dünyada, modern düşüncenin ve hayatın içinde var olabilecekleri fikri, bence 19. ve 20. yüzyılda en şeriatçısından en laikine kadar İslâm dünyasındaki bütün fikir akımlarının, bütün aydınların ana davalarından, üst çerçevelerinden biri, belki birincisi” diyor.
Problem alanları
Kitabının, İslamcılığın fikri tarihini ilgilendiren yazılara yer yerdiği ilk bölümünde Kara, hilafetin ve ilmiyenin, İslâmî ilimlerin otoritesinin, İslâm tarih tecrübesinin dün ve bugün nasıl, hangi argümanlarla devredışı bırakıldığına yoğunlaşarak “İslam düşüncesi ve çağdaş Türk düşüncesi arasındaki irtibatı inkâr eden bir zihniyetin inşasıyla bu iki düşünceyi içine alan ideolojinin problem alanları nelerdi?” sorusuna bir cevap da arıyor. Kara’nın kitabının ikinci bölümünde yer alan makalelerde tarih ve medeniyet meseleleri, ilmiye konuları ve tartışmalar yer alıyor. Kitabın üçüncü bölümü felsefe ve tasavvufla ilgili konuları tartışırken dördüncü bölümde ise Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi Yazır ve Nurettin Topçu’nun entelektüel biyografileri ve görüşleri irdeleniyor.
Felsefe ve tasavvuf
Çağdaş Türk düşüncesinin çağdaş İslam düşüncesiyle arasındaki irtibatın genelde hep ihmal edilen bir alan olduğunu savlayan İsmail Kara, Osmanlı ve Türkiye modernleşmesini ele alırken din ile modernliğin felsefi olarak zıt kavramlar olmasına karşın, Türkiye’de Batı tarzı modernizasyon sürecinden farklı bir süreç yaşandığını düşünüyor. Bu farklılığın büyük bir ölçüde Cumhuriyetçi değişim ve dönüşüm sürecine ilişkin yorumlamalarda sözünü ettiğimiz ihmalin bulunduğunu düşünen Kara’nın din, siyaset, tarih ve medeniyet alanlarında sürdürdüğü arkeolojik çabanın önemli bir aşaması olarak görülebilir bu kitap.

11 Ocak 2019 Cuma

Kölelik ve Osmanlı’daki tarihsel kökleri

Osmanlı devletinde önemli ve büyük bir ekonomik sektördür kölelik. Bu sektör, savaşlar, korsanlık faaliyetleri, akınlarda elde edilen esirler ve yoksul ailelerin kendi çocuklarını satmaları ya da zorunlu göçler sonrası daha iyi bir yaşam umuduyla bir beyin haremine girmeyi kendileri için daha makbul gören Gürcü ve Çerkez kız örneklerinde görüldüğü üzere kendini köleleştirmeler gibi sebeplerle Osmanlı coğrafyasında kökleri Osmanlı’dan önceki dönemlere dek uzanan geniş ölçekli köle ticaret ağlarıyla işler. Bu köleleri edinmenin en önemli yolu ise savaşlardaki esir almalardır. İslam’a göre bir kişinin köleleştirilmesi, ancak savaş sırasında tutsak edilmiş ya da köle olarak doğmuşsa meşru iken Osmanlı’da hem pragmatik sebepler hem de örfi hukukun etkisiyle köle edinilmesine imkan sağlayan alanların genişletildiğini görürüz.
Dönüm noktası Karlofça
Osmanlı’daki köle nüfusunun önemli bir bölümünü teşkil eden savaş esirleri ile ilgili çalışmalar, genellikle, erken modern dönem öncesinde yoğunlaşır. Bu durumun sadece Osmanlı devletiyle ilgili olmadığının altını çizen Fatma Sel Turhan, Avrupa imparatorluklarında da erken modern dönem savaş esirleriyle ilgili müstakil çalışmaların bir elin parmakları kadar az olduğunu belirtiyor. Özellikle 16. ve 17. yüzyılda sadece Osmanlı’da değil, bütün Avrupa’da geçerli savaşlardan elde edilen esirlerin köleleştirilmesi 18. yüzyıldan itibaren değişmeye başladığını da vurgulayan Fatma Sel Turhan, kitabında 18. yüzyıl Osmanlı’sındaki esaret dünyasını anlamayı ve savaş esirliği meselesine ilişkin uygulamaları çözümlemeyi hedefliyor. Karlofça Anlaşmasından Yaş anlaşmasına kadar olan süreçte Batı dünyasıyla gerçekleştirilen savaşlarda Osmanlı tarafından esirlerin nasıl alındığından, bu esirlerin Osmanlı coğrafyasında nerelere dağıtıldığına, esirlerin ve esir sahiplerinin kimliğinden, asker kökenli esirler ile halktan esirler arasındaki uygulama farklılıklarına kadar birçok ilginç detaya odaklanan Turhan böylelikle erken modern dönem Osmanlı’sındaki değişimleri ve erken modern dönemde etkin uluslararası sistemin Osmanlı düzenine sirayetinin sonuçlarını irdeliyor.
Osmanlı’daki savaş esirlerine yönelik uygulamalarda da Karlofça Anlaşması bir dönüm noktasını teşkil ediyor. Avusturya ile imzalanan anlaşma gereğince miri esir statüsündeki esirler için mübadele esas alınır; halkın elinde bulunan, İslamiyet’e geçmemiş, dolayısıyla teslimi öngörülen esirler için de fidye sözkonusu olmakla birlikte bu fidyenin bir hakim vasıtasıyla sahibin esiri satın aldığı fiyata göre tespit edildiği ve günün şartlarına uygun bir meblağ oluşturduğu bir yöntem benimsenmiştir. Ayrıca anlaşmazlıklar çözümleninceye kadar esirin sahibinde değil, devletin görevlendirdiği bir hakimin sorumluluğunda kalması da kararlaştırılır.
Karlofça ile birlikte Osmanlı’daki savaş esirleri uygulamalarının aldığı yeni şekli çözümlemelerine konu edinen Fatma Sel Turhan’ın çalışması, böylelikle Türkiye’nin gerek siyasal modernleşmesinin gerekse toplumsal yenilenmesinin tarihsel kökleri üzerindeki uluslararası etkilere dair birçok ipucuna da ulaşmamızı mümkün kılıyor.

7 Ocak 2019 Pazartesi

Hakikaten korkuyoruz!


Allah'tan en çok korkanların alimler olduğunu vurgulayan bir geleneğe mensubuz. İlmin ve Allah korkusunun övüldüğü bir gelenektir bu. Kitab-ı Kerim hepimize Allah'tan en çok korkanımızın en bilginimiz olduğunu söyler çünkü. Böylelikle tüm bilginin hem miyarını hem de özünü Allah korkusunun oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kısaca, Allah'tan korkmak en asli bilgidir. Bu bilgi, takvadır. Bunu söylemekle bu bilginin, dilimizin alıştığı kalıplarla ifade etmek gerekirse, teorik bir bilgi olmadığını da söylemiş oluyoruz. Elbette korku da teorik bir korku değildir. Varoluşumuza sinmiştir tamamen. Eğer takva sahibi biri olarak nitelendiriliyorsak bütün eylem ve edimlerimizde, davranış ve söylemlerimizde izi görülür bunun, görülmelidir.
İster dini ilimlerde isterse sair ilimlerde bilinmedik hiçbir mevzu kalmayacak şekilde bilgi sahibi olunsa da (bunu mümkün görmüyoruz elbette, ne kadar çok şey bilirsek bilelim, bildiklerimizin çokluğu bize bilmediklerimizin çokluğunu da gösterecektir) bu durumun 'alim' sayılmaya yetmeyeceğini gösterir Allah korkusu taşıyıp taşımamak. Allah'tan korkanın, başka hiçbir şeyden korkmayacağını da vurgulamak gerekir. Takva sahipleri en bilgili olanlarımızdır ve onlar korkulması gerekenin sadece Allah olduğunu bilirler. Burada bilmek ile korkmak arasında bir korelasyon olduğunu görmemiz gerekir. Allah'ı, onun rahmet ve gazabını, buna karşı kendi acziyetlerimizi ve günahlarımızı bilir ve korkarız. Ancak bu korku, zannedildiği gibi katıksız bir korku değildir. Allah'ı, onun rahmet ve gazabını bilmemiz aynı zamanda onun Gafur-ur Rahim oluşundan mütevellit olarak bizi bağışlamasına ilişkin umut ve talebimizi beraberinde getirir. (Havf ve reca.)
Buraya kadar korkuların özünü bilgisizliğin oluşturduğunu söyleyen bakış açılarına ters bir istikamette yürüdüğümüz fark edilecektir. Bu bakış açılarına göre insanın bildiklerinden değil, bilmediklerinden korkması gereklidir. Yani tabiattan, hayvanlardan, diğer insanlardan ve en çok da kendi bilinmezliklerimizden (ölümümüzden) korkmamız gerekir; çünkü bütün bu sayılanlar taşıdıkları karanlık taraflarla, o meş'um belirsizlikleriyle tehdit ederler bizi. Bu bakış açıları insana varolmanın korkmak olduğunu hatırlatır.
İnancımız ve geleneğimizin tanımladığı bilgi ve korku denklemi ile  varoluşun karanlık, belirsiz yanlarına vurgu yapan bakış açılarının kurduğu bilgi ve korku denklemi arasında bir zıtlık olduğu görülecektir hemence. Varoluşun (tabiatın, insanların, kendimizin taşıdığı karanlıkların) belirsizliğinden kaynaklanan korkunun sebebi bunlar hakkındaki bilgisizliğimizdir. Belirsizliği tehdit olarak gören bu bakış açısı bilgiyi, bize bu tehdidi yönelten düşmanla savaşmanın bir aracı sayar. Varolmak neredeyse düşman olmak, düşmanlarla çevrili bir halde olmaktır bu anlayışlara göre. Bu düşmanları yenmenin, bu düşmanlıkları alt etmenin yolu olarak görünür bilmek. Ne kadar çok şey bilirsek o kadar da az korkacağızdır. Burada bilgi ile korku arasında ters bir korelasyon kurulduğu fark edilecektir. Bu anlayışlar bilmenin korkuyu da giderebildiğini savlamaktadırlar. Bu anlayışların bilmekten kasdı o yüzden hakim olabilmektir. Bilgi karanlıkları, loş kuytuları aydınlatan, aydınlatarak karanlığı sınırlayan, o karanlığı, o loşluğu ışığın eriştiği menzilin gerisine püskürten bir meşale, böylelikle kararlı bir güç, kararlı bir savaş mekanizmasıdır onlar için. Bu meşalenin adı yer yer 'aklın doğal ışığı'dır, yer yer 'bilim'dir, yer yer ise 'düşünce.' Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, hangi organizasyona dahil edilirse edilsin taşıdığı melekelerden korkan insanın bu melekelerle savaşmasının aracını yine aynı melekeler olarak görmesi ilginçtir.
Bu anlayışlar için tabiatın, insanların, kendi derinliklerimizde taşıdığımız kuşku, kaygı ve endişeler yumağının belirsizliğinde ortaya çıkan sonuçtur korku. Bu korkuyu altetmenin yolu bu belirsizliğin ortadan kaldırılması, bilinemeyecek hiçbir şeyin kalmamasıdır. Bilinemeyecek olanlar da -varsalar bile- yok kabul edilirler. Onlar olmadıkları için, yok sayıldıkları için bilinebilir de değillerdir. Neyi nasıl bilebileceğimizi bile bilen bir bilgi anlayışıyla karşı karşıyayızdır yani. Bu bize neden nasıl korkabileceğimizi bile korkuyla fısıldayan bir korkudur sonuçta. Hangi şeyden neden korktuğunu bile bilemeyecek bir durumda olan bir korku. Çok şey bilerek bu korkuyu gidermek isteyen bir korku. Korkmamak için korkmaz görünen korku. Korkunun kaynağının belirsiz olduğu bir korku. Hiçliğin korkusu.
Kendi sınırlılıkları içinde bu anlayışların güç ve metanet bulduklarını, kendilerini koruduğunu ve yükselttiğini, korkudan arındırdığını savladıkları şeyin bizzat kendilerinde yeni düşmanlıkları ihdas etmesidir hiçlik. İnsanın korkamayacak kadar korku içinde olduğu, bilemeyecek kadar bilgiye gömüldüğü bir hal.
Bilgi ile korku arasında kurulan ters korelasyonun bizi getirdiği bu uçurumun kıyısında durup uçurumu seyretmeli miyiz yoksa ötelere, daha ötelere geçebilmenin yolunu mu aramalıyız? Çoğu kişi, uçurumun içine atlamayı tercih ediyor; biz ise uçurumun üstünden atlayarak geçmeyi öneriyoruz. Çünkü korkulması gereken o "uçurum" değil, korkulması gereken "karanlık" değil; biz de korkmamak için korkmaz görünenlerden değiliz; hakikaten, hakikatten korkuyoruz! (ÇETO, 6, 2018)

4 Ocak 2019 Cuma

BENİM ANKARA'YA GİDİŞLERİM


İlkokul beşteyken Konya'dan Ankara'ya sınav için gelmiştim. Anadolu Lisesi sınavıydı... Babamla gelmiştik Ankara'ya Cumartesi günü. Sanırım Konya'dan gelenler 2 ayrı lisede sınava girecekti: Anıttepe Lisesi ve Bahçelievler Lisesi.  Ancak bunu bizim bildiğimiz söylenemez. Sadece benim Anıttepe Lisesi'nde gireceğimi biliyorduk. Terminalden Anıttepe Lisesi'nin nerede olduğunu, nasıl olduğunu görmek üzere taksiye binip sınav yerini keşif ve kontrol etmiştik. Ve sonra Gençlik Parkı'nda yemek yemiştik. Hergele meydanında, Ulus'ta dolanmıştık. Hergele meydanına mecburen uğramıştık çünkü eski tanışlarını, ticaret yaptığı esnafı ziyaret etmişti rahmetli babam. Akşam ise yine bir otelde babamla birlikte kalmıştık. Hayatımın en güzel günüydü belki. Şu an bu anıyı yazarken gözlerimin yaşarması, kalbimin sıkışması bundan. Ankara'ya gidecek olduğum her zaman bu tür duyguları yaşıyorum.
Ama 1982 yılına ait o anının devamı bende biraz kötü. 11-12 yaşlarında bir çocuktum işte en fazla. Sabah sınava 1 saat kala kalkmış, alelacele bir şeyler yemiş ve Anıttepe Lisesi'ne gelmiştik. Binaya girişte sınav giriş belgelerini kontrol edenler vardı, ellerindeki listeden öğrencileri buluyor, hangi sınıfta ve sırada sınava gireceklerini söylüyorlardı. Benim de ismime baktılar ama beni bulamadılar. Sen burada girmeyeceksin sınava dediler, listede ismin yok. Nerede nasıl girecektim sınava? Ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Milli Eğitim Bakanlığı'na bakın dediler, oradan öğrenirsiniz. Pazar günü, kimden nasıl öğreneceğiz. Bir umut, taksiye binip gittik MEB'e. Hatırladığım görüntüdür: Küçük bahçeli bir bina. Bahçe kapısından içeri girdik. Binanın kapısı kapalı. Ama önünde hafif bir kalabalık var. Bir pencereye sınavın nerelerde gerçekleştirileceğine dair listeler asılmış. Konya için 2 okul. Biri  sınav listelerinde yer almadığım Anıttepe Lisesi, diğeri Bahçelievler Lisesi. Bunu okur okumaz, hızla geri dönüp geldiğimiz taksiyle bu kez Bahçelievler Lisesi'ne gittik. Sınava gireceğim sınıf teşekkül etmiş, içeri girerken yetiştim onlara. Ağlamalarım kesilmişti gerçi ama sınava hazırlık için yaptığım tüm duygusal yatırımlarda da iflas etmiştim. Öyle işte.

3 Ocak 2019 Perşembe

50 yılda Seyyid Kutup’un ardından söylenen

1950’lerden itibaren İslam dünyasında etkili olmuş düşünürler arasında Seyyid Kutup, Türkçe’ye de çevrilmiş Fizilalil Kur’an, Yoldaki İşaretler, İslam Düşüncesi başlıklı kitaplarıyla son derece önemli bir yer tutar. 21 Ağustos 1966’da Cemal Abdünnasır yönetimi tarafından iki arkadaşıyla birlikte idam edilen Seyyid Kutup, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan değişik ırk ve kültürlere mensup pek çok İslami hareket bağlısı tarafından handiyse bir model haline getirilmiştir. İnandığı değerler, ilkeler ve fikirler uğruna canını ortaya koyan Kutup’un eserinin gücü, sırf kuvvetli retorik ve üslubu aracılığıyla mı bu etkiyi üretebilmiştir, yoksa farklı entelektüel seviyelerde farklı yorumlara yol açan söylemi ve bu söylemi sonu şehadete varan bir duruşla taçlandırması mı bu etkiyi azami seviyeye çıkarmıştır? Aradan geçen 50 yıldan bu yana Seyyid Kutup hakkında gerek Batılı gerekse Müslüman araştırmacıların ürettikleri yorum ve yeniden yorumlamaların onun eserlerinin hak ettiği tarzda gelişmediğini savlayan Yasin Aktay’ın editörlüğünü yaptığı ve genelde eleştirel yazıların derlenmesinden oluşan Seyyid Kutup Siyasal Teoloji, Fıkıh ve Tarihsellik kitabında çeviri ve telif birçok yazı yer alıyor.
Seyyid Kutup’un gerek çağdaş İslam düşüncesine gerekse farklı coğrafyalardaki yer yer birbirinden çok farklı ve belki taban tabana zıt ilkelere dayalı İslami hareketler üzerindeki etkilerini anlayıp değerlendirmeyi amaçlayan kitabın öncelikle Kutup’un düşüncelerinde önemli bir yer tutan temel kavramları, bu kavramların varolma ya da meydana çıkma zeminlerini soruşturduğu söylenebilir.
Kitapta yer alan makalelerinde Bobby Sayyid, Adrew March, Bjorn Olav Utnik, Burhaneddin Tatar ve Shakruough Akhavi, Kutup’un eserlerini Avrupamerkezcilik, oryantalizm, sömürge-dışı İslami söylem kavramlarını eksen alıp tartışarak onun modern dünyada Müslüman zihinler üzerinde bıraktığı etkiyi derinlemesine çözümlüyor.
Seyyid Kutup’un düşüncesini en özgün kılan yanın düşüncelerini ifade ederken kullandığı dilin özgünlüğü olduğuna işaret eden Yasin Aktay, ister savunmacı ister eleştirel açılardan Seyyid Kutup üzerine yazan birçok araştırmacının bu özgün dile İslam düşüncesi demektense İslamcı düşünce demeyi tercih ettiğini de belirtiyor. İslamcı düşünce geleneğinde Kutup’un konumlandırılabileceği yerin Afgani-Abduh çizgisi olduğuna dikkat çeken Aktay, bu konumun düşüncede radikal epistemolojik kopuş, eylemde ise canlı bir aktivizm ve dinamizme denk düştüğünü de belirtmeyi ihmal etmiyor. Aktay’a göre, Kutup’u kendisinden önce yaşamış İslamcı düşünürlerden farklı kılan, hem dili kullanmadaki ustalığı hem de sunduğu İslami vizyonu net ve anlaşılabilir tezlerle ortaya koymaktaki maharetidir.
Kutub’un ülkemiz dahil dünya Müslümanları üzerindeki en büyük etkisinin geleneksel cemaaat ve tarikat ilişkilerine karşı tepkiyi beslemesi olduğunu ileri sürüyor Aktay. Amaç-araç tutarlılığı ve bütünlüğünü öne çıkaran Kutup için sözgelimi FETÖ gibi liderin sorgulanamaz insanüstü özelliklerle donatıldığı, gayrımeşru yol ve yöntemlerin sözümona meşru amaçlar için benimsendiği terör yapılarının tam bir sapma haline işaret ettiğini vurguluyor.