27 Mart 2019 Çarşamba

Plastik çağda savaş ve kesinliklerin sonu

Savaş deneyimi belki de eski çağlardan günümüze insan zihnini en çok meşgul eden konuların başında gelir. Savaşların ne olduğundan neden gerçek-leştiğine kadar bu deneyimle ilgili birçok farklı fikir ve yaklaşım geliştirilebilir. Fakat bütün bu düşüncelerin en temel noktası; savaşların doğrudan doğadaki mücadele biçimlerinden karakteristik düzeyde ayrıştığı, en azından tamamen onlara indirgenemeyecek farklı boyutlar taşıdığı ve “doğal bir savaş”ın yerine bir şekilde savaşı insan kültürüne ait bir fenomen saymak gerektiğidir. Savaşı insanların oluşturduğu farklı politik topluluklar, yani devletler arası ilişki biçimlerinden biri saymak gereklidir. Bunu söylemek en azından bizi uygarlık ve aklın savaşın karşıtı olduğu şeklindeki bir zihin-sel yanılgıdan korur. Gelişkin, uygar bir kültürün kendi varlığını “savaşsız” sürdürebileceğini tasavvur etmek pek mümkün görünmemektedir.
Savaşı siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak niteleyen Clausewitz’in yaklaşımına benzer bir şekilde savaşın politik birlikler arasındaki ilişkinin ortadan kalkması değil farklı biçimler alarak sürdürülmesi olduğunu ileri süren M. Ertan Kardeş, içinde bulunduğumuz çağdaki savaşların çehre değişimlerini ele alıyor. Bunu yaparken bir yandan hem savaşların felsefesini hem de felsefecilerin savaş tasavvurlarını konu ediniyor, diğer yandan da savaş kavramının ve savaşma tarzlarının form ve içeriğindeki dönüşümleri ve savaşın yeni çehrelerini ele alıyor.
İçinde yaşadığımız çağın taşıdığı birçok hususiyet dolayısıyla kolayca “plastik çağ” olarak nitelenebileceğine dikkat çeken Ertan Kardeş, günü-müzün ucuz ve sıfır kayıplı savaşların dünyasını tasvir eden bu deyişin birçok bakımdan politik kavramların meşruiyet zeminlerinin de çoktan değiş-tiğine işaret ettiğini söylüyor. Barışı felsefenin savaşı da siyaset bilimi ya da uluslararası ilişkilerin özgül konuları arasında sayan felsefe anlayışına karşı savaşın ve yaşadığı dönüşümlerin politik felsefenin bir sınır meselesi olarak ele alınmasının daha verimli olduğunu savlayan Kardeş, çağdaş politik felsefe meselelerinin günümüzde ortaya çıkan semptomlarla birlikte düşünülebilirse anlaşılabileceği iddiasını öne sürüyor. Yaşadığımız plastik zamanlarda savaşın yerini şiddet hallerine bırakmasının siyasi şartları da değiştirdiğine değinen Kardeş, yıkıcı ve sonucunda yeni bir hukuk oluştur-mayan bir savaş türü olarak nitelenebilecek yönsüzleşmiş savaşların bu halleriyle politik felsefenin liberal bir sözdizimiyle yapılan okumalarının da sonunu getirdiğini, çağdaş politik felsefenin liberal, kimlikçi, hümaniteryen eğilimleri karşısında “savaş fenomeni”nin dönüşümünün en temel sorun olarak belirdiğini ifade ediyor.
Mutlak anlam sorunu
Hobbes, Rousseau, Clausewitz, Hegel, Schmitt ve Aron gibi düşünürler aracılığıyla, 21. yüzyılın politik meseleleri açısından belirleyici bir ko-numda olan “etkinlik olarak politika”yı, yönsüzleşmiş savaşların dayattığı sınır meselesini derinliğine tartışarak “plastik çağda savaşı anlatan ifadeler kesinliklerin sonu, melez kimliklerin karmaşası ve şiddetin öngörülemezliğidir” sonucuna ulaşıyor. Artık kimsenin savaşa sınır koyma ve ad verme kabiliyetine sahip olmadığı şartlarda savaşı da barışı da mutlak anlamlarıyla kullanamayacağımızı öğreniyoruz.

20 Mart 2019 Çarşamba

ENİS BATUR BENİ NİÇİN ARADI?

Atlılar dergisinin 9. sayısında yayınlanmıştı "The Question For Amnesia." Bu şiir için 2000 ila 2001 arasında tam bir yıl uğraşmıştım. Sevgili Prof. Dr. Yasin Aktay'ın Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki odasında, 1992 model bir macintosha kayıtlıydı şiir. Hocaya bir nevi "gönüllü asistanlık" yapıyordum. Tezkire'nin iki aylık 2. dönemi. Sık sık yayın kurulu toplantıları için Işık Yanar, ben ve Yasin Aktay Ankara'ya da gidiyorduk birlikte. Şiir o bir yılda gıdım gıdım ilerlemişti. Şiirin ilk okuru ise başka bir dostumdu, Sosyoloji bölümünü bitiren Ali Bektaş'tı. Ali ile ise 1995'te tanışmıştık sanırım, Jurnal dergisi dolayısıyla. Okumuş ve beğenmişti Ali. Ben ise o zamanlar şiirin o halinden pek emin değildim (hâlâ da emin değilim ya!)

9. sayı çıkmadan önce bir Ankara ziyaretinde Girgin Kıraathanesi'nde Hakan Arslanbenzer'le karşılaştığımda vermiştim ona şiiri. Sağ olsun Hakan da dergide yayınlamıştı. Atlılar'ın ilk döneminin son sayısı.

Sanırım Eylül'dü. Dergi Haziran'da yayınlanmıştı. Şiirin etkilerini bilmem mümkün değildi. Konya'dan çıkmamıştım o yaz. Koyuncu Pasajı'ndaki uğrak yerim Çizgi Kitabevi'ne gitmiştim. Şimdilerde Çizgi Kitabevi Yayınları'nın Genel Yayın Yönetmeni görevini başarılı bir şekilde sürdüren Mahmut Arlı, "Abi, seni Yapı Kredi'den aradılar. Sana ulaşmak istiyorlarmış" dedi ve elime bir telefon numarası tutuşturdu. "Neden aramışlar ki" diye sordum. "Söylemediler" dedi. O sıralar cogito'nun Selçuklular'la ilgili bir sayı hazırlığı içinde olduğunu duyuyordum, büyük ihtimalle bununla ilgili idi. İyi ama bu konuda ben ne yapabilirdim ki? Yine de dönüş yapmalıydım sanırım. En azından eğer arama sebepleri böyle bir konuysa herhangi bir şey yapamayacağımı söyleyebilirdim.

Kampüs minibüsleri o sıralar İnce Minareli Medrese'nin güneyindeki sokaktan kalkardı. Ve o sıralar benim gibi işsiz güçsüz bir kişinin vakit geçirebilmek için yapabileceği en iyi şeylerden biri Kampüs'e gidip macintoshun başına oturmaktı. Yeni bir şiire başlamıştım, "Tongadır tango değil- Bir Toz Meseli-"ne. En azından ona birkaç kelime eklerdim boş gezmektense...

Cebimde küçük bir kağıda yazılı bir telefon numarası ve Erickson marka külüstür, o zaman için bile külüstür bir cep telefonu ile kampüse vasıl oldum. Cep telefonumun elbette kontörü yoktu. Sadece aranmak içindi benim için cebinde bir telefon taşımak çoğu kez. Fen-Edebiyat kantininin yanındaki fotokopicinin "kontörlü telefonu"ndan verilen numarayı aradım. Aaa! Murat Yalçın çıktı direkt. Şaşırdım. Ama yine de kendimi tanıttım. "Beni aramışsınız" dedim. Büyük bir nezaketle Murat bey, cep telefon numaramı istedi, döneceklerini belirtti. Verdim ve Yasin Aktay'ın odasına çıktım. Hoca odadaydı. Macintoshu açtım. Şiiri açtım. Şiire aval aval bakıp durdum. Tek kelime bile ekleyememiştim. Bazen bir virgül ekliyor, bazen de az önce eklediğim o virgülü kaldırıyordum.

Sürekli de çay söylüyordu hoca. Öğrencilerle sohbet ediyor, ben de her seferinde bir çay içiyordum. Sıkışmıştım doğrusu. Hocadan izin isteyip WC'ye çıktım. Sürekli şarjının biteceği yolunda ötüp duran külüstür cep telefonunu da şarja taktım. Odaya döndüğümde öğrenciler gitmişti, hoca yalnızdı, makalesiyle uğraşıyordu. "Cep telefonun arandı Murat" dedi sadece. O sırada tekrar çalmaya başladı telefon. Açtım elbette. "Merhaba Murat bey" dedi karşımdaki hanım, "Ben Banu. Enis Batur beyin özel kalemiyim. Enis bey sizinle görüşmek istiyor!" Şaşkındım doğrusu! Ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Halbuki 1998'deki TÜYAP Kitap Fuarı'nın fuayesinde farklı masalarda oturmuştuk. Hilmi Yavuz'un Ece Ayhan'la ilgili anlattığı dedikoduları dinliyordum işte! Bol bol gülüyorduk! (O anlatılanları yazmak yerli yerinde olmaz elbette, bundan dolayı yazılmayacaklar!) Enis bey ise üç-beş masa ötedeydi. İyi ama beni niye aradı?

"Elbette" demiştim bu arada tabii ki Banu hanıma. Kısa bir aradan sonra Enis beyle telefonda konuştuk. Atlılar'daki şiiri okuduğunu belirti Enis bey. Üç ayda bir yayınlanan Kitaplık dergisine yeni bir format düşündüklerini belirtip "Eğer şiir gönderirseniz yayınlamak isteriz" cümlesini de ekledi. Hazırda herhangi bir şiirim yoktu ki! Söyledim bunu ve "Tongadır tango değil adlı bir şiirle uğraşıyorum. Bitirebildiğim an ilk düşüneceğim dergi Kitaplık olacaktır" dedim. Enis bey ise işi dergiyle bırakmadı, yakalamışken şunları da ekleyiverdi: "Eğer yayınlanacak bir şiir kitabınız varsa YKY'den yayınlanmasını isteriz." Bu öneriye ilk anda ne diyeceğimi tam kestiremesem de kafamda aslında verilecek cevap belliydi: "Henüz herhangi bir şiir kitabım yayınlanmış değil. Bir kitap çıkacaksa dergilerde yayınlanmış şiirlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kitap olsun istemiyorum. Kendi geometrik bütünlüğünü ve iç düzenini sağlamış bir kitap olsun istiyorum. Ve bunu sağlayacak şiirler de henüz yazılmadı. Eğer bu şartları taşıyan bir kitap kararı alırsam ilk düşüneceğim yayınevleri arasında olacaktır YKY" dedim.

Telefon konuşmasının özü burada bitti. Karşılıklı iyi dileklerin ardından telefonlar kapandı. Akşamleyin bir internet kafeye oturdum ve Atlılar e-posta grubuna bu görüşmeyi bildirdim. Bu bildirimin ardından gruptaki değerlendirmelerin ayrıntılarını elbette yazmayacağım. Enis Batur'un haber verdiği gibi Ocak 2002'den itibaren Kitaplık dergisi aylık yayın periyoduna geçti ve fakat Enis bey Yapı Kredi Yayınları'nın genel yayın yönetmenliğinden ayrıldı.  Geometrik bütünlüğüne ancak 2006'da kavuşabilen Uzak Koku ise 2008'de İz yayıncılık tarafından yayınlandı. Onlar erdiler muradına biz çıkalım kerevetine.

YAZIDA BAHSİ GEÇEN ŞİİRİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

THE QUESTION FOR AMNESIA

‘Felsefe-bilim’de temel Sokrates, bina Aristoteles’ ten

Öteden beri, insanın dünyada yer tutuşunun başlangıcından bu yana sürekli gündeminde olan bir konudur bilginin ve bilmenin nereden nasıl neşet ettiği, bilme ediminin yapısı ve tabiatı; bu edimin tarihsel akış içindeki yeri, çerçevesi; farklı toplumlarda bu konunun nasıl ele alındığı gibi konular. Felsefenin ne olduğu, bir yaklaşım tarzı olarak bize hakiki bilgiye erişmede ne tür imkanlar sağladığı, bilme çeşitleri içindeki statüsü, kapladığı alan vs. meseleler de aynı şekilde sadece felsefeye has addedeceğimiz bir tarihsel öykünün konusu olmaktan çok, felsefe yapmayı medeniyetin en üst seviyesine varmış, toprağa yerleşip şehirleşmiş, devlet şeklinde teşkilatlar oluşturmuş insan için bir ihtiyaca dönüşmüştür. Bizatihi bilmek ile felsefe yapma arasında kurulan denkleştirmelerde sürekli göz önüne almamız gereken bir kavramdır belki de ‘felsefe-bilim.’
Özellikle son 30 yılda Türk düşünce hayatına önemli katkılarda bulunan, hem Felsefe hem Biyoloji öğrenimi görmüş Teoman Duralı’nın ko-nuşmalarını, konferanslarını, TV ve radyo programlarındaki beyanatlarını, kitap olarak yayınlanmamış yazılarını ve ders notlarını bir araya getirme-ye çalışan kapsamlı bir çalışma temposunun belki de ilk önemli ürünü Felsefe Bilimin Odağında Metafizik adlı eser.
Bu eserde yer alan metinlerde Teoman Duralı, felsefe-bilim’in ne olduğu kadar nasıl kurulduğunu, ana bileşenlerini, temel konularını mukayeseli ve felsefe tarihine uygun bir çerçevede ele alıyor; Eflatun, Aristoteles, Kant, Hegel, Heidegger, Gazali gibi filozoflara ya da felsefeye karşı zıt bir hattı hareket izlemiş düşünürlere dayalı bir şekilde ele aldığı konuları açımlamaya dikkat gösteriyor.
Yol ayrımı
Duralı’ya göre ‘felsefe-bilim’in temellerini atan isim Sokrates iken, felsefe-bilim için araziyi tesviye eden isim Eflatun’dur. Eflatun, Batı medeni-yetlerinin kaderini teşkil edecek yol ayrımını belirler. Ama felsefe-bilim binasının inşaatını çıkan yine de Aristoteles’tir.  İnsanlık tarihinde dört önemli kırılma olduğunu kaydeden Duralı bunlardan ilkini ateş yakma, ikincisini yazının icadı olarak belirlerken üçüncüsünü de Türkçeye ‘maneviyat’ olarak çevirdiği ‘logos’un keşfi olduğunu vurgular. (Son kırılma sanayi devrimidir.) Logosun önemini tamamıyla akıl temelli bir kurum şeklinde felse-fe-bilimin teşekkülüne yol açışında gören Duralı, Batı medeniyetleri tarihinde çok önemli bir yere sahip Eflatun’un bu medeniyetlerin gelişimindeki iki ana akışın da belirleyicisi olduğunu ifade eder: Mistiklik ve felsefe-bilimin temellerinin atılması. Eflatun’un kaldırdığı her taşın altından kutsallığın fışkırması dolayısıyla bağımsız, kutsal olmayan bir kurum olarak felsefe-bilimin Aristoteles ile görüldüğünü belirten Duralı, Aristoteles’te ‘ilk felsefe’ metafiziğin de felsefe-bilimin beyni rolünü gördüğünü vurgular. Düşüncelerini sunarken kendine has bir dilbilgisine de sahip olması sebebiyle son derece öğretici, hiza belirleyici bir üslup tutturan Teoman Duralı’nın kitabındaki metinlerde dile getirdikleri, genel felsefi düşüncelerinin kendisi tara-fından sıkıca özetlenmiş bir hali gibi. Bu özle, özetle yetinmek istemeyenlerin ayrıntılar için muhakkak Duralı’nın diğer eserlerine de müracaat etmesi gerekiyor.

15 Mart 2019 Cuma

İslam kozmolojisinde ‘gökseller’in durumu

Klasik İslam düşüncesinde yer alan önemli meselelerden birini oluşturur felekler ve onlarla bağlantılı bir biçimde gök akılları, küreleri ve nefisleri. Bilhassa Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd ile karakterize edebileceğimiz Meşşai filozofların sıklıkla başvurdukları göksel akıllar, akli cevherler, akledilir suretler, soyut akıllar, mufarık akıllar, felekler, melekler, semavi nefisler, gök küreleri, semavi cisimler, gök hareketleri, burçlar vb. kavramlar özellikle fiziki alem ile metafizik gerçeklik arasındaki bağları kurmada bu filozofların kullandıkları ontolojik, kozmolojik ve epistemolojik çerçevenin bileşenlerini oluşturmuştur. 
Her ne kadar Meşşai felsefenin ana istinat noktası Aristoteles merkezli olarak algılansa da Meşşai gelenek Eflatun, Aristo ve Neo-Eflatuncu felsefelerin din-felsefe uzlaşması temelinde yeniden yorumlanması olarak da okunabilir. Sözgelimi İbn Rüşd açısından akli yol ve yöntemlerle elde edilen bilgi, yani aklilik ile dinin bilgi verme yöntemini temsil eden vahiy süt kardeştir. Belki de bu açıdan İslam dünyasında felsefenin gelişimi ilahi olanla irtibat kurmayı sürekli önemsedi ve bu bakımdan bazı teoremler de vaz etti. 
Meşşai filozofların antik dönemden tevarüs ettikleri bilgi birikimini genel kozmoloji anlayışlarının bir gereği olarak metafizik ile birleştirip felsefe yaparak kozmolojiye yeni bir bakış açısı getirdiklerini vurgulayan Ömer Faruk Erdoğan, Felek’in Felsefesi adıyla yayınlanan kitabında, İslami kozmolojinin genel amacının görünen alemi bir merdiven görüp kozmos ötesi Hakikat’e ulaştıran bir ilim husule getirmek olduğunu vurguluyor.  Nitekim gerek hemen her kitabını dini hükümlerin gerekliliği ve yararlılığını belirtmek için fırsat edinen İbn Sina’nın gerekse ilk Akıl’dan hareketle en bayağı maddeye kadar hiyerarşik bir şekilde sistemleştirdiği ve ona has sudurcu yaratma anlayışı onların felsefesini dini temelli felsefeler olarak algılmamızı kolaylaştırmaktadır. 
Feleklerin canlılığı
Gazali’nin Meşşailere yönelik Tehafüt-el Felasife’sindeki ilgili üç meselede itirazlarını “feleklerin canlılığı, Allah’a kendilerince bir ibadet ve itaatte bulunmaları ve tikel bilgiye mazhar olmaları” gibi feleklerin olup olmadığına değil, bunların akli delillerle bilinip bilinmeyeceğine yaptığını belirten Erdoğan, Gazali’nin son derece doğru bir zeminde doğru bir tartışma başlatmışken bu zemini koruyamadığını da vurguluyor. Aristo’ya rağmen bütün alemi Allah’ın varlığının canlı bir tecellisine dönüştüren Farabi ve İbn Sina’ya karşı Gazali, yöntemi kelamdan sistematiği felsefeden oluşan eseri Tehafüt’te filozofların “gökseller”e biçtiği rolün hem dini hem de akli olarak tutarsız olduğunu, bu konularda filozofların yetkinliğinin tartışılabileceğini gösterir. Gazali’nin Osmanlı dönemindeki Hocazade, Karabaği, Kemalpaşazade gibi şarihleri de Gazali’nin ulaştığı sonuçları teyit ederler. Kitabında felsefe-din uzlaşması, Meşşailerin göksellere bakışı, İslam kozmolojisinde “gökseller”in durumu gibi konuları ele alan Ömer Faruk Erdoğan’ın kitabı gündelik kültürümüze bile yansıyan “felek” algısı ve anlayışının kökenlerini soruşturmamıza da imkan tanıyor. 

8 Mart 2019 Cuma

İMGE 2006'DA NASIL TARTIŞILMIŞTI

imge: esrarlı bir giriş

Kategori Mevzuat gönderen konuk tarih Cmt, 2006-01-21 20:04
imge: esrarlı bir giriş
kavram, nesneler, durumlar, olaylar, süreçlerin “meşru bir ratio” tarafından basit, düz ve kaba hatlarıyla soyutlayarak kullanıma soktuğu linguistik bir üründür. kavram üretmek (sonsuza kadar dayanıklı) konserve yapmak gibidir. kavramlar ve konserveler hava almamalıdır. yani gerçekle temas bozucudur. hammaddenin ilk ve tekrarlanamaz tazelik “anı” kutunun dışında kalmıştır. her kavramlaştırma şiddet içeren bir zihinsel işlemdir. bu işlemlerin sonunda “kesinliklere ve genellikler” e ulaşılır. ya da iddialara. kesin ve genel olan muğlak ve tikel olana tahakküm eder. bilimde, politikada ve sanatta. bunu tercih edebilirsiniz. konserve yiyerek yaşayabiliriz.
imge, kavram olmayandır. imge, tanımlandığı anda o olmaktan çıkan ve “kavramsallaşan” bir “bilmeme biçimidir.(esrari’ye atfen) .
“dün bütün gün yağmurlardı bugün yaprak” (edip cansever)
bu dize bir meteoroloji cümlesi olmadığına göre ve bu dizeyle herhangi bir şey biliyor olmamamıza rağmen “anlıyoruz”. yani ben bayılıyorum en azından. imgeyi tanımlayamıyoruz ama “farkedebiliyoruz”. hadi farkındalık diyelim, kendilik, eşsizlik, benzersizlik.
kavram sınırlar, imge sınırsızdır. ya da kendi sınırını kendi belirler.
kavram soyutlar, imge somutlar. somutlamalıdır.
kavram indirger, eşitler, kamulaştırır; imge tekleştirir, özelleştirir.
kavram (zihni) dondurur ve sabitler; imge çözünür kılar ve harekete geçirir.
imgeyi böylece kutsadıktan sonra 🙂 imgecilikle farkını belirlemek gerek. sorun imgede değil, imge üzerinden yürütülen ( tam anlamıyla yürütülen) şarlatanlıkta. pseudoart. Hilmi Yavuz, İskender Pala “şiircilik”. burberry kaşkol ve tasavvuf.
iyi imgecilik ve kötü imgecilik
her şey batınî! göl
kendi dibindeki batıktan
başka nedir? acılar
kendi siyah bayraklarını
tekneme çekeli beriydi: (Batınî ,Hilmi Yavuz)
konserve imgeler. kötü, bayat.niteliksel modernlikten eser yok. kötü imgecilik.
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker ( Düello, Ülkü Tamer)
bu dizeler taze. iyi imgecilik. Hilmi yavuz 1936, Ülkü Tamer 1937 doğumlu. aynı kuşaktan diye.
imge ölmez. balmumundan imgelerle üretilen şiir ölü doğmuştur zaten, bence.
bütün bu nedenlerle, şiirsel alışkanlıklara, bağımlılıklara, kendi aptallığının sınırlarını şiirin sınırları sanan şiircilere karşı geliştirilen, girişilen, kotarılan çalışmalara, işlere dikkat kesiliyoruz. bir kere hazır yemiyorlar ve “yemiyorlar”. o yüzden buradayız. kandırılmaya hazırız.
ikinci yeni şairleri, türk şiirinin dehaları, bir de kötülük bıraktılar; bir sürü şiir formülü. imge formülü. ama dehaları onlarla gitti, kaldı. formülü ezberledik ve bir şiir vasatına sahip olduk. oysa ikinci yeni’nin hiçbir vasatı yoktu, manifestosu da yoktu. (şiirin manifestolarla determine edilmesine karşıyım bu arada). İsmet Özel blokajını, Ece Ayhan blokajını kaldıramayan bir şiir. çünkü 80 sonrası ve bir miktar da öncesi, şiirde star sistemi, bu iki şairle kurulur. Ececi şiir marjinalizme, İsmetçi şiir popülizme yolverdi daha çok. Ayrı konu tabii.
konuk blogu | yazıcı için | 590 kez tıklandı
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-24 11:34
Bu alan şiir’in köklerinde hem sözlü kültürde hem de uzun süre yazılı kültürde “şiir = bilmek” mastarına asılı kaldı. Bu yüzden ben Konuk’un “imge bilgi” bağlantısını ironi olarak görmüyorum. Zaten şimdi şair ne biliyor? Toplumu birinci dereceden ilgilendirecek ne biliyor? Taban fiyatları, mazot fiyatları, arazi değerleri, asgari ücret, yoksulluk sınırı..bunların hepsi gazetelerde var. Bunlara karşı sözlü kültür şairinin elinde ne varsa televizyonda da var. Şiir’in atomu olarak görebilirsek imgeyi, imgeyi parçalamak ve ondaki enerjiyi artık açığa çıkarmak gerekiyor.

cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-24 12:14
ironi derken muhittin-i arabi ile ilgili kısmı kastetmiştim. bilgi ile imgearasındaki bağlantıyı değil.. imgenin parçalanması ve imgenin enerjisinin şiirde kullanımı benim de katıldığım bir durum. buna imgenin evrimini de ekliyorum.. daha doğrusu imge parçalanırken evriliyor gibi geliyor bana..
düzenle | cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-24 12:08
cumartesi, pazar günleri istanbul’da hava güneşliydi, ama herkes ekrandan havanın karlı olduğunu haber veren programları, karlı arşiv görüntülerini seyrediyordu. bugün de bir kar faciasıyla karşı karşıya değiliz, ama herkes ekrandan arşiv görüntülerini izleyip kar faciası yaşadığını düşünüyor.
serkan, şair ne biliyor? diye sordu da bunu ondan yazıyorum.
beyler, kar yağmıyor. şair işte bunu biliyor.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-24 13:34
1- gökyüzüne mi bakıyor?
2- içten gelen bir dürtü ile mi söylüyor?
3- evde ufak bir meteoroji seti mi var, ölçüm mü yapıyor?
4- sitelerden, meteoroljiden bilgi toplayıp bunları değerlendiriyor mu?
5- meteorojide mi çalışıyor?
bütün bu bilgilenme biçimleri ile şair bu bilgisini şiir formunda insanlara nasıl sunabilir? örneğin istanbul’da daha önce olmuş don olaylarına -haliç’in donması, boğaz’ın donma efsanesi- gibi olaylara gönderme yaparak ve onları işleyerek bir maximum ve minimum mu belirler İstanbul’un ocak aylarındaki havası için?
Bundan başka “yoğun kar yağışı ve tipi” konusunda mesela yaşanmışlıklardan mı yola çıkar, olası yaşanacaklardan mı?

cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-24 13:46
a. 1’den 5’e kadar hepsini yapabilir, ben ayıplamam, ama tabii en klasiği pencereden dışarı bakmak.
b. bütün bu bilgilenme biçimleri ile şair bu bilgisini şiir formunda insanlara nasıl sunabilir? eee, bu da şairlik denen şey işte.
bilmem.
bence öyle.
cevapla »
trocanter said,

Pzt, 2006-01-23 13:52
doğrusu imge bir bilgidir deseler itiraz ederdim ama bir bilmeme biçimidir der demez de itiraz edesim geliyor! imge bilimsel veya kategorik bir bilgi değil elbet ama bunların dışında bir bilgi biçimi bana kalırsa. kendine göre bir duyar hattı olan şey. ancak geldiğinde fark edilecek olan ve bilinen. öyle olduğu için sırf kabul gören. ibn arabi: ‘(ben)” Niçin Onu bilemediler?” dediğimde,/ “Şerefli olanı ancak şerefli olan tanır!” dedi’ demiş. şerefli olan’dan kasıt geniş anlamıyla belli.
cevapla »
konuk said,

Pzt, 2006-01-23 15:39
konuk
ibni arabî’den daha iyi bilemeyiz elbette:) “bilmeme” den kasıt, tahakküm aracı tuzak-bilgi’den ayırmak içindi. “bilmeme biçimi” deyince daha kolay anlatılabilir gibi geldi. takas edilemeyen.
“kimi de gökyüzüyle bir şemsiye değişir”
cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-24 07:05
bilme ediminin korunamadığı yerde bir bilgi biçiminin korunup kültleşmesi bilgiyi putlaştırıyor. ibni arabiden daha iyi bilemeyecekmişiz gibi gelmesi bu yüzden.konuk’un ironi yaptığını gözardı etmeden söylüyorum bunu. bilginin sağlıklı dolaşımı bir noktada kırılmış ve yeniden ikame edilebilmesi bilgi biçimlerinin bilme biçimlerine evrilmesi ile olanaklı. vesaire vesaire… hep bildiğiniz şeyler işte.. ama takas edilemeyen imge tüketilemeyen bir bilme edimini de peşinde sürüklüyor…
düzenle | cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-23 13:11
gibi ifadesi yerine ikame edilen şeylerin hepsi imge sınıfına giriyor artık. bu sosyolojik anlamda ve edebi anlamda iki duruma denk geliyor. birincisi insanlar hala “orjinal” ile “temsil edilen” arasında bocalıyorlar, dil için ise “orjinal” ile “kopya” arasında fark olduğunu düşünüyorlar.
İngilizce “like” “seems like” “alike” türü zımbırtılar da lirik şiirin başına bela olmuş mesela.
Bizim diyarlarda bu durum imge’de orjinal ile taklid’i birlikte barındırıyor. Taklidin kendisinin orjinali andırması zaten başka bir konu iken, bir de imge tam da dilin kurban edildiği anla, deneyimin kurban edildiği ana denk geliyor. “Gibi” kullanmak istemediğiniz her yerde “imge” arıyorsunuz şairler, alo.

cevapla »
trocanter said,

Pzt, 2006-01-23 06:24
ececi şiirin kaderi marjinalizmdi, oysa ismetci şiirin niyeti populizm. niyet ve kader arasındaki ayrıma dikkatinizi çekerim.
düzenle | cevapla »
Anasayfa » Mevzuat

imge nedir bilen var mı? – S/ON

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Per, 2006-01-19 08:56
imge için aforistik füsürtüler.
imge bir bilme biçimidir.
imgeden gelen bilginin neliği üstüne tartışabiliriz, ama bir tür bilgi geldiğini biliriz*.
roni margulies ve şavkar altınel doksanlarda imgeci şiire karşıydılar. ama bir bilme biçimini kaldırıp yerine hayat diye bir şey koyamazsınız, hayat bir bilme biçimi değildir.
imge, “ânın içinde bir kompleks ortaya
koyan” (pound) olarak nesnenin bir anlamını
daha ortaya çıkarır.
imge, nesnenin yitiğidir.
şiirde imge, keşf ve ilhama dayanan bir kavrama biçimidir, tasavvuf gibi, imgenin bizde bu kadar tanrısallaşması** bundan olabilir.
murat nemet-nejat’ın eda antolojisinde
bir grup modern türk şairini allahsız sufîler diye
nitelemesi de bundan olabilir, bilmeden ruh çağıranlar.
imge, nesneyi varlıkla şarj etme niyetiyle çalışır. allah’ını kaybetmiş, unutmuş şairler olarak onun boşalttığı kutsallığı imge ile doldurmak- imgeye bu kadar çok asılmamız bundan olabilir.
hepimiz anlambilim, göstergebilim vb. biliriz ama ilm-i delâlet, beyan vb. bilmeyiz. bilme ihtimalimiz de artık kalmamıştır. bilen de bunu artık kendisi için bilecektir, bu bilgilerin toplu yolgöstericiliği kaybolmuştur.
shayegan’ın dediği ulusal hafıza tahrip olmuşsa, o zaman imge o hafızaya bağlanmak, o prizden elektrik almak için elimizde kalan son fiş midir? imgeyi ulusal hafızaya bağlamak için ona ne ad vereceğiz (imge? iz? tasartı? görüntü? suret?) bunu da bulmamız artık zordur.
şairler, orada, imgeye sarıldıklarında tanrıları kaçmıştı. (1912)
biz imgeye sarıldığımızda (1950) ise daha hâlâ allah vardı, tam kaçmamıştı, ama şairler artık onu yitirmişti.
imge, bugün, birey denilen füsürtünün yitiği haline geldi.
olsun. oldu bir kere.
öyle böyle, demek ki türk şiirinin imgenin bu tuhaf haline ihtiyacı varmış.
şiiri (…) tanımlanmaz olmaktan kurtaran biraz da hatalar, yanılgılardır. (turgut uyar, bir şiirden)
“ kelamcılarımız nazar’ı (düşünme ameliyesini) tarif sadedinde şöyle derler: nazar, aklın bilinen ile bilinmeyen arasında hareket etmesidir. ” (dücane cündioğlu, felsefenin türkçesi, s. 67) düşünme işlemine nazar demeye devam etseydik, her şey bugün nasıl başka olurdu değil mi? teori denince bir kapı açılmıyor, ama nazariye dediğimizde kapı açılıyor.
imge yoluyla keşf ve ilham bitti.
dil gibi, imge de artık bir komoditedir. herkes üretebilir, herkes yapabilir, zeka gerektirmez.
wittgenstein’dan ilham alarak: eğer somut alan sizin için problemse şiirin alanında çözüm arayabilirsiniz, ama problem sizin için şiirin alanıysa çözüm için somut alana başvurulacak.
kültürümüzde somut yok denilebilir, ama ben şairim, baktığıma inanırım, şu anda altımdaki sandalyeye değen kıç kaslarımı hissedebiliyorum.
peki imge hâlâ kullanılabilir mi?
yer bulursan, kullanılabilir***. ama artık şiir=imge demek, şiir=komoditedemek.
şiirde sese de karşı olabiliriz, bıkmışızdır, ama bizim inandığımız, vazgeçemeyeceğimiz şey ses değil sada’dır, sesin varlıkla şarj olduğu an.
cevabı sanki çok kolaymış gibi duran allah’ı olan modern bir şiir olabilir mi? sorumu ben bugün için soruyorum.
bu, tabii, herkesi ilgilendiren bir soru değildir.
allah’ı olacak. > bütün kutsallığını imgeden almayacak. > kürsüsü olacak (heiddeger). > ama benim kürsüm imgedir demeyecek. > şair temsil edilmeyen’in allah olduğunu kabul edecek. > şiir temsil edilmeyenin alanında kalacak. > çağının püsürüklerini aradan çıkaracak. > üstelik şiirin alanından çıkmadan kendini nesnelleştirecek biricik bir yapıya sahip olacak. > tekniği de içtenliğinin sınavı olacak (pound).
_______________________________________________
popperci bakarsak o bilgi bilgi değildir ama feyarabend’den bakarsak her şey uyar!
** imge için sorduğumuz sorular neredeyse tanrı için sorulara benziyor, bir bakın: imgeye inanmalı mıyız? onu yadsımalı mıyız? imge gerçekten var mı, yoksa bir uydurmadan mı ibaret?
*** ‘şiir=imge’nin bitişini duyuran, devam etmek için kendi yolunu ilan eden değişik bakışlardan biri neo-epiktir. (bkz. hakan arslanbenzer, imgenin ölümü, dergah 1998, sayı: 100) genç bir şairin (hakan arslanbenzer) herkesin …ve sonra ikinci yeni şairleri kendi yollarında devam ettiler diye özetlemeye alıştığı bir dönemi (1960 sonrasını) yeniden yorumlaması, tersine epik diye adlandırmayı sevdiğim antilirik bir kanalı işaret etmesi, mehmet akif’te buluşalım demesi, kim ne derse desin çok önemli bir olaydır. diğer bir öneri serkan ışın’ın yoludur. gözümü kapattığım zaman daha iyi görüyorum (yalçın küçük) diye düşünen bir toplum için sivri ama çok öğretici bir kanaldır. zaten bunu arıyoruz. zinhar galeri’deki işler varolduğu sürece artık kimse türk şiiri bu deneyimi pas geçmiştir diyemez. bizi burada toparlayan da serkan ışın ve arkadaşlarının bu deneyim sırasında sorduğu soruların ciddiyeti, reelliğidir. diğer bir yol da imge öldü demese de uçukluk görülen deneylerin aslında birer tutarlı yapı olduğunda ısrar etmesiyle, bunu göstermesiyle önem kazanmış ücra-bakış. güzel değil mi, şiir bugün ayakta, bu da geleneğimize yakışıyor, sömürge şairleri değiliz.
esrari blogu | yazıcı için | 821 kez tıklandı
trocanter said,

Per, 2006-01-19 14:44
esrari’nin bu hoş yazısının dip notlarına bakmak ilk planda garip gelebilir. ama günümüz adına yapılmış saptamaların varlığı dolayımında önem kazanıyor. hakikaten de belirttiği üç damar- damar diyorum çünkü geleneksel edebiyatın damarına gerçekten bastıkları için- da bir şekilde modern ama özgünleşme eğilimi olan hareketlerdir. ekleyebileceğim şu: her ne kadar bazı hallerine katılmasam da neo-epikçiler işitsel baskıcı şiire karşı kulak algılarını köreltiler ve şiir dilini düşünce taşıyıcısı olarak güncele ataçladılar ki lirik olmayan bir dilin kışkırtıcılığını sınadılar ama politik ve güncel olanın siyasetine tutunarak. görsel şiir ile uğraşanlar ise kulağın egemenliğini göz ile yıkarken estetik dili görsel bir köreltme ile kendine döndürdüler, gözün aksatıcı ve yanıltıcı algısiyasetini karanlık oda deneyimi ile aştılar. ücra’ya gelince her ne kadar çok dikkatli izlemedimse de işitsel ve görsel olan’ın dayatıcılığını ve iktidarını hem algının top yekün reddedilip algı ötesi bir evren içinden bakılması yoluyla, hem de tüm algıların eş zamanlı ve ansal olarak iş başında olması ile ortaya çıkan sıkışık karmaşanın ikame edilmesi yoluyla kırılıp hesapsız anlamlaşma eksenleri yaratmanın çoğul deneyimini yaşadılar gibi geliyor bana.
neoepik şiir için önemli olan ulusal refleksler ve o reflekslerin hafızaları ötekine baskı kurdukları ölçüde ücra’da tasfiye olmuştur sanki..
ama türk şiiri yaşamaktadır ve nefes almaktadır. nefs ile uzlaşmadan nefes almaktadır
cevapla »
serkan_isin said,

Per, 2006-01-19 17:39
Hem lirik, hem epik hem de görsel birşeyler yapmış ve yapmaya devam eden, bundan acayip h(a/ı)z alan bir adam olarak üzerime bunun bir kabahat olarak yüklenmesinden hiç de yüksünmüyorum. Sürreyyya Evren’in de belirttiği gibibunca şair ve yayıncı, dergi, kitap, ilişki ağı için hâlâ hata yapma hakkını kullanan çok az kişi var.
Türk şiiri, türkçe şiir, türkçe yazılan şiir vb. kategori ne olursa olsun insan bir yerden sonra duyabildiği şeylerin “o kitap çıkarmış, şu şunla takışmış, şu şuna hastaymış, şu şu eleştiriden hiç hoşlanmamış, şu şunu dövecekmiş” gibi akla hayale gelmeyen, gerizekalı muhabbetler olduğunu farkediyorsunuz.
Bu sitede işleri yayınlanan büyük bir çoğunluk “o tür” şiirden oldukça uzak. Bu işler belki çok bir yekün tutmuyor, aralarından çok azı geleceğe kalacaktır ama “öncü” işlerdir. Çünkü bunlarda gerçekten “kendiliğinden” şeyler var. Bu kendiliğinlenlik belki bir yordam bulmak için örnek arıyor kendisine ama “yine de buna şiir mi diyorsunuz!” sorusunu sordurduğumuz sürece bunda “iş” var gibi geliyor bana.
İnsanların düştüğü yanılgı, şair kimliği denen şeyin sadece “laf sokma” olduğunu düşünmeleri belki de. 70’lerden beri şairin “mağlubun yanında yer alma (Necatigil)” görevini kendine biçmesi, dikkate şayan bir iştir. Fakat “mağlupla yüzgöz olmak” ve “onun sıkıntıları ile oynamak” başka türlü birşey. 90 sonrasında ortaya çıkan sıkıntı, “imge” konusunun bunca “hayret” uyandırması, mağlubun, mağdurun ve madûnun dilinin bir türlü simüle edilememesi. Dili mağdur hale getirdiler, farkında değiller. O yüzden şimdi bu dili yıkmak zamanıdır. Öyle veya böyle..

cevapla »
soan said,

Per, 2006-01-19 12:14
Şimdiye dek imgeyle ilgili yolladıklarının ve diğer kişilerden gelenlerin hepsinden bir dosya yaptım (yani hardcopy olarak). Ve çok teşekkür ederim özellikle esrari, senin döktüğün emek için. Bana oldukça yardımcı oldu.
ne imiş? “nesnenin yitiği” imiş.
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
serkan_isin said,

Per, 2006-01-19 10:04
O zaman nedir, o zaman şairler kimi zaman diverjans nedir merak da edeceklerdir, kimi zaman gelip “persil supra” ambalajları konusunda kafa yoracaklardır, kimi zaman gelip “lavaşkiri” peynirinin ne bok yemeye türkiye’de dolandığını merak edecekler, kimi zaman gelip inatla şiir tarihinin tahrip edilmeyi dört gözle beklediğini akıllarından çıkarmayacaklardır. Kent kültürü içinde “hayvan” gibi yaşamanın şairlik olmadığını, tam tersine insanlara “hayvan gibi yaşıyorsunuz” demenin adabı olarak şiiri seçtiklerini hatırlayacaklardır, sevgililerin birbirlerini bulma anlarında değil, tam da kaybettikleri o derin, uzun, karmaşık sarmalda şiirin gerektiğini de bileceklerdir. Ve bile isteye matematik ile şiir arasındaki “matemi” ortadan kaldıracaklardır.

İmge imge matitas


Kategori Mevzuat | Tekstir-e | İmge gönderen serkan_isin tarih Çar, 2006-01-18 07:09
İmge ile ilgili tartışmaların en kötü tarafı, bunların kurucu metin eksikliğine dayanması ve ne yazık ki örneğin Zinhar’ın bağlamında yer alan görsel ve somut şiir konularında zerre yardımcı olmaması. Örneğin galeride yer alan hiçbir işi o imge tanımlamaları ile açıklamak mümkün değil. Kurucu metin dediğim de zaten “çevrilmemiş” metin değil. Çevirilerde kaybolan şey bizim dilimizde o terimlerin, o göndermelerin hiç yer almaması zaten. Konuya belki de buradan bakmak gerekir.
Şairlerin ya da eleştirmenlerin bu kaynak metin eksikliğinden ya da bile isteye yok edilmiş “eski” kaynakların boşalttığı kuramsal alandan oldukça fazla faydalandığını görüyoruz. Özellikle şiirsel imge konusunda. Şiirsel imgeyi diğerlerinden ayırmak gerek, zira o aslında bizim dilimizde estetik herşeyin ikame edildiği bir abide oluvermiş. Annesi Paz, eleştirel babası da Jakobson olan tuhaf bir Fransız Şiirsel imge bizim için. Paz’ı özellikle anmamızın sebebi, çaktırmadan da olsa, ondaki üçüncü dünyacı ruh halinin bizimkilere de sinmiş olması ve bu ruh halinin Halkçılık ile karışmış bir sürümünün -halk için sanat- ortada dolaşması. Jakobson ise eleştirel baba zira sorusu çok açık: “Sözel bir iletiyi sanat yapıtına dönüştüren nedir?” Gerçi Paz’ın yine de özetle dile getirdiği şiirin “kendi için” hali, yani onun şairin öznelliği ya da dilin güzelliği değil, kendi içinde kendi için güzelliği vurgusu atlansa da, buna da “devrimci romantiklik” olgusu yetişiyor ve bizi ortalama zekanın şiiri ve bu şiir için geliştirdiği tatsız tuzsuz eleştiri pratiği ile bırakıveriyor. Üç şiirden biri yara ya da “mağara” gibi imgelerin fraktalizasyonu ve Distorsiyon aygıtının hunharca kullanımı oluyor. Ve eleştirinin güdük kalması, sözlü kültür olarak alınan geleneğin, sanki hiç yazılı metinlere bakmamış, kitabî bilgilerden yararlanmamış edasında sunulması. Ne yani, Mevlana okuma yazma bilmiyor muydu? Herşeyi vecd halinde mi söyledi?
Gerçi bu olumlu bir gelişme, şiir sitelerinde ya da çok satılan dergilerde insanların dile gelmiş şiirsel yaratımlarının -burada kilit ifade şiirsel- röntgeni çekildiğinde, bir bilinç patlaması yaşanadığı açık. Çok duymuşsunuzdur, “bir imge kullanıla kullanıla “simge”leşir”. İşte, evet tam da o simge’nin artık bir klişe olduğunun bilincine vardığımızın da saatleridir bunlar.
Ne yazık ki toplumsal hafızamız ve bunun bir uygulama alanı olan kültürümüzün Ziya Gökalp’tan beri sadeleştire sadeleştire ortaya sürdüğü dil konusu, şimdi kulaklarımda çınlayan Mozart 40. senfoni kaydında “dit dit” diye inceden çalan bir saati duymamı engelleyemezken, bunun bu harika eserin nasıl bir yorumlanışı olduğu konusundaki fikirlerimi altüst ediyor. Gökalp’ın formülasyonu açıktır “istanbul hanımefendiler gibi yazmak” ve Dilde Türkçülüğün İlkeleri’nde yer alan 11 emir, daha sonraki siyasal gelişmelerde kullanılmıştır da. “Ulusal Zevk” konusu ise Batı karşısında bir utanışın haznesine düşüvermiş, örneğin Şeker Ahmet Paşa’nın yanlış perspektifi bize ödev olurken, Cami Tasvirli Yahyalı halılarında yer alan manzara desenlerinin örneğin halıcılık tezgahlarında ve halıcılık tekniğindeki etkisi hiç sallanmamıştır. Lale Devri’nin uzantısı olan bu manzaralı halılardaki görselleştirme ve bunun halı tezgahındaki yansıması ise bir modernleşme çabası olarak ele bile alınamamıştır.
Şiirsel İmge konusunda yazan çoğu kişinin hala Ziya Gökalp’ın ayrımlarına (iki tür edebiyat müzesi olacaktır, biri Batı edebiyatı diğeri de halk edebiyatı ve halk edebiyatı sözlü kültür verimlerine ayrılmıştır) dayandığını da gözden kaçırmamak gerek. Dediğim gibi anası Paz ve Babası Jakobsen olan bu Şiirsel İmge, ancak sözlü anlatılardaki biçim ve biçem öğelerini anlatabilirse ne âlâ ama görüyoruz ki sadece bununla kalmıyor, metinsel olanı da kapsamaya çalışıyor. Bu da yorumlama konusunda çok kısıtlı imkanlar veriyor.
Özetinde hem kurucu metinlerin eksikliği, hem çevrilen ya da derlenen metinlerin çok keyfi olması yüzünden şiirsel imge ile şiir arasındaki bağ hiç bir zaman travmatik bir etkiyi aşamıyor. Örneğin “Dilin binlerce yılda vardığı yapı bir değişmezliği dayatıyor görünse de, öyle değildir. Dil, mutlaka, kendi içinde diyalektik bir eylemlilik göstermelidir (Veysel Çolak, Yabancılaşma ve Öteki Şiir, Gendaş)” türü parlak formülasyonlar, biraz incelendiğinde “dil”in ne olduğu sorulduğunda yaldızları dökülmüş bilgiçliklerden öteye gidemiyor. Bizim d/ilimizin değiştiğini değil de değiştirildiğini düşünürsek, diyalektiğin burada o kadar geniş bir açı yapabileceğini sormaktan da geri duramıyoruz. Diyalektik bir düşünce biçimidir ayrıca, o bir sonuç değildir, ne o ne de diğer şeydir, o şeyler arasındaki ilişkinin yordamıdır. Türev almayı bile bilmeyen birilerinin edebiyat metnine ve bunca ağır yapıya bakmaya çalışması da herhalde sözlü kültürün bu kadar ilgi görmesinden kaynaklanıyor.
Sonuç? Sonuç şu, en azından kendi durduğum yerden, edebiyat metnine bakarken, onu Logos’a doğru yaklaştırıyorsak, Logos’un bazen “özneye” ya da “mizaca” ya da “bünyeye” rağmen dile geldiğini de unutmamak gerekir. Belki hatta tam da özneye rağmen bir direnç olarak Logos orada var oluyorsa, orada ilginç birşeyler vardır. Şiirsel imge tanımlamaları örneğin “mekan” ve “zaman” ile ilişkilendirilmedikçe, baskıcı bir “estetik ideolojisinin” en bayağı haline geliyor.
Görsel şiir çerçevesinde olayı değerlendirdiğimizde bütün bu “imge” hikayelerini sınayabilirsiniz, göreceksiniz ki, sadece kendisi için ve kendinde olarak tasarlanmış dilsel bir aygıt olan görsel şiir ve bizim yaptığımız örnekler, dilin bir çok şeye ilgisiz sadece kendi kendisinde bir yorumundan başka birşey değil. Belki de şairlerin en büyük derdi “hakikati” aramak değil “hakikat arayan birini örnek almaya” çalışmaktır. Öyle olsaydı, metne bakmaya, görmeye, görselleştirmeye, ellerindeki “iletiyi” dilden ve zamandan sıyırmaya çalışırlardı.

serkan_isin blogu | yazıcı için | 534 kez tıklandı
trocanter said,

Çar, 2006-01-18 12:36
açıkçası böyle bir konuda iş bu kadar saptırılabilir diye düşünüyorum. hiç kimse mistik evreni reddetmiyor, geçmişin mistik birikimin ise kimse küçümsemiyor. ama artık öylesi bir mistik dizge ve donanımla durum tespiti hatta hasar tespiti yapıp yeni bir fikir üretmek zorlaştı. o yüzden çağının dilinin ve düzeninin ötesine geçecek yeni bir gerçeklik arayışının- belki yeni bir mistik terminoloji ve dizgenin- yolu açılmalı. bu arada metaforik konuşmalar hoş bir sada bırakmıyor değil ama iş vecd haliyle falan çözülseydi ibn-i arabi’nin kalkıp anadolu’ya gelmesine gerek kalmazdı. demek ki konuşmak önemli. mevlana okumak bana bir duygu vermiyor değil ama onun sembolist evreninin günümüzü can alıcı bir noktadan vurduğunu düşünmüyorum. alper gencer’in tavsiyeye ihtiyacı olduğundan değil ama bir öneri olarak imge ile günümüzde oluşan sorunların üzerine hem doğrudan hem de dolaylı olarak gitmek gerekir. şu konuşmalar bile bu vecd halini zedelemiyor mu. hem az önce siteye aktardığım yazıda Richards neler demiş bakın:
Bu güçlere birtakım gizemler vermek, sözcüklerin ‘açıklanamaz’ gizeminden söz etmek ve onların anlam tarihleri ve çok eski geçmişleri üzerine romantik hayallere dalmak kolaydır. Ama bu güçlerin incelenebileceğinin, eleştirinin en gereksinim duyduğu şeyin, şiirselleşmeye daha az yüz verip daha ayrıntılı çözümleme ve araştırmaya girmek olduğunun farkedilmesi daha iyi bir yoldur.
(I.A. Richards, Practical Criticism
cevapla »
chaconne said,

Çar, 2006-01-18 18:53
alper gencer’in de elbet tavsiyeye ihtiyacı vardır trocanter. 🙂 teşekkür.
fakat bahsettiğin ilmin gerçekten konuşmakla yozlaştığı vakidir. şunu da söylemeden geçmeyim; ibn arabi ya da mevlana meseli özeldir, buna benzer onlarcası vardır ama yol herkes için başka bir biçimde kendini yaratır. yani benim okuduklarımı buraya dökmem, hele burada hiç olmaz. ama sevgili trocanter, sadece şu kadarını söyleyip kenarıma çekileceğim; okuduklarım ve hal ettiklerim arasında “vecd” çok iyi bir ihtimaldir. vecde varana kadar onlarca başka “basit” halle kemale eren derviş vardır.
neyse… sitenin diğer sakinleri içinse; bu “hal”, “dergah” ve “hakikat” terminolojisini hiç açmamak üzere kapatıyorum. burada bir yazma orucuna girerek uzunca bir süre okumakla yetineceğim. buna kimsenin itirazı yoktur herhalde, verdiğim rahatsızlık için özür.
cevapla »
trocanter said,

Per, 2006-01-19 07:35
sevgili alper gencer, rahatsızlık vermek ne demek. benim vurgulamaya çalıştığım rahatsızlıktan çok belli bir konuda örneğin imge konusunda belli bir düşünce disiplini ve ileri götürücü bir düşünce ile odaklanamamak. internetin hızlı akışkanlığının bir özelliği de bu aynı zamanda. ama şunu rahatsızlıkla değil rahatlıkla söyleyebilirim bırakalım da vecd ve vecd’e giden binlerce basit yolu içimizde konuşmadan yaşayalım, konuşarak baltalamayalım o hali. bu hal zengin bir tractatus yaratır. bu halin bize getirdikleridir aslında mevzu. halin kendisini konuşmak değil. ister doğulu terminolojide isterse de batılı terminolojide bu haller iyi-kötü yaşanıyor. sorun hallerin bizi içinde bıraktığı gerçeklik ve deleuze gibi söylersek içkinlik düzlemi. artık hem hallerin hem de sembollerin içine girme zamanı. vecd halinin sende bıraktığı imge halleri neler ben bunu merak ederim ve bunun bu dünyaya ne kadar tekamül ve tekabül ettiğini. hallerle helalleşmenin ve hesaplaşmanın bir yolu aynı zamanda bu. ayrıca yılbaşı gecesi beni yalnız bırakmayan şiir kitabın için de teşekkür ederim. ama konuşacaksın elbette, bu hak bile değil ötesi. ama halden hale geçe geçe bazı gerçekleri anlamanın ve gelişmenin de tam zamanı büyük lafların gölgesinde kalmadan. son söylediklerim en başta kendim için.
cevapla »
chaconne said,

Per, 2006-01-19 12:08
what we cannot speak about we must pass over in silence.” wittgenstein
yılbaşı yalnızlığına faydam olmuşsa ne güzel. rahatsızlık mevzuu sadece senle ilgili değildi. yazdıklarını anlıyorum trocanter. yukarıdaki “büyük söz”ün gölgesine tünüyorum. tekrar teşekkür.
cevapla »
Anasayfa » Mevzuat

imge nedir bilen var mı? – 9/Bugün

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Sl, 2006-01-17 07:43
bunlar da günümüzde imge bir sihirli anahtar olarak nasıl görülüyor anlamamız için. bir anagörüş (mainstream) özeti olarak toparladıklarım.
Şiirimizde İmge Meselesi Mehmet
Nuri Parmaksız
” İmgenin ne olduğunu, nereden çıktığını ve kaynağının neresi olduğunu bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir şeyi körü körüne savunuyor ve aslında hiçbir anlam ifade etmeyen ahkâmlar savuruyoruz. Hepimizin yolu farklı olabilir ama anlayamadığım şey şu: Şiiri sadece imgeden ibaret görmek ve hiçbir araştırma ve sorgulama içersine girmeden, çağımızın modasına, taassup derecesinde uymak, bize ve şiire ne kazandıracak? Bu konudaki seçimimizi bilinçli olarak yapsak, kimsenin tercihine karışmayacağım ama birikim ve bilgi eksikliği noktasında bizi yanlış yönlendirenlerin- şiiri sadece mana ve hayal zaviyesinden görenlerin- oyununa geliyoruz ve bunun neticesinde, her geçen gün gerçek şiirden uzaklaşıyoruz.
….
Günümüzde hangi toplantıya gitsem, hangi şairle konuşsam iki lafından birisi “imge” oluyor. Kimisi ne olduğunu bilmeden, kimisi de ona başka bir mana vererek konuşuyor. Peki, nedir bu imge? Mana mıdır, hayâl midir, yeni midir, eski midir? Yenilir mi, içilir mi?
….
Alexander Potebnya, “imgesiz sanat olmaz, şiir ise hiç olmaz” der. Bu sözün haklılığına, imgeyi ancak, anlamı güçlendiren, çağrışıma dayalı, ince bir hayâl olarak düşünürsek katılabilirim. Yoksa tek başına imge şiirin şiir olması için yeterli değildir. Perine ise, imgeyi “ duyuyla edinilen deneyimin dil aracılığı ile sunulması olarak görür ve şiirde en çok rastlanılan imgenin “görsel imge” olduğundan bahseder. İmgeyi, sadece zihnimizde oluşan bir görüntü olarak düşünmek ve onu benzetme ve tasvire dayanan bir öğe olarak görmek de yanlıştır. Bazı şairler imgeyi, “ düşünceye dayalı bir resim” olarak görür. İmgeyi tamamen bir resme benzetmek de hatalıdır. Hele hele imgenin mana ile aynı şey olduğunu düşünmek, tamamen bir safdilliliktir. İmge, şiiri şiir yapan üç öğeden- duygu, düşünce ve hayal- biri olan hayâlin, çağrışım noktasında, duygunun akıl ile yoğrulduğu, hissin düşünceyle muvazenesi sonucunda oluşan, amacı anlamı derinleştirmek ve söylemin etkisini güçlendirmek olan, düşünce ve duygunun kelimelere yansıyan şeklidir. Onun hem görsel hem de mana boyutu vardır ve sonuçta, imgenin, şiirin hayal ve mana noktasında, etkileyiciliğini artırdığını ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
….
Bugün sadece imgenin esareti altına girmiş şairlerin, Divan şiirine soğuk bakmalarını bir türlü anlayamıyorum. Neden mi? Divan şiiri baştan sona imge üzerine kurulmuştur da ondan. Divan şiiri içersinde mazmun dediğimiz şey, imgenin tâ kendisidir. “Gül” dendiği zaman, aklımıza “sevgili” gelir. Hem güzelliği, hem kokusu hem de etkileyiciliğiyle. “Mecnûn” dendiği zaman ise, aşkından deli olmuş, sevdâsı için her şeyi göze alabilen kişileri düşünmez miyiz?
….
İmge kavramının, yeni bir şeymiş gibi ön plana çıkışı, 1950’den sonra, “İkinci Yeni” şairleriyle birlikte olur. İmgeyi bu derece önemseyen ve İkinci Yeni şairlerine hayran, birçok şiirseverin, başta Divan şairlerine hayran olması gerekmez mi? İkinci Yeni bir anlamda, Haşim’in tesirindedir; Haşim ise, özelde Şeyh Galip ve sembolizmin, genelde ise Divan şiirinin tesirindedir. O zaman nedir bu Divan şiirine düşmanlığımız? Bizi bu hâllere düşüren, araştırmamak, okumamak ve Türk şiir geleneği bilmeyişimizdir. “
Şiirin Kılıcı: İmge Kadir Aydemir
” Aristo’ya göre tarihle felsefe arasında yer alan şiirin dayanağı olan biricik “şey”dir imge. Şairin yaratı sürecinde yalnızlığın ve yaşamın giriftliğinin etkisiyle hayal gücünü de zorlayıp ortaya çıkarttığı “öz”dür, şiirsel uyumun gerekliliğidir. “Şair bir ‘arzular insanı’dır. Evet şiir gerçekten de arzudur. Ancak bu arzu, mümkün olanın veya olabilirin sınırları içinde söylenmez. İmge ‘olmayabilirin’ değil, olanaksızın arzu edilmesidir: Şiir de gerçekliğe susayış. Arzu, her zaman uzaklıkları yok etmek ister. İmge, arzunun insanla gerçeklik arasına uzattığı köprüdür…” Bu tanım Octavio Paz’ın. Görüldüğü gibi o da imgeye karşı gerçeküstü bir bakışa sahip. Kısa bir tanımda bile imge yaratmanın sonsuz olabileceğini veriyor okura. Çağdaş dünya şairlerini incelediğimizde çoğunun şiir ve onunla ilintili konular üzerine yazılanları yalınkat buldukları görülür. Çünkü onlara göre şiir üzerine yazılan her şey görecedir, şiir gibi imgenin de tanımı çok çeşitlidir. Örneğin Mayakovski, Şiir Nasıl Yazılır? adlı yapıtında imge üzerine şu notları almıştır:
“Şiirde en yüksek anlatımcılık tonunu tutturmanız gerekir. Bu anlatımcılığın en dikkate değer araçlarından biri imgedir; ama çalışmanın başında toplumsal buyruğa verilen o ilk, belirsiz yanıt biçiminde beliren temel, görsel imge değildir bu. Hayır, ben bu temel imgenin biçimlenmesine katkıda bulunan yardımcı imgelerden söz ediyorum. Bu yardımcı imgeler çağdaş şiir yöntemlerinden birini oluşturur…
– İmge yaratmanın en ilkel yollarından biri karşılaştırmadır.
– İmge yaratmanın en yaygın olarak benimsenen yolu eğretileme kullanmaktır; başka bir deyişle o âna dek yalnızca belli şeylerle ilgili sayılan özellikleri başka sözcüklere, nesnelere, olgulara ve kavramlara aktarmaktır.
– İmge yaratmanın bir yolu, inanılmaz olayları ve gerçekleri abartmayla güçlendirerek anlatmaktır.
– İmge yaratma yolları da bütün şiir araçları gibi, okurun şu ya da bu imge biçimiyle ne derecede içli dışlı ya da yüz göz olduğuna göre değişir. Bunun karşıtı olan ilkeye göre de imge yaratabilirsiniz. Bu kez imge, imgelem yoluyla söylenenlerin anlamını genişletmez; tersine sözcüklerin yarattığı izlenimi bile bile daraltılmış bir çerçeveye sıkıştırmaya çalışır. Örneğin benim eski şiirim ‘Savaş ve Evren’de olduğu gibi:
‘Çürüyen, kokuşan vagonda kırk adam vardı-
Oysa yalnızca dört bacak.’”
….
İmge düşsel bir patlamadır. Yürürken, okurken, hatta uykudayken bile yaşanabilir, daha sonra da kâğıda geçirilebilir. Bir patlama, yıldırım hızıyla gelir ve yakalar şairi. Bilinçaltında yavaş yavaş filizlenir, bir gün bir yerde toprağından sıyrılıp çıkar. “
” İçinde yaşamak istediği dünyayı ve gerçekliği düşlerken, hangi zihinsel değişim ve gelişimlere uğruyor, hangi niteliksel sıçramalara uğruyordu? Neydi peki onu kanatlarına alıp uçuran, ayaklarını gerçek dünyadan kesip yıldızlara götüren ve oradan getirdiği çiçeklerle yaşantısal algısını güzelleştiren şey?İnsanlığın tinsel kültürünün yapıtaşlarını uzaklardan, insan zihninin derinlerinden bulup çıkaran ve bu taşlardan ona sonsuza uzanan bir yol döşeyen, dünün büyücüsü, şamanı, bugünün sanatçısı değil miydi? Bu büyülü yolu döşeyen sanatçı, hangi toplumda olursa olsun büyülü bir dilin ortak simgelerini kullanmıyor muydu? Bir üst dilin derin işaretlerini? İnsanlaşma sürecinde varlığı vazgeçilmez olan sanatçı dışlansa da taşlansa da insanlığın ortak şarkısını söyleyecek ve işte bu şarkının notalarına da imge diyecekti. Sanatsal üretimde böylesi vazgeçilmez olan imgenin benim şiirimdeki oluşum sürecini, yaşantıdaki tipik görüngülerin ilginç yanlarını kendi bilinç birikimimden süzerek başlattığımı fark ettim. Görüngüler zihnimde ayrışıyor, birleşiyor, iç içe geçerek sarmal bir uzayda yükselmeye başlıyor, değişen nesne ve olguların çağrıştırdığı değişik fantezilerin bir kısmı öne çıkıyor, bir kısmı silinip gidiyor. Öne çıkarılanın ya da silip atılanın belirleyicisi hayata ve insana bakışım, bir anlamda bilinç düzeyim kuşkusuz. Sıra, seçilen ayrıntıların işlenişine geliyor. Uygun sözcüklerin seçimi, heyecansal ifadenin aranışını içeren teknik çalışma. Süreç bu belki. Ama hala bir şeyler eksik. Çünkü bu süreç imgeye egemen olduğum varsayımını içeriyor. Yok böyle bir şey. Bir şiirin şiir olabilmesi için mutlaka gerekli olan o esrime anı. O anı yakaladığımda artık şiirdir egemen olan. Hemen hemen bitti denilebilecek bir şiir o esrime anından sağ çıkamayabilir. Ya da tamamen değişerek güne çıkabilir. İşte imgenin şairi ele geçirişidir bu. Ne demeli? İmge işte. Şiirin içindeki deli. Ne yapacağı, nereye gideceği,nerelerden neyi alıp getireceği, insanı nereden alıp nereye götüreceği belli mi olur? “
” KY: Yeni oluşumlarda, şiirin içindeki imgelerin, okura duyumsatmak istenenden ve kendi bütünlüğünden uzaklaştığını görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
TG: Eğer imge, şair tarafından şiirin başat öğelerinden biri diye kabul ediliyorsa, farklı bir önem kazanıyor. Bazıları benim her dizem değişik imgelerden oluşsun diye düşünüyor ve şiirin kendi ayaklarının üzerinde durup durmadığını önemsemiyor. İmge önemli ama özgün, dengeli ve dozunda olmalı. İmgesiz şiir düşünülemez; fakat şiiri tamamen birbirinden kopuk imgeye boğarsanız şiir kendini kaybeder. Tamamen havalarda uçuşan imgelerle bir yere varılabileceğini düşünemiyorum. “
” Gelelim toplumcu-gerçekçi şiir’e…Öncelikle şunu belirteyim ki diyalektik gereği bugün, imgesiz şiir yazılamaz; yazılan da manzume olmanın ötesine geçemez. Hiç şüphesiz özelde Şiir, genelde sanat organiktir; sürekli bir değişim-dönüşüm içerisindedir.Türk Şiiri’nin edindiği birikimle bugün gelinen noktada,sadece içeriğe yaslanılarak, imge’yi ıskalayan toplumcu şiirler yazılamaz .İşçi sınıfının imge’den anlamayacağı önyargısıyla, imge’yi dışlayan (kaba) toplumcular, toplumcu şairin görevinin, sınıf bilincini diri tutup çağa göre geliştirmekle birlikte, toplumun genel bilinç düzeyini ve estetik algıseviyesini sürekli arttırmak olduğu gerçeğini, şiir düzleminde var edememektedirler.”Devrim için dövüşmeyene komünist mi denir” gibi bir sloganı ,dize diye metnin içine tıkıştırmayla toplumcu şiir yazılamaz bugün.Salt metnin içeriğe sığınılarak, slogan ya da bildiri kıvamındaki didaktik tümceler bütününü, ham okura şiir diye yutturma dönemi artık kapanmıştır.Homo sapiens-sapiensler ortaya çıktığında, hala homo erectus kalmaya direnenler,evrim mezarlığında boylu boyunca yatmaktadır. Şiir’i politikanın yedeğine almak ve onu sadece bir araç olarak görmek öncelikle Şiir’e ihanettir, çünkü toplumcu şiir, hem kendinin amacı hem de politik bir araçtır. Şiir kendi estetik bütünlüğünü ve özgün bir biçemde niteliksel yapısını kuramadıkça, iletisi, nutuk atmaktan ileri gitmeyecektir. Şiir, dirimin diyalektik toplamı ise, bugün toplumcu şiir, imgeci toplumcu şiir’e evrilmektedir.Yani, toplumcu şiir nehrinin yatağı değişmeye başlamıştır. Gene diyalektik gereği, gelecekte yeni bir anlayış yerine gelene kadar imgeci toplumcu şiir, sürmeye devam edecektir. “
esrari blogu | yazıcı için | 950 kez tıklandı
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 11:25
imgeci toplumcu şiirin imge bildirisi bazı şeylerin ötesinde gibi görünüyor, çok güzel şiiri politikanın yedeğine almamak falan, ama bu sefer de imgenin yedeğine toplumu almıyor musunuz diye de sormak geldi içimden. çünkü imgenin eninde sonunda şiir toptancılarının eline düşmesi anlamına gelir bu. yani toplum ve politika adına tüketilmeye değmez ve işe yaramaz bir mefhum olan imgenin, bu sefer de meta olduğu onaylanmış bir tüketim maddesi haline gelip gelmeyeceğini soruyorum sadece. ve diyalektik gereği gelecekte yeni bir anlayış gelene kadar tüketilmemiş kıyıda köşede bir şeyler kalacak mı. başka sorum yok. ama tutanaklara da geçirilsin lütfen.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-17 12:16
Daha Veysel Çolak, Metin Cengiz ve tayfadan birkaç adamın da görüşlerini aktarayım. “İmgeci Toplumcu” diye birşey olabiliyorsa ancak Türkçe’de falan olabilirdi herhalde (Kant’ı tekrardan icat etmekle, Nazi partisi arasında bir yerlerde, düşünsene hem aşırı öznel ama her ne hikmetse herkes için- peki reklamların suçu ne, onlar da tam olarak hem imgeci hem de toplumcu değil mi?). Benim yandığım Şakir’in Paragraf’ında yayınladığım “İmge Sınıfına Karşı Poetik Devrim” isimli yazının böyle içine edilmesi falandır. Daha sonra da Aşkta Bileşik Kaplar Yasası isimli şiirimin. Yahu bu kadar mı, bu derece mi? Veysel Çolak’ın türk matbuatına armağını işte bunlar..Diyalektik kelimesini ezberlemiş harbiden..

cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 11:07
imdi, tekin gönenç söyleşisindeki soru soranın sorularını pek tekin bulmadım her şeyden önce. sorudaki yeni oluşum ne demek, imgeyle okura duyumsatmak istenen ne ki yansıtılamıyor ya da kendi bütünlüğü nedir ki şiirin şair tarafından bakıldığı iddia edildiğinde?
YANITA GELİNCE ELBETTE İMGE UÇACAK VE UÇURACAK OTURAKALAN BİR İMGE DÜŞÜNEMİYORUM BEN.ŞİİR KENDİNİ KAYBEDECEK Kİ BEN DE YOLUMU KAYBEDEYİM YENİ BİR YOL BULMAK ÜZERE.
düzenle | cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 10:55
ayten mutlu’nun tarifi ise şair ve imge arasındaki mücadeleyi gösteriyor. bilinç düzeyi ile esriklik an’ının birbirine karşı üstünlük kurma gerilimini. sözleri bana biraz havada gelse de ilk bakışta dengeli görünüyor. peki ayten mutlu şiirinden baktığımızda gerçek öyle mi. bence değil. mutlu’nun imgesi hiç de deli değil mutlu ve uysal. esriklik an’ını zaptetmiş bir bilinç görüyorum daha çok. şimdilerde yorumlar öznel ya, belki dikkate alınmayabilir de eleştirim. görüngülerin iç içe geçip sarmal bir uzayda yükselmesine kim ne diyebilir, hoş sözler yoksa.
düzenle | cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 10:38
kadir aydemir’in imge bahsi octavia paz’ın tanımlamaları ile başlıyor. aydemir gerçeküstü bir tanımlama olarak bahsediyor ama bence romantik ve lirik ayrıca biraz da ezoterik bir tanımlama ama gerçeküstücü mü sanmam. paz tipik bir üçüncü dünya aydını. düşüncesi batıda ruhu ise kendi topraklarında dağ bayır gezintide. ama şairliğine gelince tartışılmaz elbette. bile isteye bir sentez yakalamaya çalışıyor paz, iyi niyetli. arzu uzaklıkları yok etmek ister mi gerçekten. bana kalırsa arzu başka uzaklıkları yaratmak ve görmek adına uzaklıkları tüketir. imge bir tüketim malzemesidir de bu anlamda bir yaratım olduğu kadar. yani imgenin her çağa uygun tüketilebilirliğinden bahsediyorum. ikinci yeni tüketilebilir olan imgeyi kullandı, yoksa imgeyi tüketmedi. aslına bakarsanız sembolistler de imge niyetine tüketilebilir olan sembolü kullandı ve tükettiler. imge niyeti diyorum sakın imgeyi düşündüğüm sanılmasın. demek istediğim, imge işlevini gören sembolleri kullanıp tükettiler. bunları söylemek imgeyi metalaştırmaz, imgenin tükendikçe üretilen dinamik bir şey olduğunu gösterir. ayrıca bu imgeyi göreceli de kılmaz, imgenin sahiciliğini ve dirimselliğini ayrıca hayatiliğini ortaya çıkarır. ama şair yine de bu tüketilebilirlik içinden yazmaz, onun ürettiği tüketilebilirdir ya da değildir.
imge yaratmanın en iyi yolu imge yarattığını düşünmemektir derim ben de.
düzenle | cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-17 09:55
kitap-lık dergisinin 74. sayısı imge üstüne. dergi bitmiş, bulmak zor, ama birkaç yazıyı online okuyabilirsiniz.
http://www.ykykultur.com.tr/kitaplik/74/main.html
cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 09:27
esrariyi tebrik ederim. çok güzel bir iş çıkarıyor. belki buradan imgenin halleri ve yüzlerini görür maskesini düşürebiliriz. imgenin maskesini düşürmek imgeyi düşürmek değildir ama. Parmaksız’ın meselesinden hele bir girelim: imgenin hallerini tarife ve saptamaya yönelik başlayan yazı sonra kendi söylediklerinin altında eziliyor, panik bir halde hemen geleneğin gölgesine sığınıyor. buradan bile imgenin ne kadar yakıcı olduğu anlaşılabilir mi bilmiyorum. eğer gül deyince sevgiliyi anlıyorsak ne menem bir şey olduğunu kavrayamadığımız imge sembol-simge haline bürünüveriyor yani bir anlamda bir mana kazanıyor.bir anlamda bir görsel simgedir de, bu gül motifini çağrıştıran her şey sevgilidir zahiri ve dahili olarak. ikinci yeniye hayran olan bir kesim’in divan şiirine de hayran olmasını gerektirmez bu dolayısıyla. ikinci yeni divan şiirinin sembollerine saldırır aslında, onları kişiselleştirir, dumura uğratır yani imgeleştirir modern anlamda. parmaksız’ın bulduğu kısayol nasıl bir programı açar bilmiyorum ama standarda doğru saptığı söylenebilir.
İmge, şiiri şiir yapan üç öğeden- duygu, düşünce ve hayal- biri olan hayâlin, çağrışım noktasında, duygunun akıl ile yoğrulduğu, hissin düşünceyle muvazenesi sonucunda oluşan, amacı anlamı derinleştirmek ve söylemin etkisini güçlendirmek olan, düşünce ve duygunun kelimelere yansıyan şeklidir. Onun hem görsel hem de mana boyutu vardır ve sonuçta, imgenin, şiirin hayal ve mana noktasında, etkileyiciliğini artırdığını ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
diyor ya, bu cafcaflı sözler bizi bir yere götürmüyor. aslına bakarsanız felsefesi olmayan bir toplum ve toplulukta bu yazılanları doğrudan kabul edesi geliyor insanın- kendimizi niye yoruyoruz ki! ama dayanamayacağım, yaramazlıksa yaramazlık. imgenin anlamı derinleştirmesi çok beylik bir laf. imgenin anlamla ilişkisi sorgulanmadan nasıl bir derinleştirmeyi sağladığı su götürür. anlam boyu derinleşeceğiz diye anlamdan uzaklaştırabilir de bizi imge. zira anlam esnek bir şeydir ve esnedikçe ve biz de boylu boyunca onu izledikçe farklı bir mecrada izlediğimiz anlamdan uzakta bir yerde bulabiliriz kendimizi. anlamdan uzaklaşmak da anlama dahil midir.çekerseniz oraya da gelir, peki ama keserseniz: bu seferde ücra’da kalmaz mısınız. kesilen her parça da esnemeye müsait mi, yani anlamlaşmaya. bu oluşan anlam partiküllerini biz ne şekilde algılıyoruz ya da zihin bunları ne şekilde değerlendiriyor. günümüzde soru bu bence. daha doğrusu benim imge meselem buradan başlıyor. ayrıca imgeyle etkilemek ne demek , ben bunu alımlayıcıyı küçümsemek olarak algılarım. yine söylemi güçlendirmek imgenin politikleşmesinin ve iktidara hizmet etmesinin hem sonucu hem de nedenidir.
düzenle | cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-17 08:12
sıkıldım. iyi ki eleştirmen değilmişim. bu duygu yakama yapıştı. bu aktarma işine sanki niye giriştim?
bu imge konusu hakikaten felsefeden de anlayan bir şiir eleştirmeni için derin bir konu. bir kavramın uluslararası yolculuğu, sonunda türkiye’de bir cephe oluşturması.
daha çok şey aktarabilirdim. çok şey eksik. ama bir bulutsu olarak imgesanıyorum ortaya çıktı. herşey zaten birimizin nedir yahu bu imge, kuş mudur tavuk mudur? demesiyle başlamıştı. işte bak, tavukla kuş arası bir şeymiş.
efemurad’ın dediği gibi imge de şiirin araçlarından biri olarak artık köşesinde. imge değerli. ama imgecilik zorlama.
im ne, im‘e takılan -ge ne, bir de ikisine takılan -ci ne, imgeci ne? iz güzeldi, ama imgeci olunca izci oluyor. 🙂
daha çok laf var. belki bir de imge hakkında kendi notlarımı yazarım buraya, o da imge nedir bilen var mı? – 10 olur.
benden paso.
cevapla »

imge nedir bilen var mı? – 8/e. e. cummings

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Pzt, 2006-01-16 13:37
cummings’in resimle ilişkisi malum. sonunda o da bir batı halüsinasyonu (derrida) denilen çin’de resim-yazı konusuna geliyor. aşağıda çevirdiğim metni bir mülakat şeklinde yazmış, yani aslında kendi soruyor, kendi cevaplıyor. (1945)
şiirle resim arasındaki bağı nasıl gördüğünü özetleyen bir metin.
“ Niye resim yapıyorsun?
Neden nefes alıyorsam ondan.
Bu bir cevap değil.
Bunun cevabı yok.
Ne zamandır cevabı yok?
Ta başından beri.
Ne zamandır yazıyorsunuz?
Ta başından beri.
Şiiri kastediyorum.
Ben de.
Anlatır mısınız, resminiz şiirinizle çatışmıyor mu?
Tam tersine: birbirlerini aşkla seviyorlar.
Çok farklılar.
Çok: biri resmetmek, diğeri ise yazmak.
Fakat şiirlerinizi anlamak daha zor, resimleri ise çok kolay.
Kolay mı?
Tabii ki– herkesin anlayabileceği şeyler resmediyorsunuz,
çiçekler ve kızlar ve günbatımları.
Hiç tanışmadık.
Kimle?
Herkesle.
Temsilî olmayan resmi duydunuz mu hiç?
Ben varım.
Efendim?
Ben bir ressamım ve resim temsilî değildir.
Bütün resimler değil.
Doğru: duvar boyama temsilîdir.
Peki duvar boyama neyi temsil eder?
Saatte on doları.
Demek ciddi olmak istemiyorsunuz.
Ciddi olmak için iki kişi lazım.
Peki durun bakayım… evet tamam, bir soru daha: bu savaş bittiğinde nerede yaşayacaksınız?
Her zamanki gibi Çin’de.
Çin mi?
Tabii.
Çin’in neresinde?
Ressamın şair olduğu yerde. “
esrari blogu | yazıcı için | 428 kez tıklandı
soan said,

Pzt, 2006-01-16 16:10
Bunun icin sana cok tesekkurler. Ustunde durdugumuz imge mevzusunda gayet aciklayici geldi bana ve biraz da sunu hatirlatti:
Nerden gelirsin
Silifke kalesinden
Ne gezersin
Aclik belasindan
Nerde yattin
Beyin konaginda
Altina ne serdiler
Perde
Desene Kupkuru yerde.
. . .
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
granitte said,

Pzt, 2006-01-16 18:52
bu metni ben imge açısından açıklayıcı bulduğumu söyleyemem daha çok cummings’in neden şiirlerinde imgeyle de yetinmeyip kelimeler ve harflerin sayfa üzerindeki konumu ile oynadığını daha çok açıklıyor gibi sanki.
ayrıca imge kelimesini eğer -ga yapım eki metinde olduğu gibi türkçe yapım eklerinden -ga ekinin im’le birleşerek oluşturduğu bir kelime olarak değil de ‘image’ kelimesinin ‘uydurarak’ türkçeleştirilmesi olarak görüyorsak-ki ben bu konuda Barış Özgür’ün imge kelimesinin yapısı üzerinden yaptığı açıklamayı daha yerinde buluyorum-eninde sonunda ‘görüntü’ ile olan ilgisine varırız. bu da dilin içindeki bir dönüştürme ya da Serkan Işın’ın bir yorumunda bahsettiği dili kurban edişten çok tasvirlerin zenginleştirilmesine tekabül eden bir kavrayışa vardırır bizi.
cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 07:46
dilin kurban edilmesi dili yok etmiyor dilin ritüelleşen bağlantılarını söküyor diye düşünüyorum dile bir image olarak bakmadığımda. daha doğrusu öyle bakmak pek içimi açmıyor da diyebilirim. yani tasvirlerin zenginleştirilmesi göze güzel görünebilir desek bir ek yapmak kaçınılmazlaşıyor: tasvirler biraz da dilin kurban edilen ritüellerinden doğuyor. dilin buna rağmen ritüelleşmeyen bir kurban eylemi de var yani törenleşmeyen ve töreleşmeyen. biricikleşen bir kurban eylemi: ilginçtir bir akrabam kurban bayramında kurban keserken ayağını kırdı. bu ritüel dışı bir kurban eylemidir mesela. ve bir yaratımdır: femur kırığının hesap edilemeyen bir şekilde kurban eylemine katılımı ve hesap edilemeyen bir yerden kemiğin kırılımı. tasvirlerin zenginleştirilmesi yatay düzlemde görülebilir elbette imgenin tüm görüntüleri ile de yeni bir imge olduğu da gerçek: bakınız can yücel ve enis akın şiiri. bunun yanında dikey bir tasvirleşme için de yol açıldı geçmişte: bakınız ece ayhan şiiri. barış’ın dediği ile serkan’ın söylediği mimesis- poiesis ilişkisine benzer bir ilişki içinde, kurban etme ve zenginleştirme arasındaki gerilim ve ilişki imgenin oluşum koşullarını hazırlıyor. imgenin görüntü olması da olmaması da güvence altına alınıyor bu şekilde. imge hazır olmayan bir görüntüdür. yani hazır olduğunu algılayamayacağımız görüntü. algılarımız için görüntü olamayacak bir görüntü.

imge nedir bilen var mı? – 7/Özdemir İnce

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Pzt, 2006-01-16 12:10
umarım uzatmıyorum. yok, sanıyorum uzatıyorum. bundan sonrakileri tek tek değil belki kümeleyerek vermem lazım. / ama özdemir ince’siz imgeduruşması olur mu? yazının başında roger caillois’dan bir not aktarıyor, bu bana günümüz pazarlama ofislerinde tartışılan satış-pazarlama/sales/marketing farkı üstüne anlatılanları hatırlattı, şiirin söz sanatları denilen şeyle nasıl işgal edildiğini gördüm bir kere daha. [meraklısına: satış/pazarlama arasındaki farkı anlatan bir ilan vardı, çocuk elinde bir levha ile otostop yapıyor, iki resim var ilanda, birinde çocuğun elindeki levhada “detroit’e” yaziyor (bu satış/sales), diğer resimde levhada “noel için anneme” yazıyor (bu pazarlama/marketing)]
” İmge ve Serüvenleri / Özdemir İnce
Roger Caillois, “Şiir Sanatı” adlı kitabında bir öykü anlatıyor: New York’un Brooklyn Köprüsü’nde dilenen bir kör varmış. Köprüden gelip geçenlerden biri adamacağıza günlük kazancının ne kadar olduğuu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerie kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: “Tabelaya gelirinizi artıracak bir yazı yazdım. Bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana.” Dediği gibi bir ay sonra gelmiş: “Bayım size nasıl teşekkür etsem acaba?” demiş dilenci. “Şimdi günde on- on beş dolar kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız?” “Çok basit,” diye yanıtlamış adam, “tabelanızda ‘doğuştan kör’ yazıyordu, onun yerine ‘bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim’ diye yazdım.”
“Sanırım söz sanatının, dolayısıyla yazın ve şiirin başlangıcı, kaynağı buradadır,”diyor Roger Caillois.
“Doğuştan kör” cümlesi, bir durum belirten açık seçik, kesin bir tanım, ama imgelem gizilgücünden ve duyarlıktan yoksun. Buna karşın, yabancının yazdığı cümlenin bulaşıcı ve tedirgin edici yükü, imgelem gizilgücünü ve insan duyarlığını harekete geçiriyor; kör dilencinin yitirmiş olduğu şeyleri anımsatıyor, bu anımsatmayla birlikte bir evrensellik, genellik kazanıyor: okur onun trajik gerçeğinin içine giriyor ve onunla yer değiştiriyor. Günlük yaşamda bu değişim bir “merhamet” yaratır, ama yazın ve şiir bağlamında bunun karşılığı “heyecan” oluyor. Demek ki yazın ve şiir, sözcükler aracılığıyla insanlarda bir heyecan yaratmayı amaçlıyor, gerçekler aracılığıyla heyecanlara ulaşmayı amaçlıyor.
Kör adamla yabancının yazdıkları cümlelere başka bir yörüngeden bakacak olursak: birincinin yazdığı cümle bir düzyası özelliği taşıyor, çünkü tek ve değişmez bir anlamı var tek başına. ‘Doğuştan kör.’ İkincinin yazdığı, şiir tanımının kapsamına giriyor, çünkü bir kez de okuyan kişi tarafından yazılıyor ve bir tür ‘bulaşıcılık’ kazanıyor.
Avrupa’da Rimbaud ve Lautreamont’dan, ülkemizde de en belirgin biçimde Nâzım’dan bu yana şiir artık ölçü, uyak, hece sayısı, ses yinelemesi gibi koşuklama kurallarına dayandırılmıyor. Bu kurallara uymak şiir için vazgeçilmez bir koşul değil. Buna karşın şiire varlık ve sürekliliğini kazandırıp bunu koruyan başka bir öge var: İmge. Bir ‘nesne’ olarak düşünmek gerek imgeyi. “Bahar geliyor, ama ben göremeyeceğim,” cümlesi Anglo-Sakson koşuklama kitaplarında öğretilen imge kurallarına tıpatıp uygun değil, ama bence bir imge, çağdaş bir imge; çünkü bulaşıcı; bir heyecan yaratıyor ve ikinci kişiler tarafından yeniden üretilebiliyor. Öyleyse imgeyi, yeniden üretilen bir şiir birim olarak görebiliriz. Zaten Roger Caillois da, ‘İster düzyazıda, ister şiirde olsun, dilin yeni bir biçimde kullanılışıdır imge,’ diyor. Demek ki imge ögesi bir sözcüğün anlamını genişletiyor, derinleştiriyor, çoğaltıyor. İmge, sözcüğün belirtme, gösterme ve adlandırma yeteneğine bir başkasını ekliyor: Çağrışım.
Sözcükler, belirtiyorlar; adlandırıyorlar. Ama sözcüklerin belirtme ve adlandırma güçleri, nesnel gerçekleri duygu, düşünce ve heyecanlarımızı karşılayacak, taşıyacak kapsam ve güçte olamazlar her zaman, eksik kalabilirler. Ara ve artı anlamlar vardır. Sözcüklerin karşılıklı etkileşiminden doğan yeni anlamlar, erden anlamlar, karanlıktan gelen, karanlıkta oturan anlamları vardır. Ve bunları karşılamaya sözcüklerin sözlüksel anlamları yeterli değildir; başka bir nesnenin özelliklerinden yararlanarak, bu nesnenin özelliklerini ilgilendiğimiz nesneye taşıyarak ve yaklaşık olarak tanımlayabiliriz bunları; başka bir deyişle: A’nın özellik ya da özelliklerini B’ye çağırarak. İşte bu çağırdığımız şeye imge diyebiliriz. Artık şiirimizde birer kalıp imgeye, birer simgeye dönüşmüş olmalarına karşın ‘fidan boylu sevgili’ ve ‘servi salınışlı güzel’i yaptığımız işe örnek gösterebiliriz. Böyle, tamlamaya başvurmadan, sözcükleri yan yana koyarak da sağlayabilirizbu sonucu: ‘Servi sevgilim’ ya da ‘Sevgilim, servi’ gibi. Artık bayağı sayılması gerekli ve zorunlu bir imge, ama olsun, biçimsel olarak iyi bir örnek. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi; servi’ye ait olan salınma, sallanma ve narinlik özelliklerini sevgili’ye taşıyıp başka bir şey çağırıyoruz. Çağırdığımız şey, ‘sevgili’ ile örtüşüyor ve bir imge oluşturuyor. İmgenin mekanizması en basit düzeyde işte böyle çalışıyor.
Dilin bütün anlatım boyutlarını kapsar şiir, bu boyutların sınırlarını zorlar. Öğretmeyi ya da anlatmayı yadsır. Çağrışım yapmayı seçer özellikle, sözcüklerin sözlük anlamlarının söylemediği şeyleri söyler. Kimilerinin, belki karşı çıkmayı düşünebilecekleri bir şiir tanımı. Ama ne yapalım ki önsel olarak ‘seçkin’dir şiir. İmgeye pek az başvuran Brecht gibi ozanlar şiirlerini imgelerle kurmasalar bile, şiirlerinin oluşturuğu bütünsel bir imgeyle yeni bir şey çağrıştırırlar. Özetleyecek olursak: çağdaş şiirin ayrılmaz, oluşturucu parçasıdır çağrışım; ve çağrışımın bulunduğu yerde de ister kurallı, ister kuralsız üretilmiş olsun imge vardır. Roger Caillois üstada göre şiir, ‘bir dize ve imge sanatıdır.’ Hemen karşı çıkmaya kalkışmayalım: Şiiri henüz koşuklama sanatı bağlamında konuşuyoruz, dolayısıyla imgeyi bu bağlam içinde ele alıyoruz; sırası gelince onu içerik bağlamında, yansıma bağlamında ele alıp, şiirin bir bilgi türü ve imgenin de bir bilgi taşıyıcısı (hem de en dile ve ele gelmez ölgelerde) olduğunu söyleyeceğiz. Ama sırası gelince.
“Şiire inanmak, Homeros ile Mallarme arasında her şeye karşın, ortak bir şeylerin bulunduğunu düşünmektir,” diyor Roger Caillois. Aşağı yukarı böyle söylüyor.
Hemen belirtmem gerek: benim bu yazım Homeros ile Mallarme’nin akrabalıklarına inanmayanlara seslenmiyor. Ben kendi payıma ne Homeros’tan ne Mallarme’den, ne Mayakovski’den ne Saint-John Perse’ten, ne Behçet Necatigil’den, ne Ahmet Arif’ten vazgeçebilirim; Nâzım’ı okurken, Neruda ve Ritsos’u okurken duyduğum derin estetik ürpermeyi Rene Char’ı, Yves Bonnefoy’yı, T.S. Eliot’ı, Dağlarca’yı, Necatigil’i, M.C. Anday’ı, A.H. Çelebi’yi okurken de duyarım. Yeter ki şiir bir ‘has şair’in elinden çıkmış olsun.
İmge’yi çok önemsiyorum. Çünkü şiirin bütün sorunlarıyla (biçimsel, biçemsel, içeriksel vb.) çok yakın ve sıcak bağları bulunduğu, bir ozanın şiirine olduğu kadar, bir ülkenin şiirine damgasını vuran en önemli şiirsel etkenlerden birinin imge düzeni olduğunu, şiirsel kimlik ve kişilğin en vazgeçilmez öğesi sayılması gerektiğini düşünüyorum. Tıpkı bir yemeğe katılan baharatın onun tadını yaratması gibi: ne fazla, ne eksik; gerektiği yerde, gerektiği kadar. 
– Şiir ve Gerçeklik’ten.
esrari blogu | yazıcı için | 601 kez tıklandı
trocanter said,

Sl, 2006-01-17 13:20
doğuştan kör meselesi bende bir sömürüyü çağrıştırdı: baharı göremeyecek kör motifi sömürüye açık bir imge yani. insanları etkileyen/kalbinden vuran/ düşündüren/hayallere sevk eden imgenin, sembolün iktidarın tuzağına düşüşü gibi bir tuzağa düştüğü söylenebilir mi. bunu bu üstadlar pek sorgulamadı. yani imgenin bir tür kötü niyetli hesap işi oluşunun meşruluğu üzerine pek kafa patlatılmadı. dikkat edilirse verilen örnek imge için zararlı bir örnek. zira faydacılık ve fırsatçılığı imgeye misyon olarak sunuyor. bana kalırsa ki kalmaz biliyorum ama söylemezsem de çatlarım: imgenin bizde bıraktıkları ve etkileri bile bir dizge ve kavrama denk düşmemeli, yani imgenin karşılığı bir heyecan olmamalı ya da ifade edilememeli. böyle bir durumda imge simgeleşebilir ve böylesi bir imgenin indirgenebilirliği çözünürlüğü ile doğru orantılıdır.
bir yandan da fırsatçı-faydacı anlayışların bizi götürdüğü yeri de görelim, lautreamont, rimbaud, caillois, mallarme derken kendi orijinal düşüncemizi kaybetmenin değil oluşturamamanın eşiğinde bekler durur nesnel bağlılaşıklarımız ve de asla bu topraklarda yağmur suyuna karışmaz nedense. bu anlayışın bize gösterdiği naiflik ve kolaycılıkların etkisinden sıyrılmamız gerekiyor yoksa imge gerçekliğin değil hazzın mezesi olmaya devam edecek diye düşünüvermişim özdemir ince’nin imgeyi çok önemsediğini okuduktan hemen sonra.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-17 13:37
Daha önce de bahsi olmuştu, ama hafızalara kazınması için belki de tekrarlamak gerek.
Karanlık oda deneyimi, özellikle Uzam konusunun Descartes ile olaya girmesinden -ki Diyoptri’deki meşhur örnek: kör bir adamın elde baston maceraları-sonra “duyusal kesinlik” şeysinin, iç dış olayının metaforik anlatımı için önemli bir araç oldu.
İmge, burada zihnin kendi kendisi üzerine katlanması, şüpheciliğin kendi kendisi ile karşılaşması ve bunu görmeden yapması, gözün sağladığı imkanlarının hepsinin belki de “şaibeli” olması vs vs..
İç, dış, gövde gibi kavramlar, aklın kendisinin bizzat kendisi olarak “duyumsanması” ile karanlık oda deneyimi, ışık, görme ile arasında “imge” yani görüntü olarak imge arasında baya bir bağ var. Yani “kör adam” bir yaklaşım ve çok kurucu bir yaklaşım, Heyzem’in ellerine saglik..da Özdemir İnce Heyzem diye bir adamı tanıyor mu biliyor mu bak onu bilemiyorum..

trocanter said,

Sl, 2006-01-17 14:06
senin dediğin şeyler hakikaten önemli de ö.ince bağlamında ben onları geçtim. aslında demek istediğim şuydu: kör adamın içe ve kendine dönen ama dışı da bunu göz ardı ederek algılayan görüsünün dışında gelişen bir temsiliyet sorunu var. kör adam önündeki tabelada ne yazdığını bilmez aslında. bildiği ona söylenmiş olandır ve temsil ettiği de ona söylendiği şekliyle kör olduğudur. tabelada ne yazdığı dışarıyı ilgilendiren dışarlıklı bir durumdur. kör adam yazdığı sürece tabelada herkes kendini güvende hisseder çünkü bir anlamlandırma ve temsiliyet sorunu halledilmiştir, ama kör adamın baharı göremeyecek olması temsiliyetin tehdit altında olduğunu imler. düzen temsiliyetle kurduğu gizli ve dolaylı ilişki sayesinde güven altındadır. baharı göremeyecek kör adam motifi temsiliyetin ontolojik bir saldırıya maruz kaldığını gösterir. elbette bu saldırı kör adamın ontolojisinden değil bireylerin evcilleştirilmiş ontolojisinden gelir. birey halledilmemiş bir sorunu tehlike olarak algılar algılamaz empati kurarak bunu bir acıma duygusuna dönüştürür ve tehlikeyi savuşturmaya yönelik eylem öncesi ilk zihinsel hamlesini yapar. sonrası bilinen hikaye: acıma ve sonrasında toplumsal dayanışma, sadaka v.b. benim karşı çıkışım burada şairin ve imgenin de böyle bir oyunun içinde yer almasına. ama elbette sanılanın aksine kör adamın ontolojisi empatiyle duyumsadığımızı sandığımız mekanizmadan çok farklı işler. aslında kör adam kendi ontolojisine uygun bir ifade aramaktadır, kısacası kendini ifade etmek istemektedir ki bu da senin dediğine denk düşer ve sanatçının yakalaması gereken de budur. ve bence bu ince durumu ince’nin belirttiği estetik irkilmelerle karşılamaktansa öteki’ne daha bir içten yaklaşmaya davet etmek gerekir mi bilmiyorum.
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-17 18:51
Yine de anlamından ve bizde bıraktığı etkiden bir an için sıyrılıp, formülasyona baksak? buna ingilizler “adynaton” diyorlar. Yani imkansizlik aygiti, imkansiz bir seyle karsilastirarak abartmak. “gülüşüne ölürüm” gibi. Kökü taa Çin’e dayanıyor tabi ki..
İmge, o da mı Çin’den geldi?

trocanter said,

Çar, 2006-01-18 07:41
kör adam kendini ifade etme isteğiyle açıkta bulur. aslında algı öncesiyle kendini ifade etmenin bir yöntemini bulmuştur da- yani kendi ontolojik acısı kendi orijinalliğinde kendi yöntemini geliştirmiştir: kendi görüngüsüne uygun bir ifadedir de bu. ama toplum algı kaybının sorumluluğunu yine mağdur olana yükler ve başka bir algıyla da olsa kendisine iştirak edilmesini bekler. yani toplum kendi oyununa kör adamın katılmasını isteyerek ve bu yolda bir baskı da kurarak nüfuz etmeyi bekler, ama bu nüfuz tüm edilgenliğiyle tek yönlü bir ilişki biçimidir. kabartma hadisesine de böyle bakılabilir. oyun değişmemiş hatta kör adamın tüm şüpheleri de ber taraf edilmiş ve sisteme entegre olmuştur ama başka bir algıyla: dokunma duyusuyla. ama toplum adına yine görüntünün güvenliği sağlanır, üstelik toplum adına temsil ettiği hala kör olduğudur. ama görüntünün ve tabeladaki kabartmaların-kabartma olduğunu farzederek- grafiksel öğelerinin değeri ve anlamı hala toplumun kurallarıyla önem kazanır. harfe anlam katan ve oradaki ses öbeklerine anlam veren toplumun dizge ve gramer kurallarıdır ve öğrenilmiştir, öğrenme yoluyla da boyun eğdirilerek evcilleştirilmiştir. bu senin söylediklerini pekiştirir de: imge gözün sağladığı olanakların şaibeli olduğunu kanıtlar. imge karanlık oda deneyiminde kendi anlamlandırmasını yaşarken sömürüye de kapalıdır baskıya da. ama iktidar imge ambalajlı sembolü topluma bir kez daha yutturmaya çalışır: kör adamın baharı göremeyişi. niye bahar. çünkü bahar toplum için bir mittir, bir yeniden doğuş hadi yeats’e de gönderme yaparak bir ikinci gelişdiyelim gitsin. abartmaya evet ama kabartmaya hayır diyerek de bu dışarlıklı durumu içerlikli bir hale dönüştürelim gitsin..
düzenle | cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-17 18:42
O yüzden zaten Descartes’in kabartmalar konusunda baya dikkatli bir adam olduğunu bildirmek gerek. Tabela konusu ilginç ama ya tabela “kakma” ile yaratılmışsa?
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-16 12:44
Montaigne Denemeler’de latince dua eden fakat o duaların anlamlarını bilmeyen kadınlardan huşu içinde bahseder. Kendisi dua etmeyen biri olsa da. Beri yandan bizimkiler üzerinde arapça harfler olan taç kraker kağıdını yerden alıp yukarı koyanlarla dalga geçerler.
Özdemir İnce ve şürekasının derdi de bu zaten. Agnostizm kanlarına işlemiş artık, kendilerine sorsalar “kader kısmet” yerine “kişisel irade ve özgürlük, seçme hakkı” derler, sonra da insanların başlarını kapatma isteklerini “gericilik” olarak çatır çatır yargılarlar.
Nerden nereye demeyelim, “Çağrışım” kelimesi sözlü kültürün nesne ve kavram kıtlığına (ki neşeli bir kıtlıktır bu, “şey gibi”lerin kaynağıdır ya da “mış gibi”lerin) benziyor. Mecazlara mahkum edilmiş dilin kendisini “gibi”lerle büyülü kılması. İmge, hayal aleminden değil, tam da bir “hiper-reel” alandan geliyor, aşırı-gerçekçi,- artık gerçeğin yerini alması muhtemel olan yerden, yani “yalandan”.

imge nedir bilen var mı? – 6/Cemal Süreya

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Cmt, 2006-01-14 22:27
üvercinka bir imge mi? değil mi? belki imgedir. hatta inşallah imgedir. cemal süreya imge için aşağıda ahmet oktay’a “genel olarak türk şiirinin demek ki buna gereksinimi varmış” diyor. bunu anlarsak o zaman imgeden kopuşun imgeye nazaran bir devamlılığı olur, bir kalkışma olur. aşağıdaki konuşmayı ahmet oktay 1988’de trt 2’de cemal süreya ile yapmış.
“ Ahmet Oktay: Şimdi (…) şu soruya geçmek istiyorum: Bir sesin yanında, bu şiirin imgeye çok dayalı olduğu öne sürüldü. Bu bağlamda bazı tartışmalar oldu. Sen bu imge konusunda ne düşünüyorsun?
Cemal Süreya: Şimdi, bütün edebiyatımızda…imge…işte Cenap Şahabettin…daha önce “mazmun” var divan edebiyatında. Tanzimatçılar bu mazmundan kurtulamadılar aslında. Fakat Cenap Şahabettin’le, sonra Ahmet Haşim’le Türk şiirine imge geliyor. Fakat bizim kuşağın şiire başladığı sırada Türk şiirinde imge yerini yitirmiş. İmgesiz şiir yazılıyor. Yani us şiiri…Şiirde öykü ögesi egemen. O sırada bizimki (bizim kuşak) çılgın bir imge gücüyle geldi. Birdenbire imge her yeri sardı. Şimdi imge ne?.. İmge ne? Tahir Olgun diye bir edebiyat hocası var, kitaplar yazmış. Onun 52 yıl önce yazdığı bir kitabı var: Edebiyat Lügatı. İmgeye eskiden “hayal” deniliyor. Hayal…Sözlüklere baktım. “Hayal sözcüğünü “h” harfine almamış. Yani imge önemli değil o kadar. Sözlüktede şöyle yazılı: İmge yan yana gelmesi çok güç olan iki durumun iki nesnenin bir arada adını etme sanatı. Yani yan yana bulunma sanatı. Diyelim ki “kışla”yı alalım. “Kışla”nın imgesini bulmaya çalışalım. Birisi dese ki, “Kışlanın yanına bir kuş kondu”. İşte eski imge bu…Aslında bu bir şey ifade etmiyor ve bence imge değil. Belki onun önündeki bir dize, ya da onun sonundaki bir dize bunu bir imge haline, bütünüyle onlarla birleşerek bir imge haline getirebilir. Ama bir başına imge değil. Şöyle diyelim: Biri de kalksa dese ki, “Kışlanın yanına bir güvercin kondu”. Bu bir imge. Ama güvercinin imgesi. Kışlanın imgesi değil. Ama biri kalksa dese ki, “Kışladan ses geliyor”. Bu bir imgedir. Bu öyle bir imge ki, Necip Fazıl’ın bir şiirine gönderme yaparak “Yemen Türküsü”ne kadar gider. Şimdi İkinci Yeni’de böyle bir imge çılgınlığı (adeta) başladı. Aslında şiir, dil içinde bir dildir ama kuşdili değildir. İmge, mutlaka bir şeyin karşılığı olmalıdır. Kökte bir şeye bağlanmalıdır.
Ahmet Oktay: Söze dayalı bir sanattır ama semantik düzeyini hepten kaybetmesine olanak yok. Letrizm gibi bir akım çıktı ama, çabucak geçti, bir etkinliği olmadı…
Cemal Süreya: Evet… İmge ne acaba? İmge bir şeyin daha iyisi, daha kötüsü, daha gerçeği, daha gerçek dışı durumu, daha temizi, daha kirlisi, daha hafifi, daha ağırı, daha… nasıl söyleyeyim, daha kendisi… Yani daha kendisini bulmaktır imge. Yoksa bir yere bağlanmadan yapılan şey imge değil, söz oyunudur, bence. İmgeyi Türk şiirine bizden hemen önce yerleştirmek isteyen şairler, bunu başarıyla kullanan şairler de oldu. Ama bizde bu bir çılgınlık, bir hastalık haline geldi. Sonradan, sadece imge değil de, imgeli şiire yönelindi. Ustalar bir tarafa gitti. Bazıları şiiri bıraktı. Fakat genel olarak Türk şiirinin demek ki buna gereksinimi varmış, diyorum.
Ahmet Oktay: Evet, zaten belirli bir (dediğin gibi senin) çılgınlık haline geldi. Sonradan yavaş yavaş her şair kendi yolunun doğrultusunda duruldu. Dilinin kazandığı donanıma ilişkin olarak daha sağlıklı bir noktaya geldiler imge düzeyinde.
Cemal Süreya: Bir de şunu söyleyeyim: Hani birbirini tanımadan… gerçekten çok ilginçtir, hani bir akım nasıl denebilir?..Şimdi ben, Turgut Uyar’ı devinim başladıktan altı yıl sonra ilk kez görebildim. Ece Ayhan’la aynı fakülte çıkışlıyız, kendisiyle ilk yemeği yirmibeş yıl sonra yiyebildim. Seninle de bir yıl önce Haldun Taner ödül jürisinde değil mi? İlk kez belki de orada birlikte olduk… “
TRT 2, Eylül 1988
esrari blogu | yazıcı için | 709 kez tıklandı
serkan_isin said,

Paz, 2006-01-15 08:11
Peki, spekülatif bir yoruma doğru gidelim. Bunu bu yorum alanında yapıp geliştirmek benim borcum olsun.
Hegel’e göre “arı olumsuzlama” diye birşey var. Bu arı olumsuzlama “ölüm”ün kendisi. Kendi kendisi içinliği ve bir başkası içinliği, yani ölüm kendi kendisinin ölümü olamıyor ve ancak bir başkasının ölümü olarak orada varoluyor (Haydeger buna orada varlığa geliyor falan derdi muhtemelen). Neyse, bu “ölüm” elbette önemli bir mevzu; hem Hegel diyalektiği için hem de herkes için. Örneğin Köle, Efendi’ye ancak “ölümcül bir savaş açarak” ya da “ölümcül bir mücadele ile karşı gelerek” kendisini tanınır biri haline getiriyor, örneğin “hayatta kalma dürtüsü” Hegel’in sadık öğrencisi Freud’un da elinin altında. Şimdi İmge‘ye yaklaşırken yaptığımız bir hata var, o da şu. İmge, bildiğimiz dile benziyor zannediyoruz, aslında bildiğimiz dilin kurallarına benzemiyor. Semantik olarak imge, dilin dışında bir cereyan edebilecek şekilde tasarlandığı için vurucu etkisi bildiğimiz dilin başka bir yorumu oluyor, yani aslında imge, bildiğimiz dilin kendi kendisinin bilmediği bir hareketi, onun tüm semiotik köklerini alt üst etmeyi amaçlıyor. Özetle şu kardeşlerim, imge dediğimiz şey Dili Kurban ediyor, metaforik olarak söylersek Şiir’in Ölüm Korkusu ona Dili Kurban olarak vermesi ile mümkün oluyor. Bataille’ın -ki kendisi de sıkı bir Hegel okuruydu- Kurban Etme olarak algıladığı şeye yakın bir şey oluyor. Özetle, şair dili arı bir olumsuzlamaya tabi tutuyor, o şey ile o şeyi bir arada kullanmayı denerken ikisini de kaybedeceğini biliyor, ikisi de artık kendileri değiller, ancak kendilerinin dışlarına yansımış iç’leri (nitelikleri, nicelikleri, oradalıkları) ile bir yerde dili aşmaya başladıkları anda, imge birinci elde aldatmaca olarak oradadır, dilin imkanları içindedir. Fakat bu aldatıcı imge’den biraz daha ötesine geçmeli. Bu nasıl olmaktadır? İşte Türk Şiiri bunu henüz tecrübe etmiş değildir..
Bataille’ın Hristiyan versiyonu olarak Kurban etme konusu incelenmiştir, bizim için geçerli olan Hz.İbrahim’in olayıdır. Burada kurban olarak verilmesi gereken oğul yerine gelen koç konusu, deneyimin sonuna kadar giden İbrahim, İsmail’in durumu, bıçağın taşa vurması.. Bunların hepsi şiirimiz için altın değerindedir. Dil için altın değerindedir, şiir için altın değerindedir. Örneğin Kierkegaard’ın mevzuya bakışı..
Sabah sabah aklıma gelenler bunlar..

cevapla »
barisozgur said,

Sl, 2006-01-17 03:10
Hz.İbrahim meselesinden alegorizasyona uğramadan nasıl geçeceğimizi kestiremiyorum. Fakat Bataille’ın versiyonları halinde kurban etme bu gibi hikayelerin arasından düşünüldüğünde heyecan verici.
Hz.İbrahim ve nevi hikayelerin -deus ex macina’yla tatlıya bağlanan erdemli trajedilerin- tarihsel imaları benim için her zaman hikayenin kendisinden daha heyecan verici olmuştur. Heyecan lafını ikidir kullanıyorum. Ama bu heyecanda ellerim titremiyor mesela. Bu kadar soğuk kanlı heyecanlar beni cidden kıllandırıyor. Mecaz gibi.
Hz.İbrahim hikayesinin de haliyle pek çok sözlü hikaye gibi türlü versiyonları var. Hz.İbrahim, meğerse önce kızını kıyacakmış da kıyamamış gibi. Hatta şöyle bir tekerleme de var çok yerde duyduğum; “oğlandır, oktur, bir kürek boktur, kaldır at, ziyanı yoktur; kızdır, elektir, altın direktir, kaldır sakla, bir gün gerektir”… v.s. Tabi ailenin kıymetli evladının cinsiyetine göre kızla oğlanın yer değiştirdiği de olur. Şimdi, ben bu versiyonlarda bir niyet ararım. Yani bu versiyonlar birer okuma olarak da değer taşırlar. Örneğin kimsenin Hz.İbrahim’in ne halde olduğunu düşünmemesi gibi. Oğlunu kıyıyor. Tecrübenin sınırı burada mıdır? Yani oğlunu kıymaya göz karartmış ve bıçak köreltmiş olmasın da mı? Bu versiyonlardan anlaşılan genellikle kurban etmenin olağanlığıdır. Değişen genelde kurban edilendir örneğin. O yüzden sözlü kültürdeki haliyle -ki başka hali de yok- bu hikayeden bir tecrübe olarak değil, bir tür işa olarak yararlanıyoruz. Cebrail’in gelişiyle, Hz.İbrahim’in ferahlaması falan trajediden uzak şeyler. Deus ex machina ilkesi bariz ama bu ilkedeki machina kayrayışı olmadan bu ilkenin barizliği de biraz yakıştırma. Demem o ki, Hz.İbrahim hikayesine, büyük tufan hikayelerindeki, firavun hikayelerindeki gibi trajik kıyım mevzuundan yaklaşamayız. O taraf pek çok alegori ve yakıştırmayla doludur.
Pekala, bu hikayenin verdiği heyecana da kıyamıyorum. Bu yüzden başka bir hikayeye geçiyorum. Jung’un meşhur yorumuyla hızır ve hz.musa’nınyolarkadaşlığı. Jung, bu hikayeyi dostluk arketipine bağlar. Yedi uyurların köpeğini de bu arketipe bağlar gerçi. Spekülatif olarak bu hikayeler de heyecan verici. Fakat hızır ve hz.musa’nın hikayesinde vurucu yeri hep kaçırdığını düşünürüm. Üç ilahi dinin de yasağını çiğneyen bir yer vardır bu hikayede. Hızır, hayırsız bir evladı öldürür. Tabi, hz.musa’nın bundan haberi yoktur. Sonradan öğrenir. Fakat, sormadan edemez. Ben hz.musa’nın bu sormadan edemeyen ama yine de sonuna kadar giden halini bu kadar patetik kılan şeyi, dostluk arketipinden çok, kurban etmedeki ve hatta ölümdeki harcamayla ilgili buluyorum. Denebilir ki ölüm kendisi için olamaz; harcama bu hal/sizliğ/i daha fiile yakın bir yerde içeriyor. “Ölümcül bir savaş”ta köleliğini harcayan köle daha diri geliyor. Ve harcama üzerinden sürdürülecek bir yorumlamanın nihayetinde hayatta kalmanın ekonomisi gibi bir yerlere doğru süreceğini de seziyorum.
Burada kısa bir ara. Hz.İbrahim hikayesinde nihayet kesilen koçun yedi fukara eve dağıltamasında bereketin paylaşılması önemli. Fakat mekke’de kesilen koçu kuma gömüyorlar diye duydum. Petrol bu yüzden bolmuş falan. Bu hikayeyi bile uyduran adamın niyetinde hep bir harcamanın ardından gelecek bereketi bulmamız önemli. Çünkü hz.musa’nın hikayesinde de hayırsızı harcayıp hayırlısını vaad eden bir fiil var.
Tecrübe bağlamında hızır’ı bir yere koyamıyoruz. malum insan değil. veya insan da bizim gibi değil. gibi. fakat hz.musa’nın patetikliği apaçık ortada. ondaki bu durum logos/pathos eksenli bir durum olarak bize de uzak haliyle.
Harcama da arı olumsuzlama mıdır? Veya harcama ölümün ekonomik muadili midir? Bu soruların altından hemencecik kalkamıyorum. Fakat hızır’ın hz.musa’nın trajedisindeki ex machina’nın bizzat kendisi oluşu ve hatta “ex” -ölü’nün doktorcası aynı zamanda- oluşu acayip bir yerde bulunuyor serkan’ın yorumunda. Dilin dışındaki imge olarak. Dilin ve logos’un sınırları dışında olmaklığıyla. Fakat bu hikayeden ibret alacak olsaydık, imgeyle olmak için imge nedendir ve haliyle imge nedir diye falan sormamız gerekiyordu. Anglosakson şiirin modern tayfasının toplumsal yahudiliği acaba şiirlerinin modernliğiyle ilgili miydi? Mesela. Plath. Eliot. Mesela konuşma diliyle, kelimeyi gerçek anlamıyla, süs veya dekor olarak kullanmadan; gerçek anlam bile bir dolu anlamın harcanması olarak bir niyettir. berekete niyettir. gibi.
Velhasıl, hz.ibrahim’in hikayesinde ex machina olarak cebrail’in machina’ya getirdiği koç bir işadır gibime geliyor. fakat işa zaten hazır olan yere gelir. yani illa bişey kurban edeceğiz, harcayacağız, bu bereketin koşulu, ama nedire gelir. hz.musa hikayesindeki hızır ise ta baştan harcamayı sorgulatacak kadar ifşa edilmiş bir vaziyettedir. hz.musa’nın bir cürmü yok. hızırla yürüyen herkes sorardı o soruları. imge, hızırdır dememek için zor tutuyorum kendimi. en azından zor tuttuğumu söyleyip sıyrılayım bu işten.
hamiş: deus ex machina’daki deus bütün hikayelerde aynı deus olduğu için böyle gönülsüz karşılaştırmalı okumalarda zaten baştan kabul edilmiş bir noktadır. bir referans noktasıdır. de ki ışık hızı.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-17 12:02
Tam bu anda, Barış’ın yorumundan sonra Fatih Altuğ’u anmamak olmaz. Mucize karşısındaki acziyetten bahsetmek gerek bu anda. Deneyimin sonunda dili kurban eden şey de tam da afazinin, konuşma bozukluklarının, arızanın başladığı yer olarak işaretlenebilirse -bkz Hz. Muhammmed’in “üzerinin örtülesini” istemesi-, burada belki Fatih Altuğ’un Turgut Uyar okumalarının ucuna da erişilebilir. Böylece buradan dil, ölüm korkusu, dil ve imgekonularında meseleyi 2. Yeni’ye bile bağlayabiliriz. Örnek? Ece Ayhan’ın dilidir.

cevapla »
soan said,

Pzt, 2006-01-16 11:45
Valla sabah sabah aklına gelenler bunlarsa sen çok yaşa, çünkü yazını okudum ve budur dedim (şiirden az anlayan fakat yine de bazı şiirlerin kafamda yarattıklarıyla büyülenen bir vatandaş olarak). Teşekkürler. Şu mesela gayet yerinde:
“Şimdi İmge‘ye yaklaşırken yaptığımız bir hata var, o da şu. İmge, bildiğimiz dile benziyor zannediyoruz, aslında bildiğimiz dilin kurallarına benzemiyor. Semantik olarak imge, dilin dışında bir cereyan edebilecek şekilde tasarlandığı için vurucu etkisi bildiğimiz dilin başka bir yorumu oluyor, yani aslında imge, bildiğimiz dilin kendi kendisinin bilmediği bir hareketi, onun tüm semiotik köklerini alt üst etmeyi amaçlıyor.”
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
trocanter said,

Pzt, 2006-01-16 15:07
serkan ışın’ın son yaptığı imge varietesini ben de beğendim. sabahlarda keramet varmış. üzerinde belki bazı oynamalar yapılabilir eklemeler olabilir belki. ama:imge, bildiğimiz dilin kendi kendisinin bilmediği bir hareketi, onun tüm semiotik köklerini alt üst etmeyi amaçlıyor.” sözünün üzerine bu sözün büyüsünü ve heyecanını hatta tadını kaçırmamak lazım..
cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-16 15:35
İmge böyle olduğunda, aklımıza hemen Pound‘un süperpozisyon ilkesigeliyor sanıyorum. Gerçi benim bahsettiğim imge tam da o imge, yani reklamcıların çoktan sırlarını bildiği “imge”. Çünkü o imgenin doğduğu yer şairin imgelemi gibi yüzbin grostonluk bir tankerken, sıradan okurun olimpik havuzu dar geliyor. Bu yüzden de efektler ve kostümler çıktığında “üstüste bindirme ilkesi” gibi çok vektörel bir teknik oluyor ortada ki, bu da “metinsel ya da edebi kolaj“dır.
Mallarme’nin “hiç bir zar atımının ortadan kaldıramayacağı olasılık” ile Eliot’un “elma ile diş izi” arasında kurdukları ilgi ancak Modern Akıl ile anlaşılabilir. Bu da imgeye yüklediğimiz bir çok anlamı elememizi sağlayabilir.
Bir de yorumun kısalığına ve ekonomikliğine rağmen, “dilin ölüm korkusu” şeysini de lütfen atlamayınız, yoksa b*k attığımız “aforizmatik”lere dönmeyelim, di mi? Ben bu cümleleri konuşurken kurmaktansa, yazarken “açığa çıkarmayı” şairlik saydığım için, bunların sözle ilgili olduğunu da sanmıyorum.
Namık Kemal’in “Bir denî dünya için dünya ile gavga nedir” derken ki aceleciliğini de buna katabiliriz. Gerçi Namık Kemal dava adamı idi, yoktu vakti ince şeylere ama yine de burada bir burkulma mevcut. “eden tahrib-i alem inkisar-ı kalbidir halkın” dizesindeki “dünya” ile aynı değil örneğin.
Ya da Rilke’nin “ne kadar bağırsam da duymayacak melekler sesimi” gibi şeyler. Fakat işte bu, ancak ve ancak 1 ya da 2 kez ulaşılabilecek bir andır. Zukovsky’lerin bahsettiği içtenlik, bunu buluş haline getirip, durmadan durmadan yinelemenin tam tersidir ki bizde şairler bunu yapmaktadırlar. Bu dizeler her ne kadar kuruluşları aşırı kolay gibi görünseler de, dilin numarası mı şairin olasılık hesabı mı, işte ayırmak zordur..

cevapla »
serkan_isin said,

Paz, 2006-01-15 07:50
Ahmet Oktay: Söze dayalı bir sanattır ama semantik düzeyini hepten kaybetmesine olanak yok. Letrizm gibi bir akım çıktı ama, çabucak geçti, bir etkinliği olmadı…
Şimdi bunu böyle dediği sene 1988. Olayın tarihsel akışı içinde Lettristlerin “çabucak geçme” olayı nasıl oluyor ben merak ediyorum? Sadece Ahmet Oktay değil, daha bir sürü adam bir akımın geçip gideceğini düşünüyor? Modern bir sanat akımı gelip geçer mi, garip mi bu? Neo-garip var mesela şimdilerde, ama eleştirmen yok..

Anasayfa » Mevzuat

imge nedir bilen var mı? – 5/TBMM

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Cmt, 2006-01-14 12:14
TBMM tutanakları. Yıl 2005. Bir milletvekili Zarifoğlu hakkında konuşuyor. İmge bir çeşit kelimelerin sincap gibi sıçraması olarak kabul edilmiş, meclise kadar böyle girmiş. bir de imgenin çalışmasının birinci şartının okuyucudaki donanım olduğu kabulü güç bulmuş, yerleşikleşmiş, meclise kadar girmiş. yoksa okuyucu sendelermiş.
BiRiNCi OTURUM
Açılma Saati: 15.00
8 Haziran 2005 Çarşamba
BAŞKAN: Başkanvekili Sadık YAKUT
KÂTİP ÜYELER: Bayram ÖZÇELİK (Burdur), Türkân MİÇOOĞULLARI (İzmir)
BAŞKAN – (…) Gündemdışı üçüncü söz, şairlerimizden Cahit Zarifoğlu’nun ölüm yıldönümü münasebetiyle söz isteyen Adana Milletvekili Recep Garip’e aittir.
Buyurun Sayın Garip. (AK Parti sıralarından alkışlar)
3.- Adana Milletvekili Recep Garip’in, Türk edebiyatının büyük şairlerinden Cahit Zarifoğlu’nun ölüm yıldönümüne ilişkin gündemdışı konuşması
RECEP GARİP (Adana) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son dönem Türk edebiyatının en büyük şairlerinden Cahit Zarifoğlu’nun ölüm yıldönümü nedeniyle şahsım adına söz almış bulunmaktayım; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Uygarlık tarihi, kültür sanat adamlarıyla doludur. Toplumu onlar şekillendirmişler, toplumun önündeki engelleri onlar kaldırmışlardır. Evrensel insan haklarını en çok savunanlar, ömürler tüketenler, hapse girip çıkanlar, zulme uğrayanlar, sürgüne gönderilenler yine onlardır. Edebiyat, fikir ve sanat öncüleri bu toplumun bağrında yetişmiş en güzel çınarlardır. Bu ulu çınarların gölgesinde bulunan her şeyden toplum mutlak surette faydalanır. Siyasî tarihin yazılmasında yine uygarlık onarıcıları görev başındadır. Onlarla zaman kayda düşülür. Yetişmekte olan kuşaklar, onların kollarından, yapraklarından, dallarından, gövdelerinden, meyvelerinden, velhasıl akan ırmaktan içebildikleri oranda faydalanırlar ve yetişmekte olan nesli aydınlatmaya, ilerletmeye devam ederler.
Şair “haziranda ölmek zor” dese de, izleri tarihin sayfalarında bulunan, hâlâ, yüce dağlardan süzülen bir çeşme berraklığıyla, sularından içilen Orhan Kemal, Cahit Zarifoğlu, Nazım Hikmet, Cemil Meriç haziranda aramızdan ayrılmışlardır. Hepsini rahmetle anıyorum. Onlar bırakıp gitseler de, bu toplum bitmeyen şarkıyı söylemeye devam etmektedir. Tarih dokusu, yerli olma bilinci, yurtseverlik aşkı, bu toplumun mayasında bulunan ve yüzyıllar öncesinden aldığı katışıksız inanç, iman, bağlılık, savunma, kardeşlik iksirleriyle türkülerimiz söylenmeye devam etmektedir.
Tüm dünyada yaşanan yeniden yapılanma ve demokratikleşme sürecinde ülkemizin siyasal, kültürel ve ekonomik alanda köklü değişimler içinde olması kaçınılmazdır. Her alanda barışa, kardeşliğe ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır.
Cahit Zarifoğlu “Ne çok acı var” diye başlıyor “Yaşamak” adlı kitabında. Yakın dostu Rasim Özdenören “Kırkyedi yıllık bir koşuşturmaca ile geçen bir ömrün dönemeçleri arasındaki mesafelere, ne çok acı, ne çok aşk, ne çok karar, ne çok pişmanlık sığdırılmış” diye söylemekten kendini alıkoyamıyor.
“Kardeşim dedim/ acılarıma da kardeş olur musun” diye sesleniyor Cahit Zarifoğlu. Talat Sait Halman ise, Zarifoğlu’nun vefatıyla ilgili “Türk kültürü ve edebiyatı için feci bir kayıp bu” diye ekler ve gerçekten acı bir kayıptır.
“İşaret Çocukları”, “Yedi Güzel Adam”, “Menziller”, “Korku ve Yakarış” ve tüm şiirlerinin bir arada bulunduğu “Şiirler” adlı şiir kitapları bulunan Zarifoğlu’nun “İns” adını verdiği bir hikâye kitabı, “Savaş Ritimleri” ve “Ana” adlı romanları, “Yaşamak” adlı bir günlüğü, “Bir Değirmendir Bu Dünya” ve “Zengin Hayaller Peşinde” adlı iki deneme kitabı bulunmaktadır. Kendisine, Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülünü kazandıran “Yürekdede ile Padişah” adlı tiyatro eserinin yanında birçok çocuk hikâyesi ve oyunu bulunmaktadır.
Cahit Zarifoğlu, özgürlüğün, özgünlüğün, çocuk saflığının, insan olmanın adıdır. Yapmacıksız, yalın ama lirik söylemlere sahiptir. Tekdüze gidemezsiniz onunla; onda labirentler, yokuşlar bulursunuz. O, sizi labirentlere indirir, çıkarır, dağların doruklarına taşır; kasabalarda, köylerde, kırlarda, savaşta sürekli sizinle birliktedir.
Birdenbire kavranmak, bulunmak, bilinmek işine gelmez Şairimizin. Kimi zaman aşikârdır, kimi zamansa serüvenler üretir, gizlenir. Onu, okuyucu aramak, bulmak zorundadır. Yaşadığı çağın anaforlarından meyveler toplar; onları çocuklara dağıtır.
Şiirin önemli uç beylerinden olan Zarifoğlu, imge unsurunu görkemli bir şekilde kullanır. Kelimeler sincap gibi sıçrar, şiir tekrar çalışmayı gerektirmez Zarifoğlu’nda. Hayatın anlamını, yaşamanın kıymetli olduğunu, onun bizatihi yaşantısında görürsünüz.
Cahit Zarifoğlu, şair-i maderzat, yani, anadan doğma şair; bu lakabı alır. Adından bu şekilde bahsedilen şairimiz, gerçekten, Türkiye’nin tarihinde çok enderdir. Türk Dilinin gelişimine büyük katkısı olmuştur. Kendisinden önce ve belki de kendisinden sonraki zamanlarda, Cahit Zarifoğlu gibi dili ve kelimeleri düzgün, değişik ve insanı tutup sarsan bir şekilde kullanan neredeyse yok gibidir. Bu bağlamda, Kierkagaard’ın “Korku ve Titreme”sini, Faulkner’in “Ses ve Öfke”sini hatırlayabiliyoruz.
Cahit Zarifoğlu’nun şiiri, modern bir Türk şiiri; ama, modern şiiri fazlasıyla aşan, aynı zamanda çağlarüstü bir şiir konumuna gelmiştir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Garip, buyurun.
RECEP GARİP (Devamla) – Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Onun şiir tarzını işaret eden tarihî bir geçmişe rastlayamıyoruz. Tamamıyla yeni bir ses. Bu şiirde imge ve çağrışımlar o kadar fazla miktarda yer alıyor ki, çağrışımlara açık olmayanlar bu şiir karşısında sendeliyorlar.
Girift ilişkiler, karmaşık ve devasa kurumlar, insan aklının ürettiği ve fakat, sonuçta insan aklını ele geçiren teknoloji ve alabildiğine büyüyen metropoller, insanı topraktan, sudan, ay ve yıldızlardan uzak bir yaşam sürmeye mecbur eden yapılaşmalar sürüp gitmektedir.
Üretim ve tüketim çılgınlıkları karşısında kendini ve iç dünyasını Picasso’nun “Tek Gözlü İnsan” resmindeki gibi yapayalnız, terk edilmiş, bölünmüş, parçalanmış olarak hisseden, bir karmaşa ve nereye gittiği pek belli olmayan bir koşuşturmaca içerisinde yaşayan modern insanın şiiridir Cahit Zarifoğlu’nun şiiri. Modern insanın hayata ve umuda tutunma çığlığıdır.
“Çağın Küçük Bulanığı” adlı şiirinde, hummalı bir hastalığa dönüşen yalnızlığı bakın nasıl dile getirir:
“Ah şu yalnızlık
Kemik gibi
Ne yanına dönsen batar.”
Yalnızlık hissini bu kadar yalın ve sarsıcı bir şekilde dile getirebilen pek az sanatçı vardır. Meksikalı şair Octavio Paz “yalnızlık kuyu dibine inmektir” diye ilave eder. “Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık” ifadesinde, Sezai Karakoç’u da burada dile getirmekte yarar görüyorum.
Bu şiir, hayat ile şiirin bire bir örtüştüğü bir şiirdir. Hayat, ancak bu kadar bir şiirde yer alabilir ya da bir şiir, ancak bu kadar hayatla dolu olabilir. Hayattaki güçlü, kesintisiz akış, iniş ve çıkışlarıyla, zorluk ve kolaylıklarıyla, acı ve sevinçleriyle onun şiirinde yer almaktadır. Çok doğal, çok yalın ve olduğu gibi, şu şekliyle başka şiirlerinde dile getirir:
“Ya güneşten daha zengin
Sofraya diz çökeriz
Ya sen kuş olur gidersin bir trenle,
Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır.”
Ya da
“Ansınız melek bekliyorum eski Türk ezgileriyle
Senin Asya, Asya ve Asya diye yalvarışın.
Sana ansızın alınyazımı ve kendimi ekliyorum
Aşka hazır, aşka aç ve davetli
Ansızın melek bekliyorum.”
Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerinde ve hayatında doğa, çocuk, kadın ve yaşlının önemli bir yeri vardır. Çocukluk ve yaşlılık, insanın yalın halleridir; doğa alabildiğine aşikâr; kadın ise zarafetin, güzelliğin adıdır. Bu motiflerle örülen yalın ve yerli bir şiir, Cahit Zarifoğlu’nda karşımıza çıkmaktadır.
Cahit Zarifoğlu’nun şiiri, bir içyolculuğun şiiridir. Gerçek yollar aslında içimizdedir. Bu nedenle, gerçek yolculuk da içimizdedir. Şair ve sanatçıların asıl yükümlülükleri de, insanın bakışını, hakikate, hayatın özünün bulunduğu içdünyamıza yöneltmek değil midir? İşte, Zarifoğlu tepeden tırnağa bir şair ve sanatçı olarak bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirmiştir.
Zarifoğlu ruhun şiirini yazarken dış dünyada olup bitenlere, savaş ve haksızlıklara da kayıtsız kalmamış, Mehmet Akif Ersoy’un gösterdiği duyarlılığı yaşayarak, Afganistan, Filistin ve Hama acılarını yaşayan, taşıyan şiirler ortaya koymuştur.
Aşkı, varoluşsal, beşerî, ilahî, bütün boyutlarıyla yaşayan bir şairdir Zarifoğlu. İnsana, yaradılışa, var olan şeylere, tabiata, tabiattaki ahenklere âşık… Doğum ve ölüm, ayrılık, sevda, doğrular ve yanlışlar onun şiirinde bir bilgi olarak değil, yaşanan, hissedilen, tecrübe edilen durumlar olarak yer almaktadır; yani, hayatın bizatihi kendisini Cahit Zarifoğlu’nun şiirinde bulmamız mümkündür.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
RECEP GARİP (Devamla) – Sayın Başkanım toparlıyorum.
BAŞKAN – Sayın Garip, teşekkür eder misiniz.
Buyurun.
RECEP GARİP (Devamla) – Türk ve dünya insanının şiire, şiirin tekniğine ve diğer unsurlarına dair çok şey bulacağı büyük bir hazine, beslenilecek güçlü bir kaynak olan Zarifoğlu’nu rahmetle anıyor, konuşmama Şairin bir şiiriyle son veriyorum.
“Anılar defterinde gül yaprağı
Gibi unutuldum kurudum
Başıma düşmüş sevda ağı
Bir başıma tenhalarda kahroldum.
Sen kim bilir
Rüzgârlı eteklerinle
Kim bilir hangi iklimdesin
Ben sensiz bu sessizlikle
Deliler gibiyim
Sensiz bu sessizlikle.
Ayrılıkla başım belada
Gözlerini çevir gözlerime
Yoksa ben
Sensiz bu sessizlikle
Deli gibiyim
Sensiz bu sessizlikle” diye şiirine devam eder.
Zarifoğlu, gerçekten, bugün Türk gençliğinin çok önemli yolunu izlemiş olduğu şairlerimizdendir.
Bir kez daha rahmetle anıyor, hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Garip.

imge nedir bilen var mı? – 4/Hilmi Yavuz

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Cmt, 2006-01-14 10:29
ağlarken lor – gülerken çökelek, türk şiirinin en çok bilinen imgelerinden biri, hilmi yavuz’un. imge konusunda kim ne demiş diye kısa kısa bakarken hilmi yavuz’a bakmadan olmaz. şiirle ilgili teorik bir konuyu ondan doğru bilen de allah için hiç karşısına çıkmamıştır. bir filozofu bir a kişisi aktarsa bir de hilmi yavuz, ben hilmi yavuz’un aktardığını her zaman tercih ederim. burada, şiirde anlam konusunun, imgenin keşfi ile nasıl hepten bu kavrama yüklendiğini görebiliriz, tabii hilmi yavuzca, o meşhur düşünen adamın ölçülü tavrı ile.
Şiirde ‘imge’ ve ‘anlam’ aynı şey mi? adlı yazısından (http://www.zaman.com.tr/2003/10/08/yazarlar/hilmiyavuz.htm)
“ Anlam ile İmge arasındaki bağıntı, Türkiye’de ilk kez, eğer yanılmıyorsam, Asaf Halet Çelebi tarafından dilegetirilmiştir. Çelebi, 1954 yılında İstanbul Dergisi’nde ‘Benim Gözümle Şiir Davası’ başlığıyla yayımlanan bir dizi makalede ‘mücerred şiir’ ve ‘müşahhas malzeme’ bağıntısı üzerinde durur ve şöyle söyler: ‘Sanatkârın müşahhas (concret) malzeme ile inşa edeceği şiir alemi, bizim kafamızda mücerred (abstarit) hayallere yol açar: Şiir bize tıpkı hayatta olduğu gibi müşahhas malzeme ile mücerred bir alem yaratır.’
Çelebi’nin önesürdüğü bu iddiayı, onun ‘Sema–ı Mevlana’ şiiri üzerine yaptığım bir ‘Yeniden–Okuma denemesi’nin giriş bölümünde ele almış ve tutarsızlığını göstermeye çalışmıştım: Dileyen okurlarım, benim ‘Yazın, Dil ve Sanat’ (Boyut Yayıncılık) adlı kitabıma aldığım bu yazıma bakabilirler. Ben, gene de, orada yazdıklarımı kısaca özetleyeyim: Çelebi, ‘hayal’ ya da ‘imge’nin ‘mücerred’ yani, ‘soyut’ olduğunu önesürerek önemli bir hataya düşüyor. Oysa imge ya da hayal, somuttur, müşahhastır;– zira, somutun kriteri, tasvir edilebilir olmaktır. Başka türlü söylersem, imgenin ya da hayalin zihinde olması, onun ‘soyut’ olduğu anlamına gelmez. Zihninizde canlandırdığınız bir resim (‘mental image’), mesela, oturma odanızın resmi, bir imgedir; zihindedir; ama tasvir edilebilir.
Asaf Halet Çelebi, somuttan soyuta gidileceğini; dış dünyanın somut şeylerden (eşyadan) kurulduğunu; ‘kafamızda birtakım mücerred hayaller’ oluşturabilmek için, bu ‘mefhum’ların, sayısız defalar gözlerimizin önünden geçip gitmesinin lazım geldiğini’ söylerken, ‘Mefhum’ teriminin iki farklı anlamını birbirine karıştırmaktadır. Çelebi şöyle diyor: ‘Mesela ‘keder’ mefhumunu ele alalım. Hangi neviden bir kederdir? […] ‘Keder’ lakırdısını düşündüğümüz zaman, gözümüzün önüne kederli bir yüz gelecektir, ve bu yüz, hitap ettiğimiz şahsın muhayyilesinde muayyen bir kederli yüzü canlandıracaktır.’ Oysa, bir şeyin zihinsel imgesi ile bu imgenin kavramının bir yargı önermesi içinde kullanılması, apayrı şeylerdir. Şöyle de söylenebilir: Bir kavramın bir yargı önermesi içinde kullanılması, üzerinde yargıda bulunulan şeyin zihinsel imgesinin bir kopyasının, orada (zihinde) bulunmasını gerektirmez. Gerektirseydi, o zaman Aziz Augustinus’un da belirttiği gibi, ‘keder’ ve benzeri sözcükleri her kullanışımızda, gözümüzün önüne ‘kederli bir yüz’ gelmek durumunda olurdu –ki böyle bir durum söz konusu olamaz– anlam, kavramdır çünkü, imge değil! ”
Mazmunları gerçeklik saymak adlı yazısından (http://www.zaman.com.tr/?hn=19607&bl=yazarlar)
“ Doğrusu, Divan şiirinin mazmunlarını, Gerçeklik olarak okuma işini, 1911 yılında ölen Sabir’den önce Namık Kemal’in başlattığı biliniyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin ikinci basımına yazdığı o çok bilinen ‘Önsöz’de, Namık Kemal’in ‘Azerbaycan şairi Cabir’le [‘Sabir’ olmalı H.Y.] beraber eski şiire hücum ederken […] bizim halk dilimizde bile çok tabii bir şekilde yaşayan şahin bakışlı, çakır pençe, atmaca gibi hayal sistemini kelimesi kelimesine alarak ondan bir karikatür çıkarmıştı,’ der. Gerçekten de Namık Kemal, Celaleddin Mukaddime’sinde, aşıkların, Divan şiirini okurken ‘[bu şiirlerin] muhtevi olduğu hayalatı zihin[lerinde] tecessüm ettirse[ler] […], boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç başlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı maşukalarla malamal göreceğinden kendini devler, gulyabaniler aleminde zannede[ceklerini]’ öne sürecek kertede ileri gider.
Mazmunları Gerçeklik saymak, metaforları Gerçeklik yerine koymak! Bu, olsa olsa, Tanpınar’ın da belirttiği gibi, ancak, Divan şiirini karikatürize etmek için yapıldığında meşru kabul edilebilir: Oysa, gerek Namık Kemal’in Celaleddin Mukaddime’sinden ve gerekse Sabir’in Hop Hop Name’sinden (ve elbette, dolayısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘Divan Edebiyatı Beyanındadır’ından) anlaşıldığı kadarıyla, yapılmak istenen, Divan şiiri ile, mazmunları Gerçeklikmiş gibi göstererek alay etmek değildir. Onlar, mazmunlarla Gerçekliğin, deyiş yerindeyse bir ontolojik sorun oluşturmadan yer değiştirebileceğini sanmakta ya da bunun böyle olmadığını bile bile, kasden ve tecahülden gelerek (elbette sırf divan şiirini karalamak için) öyleymiş gibi göstermektedirler… Eğer öyle olmasaydı, Namık Kemal’in, bu mazmunların içerdiği imgelerin zihinlerde ‘tecessüm ettirilmesi’nden sözetmesinin, herhalde, bir anlamı olmazdı. ”
Korhan Altunyay’ın Hilmi Yavuz’un poetikası adlı yazısından
(http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu.php?konu_id=1481&yagmur=bolum2&kat=17)
“ Şair Hilmi Yavuz, “Yazın, Dil ve Sanat” adlı eserinde küçük bir poetika oluşturmuştur. İsmi şiir için küçük bir Tractatus’tur. (Yavuz: 1999b, s.107-108). Küçük poetika üç maddeden ve bu maddelerin açıklaması anlamında birkaç alt maddeden oluşmuştur.
Hilmi Yavuz, üçüncü maddede imge ve imgeyi alımlama üzerinde durur. Şaire göre imge, okuyucunun özgür yorumlarıyla bir anlama kavuşur. Üçüncü maddeye şu soruyla başlar: “İmgenin nasıl alımlanabileceği konusunda okura yol gösterilebilir mi? Bu yol göstericiliğin pratik bir yararı var mıdır? Bu yol göstericiliğe karşın, gene de okurun şairin zihnindeki imgeyi (Eğer, böyle bir imge varsa! Olması gerekmez çünkü…) alımlayıp alımlamadığı denetlenemez.” (Yavuz: 1996b, s.106). Şiir sözse, yorumlanabiliyorsa, okuyucunun zihninde farklı anlamlara kavuşabiliyorsa şairin okuyucuya yol göstermesi söz konusu olamaz. Şair, şiirini oluştururken sadece kendi tecrübelerinden faydalanır. Yayınladığı andan itibaren devreye okuyucunun tecrübeleri girer. Dolayısıyla şiir öznel bir hal alır. Şair, “İmgenin alımlanması için şiirsel metnin kendisine konulacak yol gösterme eklentileri, metni şiirsel bir metin olmaktan çıkarır.” der ve ardından “neden?” sorusunu sorar. (Yavuz: 1996b, s.106). Şiirin içeriğindeki imgelerin okuyucu zihninde alımlanmadan önce, şairin okuyucuya müdahale etmesi, şiirin şiirselliğini zedeler. Şiir, böylece dil olmaya başlar. Şair okuyucuya “Ben şiiri bu biçimde yorumluyorum, sen de öyle yap!” deme lüksüne sahip değildir. Böyle bir lüksü kendinde görüyorsa, okunan ürünün şiir olmadığı söylenebilir. Hilmi Yavuz, birinci alt maddedeki soruya cevabı altıncı alt maddede verir: “Bir imgenin nasıl alımlanması gerektiği konusunda okura yol göstermek, o imgeyi ‘imge’ olmaktan çıkarır, ‘kavram’a dönüştürür. Şiir de söz olmaktan çıkmış, dil olmuştur artık.” (Yavuz: 1996b, s.107). ”
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümünden Pınar Aka’nın Hilmi Yavuz Şiirine Metin Merkezli Bir Bakış adlı master tezinden(http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0002028.pdf)
“ B. Hilmi Yavuz Şiiri ve Modern Şiir
1. Modern Şiirin İki Dayanağı: İmge ve Ses
a. İmge ve Karşı-İmge
Düzyazı dilinde sözcüğün gösterileni nesne ya da kavramken, modern şiirde sözcüğün gösterileninin imge ya da sözcüğün kendisi olduğunu ve bu sayede anlamın geriye itildiğini söylemiştik. Ancak geriye itilen anlam, düzyazı dilinin ilettiği anlamdır. Şiirde anlam, farklı bir vasıtayla, imgeyle iletilir.
Hilmi Yavuz’un anlamı geriye itmek için bir adım daha ileri gittiğini ve şiirlerinde kullandığı bazı kavramları da imgelere dönüştürdüğünü görürüz. Buna bir örnek vermek gerekirse, ‘gelenek’ kavramı, “söylem” şiirinde “nasıl başlasam
bilmiyorum:/ belki uzak bir şiirin/ soğumuş küllerinden?..” dizelerinden anlaşıldığı gibi, Phoenix (Kaknus) kuşuyla imgeleştirilmektedir (Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize 230). ‘Phoenix’ (Kaknus) imgesine, “yeniden diril artık, aynaların külünden” dizesinde de rastlarız (Ayna Şiirleri 37). “işte simurg: hepimizden bir dize” (Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize 244) dizesinde ise geleneği bu kez başka bir kuş, Simurg imler ve Simurg, “simurg için sonnet”de yeniden karşımıza çıkar:
âh, gitgide kuşansan binlerce kitapları
yetmez! daha kuşan, daha kuşan, bir daha…
bildiklerim uzuyor ve bir bir aynaları
kırıyor, otuz ayna, olmayacak, sabaha (Ayna Şiirleri 37)
Ayna Şiirleri’nde de otuz şiir bulunmaktadır. Böylece, gelenek ‘Simurg’ ile imgeleştirildiği gibi, ‘Simurg’ da Ayna Şiirleri kitabıyla imgeleştirilmektedir.
………….
Hilmi Yavuz’un şiirlerinde, şiirin içeriğiyle yapısı arasında kurulan
paralelliklere sık sık rastlanır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini “ünlem” şiirinde görürüz:
şimdi bir çığ koptu
k
o
p
a
c
a
k
(Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize 227)
Böylece şiirde kopuş’un imgeleştirilmesine tanık oluruz. Burada Eco’nun şu sözünü hatırlamanın yeridir: “Form, düşünceler için bir araç olamaz; bir düşünüş biçimi olmak zorundadır” (208).
“Formun bir düşünüş biçimi” olmasının bir diğer örneğine Ayna Şiirleri’nde rastlarız. Ayna Şiirleri’nde Hilmi Yavuz, “gündelik yaşamın arabeskleşen şiddetine, yine o şiddetin söyleminden yola çıkarak karşı koymaya savaşı[r]. Gündelik yaşamın şiddetine karşı, şiirsel söylemin şiddetini” yerleştirir (“Şiire, Bir Söyleşi Olarak Varoluşu Taşıtabiliyorsanız Ne Âlâ!” 85).
…………….
Böylece Hilmi Yavuz’un, şiirlerinde dilin kendisini de imgeleştirdiğini görürüz. Bu şekilde şair, modern şiirde öne çıkan iki unsur olan ses’i ve görsel imgeyi birleştirir. Buna, Söylen Şiirleri’nde mastarların kullanılışını örnek gösterebiliriz. Örneğin “Nereus kızları” şiirinde ‘gölgelemek yeşermiştir’, ‘ölmek morarır’ gibi kullanımlar vardır (Söylen Şiirleri 10). Yavuz, bu kullanımların gerekçesini şöyle açıklar:
Mastar dışındaki bütün kullanımlar belirli bir zamanın kipidir-bir tek, mastar müstesna! Yani, mastarın zamanı yoktur. O evrensel söylemi yakalayabilmek için bir zaman-dışılık, bir zamansızlık kipi gerekliydi bana. Birden keşfettim ki, bu, ancak mastar olabilir. (“Bir İzleği Yazmak, Bana Her Zaman Daha Kuşatıca Gelmiştir” 67) ”
esrari blogu | yazıcı için | 365 kez tıklandı

imge nedir bilen var mı? – 3/İlhan Berk

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Cum, 2006-01-13 12:44
ilhan berk imge hakkında çok yazdı. inatçı olduğu konulardan biridir. bu yazıyı şairin toprağı kitabından aldım. imge demiyor, görüntü diyor. yıl 1957, istanbul türk alman merkezi’nde yaptığı bir konuşmada ikinci yeni’nin ilkelerini sıralıyor. ilkelerden biri “görüntü”. sonradan bu yazıyı parçalayarak başka başka yerlerde kullanmış, ama 1953’te konuşulmaya başlanmış bir kavramı (imge) hemen (daha kaşarlanmadan) 1957’de tanımlıyor olmasından dolayı bu yazıyı seçtim. 1957 ortamını anlayabilmemiz için de aşağıda 1957’ye şöyle bir baktım. ihtiyacı görelim diye. bakalım imge kılık değiştirerek hangi reelihtiyaca ilaç oluyor?
1957: MCA [Telgrafhane (1952), Yan Yana (1956)] – SB [Hacivat’ın Karısı (1955)] – EC [Dirlik Düzenlik (1954), Yerçekimli Karanfil (1957), Umutsuzlar Parkı (1958)] – FHD [Asu (1955)] – Aİ [Sisler Bulvarı (1954), Yağmur Kaçağı (1955)] – BN [Evler (1953), Eski Toprak (1956), Arada (1958)] – TU [Türkiyem (1952), Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)] – SKA [Gün Işığı (1953), Duru Gök (1958)] – İB [Köroğlu (1955), Galile Denizi (1958)] – CK [Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda (1952), Yeşeren Otlar (1954)] – OR [Karga ile Tilki (1954), Perçemli Sokak (1956), Aşk Merdiveni (1958)] – CST [Düşten Güzel (1952), Sonrası (1957)] – NFK [Sonsuzluk Kervanı (1955)] – AHÇ [Om Mani Padme Hum (1953)] – ZOS [Nefes Almak (1957)] – BRE [Üçü Birden (1953), Dördü Birden (1956)]
“ V. Görüntü.
                        İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır. Bu da onun görüntüye verdiği önemi gösterir. Bu bakımdan şiiri bir görüntü sanatı olarak bile düşünüyor denebilir. Öte yandan, görüntü anlayışı bakımından İkinci Yeni ile Divan şiiri arasında bir bağ kurulabilir. Divan şiirinin görüntüye verdiği önemi düşünerek bu yakınlığı söylüyorum. Divan şiirinin bir çok bakımlardan bir mecaz sanatı olduğu düşünülecek olursa, bu yakınlık daha da belirir. Örneğin eğretileme (istiare) Divan şiirinin büyük zenginliklerinden biridir. Dili, bugün bize uzak olduğu halde, ondan kalan anlamdan çok, görüntüsüdür. Görüntü çünkü, şiirin gerçekten önemli bir ilkesidir. Sözcükler bu işe yarar. Sözcüklerle iki şeyi kolayca yaparız; anlam, görüntü. Anlamla görüntüyü ayırıyorum çünkü anlam kesinliği gösterir, görüntü her zaman, anlamdan anladığımız şekilde bir şey anlatmaz. Kısaca, görüntü anlam değildir: Birçok şiirler bir görüntü çizdikleri halde, bir şey anlatmazlar. Divan şiiri bu bakımdan tipik bir örnektir. Söz konusu ettiğim yakınlık da buna bağlı bir yakınlıktır. İşte gösteren, ama anlatmayan görüntüye sıkı sıkı bağlıdır. Benzetmeler, tamlamalar, eğretilemeler hep bu görüntünün alanı içine girer ki, böylelikle düzyazının alanından kurtuluruz. Çünkü anlamı onlar siler. Şiirden beklenen coşkuyu, özellikle de etkiyi o sağlar. Anlam, çokluk usa, görüntüye seslenir. Divan şiirini düşünürsek, bir bakıma, bizim Batı anlamında bir şiirimiz var denebilir. Ahmet Hamdi’nin Bâki’nin
Her yâneden ayağına altun akıp gelir.
köğünü Mallarmé duysaydı, bayılırdı, demesinde büyük bir gerçek payı vardır. Bununla şiiri soyut bir sanat olarak düşünen Batı’yı amaçlıyorum.
Şemmetmek için zülfü perîşânını yârin
Dâmân-ı sâbâya sarılıp hemsefer oldum.

(Ruhi Bağdadi)
Gülzârdan ol şûh-i dilârâ ile geçtik.
Gûya ki nesîmiz gül-i rânâ ile geçtik.

(Naili-i Kadim)
Mâh üzre zülfünü gece dâğıtma kim beni
Âşüfte rûzgâr perişân ü zâr eder.

(Nesimi)
Şiiri gerçekten bir görüntü sanatı olarak düşünmek doğrudur. René Waltz, ozanı “görüntüyle düşünen” bir yaratıcı olarak tanımlar. Bu tanım bugün genelleşmiş gibidir. Anlamdan kaçan çağımızın şiiri, görüntüye eskisinden daha çok değer veriyorsa, bu, şiiri bir görüntü sanatı olarak anlamaya itmesindendir.
Anlamdan kaçmak istemesi, anlamın etkiyi silmesindendir. Çünkü anlam coşkuya yer vermez. Öte yandan görüntü etkiyi en iyi şekilde sağlar. Bundan başka, görüntünün koyduğu anlam şiire daha yakındır. Sonra görüntü her zaman anlamı vermez:
Denizin çarşısında yeşil zeytin
Balıklar geçti düdük çala çala.

(Oktay Rifat)
Sesin bir gülü bırakmak gibi bir şeydi.
(Çivi Yazısı)
Karışık yüzler aldık bir takım çarşılardan.
(Edip Cansever)
Bir çakıl taşları gülümseyişi ağlarmış karafaki rakısıyla
Şimdi dipsiz kuyulara su olan kınar hanımdan.

(Ece Ayhan)
The apparition of these faces in the crowd;
Petals on a wet, black bough.

(Ezra Pound)
Daha çok o Kudüslerden geç vakit getirdiği bir sıkıntı aşağı yukarı sonu Z. 
(Galile Denizi)
Çocuklar o eskiden saçları büyürdü ya.
(Faruk Ergöktaş)
Bizim oralara da uğrarsa bir gün ölüm
Açarlar o üç kız pencereyi.

(Ergin Günçe)
Ud sesine sulu yeşil dadanmış sabahları
ve ıslığı hor görülmüş bir adam.

Ömer Nida)
İkinci Yeni’nin görüntü anlayışına gelince, karışık ve devimsel bir görüntüdür bu; bunu, birçok karşıt görüntüleri bir araya getirmek diye de tanımlayabiliriz. Devimsel olması bakımından, Ezra Pound’un vorticisme (devimsel görüntü) anlayışına yaklaştırabiliriz. ”
esrari blogu | yazıcı için | 433 kez tıklandı
Anasayfa » Mevzuat

İmge nedir bilen var mı? – 2 /Wang Bi

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Per, 2006-01-12 18:48
wang bi’nin bu sözlerini tuhaf bir şekilde, anlama karşı savaş açmış en uç şiir kitabı sayılabilecek mısırkalyoniğne’nin başından aldım. wang bi, en önemli daodejing ve i ching yorumcusu (imiş), bir daocu. dao’nun dilin ötesinde varolduğuna inanıyor. o yüzden imge burada da bir bilme biçimi. yeri var yurdu var. ilhan berk, bize biçilenin ötesine geçmek için anlamsızı savunurken bir anlam medeniyetinden yardım almış (wang bi’yi kitabının başına koymuş), imgenin bize nasıl girdiğini daha iyi anlıyoruz, kılık değiştirerek.
“ İmgeler anlamı, sözcükler imgeyi anlatır. Bir anlamı gün ışığına çıkarmak imgeden daha iyi bir yol olamaz; aynı şekilde bir imgeyi gün ışığına çıkarmak için sözcüklerden daha iyi bir yol olamaz. Sözcükler, imgelerin yöresinde toplanmalıdır, o zaman imgeleri kurabilmek için doğru sözcükler meydana çıkar. İmgeler anlamın yöresinde toplanmalıdır, o zaman anlamın kurulması için doğru imgeler meydana çıkar. Anlam imgelerle aydınlanır, aynı şekilde imgeler de sözcüklerle. Şuraya varıyoruz: imgeleri açığa çıkarmak için konuşan imgelere uzanır, bunun sonucu olarak da sözcükleri unutur. Bir tavşan izini izleyene benzer bu; tavşanı yakalayınca, ağı unutur. Demek ki sözcükler, imgelerin sesli izleridir, imgeler anlatımların gözle görülebilen ağlarıdır. İmgeler bir anlatımdan çıkar, ama insan kendini imgelerin akınına bırakırsa, bunlar doğru imgeler olamaz. Aynı şekilde, sözcükler imgelerden doğar, ama bir insan kendini sözcüklerin akınına bırakırsa bunlar doğru sözcükler olmaz. Böylece anlam ancak imgeler unutulunca yakalanabilir. Anlamın anlaşılması, imgelerin kıyılması koşuluna bağlı, imgelerin anlaşılması da sözcüklerin kıyılması koşuluna. 
Wang Bi (226-249)
(son cümleyi ilhan berk vurgulamış.)

TASARTI (IMAGE) ÜZERİNE/Hüseyin Cöntürk

Kategori Tekstir-e | İmge gönderen egesus tarih Cmt, 2006-01-07 09:37
Not: Hüseyin Cöntürk 2500 sayfalık külliyatının yaklaşık 1500 sayfası “Çağının Eleştirisi” adıyla bayram sonrası çıkıyor. Ölümünün hemen sonrası yayımlanmayan, içinde eleştiriyi bıraktığı 70’lerden günümüze yaptığı gizli çalışmaların dosyalarının, eleştirmeye başlamadan önce yazdığı hiç yayımlanmamış şiirlerinin ve edebiyatçılarla yaptığı valizlerce mektuplaşmanın bulunduğu büyük bir arşiv ailesi tarafından bunlar özel denilip yakılarak yok edilmişti.
Bu toplam, kütüphanelerin 50- 60’lı yıllarda yayınlanan 50’ye yakın dergi taranarak, bu arşivlere hiç nüfuz etmemiş özel arşivlerdeki onlarca Anadolu dergisine ulaşılarak yapıldı. Çıkaran insanların politik kişiliklerinden ötürü, sözgelişi Eşber Yağmurdereli’nin ya da Hüseyin Cevahir’in Bursa’da çıkardığı Edebiyat dergilerindeki metinlere, Milli Kütüphane izleri silinip yok edildikleri için ulaşılamadı. Bu yüzden bu toplam eksikler içerse de yayımlanmış yazılarının bütününü içermeye gayret gösteriyor.
İmge vesilesiyle Cöntürk’ün kitaptaki bir yazısını gönderiyorum.
Ege

I. Giriş:

Bir eleştirmecinin yazdığı yazı okurlarca anlaşılmalı ve anlaşılan şey eleştirmecinin demek istediği şey olmalıdır. Öyle olmazsa sanatçı ile okuyucu arasında sağlam bir bağ kurulmasını beklemek boşuna olur. Bizim gördüğümüze göre, birçok eleştir¬me yazıları, değil orta seviyede bir okurca, eleştirmecilerin kendilerince bile anlaşılamayacak durumdadırlar. Bu, gelişmekte olan dilimizin bize yüklediği kaçınılmaz bir sonuç olmaktan çok, eleştirel kavramlara karşı kullandığımız kelime ve terimlerde bir birlik kuramayışımızdan ileri gelmekledir, düşüncesindeyiz. Aramızda terim birliğinin kurulmasına çalışılması, bundan ötürü, her birimizin ödevi olmalıdır. Ortak bir terim dilinin kurulabilmesi ise ancak terimlerin veya özel kelimelerin deyimlediği kavramların iyice bilinmesi ile mümkün olabilir. Yazımız, işte buradan çıkış yaparak hazırlanmış ilkel bir çalışmadan ibarettir.
Tasartı (image) yalnız edebiyatta değil başka yazınlarda da, bilimsel yazında bile, yer alan bir kelimedir. Karşıladığı kavramlar kullanılış koluna bağlı olmak üzere az çok değişik de olsalar birbirinden çok ayrılık göstermezler. Bizi burada ilgilendiren edebiyatta ve hele şiirde geçen tasartıdır. Yapacağımız tanımlama ve tanıtmalarda daha çok bu koldan, bu açıdan ele alınacaktır.

II. Tasartının tanımlanması

Tasartı, konu olarak ruhbilimde ve edebiyatta ele alınır. Edebiyatçıları ve ruhbilimcileri ilgilendirişi başka başka yönlerden olmakla beraber, tasartının tanımı her iki kolda da birdir. Daha doğrusu edebiyat, ruhbilimin yaptığı tanımlamayı kabul eder. Çünkü tasartı ruhsal bir varlıktır.
Ruhbilimde tasartı, geçmiş bir yaşantıyı temsil eden ruhsal (içsel, zihinsel) bir yapıntı veya zihnimizin tasarımlaştığı bir resim, anlamına gelir. Buradaki yaşantı (experience) duyu organlarımızın bize mal ettiği bir yaşantı olabileceği gibi idrak edilmiş bir yaşantı da olabilir. Bu iki yaşantıya birlikte “başımızdan geçen ruh durumları” da diyebiliriz. “Yapıntı”yı yaratılan şey anlamına alıyoruz. Bu yapıntıda “hatıra”da olduğu gibi bir yeniden canlandırılış, yeniden yaratılış hali vardır. Yani yapıntının her zaman bir aslı vardır, o sanki bir kopyadır, resimdir.
Şiirde tasartıları “getiren” kelimelerdir. Örneğin “gül” kelimesi okunduğu veya işitildiği zaman gözlerimizin önüne bir gül gelir. Bu gül kırmızı, beyaz veya başka bir renktedir. Bahçede, çiçekçi dükkânında, vazoda veya havada durmaktadır. Bu, önceleri gördüğümüz bir gülün hatırlanmış şekli olabileceği gibi zihnimizin tasarladığı bir gül de olabilir. Bütün bu gül tasartıları göz organımızla (görme melekemizle) ilintilidir, yani gözümüzün önünde canlandırılmışlardır, görüsel tasartılardır.
Kimi hallerde tasartı sadece gözümüze hitap etmekle kalmaz arkasından başka şeyler de getirir. Yaşayışımızda geçmiş gülle ilgili bir olay veya anıyı da hatırlamamıza sebep olabilir. O takdirde, gül kelimesi bizim için o olayı hatırlatan bir sembol yerine geçmiş olur. Bu yol sembolik etkiler gül gibi yalın kelimelerden çok mecazi kelimeler, sözler ve benzetiler kullanılmak suretiyle daha derin ve yaygın olarak yaratılabilirler.
Gül deyince kokusu da burnumuzda tütebilir. Bu takdirde, zihnimizde bir kokusal tasartı yaratılmış oluyor demektir.
“Çilek” deyince renk ve kokusundan başka tadı da zihnimizde (ağzımızda) canlanır. “Senfoni” ve “yumuşak ekmek” dendiği zaman ise canlanan tasartılar daha çok kulağımızda ve cildimizde olur.
Kısacası, beş duyu organımıza (melekemize) karşılık görünsel, kokusal, işitisel, tadımsal ve değimsel tasartılar vardır. Bütün bu tasartılar, göz, burun, kulak, dil ve cilt duyu organlarımızın bundan önce duyduğu, aldığı duyumların (sensations) yeniden yaratılmış ve onlara az çok benzeyen bir kopyasından yahut onları temsil eden bir yapıntıdan başka bir şey değildir. Anılarak yaratılan tasartılar, duyumsal yaşantılarımızın tazelenmesi olup onlara, asıllarına, çok defa oldukça benzerler. Oysa tasarım ve imgelem yolu ile yaratılan tasartılar asıl olan şeye çokluk benzemez, onu sadece temsil eden bir nitelik taşır. Nitekim bir nesne (object) kendisine benzer bir temsilli yapıntıyı, zihnimizde yaratmadan da zihnimizde düşünülebilir.

III. Başka kavramlarla karşılaştırma

Tasartı, duyum ve idrak edilen şey şu ortak nitelikte birleşirler: üçü de bir duyu organı ile sinir sisteminin faaliyetinden ileri gelen bir işlemi, ameliyeyi veya yaşantıyı ifade eder. Duyum, vücudumuzun içinde veya dışında yapılan bir uyarımın doğurduğu duyumsal (sensory) bir izlenimdir. Göz, kulak, burun duyu organlarının aldıkları izlenimler gibi. Renk ve şekil duyumlarını gözümüzle, koku duyumunu kulağımızla ve serinlik ve yumuşaklık duyumlarını cildimizle duyarız. Duyumlar ağrı ve açlık gibi vücudumuzun içinden gelen bir uyarım sonucu da olabilir. Bunlara organik duyumlar deriz. İdrak (percept, perception) duyum organları (ve sinir sistemi) yolu ile duyulup da bilinç katına erişmiş özel bir duyum hali olarak kabul edilebilirler. Bu halde duyuma bir de duyumu doğuran nesnenin bilinme işi katılmıştır.
Bilinen, idrak edilen şeyle tasartı arasındaki fark birincinin nesnenin (realitenin) kendisi olması, ikincisinin bu nesneyi temsil eden bir şey bir kopya olmasıdır. Realite ile tasartı arasındaki en önemli ilinti realite hakkındaki bilgimizin reel varlıkların bizdeki tasartılarının karşılaştırılması ile elde edilmekte olmasıdır. Tasartı ile duyum arasındaki fark da birincinin kopya-temsil, öbürünün asıl olması şeklinde açıklanabilirse de bazı istisnalar yok değildir. Şüphe yok ki kulaklarımızın işittiği bir sese, bunun sonradan kulağımızda yaşatılması, canlandırılması, çok sıcak bir havada duyduğumuz rahatsızlık duyumu ile bu duyumun sonradan hatırlanması, canlandırılması arasındaki fark, birincilerin asıl olmalarına karşılık, ötekilerin sönük ve güçsüz olmalarıdır. Bununla beraber, bazı hallerde tasartı ile duyumu ayırmak mümkün olamıyor. Hele kımıldanı (kinesthetic) duyumları ile kımıldanı tasartılarının birbirine karıştırıldığı çok oluyor. Şiiri okurken elimizde olmadan yaptığımız bazı kımıldanmaların duyumunu, eski bir kıpırdanmanın zihnimizde canlandırılmış bir tasartısı sanmak olağan bir şeydir. Tasarım ve imgelem yolu ile tasarlanan tasartılara gelince, bunlar duyu organlarının bize imlettiği çeşitli yaşantı parçalarından kurulmuş, devşirilmiş olup buradaki asıllar daha belirsiz ve tasartılar da benzer nitelikte olmaktan çok temsil edici niteliktedirler. En aşırı hal reel olmayan şeylerin tasarlanmasıdır ki, bu halde tasartı ile onu kuran yaşantılar arasında bir benzerlik sözü edilemez.

IV. Nevileri

Başlıca tasartı nevileri şu sınıflandırmalar altında incelenebilirler.
A. Bağlı ve serbest tasartılar: Bir şiir okuduğumuz zaman ilk yaptığımız iş kelimeleri görmektir. Okuma, basılmış kelimelerin görüsel duyumu ile başlıyor demektir. Buradaki ana yaşantımız bir tasartı değil de bir duyum olmakla beraber, ayrı iki türlü tasartının bu yaşantımızla, duyumuzla, sıkı sıkıya bağlı olarak ve onunla birlikte oluştuğunu da görürüz. Bir şiiri sessiz okurken kelimelerin sesleri zihnimizde yankır, canlanır, içimizde onların sesi yeniden duyulur. Gerçekte ise ağzımızdan hiç bir ses çıkarmış değilizdir, gerçekteki (actual) sesin bir benzerini düşünmekte tasartılamaktayızdır (to image). Buna kelimelerin ses tasartısı veya işitisel tasartısı deriz. Kelimeleri okurken, bir de, ağzımız kıpırdanmasa bile, sanki dudak, ağız ve boğazımızda kelimelerin telaffuz edilmişlik duygusunu duyarız. Bu da kuruluş bakımından adalevi olan bir telaffuz tasartısıdır. Kelimelerin getirdiği ses tasartısı ile telaffuz tasartısına birlikte kelime tasartısı veya görüsel duyumlara ayrılmaz şekilde bağlı olduklarından, bağlı tasartı denir.
Bağlı tasartılardan yalnız ses tasartısının eleştirmede önemi vardır. Bu önem şu üç noktada, soru üzerinde, toplanır: Sessiz okumada ses tasartılarının seçikliği, duruluğu ve hoşluğunun şiirden alınan zevkle, şiire verdiğimiz değerle ne gibi bir ilintisi vardır? Bu tasartıların insandan insana ayrılık göstermesi onların şiire karşı olan tepkilerini ne dereceye kadar farklı kılabilir? Yüksek sesle okumanın üstünlükleri var mıdır, varsa nelerdir?
Serbest tasartılara gelince, bunlar kelimelerin içimizde yarattıkları tasartıların kendileridir. Gül kelimesini okuduğumuz zaman gözümüzün önüne gelen gül şekli, rengi, kokusu gibi her duyu organımızın duyduğu duyumlara karşı ayrı bir tip serbest tasartı vardır. Edebiyatta bizi asıl ilgilendiren de bunlardır ve sadece tasartı (image) adı ile anılırlar.
B. Yalınç ve karışımlı tasartılar: Yalnız bir duyuya hitap eden, zihnimizde onun duyumunu temsil eden tasartıya yalınç (basit), birden fazla duyuya hitap edene karışımlı (mürekkep) tasartı adı veriliyor.
Yalınç tasartıların başlıcaları şunlardır: görüsel, işitisel, kokusal, değimsel, tadımsal tasartılar. Görünsel tasartılar iki türlüdür: şekil ve renk asartıları. Gül deyince şekil veya renginden biri yahut her ikisi birlikte, gözümüzün önüne gelir. Değimsel tasartıların da birkaç türlüsü var: sıcaklık-soğukluk tasartısı, değme (sürtünme) tasartısı, basınç tasartısı gibi. Bunlardan başka bir de kıpırdanı tasartısı vardır. Bu tasartı bir adalevi kıpırdanışın, hareketin zihnimizde yenilenmişidir. Ayrıca vücut içinden gelen uyarımlar sonunda duyduğumuz ağrı, açlık gibi duyumların tasartıları da vardır: organik tasartılar.
En yalınç kelime ve sözler bile zihnimizde birden çok duyuya hitap edebilir. Gül kelimesinde olduğu gibi. Bu takdir de gül tasartısı karışımlı olmuş oluyor. Bir başka tipte karışımlı tasartı daha vardır ki yerine göre pek ilginç olabilir: geçişli (synaesthetic) tasartı. Bu halde, bir duyu başka bir duyuya çevrilmiştir. Bir ses işitildiği zaman gözümüzün önüne bir renk gelmesi gibi, ses organımızla ilgili bir uyartının renk tasartısı yaratması gibi.
C. Durağan ve oynar tasartılar: Canlandırdığımız tasartının sabit veya müteharrik olmasına göre adı durağan veya oynar olur. Oynar tasartılar kımıldanı tasartıları ile bir tutulabilirler.
D. Tasviri ve sembolik tasartılar. Tasviri tasartı sadece bir zihinsel resimden, tasvirden ibarettir. Buradaki resim geniş anlamda olup yalnız gözün değil öteki duyu organlarının da ürünü olabilir. Gül deyince zihnimizin önüne (gözlerimizin, burnumuzun, v.b…nın önüne) şu veya bu şekil, renk ve kokuda bir gül gelmesi gibi. Eğer gül bize arkasından başka tasartılar yaşantılar getirirse, bu gül tasartısı sembolik olmuş olur. Örneğin gülle ilgili bir anımız bilincimize fışkırarak bazı heyecanlar duyabileceğimiz gibi, geçmiş edebiyattan bir mısrayı hatırlayarak çeşitli zengin tasartılar içinde kalabiliriz.
Tasartının bu yol ikiye ayrılması bir soyutlama sonucu mümkün olabilmektedir. Çünkü tasviri ve sembolik tasartılar çok defa birlikte olarak, karışık olarak baş gösterirler. Salt tasviri olan tasartılara daha çok nesir yazılarında rastlanır. Her somut varlığın adında az çok somut olan bir tasvir tasartısı vardır. Bu sebeple tasartılarla yalnız şiir ve nesirde değil bilim yazılarında da karşı karşıya geliriz.
E. Tasartının yedi tipi: Tasartısal (imgesel) faaliyetin niteliği ve derecesine göre tasartıları yedi tipe, kata ayıran başka önemli bir sınıflandırma da vardır. İlk kata tasartılandırma (imgelendirme) gücü ve yaptığı etki bakımından en sönük ve cansız olanlar, yedinci kata da en parlak ve güçlü olanlar sokulmuştur. Her bir katın tanımlanması ayrı ayrı yapılmış olup özel adlarla adlandırılmışlardır.
F. Misaller: Yukarıdaki tasartı nevilerini daha iyi belirtmek amacıyla birkaç misal vermeyi uygun buluyoruz. (Misallerimiz sadece tanıtlayıcı niteliktedir, değerle ilgili değildir. Ve rasgele seçilmişlerdir. Araştırılırsa daha iyi örnekler bulunabilir.)
1)
“Uzanıp yatıvermiş sere serpe;
Entarisi sıyrılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görülüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş”(O. Veli)
Buradaki tasartılar tasviri ve durağan tasartılardır. Ayrıca kişiye göre sembolik nitelikte de olabilirler. Hepsi de görüseldir ve daha çok bir şekil canlandırılmaktadır. Bununla beraber, arka görünürde veya daha az etkili olmak üzere, renk imgeleri de vardır: “Entarisi sıyrılmış” sözü gözümüzün önüne bacakların yalnız şeklini değil rengini de getirir. Baskın olan nitelik burada kımıldanıdır. Ayrıca “el” ve “pul pul” kelimeleri değimsel bir tasartı, “pul pul” kelimesi bir renk tasartısı, “deniz” kelimesi serinlik dolayısıyla bir sıcaklık soğukluk tasartısı ve belki de bir koku (yosun kokusu) tasartısı getirmektedir.
2)
“Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul.”(O. Veli)
Baskın olan nitelik burada ki…
3)
“Yaşadım!
İncirin dallarında yürüyen süt
Yonca tarlasından gelen nefes
Horozun ibiğinden damlayan kan
Yollar ve sevgili türküler şahidimdir.”
(B. R. Eyüboğlu)
Burada da baskınlık oynar tasartılardadır, denilebilir. Birinci satırda en çok kımıldanı sonra renk (beyaz ve belki de yeşil) tasartıları kendilerini duyuruyor. İkincide kımıldanı tasartıları ile değimsel tasartılar (nefesi vücudumuzda duyma) var. Fakat ağır basan yine kımıldanı tasartılarıdır. Üçüncü satırda ise renk tasartısının kımıldanı tasartısından daha önce geldiği söylenebilir. Sonuncu satırda şekil ve ses tasartıları aynı kuvvette kendilerini göstermektedirler.
4.
“Akşamdan kaybolacak saçlarının beyazı” 
(Tuna Arkun)
mısrasında renk tasartısı baskın, şekil tasartısı arkadadır. Her ikisi de görüseldir.
Pazar Postasının Notu: Eleştirmenin bilimsel bir düzen ve anlayışla ele alınmasını isteyen, Hüseyin Contürk’ün “Eleştirme» üzerinde yazdığı yazılan okurlarımız iyi bilirler. Hüseyin Cöntürk, eleştirme de bir ilerleme, gelişme olabilmesi için, eleştirmenler arasında kullanılan bazı sözlerin herkes için aynı olan kavramları yüklenmesini ilk iş olarak düşünmektedir. Bu konudaki çalışmasının ilki de image, kendi söyleyişiyle tasartı üzerinedir. On daktilo sayfası tutan bu yazıyı. Türk Dili dergisi, okurları için ağır bulduğunu bildirerek geri çevirmiştir. Bizim sayfalarımız on daktilo sayfası tutan. bir yazıyı yayınlamaya elverişli değil… Ama, bugün biz de birçok kavramlar yüklenen image sözünün durulup, belirmesi, elbette Mecnun ile Leyla üzerine yazılmış bir kaç seri yazıdan çok önemlidir. Onun için biz bu yazıyı dört sayıya bölerek, zevkle yayınlıyoruz.
(Pazar Postası, 9 Aralık 1956)
egesus blogu | yazıcı için | 534 kez tıklandı
esrari said,

Çar, 2006-01-18 12:03
24 ocak salı, sermet çifter salonu, yky – galatasaray, 18.30, yöneten güven turan, konuşmacı mehmet rifat.
cevapla »
esrari said,

Cum, 2006-01-13 13:46
cevapla »
chaconne said,

Cmt, 2006-01-07 22:20
çok hoş…
bende John Ruskinvari bir tat bıraktı. Onunda “inerart theory” denen bir teorisi var,”komşu sanatlar” diye türkçeleştirirsek yanlış olmaz sanırım. “Eleştiri her okuma yazma bilenin diline pelesenk olmasaydı keşke” diye hayıflanışıma bir sahih artı daha eklendi. Özellikle aynı zamanda bir ressam olan Eyuboğlu’nu örnek vermesi, dikkat etmesi güzel.. Yakılan parçalar için üzülmekten başka birşeyi olan var mı? Tüh tüh tüh..!
cevapla »

İmge nedir bilen var mı? – 1 /Ezra Pound

Kategori Mevzuat | İmge gönderen esrari tarih Cum, 2006-01-06 13:17
Pound’un imge tanımı*.
“İmge”, bir ânda zihinsel ve duygusal bir kompleks ortaya koyandır. ‘Kompleks’ terimini daha çok Hart gibi yeni psikologların kullandığı teknik anlamda kullanıyorum (…) Bütün büyük sanat eserlerininde yaşadığımız, bize âni bir kurtuluş duygusu, zaman sınırlarından ve mekan sınırlarından özgürleşme duygusu, âni artma-çoğalma duygusu veren şey işte bu ‘kompleks’in âni sunumudur.
Hayat boyunca bir tek İmge ortaya koymak, muazzam eserler üretmekten daha iyidir.
* Ezra Pound’un Edebî Denemeler (Literary Essays) kitabındaki “Geçmişe bir Bakış” yazısından çevrilmiştir.
İmgecilik neydi?*
[Hareket] Fransızca bir unvan taşıyordu, -tam olmasa bile “Bazı İmgeciler” anlamına gelen- Des Imagist daha erken bir Fransız şiir okulu olan Les Symbolistes (Simgeciler) okulunu anıştırmak için bilerek seçilmişti ve gerçekten de Pound 1918’de yayımlanan ve İmgeci hareketi gözden geçirdiği “Geçmişe bir Bakış” yazısında “Bizim de birkaç Fransız ‘okul’unun sahip olduğu gibi bir grup ünvanına sahip olma hakkımız olduğunu düşündük” diye yazmıştır (Edebî Denemeler). 1913’te Pound’un dile getirdiği kurallar ve tanımlar daha önce Fransız şiir bildirilerinden doğrudan çeviriler değil de onun kendi buluşları olmasına rağmen demek ki İmgecilik kalkış noktasını Simgecilikten almıştır. Yeni İmgeciliği eski Simgecilikten ayırt etmek için Pound imgede alegorik ve süslemeci hiçbir şey bulunmadığında, “uygun ve kusursuz simge doğal nesnedir” ve “imge sözün ta kendisidir” fikirlerinde ısrar etmeye bilhassa dikkat etmiştir.
……..
İmgecilik İngilizce yazılmış yirminci yüzyıl şiirinin ikinci onyılına, 1909’dan 1918’e kadar hakim olmuş, serbest nazım baskın çıktıkça ve görüntünün merkeze alındığı kısa şiirler moda oldukça daha ilerdeki onyıllarda da şairler üstünde etkili olmuştur. Çok sonra, T. S. Eliot “Modern şiirin başlangıç noktası, genellikle ve mutabakatla kabul edilen nirengi noktası 1910larda Londra’da ‘imgeciler’ olarak adlandırılan gruptur.” (Amerikan Edebiyatı ve Amerikan Dili)
* The Ezra Pound Encyclopedia’nın William Pratt tarafından yazılan Poetics: İmagism maddesinden çevrilmiştir.
Pound imgecilikten neden koptu?*
Onu imgecilikte hayal kırıklığına uğratan şey (…) imgeci şairlerin sayısının artmasıyla, bir pazarlama terimi kullanırsak, yeni şiir ürününün kalite kontolünü yapmanın zorlaştığını farketmesiydi. İmgeciliğin amacına hizmet etmediğine karar verdikten sonra 1914’te yazdığı bir makalenin adını “İmgecilik”ten “Girdapçılık”a değiştirdi. Girdapçılık edebiyatta olduğu kadar resim ve heykeldeki son gelişmeleri de bilinir kılıyordu. Fakat Pound’un girdapçılığın dergisi olan Blast’te yaptığı edebi girdapçılık tanımı yeni akımın sadece imgeciliğin yeni bir sürümü olduğunu gösteriyordu. İmgeyi şimdi daha ressamca terimlerle sözlü sanatın “temel renk maddesi” (primary pigment) olarak tanımlamasına rağmen (Lewis’in geometrik resimlerini iyi tanımlayan) imgeci ilke “sert ışık, belirgin kenarlar” burada da vardı ve H.D.’nin şiirini bir kere daha bu hareketin de arketipi olarak gösteriyordu. Hugh Kenner’in gözlemlediği gibi imgecilikle girdapçılık arasındaki gerçek fark ikincisinin Pound’u imgeciliğe üşüşen sıradan sanatçılardan ayırmasıydı. Girdapçılık “onun kendi türü sanatçılarla ittifakını gösteriyordu”, bunlar çok parlak bir heykeltraş olan Henri Gaudier-Brzeska ve ressam Wyndham Lewis’ti. İmgeci Amy Lowell’in “demokratikleştirilmiş kurul” teklifini reddetti, çünkü bu onun “bir grup bunu hak etmeyen insanı eleştirel ve yaratıcı açıdan eşit” kabul etmesi olacaktı. Birinci Dünya Savaşının arkadaşlarını savurarak planlarını bozmasına rağmen, Pound 1914’te “bizim küçük çete” dediği grubu seçkin bir grup olarak tutmakta kararlıydı.
Pound’un imgeyi “bir ânda zihinsel ve duygusal bir kompleks ortaya koyan” olarak tanımlaması imgecilerin gizli öğretisinin ilgi çekici esrarını bozmaz. Pound kompleks kelimesini “daha çok Hart gibi yeni psikologların kullandığı teknik anlamda” kullandığını söyler. Kompleksin (Ödip Kompleksindeki gibi) psikolojik anlamda kullanıldığının ima ediliyor olması en donanımlı okura için bile imgenin doğası hakkında hiçbir şey açıklamaz, sadece modernliğini ima eder. Bundan başka, imgecilerin “ister nesnel ister öznel olsun, ‘şey’in dolaysız ele alınması” ilkesindeki şey teriminin belirsizliği ‘kompleks” teriminden daha gizemli ve karanlıktır.
Timothy Materer’den çevrilmiştir:
Pound girdabı nasıl tanımlıyor?*
Uzak Doğu uzmanı Ernest Fenelosa 1911’de arkasında basılmamış bir dolu elyazması bırakarak öldü. Pound Fenelosa’nın ölümünden sonra 1912’de basılan Çin ve Japon Sanatında Devirler kitabından etkilendi. Bir edebi toplantıda şans eseri Fenelosa’nın dul eşiyle tanıştı. Pound’un şiirlerini okumuş olan Mary Fenelosa ondan kocasının yazılarını düzenlemesini istedi. Bu Pound’un şevkle kabul ettiği bir iş oldu. Fenelosa’dan geriye kalan yazılarda Pound kendisinin önceden ilgilendiği Konfüçyus ve Uzak Doğu şiiri ve tiyatrosu hakkında bir toplama rastladı. Pound’un daha sonraki ilgileri olan İmgecilik ve Girdapçılıkta ideogramın tanımının “bir şeyin potansiyel enerjisinin özet olarak ele geçirilmesi” olarak yapılmış olmasını görmek zor değildir. Pound’un “Girdap” tanımı onun ideogram hakkında kişisel görüşleri olarak okunabilir: “İmge bir fikir değildir. Işık yayan bir düğüm ya da kümedir, fikirlerin durmadan hızla meydana geldiği, içinde dolandığı, içine girdiği bir GİRDAP diye adlandırabilirim.” (Pound’un Gaudier-Brzeska kitabından)
* The Ezra Pound Encyclopedia’nın Jonathan Blackwood tarafından yazılan Ideogram maddesinden çevrilmiştir.
esrari blogu | yazıcı için | 407 kez tıklandı
chaconne said,

Cmt, 2006-01-07 22:31
Bundan tam 7 sene evvel okududuğum bir Pound sözü yazıya cuk oturuyor yahu:
“Hiçbir sözlükte bulunmayan kelime; havada bulut, denizde köpüktür derim.”
basit ve öz.
cevapla »
serkan_isin said,

Cmt, 2006-01-07 23:17
Köpük metaforu, özellikle dolgu malzemesi olarak kullanılan sentetik şeylerin icadı ile birlikte “konkre” bir hal aldı gibi geliyor bana. O yüzden Ahmet Hamdi’nin aslında tam da “bilincin sularından getirdiği o köpüklü şiir”in başdöndürücü etkisinin geçtiğini söylemek gerek. Kalmadı o pasajlardan elimizde, kredi-karti versek?

cevapla »
serkan_isin said,

Cmt, 2006-01-07 17:25
İngilizce;
image: imge, hayal; izlenim, imaj; görüntü; kopya, eş; put
imagery: söz sanatları
The New Princeton Poetry & Poetics Ansiklopedisi’ne göre imge konusu o kadar fazla kullanılmış ve o kadar fazla şeye alet edilmiş ki, artık “kullanımı ile ilgili rasyonel ve sistematik izah mümkün değil.” Şöyle devam ediyor: “poetik imge, genellikle, metafor, benzeşim ya da mecaz; somut sözel referans; tekrarlanan bir motif, okurun zihninde gelişen bir çeşit psikolojik olay; bir metaforun aracı ya da ikinci terimi; bir sembol ya da sembolik desen (örüntü)

cevapla »
efemurad said,

Cmt, 2006-01-07 10:37
Ben imgeciliğin estetiğin bittiği yerde başladığını düşünüyorum. George Santayana’nın The Sense of Beauty’sindeki “when physicality is involved, aesthetism vanishes,” sözü belki de imgeciliğin zihinde canlandırılan fiziksel somutlaştırmayı genel bir estetik duygusundan çok daha kişileştirilmiş bir beğeniye yakıştırıldığını söylüyor.
Belki günümüzde çokca adı geçen bu “şiir ve imgelem” tartışmaları bir estetik beğeni oluşturamamışların kısa yoldan böyle bir olguya ulaşmaya çalışmalarından ya da kendi beğenilerini somutlaştırma gereksinimi duymalarından kaynaklanıyor. İmgelem, şiirin sembolizm, letterizm, gerçeküstücülük gibi sade bir elementi oldu. Artık üstünde fazla da tartışılacak bir şeyin de olduğunu düşünmüyorum. Alliterasyondan, metafordan, metonimiden hiç farkı kalmamış ve estetik gibi kuramsallaşamamış bir şiir sanatıdır imgecilik.

cevapla »
serkan_isin said,

Cmt, 2006-01-07 11:04
Belki imgecilik tarihsel olarak öyle bir süreçti, geldi geçti. Ama ortaya serdikleri ve açığa çıkardıkları galiba şu günlerde reklamcıları pek bir ilgilendiriyor. O yüzden de imgeciliği değil ama “imgeyi” dolaylı olarak simgeyi, indeksi, kodu, sembolu tartışmak iyidir.
Aslında imgecilik ticari anlamda altın çağını yaşıyor. Örneğin bkz: Yeni İkonalar: Televizyonda Reklam Sanatı / Paul Rutherford, YKY

cevapla »
serkan_isin said,

Cmt, 2006-01-07 00:38
İngilizlerin “image” laflarını ilk etmeleri daha da eskilere dayanıyormuş. Örneğin Joseph Addison’un Pleasures Of Imagination. Spectator. No. 411, June 21, 1712 tarihli metnine bakabiliriz. Burada ilginçtir “görülen nesnelerden ve dünyadan bakışla alınan haz”dan bahseder Addison. Ve tabi modernlerle, eskilerin arasındaki farklara, özellikle “hayalgücü” konusundaki yeteneklerine de değinir. Gerçi Ars Poetica’dan da paso bahsediyor ama..
Örneğin:
“Spectator. No 418. Monday, June 30, 1712
The pleasures of these secondary views of the imagination, are of a wider and more universal nature than those it has when joined with sight; for not only what is great, strange, or beautiful, but anything that is disagreeable when looked upon, pleases us in an apt description. Here, therefore, we must inquire after a new principle of pleasure, which is nothing else but the action of the mind, which compares the ideas that arise from words, with the ideas that arise from the objects themselves; and why this operation of the mind is attended with so much pleasure, we have before considered. For this reason, therefore, the description of a dunghill is pleasing to the imagination, if the image be represented to our minds by suitable expressions; though, perhaps, this may be more properly called the pleasure of the understanding than of the fancy, because we are not so much delighted with the image that is contained in the description, as with the aptness of the description to excite the image.”

cevapla »
trocanter said,

Cum, 2006-01-06 14:18
simgecilikten imgeciliğe evrilen şiir anlayışı ya buradan tekrar evrilip paçayı kurtaracak, ya da imgeyi öldüren şairlerle kendisine geçirilen elbiseyi yırtarak ummadığımız bir biçimde karşımıza çıkacak. ben imgenin ölümünün bir ölüm olduğunu düşünmüyorum.
esrari’nin emeğine sağlık diyorum.
bir de rivayet: amy lowell’ın imgeci şiirleriyle o dönemde kazandığı üstün başarıdan sonra Pound‘un imgeci şiiri savunmayı bıraktığı söylenir durur.
şahsen girdap meselesi hoşuma gitti.
cevapla »
serkan_isin said,

Cmt, 2006-01-07 11:31
Öncelikle herhalde Descartes’ın bir yorumu olarak bu burgaçlanma olayına da bakmak gerek. Gerçi Newton, Descartes’in “burgaçlı evrenine” fena bindirmiştir, yerçekimi yüzünden ama düşünce şekli olarak da bir kopuşu sergiler. Öyle ki ne tanrının ilahi varlığına ve gücüne dokunmaz descartes ne de dünyanın merkez olma durumuna karışmaz, böylece kelleyi de kurtarır.

cevapla »

İdmanlar IV -Milli zevk, Zabıt ve Tevkif

Kategori Sorarım gönderen barisozgur tarih Cum, 2005-12-30 12:35
hasbihal veya ısınmalar
Ziya GökalpTürkçülüğün Esasları‘nda ne yapmıştır? Sosyo-politik bir poliçe yazmıştır, bir klasik yazmıştır, ferman dilini sadeleştirmiştir, acayip konsorsiyum makineleri tarif etmiştir, yeni başlayanlar için milli rehber’i hazır etmiştir denebilir. Burada Türkçülüğün usulleri tarif edilir ama Ziya Gökalp ne yapmıştır söylenmez. Ziya Gökalp, adam mıdır, kral mıdır, hırt mıdır, akıllı mıdır diye sorulmaz. Çünkü Ziya Gökalp burada mevzuya giriş kahramanı değildir. Mevzunun başlığıdır.
Bununla devam edelim;
“…
Bu üç ameliyeden birincisine temizleme, ikincisine millileştirme, üçüncüsüne işleme adlarını verebiliriz.”
Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp, M.E.B. Yayınları, 1972
Sonra “Dilde Türkçülüğün Prensipleri”yle devam eder. Asıl tesir buradadır; 1.,2.,3.,4.,5.,6.,7.,8.,9.,10.,11. Temiz. Ehil.
Ziya Gökalp, tanzimattan sonra ilk defa ameliyeden bahsetmeyi, ameliyeyi planlamaya tercüme etmiştir. Pekala, milli zevk ve işlenmiş zevk, ethos ve plastik, bu tercümede müthiş laflar gibi durur. Fakat işlenmiş zevk burada ithal ve bolca tecrübe edilmiş vasat bir zevktir. Domates zevki, coca cola gibi bir şeydir. Milletler arası dehalardan alınan bu feyizli terbiye, der Gökalp. Milletler arası deha lafı bile ithaldir. Ama pek tecrübe edilmemiştir işte. O zaman soralım.
Söylemek milli zevkimiz midir? Konuşmak milli zevkimiz midir? İşleme, usta çırak usülü mu olacak? Milletlerarası dehaların ustamız olması için yine dünyayı mı fethedeceğiz? Yoksa kolonyal ilişkiler mi kuracağız?
Yazmak sahiden bu kadar lüks mü? Yani frak giymek gibi bir şey mi? Galatasaray Lisesi, bir dikey geçiş portalı mıdır? Taşradan Fransız Konsolusluğuna. Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e. Ziya Paşa’dan Beşir Fuad’a. Cenap Şahabettin’den Ahmet Haşim’e. 80’den sonra Uyar’dan Baudelaire’e. Daha kaç kere işgal edileceğiz? Her seferinde düşman bizden kalabalık mı olacak?
Sonra retorik sorular da sorabiliriz. Estetik bir zevk duygusuna indirgenebilir mi? Bir duyguya indirgenebilir mi? Bu neye yarar? Bu işe yarar da hangi duygu neye yarar? Zevk bir eşyadan duyulan beğeni midir, bir fiil midir? Zevk almaktan ve vermekten başka zevk var mı? Milli eşya diye bir şey var mıdır? Eşyaya duyulan beğeni milli zevk altında işlenemez mi? buna hemen cevap verelim. İşlenemiyor, kurtarmıyor. Milli fiillerimiz var mı? Fiillerimizin hemen hepsi milli. Pekala yazmak sahiden bu kadar lüks bir fiil midir? Yazı, bu kadar lüks bir eşya mıdır? Antika mıdır? Antik midir? Klasik midir? Modern midir? Yazı bu dönemleştirmeler arasında çizgisel olarak gelişimi takip edilebilen ender pratiklerdendir örneğin.
Milli zevkimiz dinlemek midir? Televizyonu yanlış anlamakta ısrar ediyoruz mesela. Kahvede televizyon izlenmez, dinlenir. Evinin işini gören kadın televizyon izlemez, dinler. Esnaf dükkanda televizyon izlemez, dinler. Televizyonu izleyenler bankacılar, öğretmenlerle evli olmayan yatırım uzmanları, önlüksüz de dolaşabilen doktorlar, tarlabaşı, habur ve karaman hariç her yerdeki döviz büroları, partili muhasebeciler, bilimum işletme ve işletmeye meyilli çift anadal tayfası ve ışıkta yüzü parlamayan spekülatörlerdir. Televizyonlar, sınıflar arası tampon bölgeleridir. Milli zevk buradan da kurtamıyor. Ya da işbirlikçiler var aramızda. Necif Fazıl’a göre Türkçe’de “ya da” denmezmiş örneğin. “ya..ya..” diyecekmişiz.
Ya da veya diyeceğiz.
mevzu
Forum sorusu olarak:
Yazmaktan duyulan zevk enstrüman çalmaktakinden farklı mıdır?
Forumun çerçevesi:
Görsel/somut şiirde ethos ve plastiğin bir aradalığı gibi bir durum var mı? Plastiğin zevkiyle, ethos’un sağlaması bir ustalık, bir araçlara hükmetme durumunda bir araya gelir mi? Yoksa, plastik ethos’a düşman mı? Plastik ve ethos’un muarızları sahiden bu kadar ayrı mı?
Okumaktan anladığımızla popüler hafif müzik arasında alışkanlıkları bakımından bir yakınlık var mı? Dinlemeye bu kadar yatkınsak, kudurmuştan beter alışmışsak, kim alıştırdı bizi? Atalar alışkanlık yapar. Bu bir. Okullar alışkanlık yapar. Bu iki. İhtilaller alışkanlık yapar. Bu da Allahın hakkı. Yazı, tarihi ve ekonomiyi mümkün kılan kayıt aracı mı, acemisi olduğumuz bir modenleşme hamlesi mi, bir iletişim mevki olarak karargah mı?
Görsel/somut şiir, bir jazz festivali konuğu mudur? Semiotik gerilla hareketi mi? Entellektüel hackerlık mı? Metafizik mastürbasyonlara müsait kerhaneler mi? İşbirlikçilik mi? Bunlar görsel ve somutla fazla oyalanıp fikir şiiri, düşencenin şiiri gibi anlatım hatalarını unutan sorular olur. Şiir, belirtili veya belirtisiz tamlamalarda kullanılmaz. Şiir, takısız tamlamalarda kullanılır. Biz sıfat tamlamasında kullanıyoruz. Koordinatlarımız açık. Görsel ve somut. Göze ve ele gelen. Göz ve el, yani plastik olan. Pekala yazı, plastik bir fiil olarak ethos’a ters mi? Yani kurşun sıkıldı, mertlik bozuldu mu? Plastik ve o bir türlü kotarılamayan teknik arasında hakiki bir bağ yok mu?
Ethos’a oynamak milli zevkimiz midir? Milli zevkin teminatı ethos mudur? Ziya Gökalp, batırmış mıdır? Milli zevk asılsız mıdır? Şiir yazmak diye bir şey kotarılamaz mı? Takısız?

Sl, 2006-01-10 12:26
Bence bu İdmanlar IV‘ü de silelim artık.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-10 14:13
Yazarı dışında buna kimsenin karar verebileceğini sanmıyorum ben?

cevapla »
esrari said,

Cum, 2006-01-06 15:28
marguerite duras’ın ölüm hastalığı’nın son sayfasındaki şu satırlar bana imge(hatta girdap) tartışmalarımızla ilgili imiş gibi geldi:
” bir metnin okunmasının yerini, bir metindeki hafıza boşluğunun yerini hiçbir şeyin dolduramayacağına hep inanmışımdır, hiçbir şeyin, hiçbir oyunun. “
metindeki hafıza boşluğu. laf aynen böyle.
cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-03 14:01
İmge ve imaj kelimelerinin altının ve içinin doldurulamaması tam da türkçenin sözlü kültürden yazılı kültüre geçemediğinin bir ispatı. Şimdi buradan nereye gidilebilir. İyi hoş im’den imgeye zorlamada olsa gelebildik. Biraz da etimolojik felsefe yaparak imajın imge olmadığını falan anlayabildik (mi).imgenin yerine işareti kullanmamız da derinlikten yoksun gibi, barış’ın her üç anlamıyla ortaya koyduğu iz ve işaretler de biraz zorlama oldu, derinlikten yoksun, üstelik hedeften sapıyor da. Her şeye karşın imgenin kullanılması ama imgenin önce sınırlarının belirlenmesi ve o belirlenen sınırların yıkılarak imgenin metafiziğine ayak basılması gerekiyor. Çünkü şu anki haliyle imge çok yüzeysel. Üstelik imgenin varlığını modern süreçler içinde hissedebildik. Oysa, türk modern şiiri imgenin işitilebilir, duyulabilir ve görülebilir erken halleriyle meşgul daha. ‘Sanat Dünyamız’ dergisinin yeni sayısında, yani kış 2006 sayısında Yaşar Çoruhlu’nun yazdığı Türk tasvir sanatında dinsel güç imgeleri adlı yazıda yazar şöyle deyivermiş:‘dinsel alana ait ne kadar simge veya çeşitli kavramları ifade eden nesne, tasvir yahut şekil varsa, bunlar dinsel güç imgeleri olmaktadır’. Yazarın söylediği anlamda simge,kavram ve tasvirlerin hepsi dönüştürülmediği takdirde hala bizzat kendileri olmaya devam eder bence. Dönüştürme ise çok yönlü bir araştırma,aşma ve estetize edilme sürecini barındırır. Bu da bir kültür ve zaman işidir.Ayrıca,imgenin varlığı o dönem için pek geçerli görünmüyor. Olsa olsa simgedir bu, çünkü modern anlamda simge bağlı bulunduğu kültürün dili ve sistematiği üzerinden iş görür. İmgenin varlığı ise bireysel ve içkin düzeneklerle tamamlanır. Ayrıca, dönüşmeyen imge de sembolleşir. Günümüzde imgenin eterleşmesi de beterleşmesi de bu yüzdendir. İmgenin akışkanlığını kaybetmesinden. Sembolleşen ve gelenek denen cenderenin kıskacında anlam yitimine uğrayan bir imgenin çekiciliğini yitirişi şair için de bir heves yitimine neden olmuştur. Ama ben esrariye katılıyorum bu noktada: imgeden bu kadar erken ve apar topar va geçmemek gerek. Bu kolaycılık olur. İmge verili ve bayağılaşmış olanın çok dışında bir şeyse imgeye karşıt konumlanan bir anlayış da janus’un diğer yüzü olabilir. Eğer işaret bir ilişkiler ailesi ve o da imge ise bu ilişkilerin betimleyeceği göstergelerin tuzağından azade bir imgenin varlığına doğru yol alınabilir hala. Sorun göstergelerin oluşturduğu düzeneğin dışına çıkmaya yeltenecek bir duyarlılığı kurabilmek. Bu bağlamda, granitte’in belirttiği çok önemli: ‘hazır bir belleğin imgesi de hazır oluyor’ Ama bana göre imgenin işlevi somutlamadır demek biraz eksik kalıyor. Onun yerine bana göre imgenin işlevi soyutlamasını kuracak bir somutlamaya ulaşmaktır denebilir. İmge kendi dünyasını kurar ama onu da tekrar ve tekrar yıkmak için kurar. Tarih ve medeniyet de tüm bu yapılıp yıkılmaların deneyimi ve tarihidir. Ama imgenin dönüp arkasına baktığını da hiç sanmıyorum. İmge bu anlamda hazır ve nazır ısmarlanmış olana dayanamadığı için hazır belleği de onun mantığını da yıkar. Herkesin gördüğünü sandığı imge sadece bir ikondur. Retinanın önündeki en fazla bir görüntüdür. Ritmik tıkırtılar en fazla bir sestir. ritmik hışırtılar belki bir imgeleşmeye yol açabilirdi ama o da ritmik olmaklığıyla en fazla simgeleşir. Simgenin işlevsiz olduğunu söylemek istemem yine de: mitosların devşirdiği uygarlık ve umumi bellek için simgenin gücünü yadsıyamam. İmge imgedir işte, tüm olup bitenin dışına kaçar, bir negatif varlık gibi hareket eder.İmge zevki de güzeli de bir sefere mahsus görür ve gördürür. İyi dizeyi bulduğumuzda iş hallolmuş mu olacak, kollektif hatırayı göz önüne aldığımızda veresiye defteri sıfırlanacak mı ya da gündeliğin izi gündelikçinin bir temizliği mi.
Son olarak, imgeyi öldürmeye veya tasfiyeye çalışan atlıların mahşeri atlısı murat güzel’in ince taktiğini de görelim lütfen: bu değerli arkadaşlar imgenin tanrı katında olmaklığından rahatsızdır sanki. imgenin bir şirk koşma olduğunu algılar gibidirler. O yüzden de imgeyi oluş ve içkinlik boyutundan kovmaya niyetlidirler. İnsan ve imge arasındaki mahremiyete insanın kendini gerçekleştirmesi yoluyla son vermenin hesabı içindedirler. Ama müsadenizle biraz da ben etimolojik felsefe yapayım: bilen bilir insan ibranice kökenli bir kelimedir. Ve anlamı da zaafı olan demektir. İnsanın zaafının bir nihayeti yoktur. Mükemmellik iddiaları idealist bakışın gerçekçi olmayan ürünüdür ve bu şekilde ancak kendi yanılsamalarımızı ve imajlarımızı yamarız başka bir şeyi değil.
cevapla »
barisozgur said,

Sl, 2006-01-03 15:58
hız almışız gibi. ben imge‘den olmuş bitmiş veya olan biten bişey gibi bahsetmedim. ben imge’den bahsetmedim. imge kelimesinden bahsettim. etimoloji de yapmadım. köken aramadım. kelimeyi tahlil ettim. mahiye değil araz aradım. köken aramaya kalksam 50 yıl kadar geri gidebilirdik. hatta bir icat tarihi bile saptayabilirdik. o da bildiğimiz hikaye.
Şimdi;
-iz’in tahlili önemli. iz nihayetinde tesirin neticesidir. tesir fiilin neticesi. bir işlev, haliyle de bir fiil aranacaksa diye… iz’in mecaz veya gerçek anlamına göre imge kelimesinde bulacağımız fiil değişmiyor. fail de değişmiyor. fiilin tümleçi değişiyor. iz nerede, isimde mi cisimde mi gibi? ismin cisim olduğu yerde böyle bir soru iptal olur haliyle. yani yazılı kültürde.
-“-ge” eki önemli. bir sıraya dizilme anlamı katıyor. dize ve diziyi ayrı ayrı anlarsak, serkan ışın’ın “out of memory” başlıklı işi daha vurucu bir iştir.
-hatıra, önemli. işaret’i sallantılı kılan da bu. hafıza deseydik, işaret gayet yerindeydi. hatıra dediğimiz için iz diyoruz.
-im’in kim’deki im olması heyecan yaratmadı mı?
-cisimle vurguladığımız eninde sonunda tecrübedir. hatıra ve iz, bu tecrübe bağlamında bir yere oturuyor. imgede bir fiil varsa, bunun tecrübedeki fiil olmasını yeğleyebiliriz.
özetle;
-imge’nin buradaki izahlarda kendini ele vermeyeceği konusunda mutabıkız. buradaki izahlarda imge kelimesini mutabık olmadığımız melekelerle aynı cümlede değerlendirerek acayip bir yorum bolluğuna gidiyoruz. iş hallolmayacak. iş yapılacak bişey. hal olacak bişey değil. imge kelimesinde fiil ararken, yapılacak şeyi arıyoruz. fiil kelimeden mi çıkar, kelimeden mi türer? yani bir şey yapacağız da mı imge olacak, imgeleyeceğiz de imge olacak? ilk durumda imgenin mahiyetinden bahsedebiliriz. imge nedir diye sorabiliriz. imge hangisidir diye sorabiliriz. ikinci durumda ise imgenin nesnesinden bahsedebiliriz. çünkü imge bu durumda nitelik sıfatıdır. arazdır. bu şıkkı kelimenin tahliliyle eliyoruz.
-kelimeden fiil çıkmayacağı konusunda hepimiz mutabıkız. iyilikten bahsetmekle iyi olmak arasındaki fark burada fiilden bahsetmekle yapmak arasındaki farktır. iyi bir dize yazmak şart olarak anlaşılmalı. şart derken avantaj demiyorum. iyi’yle bir sorunmuz yok. avantajları ihmal edebiliyoruz. dizeyle bir sorunumuz var. işitilebilir veya işitilemez olmasıyla ilgili bir sorunumuz var. dize hala sözlü ve yazılı olanın en gerilimli bir alanıdır.
-imge’nin akılla ve hisle ilişkisi aşırı işgal edilmiştir, bu konuda mutabıkız. fikirle ilişkisi ise hep bir kenarda duruyor. hafıza deseydik, akıl yine yerindeydi. hatıra dediğimiz için fikir daha yerinde. pound aklını yitirmiştir ama fikrini şaşırmamıştır.
-imgeyle biçim, imgeyle usul, imgeyle okuma arasında fikri buluruz. imgeyle biçem, imgeyle üslup arasında mizacı buluruz. hatta otantik yorumlara bile sıcak bakarız; mizaçla fikir, kemik ve ettir gibi. biçimle biçem, usulle üslup arasında enstrümanı buluruz. iş buluruz. bunca şey arasından fikri ve enstrümanları konuşabiliriz ancak. imge bir fikir olarak dururken, bu da zor.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-03 21:24
Evet, güzel yani teori ve terapi kelimelerindeki “arzu” şeysini yorum yazarak gidermek güzel, gerçekten güzel, fakat örneğin İmge konusunda sanıyorum teorik temelde ne denirse densin, İmge’nin bir çeşit “travmatik” etkisi olduğu ve kelime/kavram olarak da şiirden kovulmayacağını görüyoruz. Bu bir aşamadır, zihinsel bir ilerleme. Fakat “imgeci” tabir edilebilecek ve lirik kanat diyebileceğimiz iş güzarların “poetika” kitaplarına ve laf aralarına sokuşturdukları “imge” de bizim ne yazık ki elimizi sokmamız gereken yerdir.
İmdi, bu konular meşakkatli konulardır. Oraya elinizi sokacağınızın teminatı olarak okuyorum mesela ben bütün bu yazılanları. Ayrıca bunların pek güzel blog entrileri olarak sitede yer alacağından da eminim.
Zihnin katlanması, ancak ve ancak bu yolla olacaktır. Görsel şiir ile imge arasında bir bağ bulmak zor, ikisi de ayrı referans sistemlerinde çalışıyor çünkü. “Image” ya da “imago” ile görsel şiirin bir bağlantısı var mıdır onu bile bilmiyorum. Fakat hiç bir referans sistemi “ışık”tan daha hızlı olamayacağı için göreli olarak bütün referans sistemleri Lorentz dönüşümleri ile açıklanabilir. Yani? Yani birkaç Lorentz Dönüşümü yazılmalı. Yoksa “aforizmatik” şeylerden öte gitmeyeceğiz ve fragmanlara kalacak işimiz.
Kim bu İmge lafını ilk çıkartan türk şiirinde? Buna baksak?

cevapla »
esrari said,

Çar, 2006-01-04 18:03
imgeye bir sinirim var. bazen ben de ölsün istiyorum. ama çok açık söyleyeceğim, imgesiz bir şiir de nasıl olur bilemiyorum. bundan çıkış yolunu bulmak şair olarak (şiir yazarken) görevim, o yol herkesin şiirinin kendisi olur. ama bu arada imge nedir konusu bugünün bilgileriyle tartışılsa çok güzel olur. görselliği bu kadar tartışıyoruz, imge görselliğin atasıdır, bir düşman değil. hatta simge de. o yüzden serkan’ın bu konuda yazalım demesine katılıyorum. ben bildiğim imge tariflerini çevirip buraya yerleştireceğim. bunu herkes yapsa- tiyatroda imge, felsefede imge dahil.
cevapla »
soan said,

Çar, 2006-01-04 23:55
Soyle bir karistirdim sozlukleri:
Merriam-Webster sozlugu diyor ki Latince’deki (muhtemelen) imitari –to imitate- kokunden gelen imago kelimesinin ingilizcedeki haline image diyoruz. Onbir adet farkli anlam listelenmis: Ilki “birseyin ya da kisinin formunun imitasyonu ya da yeniden uretimi.” Besinci anlamin a maddesinde bizim genellikle siirde kullandigimiz anlama benzer bir ifade var: “5 a (1) : a mental picture of something not actually present” Yani, “gercekte burada varolmayan birseyin zihinsel resmi.” (Serkan Isin’in da belirttigi gibi) TDK guncel Turkce sozluk ise 3. ve 4. anlamlari itibariyle soyle acikliyor imgedenileni: 3 . psikoloji Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj. 4 . psikoloji Duyularla alınan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar, hayal, imaj.
Decartes’a göre imge, zihnin şeylerden edindiği tasarım , düşüncedir. Eco soyle buyurur (eksi sozlukten arak): “fikir, nesnelerin imidir; imge fikrin imi, yani imin imidir. imgeden varlıgın kendisini degilse bile, başkalarının edinmiş oldukları varlıkların kavramını elde edebilirim.”
Gorece daha az guvenilir ve biraz da zottirik olan Redhouse Turkce-Ingilizce sozluk ise imge maddesinde “image, imagined thing, mental picture” demis ve dilimin dondugunce ben ortadaki karsiligi cevirince “tahayyul edilen sey” diyorum ve “imgelemde olusan sey” diye de gune uyarliyorum biraz (Serkan Isin’in degindigi imgelem tanimini hatirlayalim: 2. bir nesneyi, o nesne karşımızda olmaksızın tasarımlama yetisi, muhayyile). Muhayyile denilenin Arap dilindeki bir diger hali Tahayyul ise Devellioglu Osmanlica sozlugunde hayal kokunden “hayale getirme, hayalde canlandirma, canlandirma” anlaminda verilmis. Hoca, hayal kelimesini ise degindigim imge tanimlarina cok yakin sekilde “insanin kafasinda tasarlayip canlandirdigi sey” olarak almis.
Iste tam burada bu tanimlama durumu belki bizdeki karmasayi da az da olsa huzura erdirecek bir yere variyor. Bu da Zeynep Sayin’in “BENZESIM ILKESI” dedigi seyle ilgili sanirsam. Malum, benzesim yani imitasyon yani imago’nun dolayisiyla image’in ve nihayet bizdeki imgenin atasi olan kavram (bu akrabaligi kuran dillerin medeniyetlerini dusunursek) bati denilende gorsel sanatlarin ana kuramini iceriyor. Yani mimesis denileni. Oysa Arapca itinayla benzesim ilkesini her delige sokmamis. Bizim imgelemin karsiligi olarak bildigimiz muhayyile, yani Arapca hayal kokunden tahayyul asla sapmiyor benzesim cagrisimi yapacak herhangi bir yola. Bir diger deyisle benzesim denileni Arap dilinde karsilayacak kavramlarin hepsi tahayyul denilene yabanci ondan ayri konumlandirilmis. Mesela sunlar:
Temasul (mesil kokunden): benzeme, benzeyis.
Mesil: benzer.
Timsal / (cogulu:Temasil): suret (bicim, gorunus, kilik), resim.
Tasvir: (suret kokunden) resim, figur, portre.
Temsil (misl kokunden) birseyin aynisini yapma.
Misl: (cogulu emsal): benzer, kat.
Imge denileni Turkce’deki anlamlandirilmalarina bakarak soyle bir inceleyince ortaya sanirim su cikiyor: (tekrar etmek gerekirse) Benzesim ilkesine hep mesafeli durmus Ibrahimi gelenegin torunlari olan Araplar dillerinde benzerlik ya da benzetme kavramlariyla ilgisiz aliyorlar tahayyulu. Latin kokenliler ise benzetme ilkesinin hastasi olduklarindan imagination diye bizim tahayyulle karistirdigimiz bir kavrama sarilmislar. Bunlar kesinlikle ayni kavramlar degil: Biri hayale vurgu yapiyor, digeri benzesime. Ama biz almisiz ikisini de imgelem diye cevirmisiz: Yani imgenin depolandigi, kuruldugu, uretildigi, olanakli kilindigi yer diyerek.
Tahayyul ile imagination ayni sey olsaydi, yani bir diger deyisle hayal ile benzesim farksiz kavramlar olsaydi biz bu imge mevzuunda bu kadar konusmazdik sanirim. Tam da Anadolu gibi bin yildan uzun zamandir ikonoklazma ve benzeri tartismalar yapilan ve Arap-Latin dilleri arasinda tutunmaya calisan bir cografyanin konusmalari bunlar. Pek memnunum o yuzden bu tartismadan. Atay’in dedigi gibi:
Nasil ezberlenir Allahim Arapca dua eden insanin Latince kemikleri”
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
trocanter said,

Cum, 2006-01-06 13:32
dikkat ettim de imgenin sağını solunu altını doldurduğumuzda imge konusu ile ilgili hemen bir tatmin oluşuyor. imge tanımları verilip verili olanın güvencesini kazandıktan sonra tartışmalar bıçakla kesilir gibi kesildi eğer ben zıpçıktılık yapmıyorsam. Ayrıca, kimse imgeye dönersen ıslık çal falan da demiyor doğal olarak. Nedir tüm bunların anlamı. hala verili olanın içindeyiz ve çıkmazdayız en azından şimdilik. yani tanımlamaları kabul edebiliriz ama onların yeterliliklerine sığınmak sanatın etiğine yakışmaz. daha önceki tartışmalarda yetersiz bulduğumuz kelime esnetmeler ve kelime oyunları, onların kökenlerinden bozumlarla gitmek ve ayrıca aforizma, eğreltileme,metaforlar kurma sanatın sınır ötesi operasyonlarıdır. bu tarz kaçamaklarla imgenin bilgi ötesi boyutu konusunda önce bir tahayyül daha sonra da bir fikir oluşturulabilir. Bilim ve kültür tarihinin ulaştığı boyutlar bizim elimizi kolumuzu bağlamamalı. İyi hoş ispatlanabilirlik üzerinden demogoji ve paralojiyi engelledik. ama işte bir yerde tıkanılıyor. o halde ispatlama veya gerçekliğini meşrulaştırma ile dikkatimizi dağıtmamalıyız. Sanat ve bilimsel-kültürel tasnifler at başı gitmezler, hatta farklı nüanslarla uğraşırlar.
Bahsi geçen tüm tanımlamalar sanatın tanımlamalarının çok gerisindedir. üstelik farklı bir kategorinin açımlamalarıdır. Elbette sanatın kendi içine ve üstüne kapanması bir seçkincilik tehlikesini içinde barındırır. Ama sanatın da var olan tüm tanımlamaları dönüştürüp kendine içkin kıldığı da bir gerçek. O halde var olan tanımların nasıl dönüştüğü üzerinde düşünmek gerekiyor halihazırda.
Descartes:‘imge, zihnin şeylerden edindiği tasarım, düşüncedir’ demiş, (sağolsun soan)
zihin dediğimiz nedir, bunun yanıtı bilim tarafından verilmiş değildir.bilimnasıl bir yanıt verirse versin o yanıtın da dışında bir soru oluşuyor. dolayısıyla bilim dışı unsurlarla hareket etmek pek yanlış değil bence. sanılarla, önyargılarla ve tahayyülle yani. yine zihine ait unsurlarla yani. Ama descartes’ın yukarıdaki tanımı alelacele indirgenebiliyor
sözgelimi zihin akla indirgenince akıl onun bir dizgesi olan mantığın ve o mantığın elemanı olan düşünce biriminin arasında kurulacak bir kapalı devrede imgeye yer bulmak zorlaşıyor. Ama zihni sezgi ve tahayyül merkezi olarak düşündüğümüzde ve nesneyle zihin arasına mantığın bileştiği yer olarak aklı sürmekten kendimizi alıkoyduğumuzda bir nesneye yönelik tüm tahayyüllerin farklı farklı düşünme ve mantık biçimlerini öne sürecek malzemeyi bize sunmaları içten değildir. Tasarım kelimesini atladığım düşünülmesin. Tasarım tüm iyi niyetine rağmen bir proje olmaklığıyla imgeyle tersleşebilir. imgenin tasarısı kendine mi içkindir.yani imgenin tasarısı aklın bir tasarısı gibi düşünce ile mükellef değildir belki de demek gerekir.
soan’ın dediklerine büyük oranda katılıyorum: tahayyül ve benzeşim ilkesi(mimesis) birbiriyle pek iyi geçinmez sanki. ama şunu da belirtmek gerekiyor mu bilmiyorum. kabul ediyorum tahayyül edilen artık hiç bir şeye benzemeyendir ama tahayyül ve imgeyi bir oranda indirgeyerek belirtirsek, imge kendi içkin üretim sürecinde de mimesis veya poiesis gibi bir ilişkiyi umursamadan kendi gerçekliğini kurarken mimetik olanı da poietik olanı da dönüştürerek kullanır. Bu anlamda bizde anlamlanan ego-alter ayrılıklarında, bu ayrılıklar sınır ihlallerini doğurur imge tarafında.
cevapla »
serkan_isin said,

Cum, 2006-01-06 16:09
Kavramın oynaklığı değil mesele, kavramın kendisine o kadar şey yüklenmiş ki, bunları hem tarihsel, hem sosyolojik, hem estetik, hem edebiyat alanlarında çözmek sorunu.
“Milli Zevk” ve “Milli Şuur” gibi konuların kenarlarında dolanırken, şu anda gördüğümüz dünya ve bu dünyanın getirdikleri bizi biraz paralize ediyor gibi. Bu her konuda böyle açıkcası, şiirle ilgili bir kavramın bizim dilimizde oluşturduğu almaşık yapı şiirin sözlü kültür ile ilişkisi yüzünde birden “herşey” olabiliyor.
İmge, bir icattı. Bunun temsil, yeniden temsil, retorik gibi alanlardan devşirilmesi gibi birşey de söz konusu. İşin kökeninde “nesne” ile bu nesnenin adı ve bu nesnenin bize çağrıştırdıklarından tutulım da, o nesnede gördüğümüze “kendi içimize yansımışlığımız” konusu, yansımadan bu yana gelerek göz, kırılma kanunları, camera obscura gibi şeyler.
Normal bir okur ya da şiir yazarı için bu konular öyle sadece kağıt kalem başında at koşturmakla çözülecek şeyler değil.
Örneğin bizim kültürümüz için Ayna, nesnelerin nesnesidir. O zaman aynadaki imge, kırma indisi, zahiri, odak, fer, kaynak, uzaklık gibi kavramlar da işin içine giriyor ama nedense hep “aklileşmemiş” olarak.
Bu yüzden öncelikle çözülmesi gereken enerji, Milli olanın, Hars’ın, Ömer Seyfettin’in, Ziya Gökalp‘ın nesne ile kurdukları ilişki ve bu ilişkinin dile vurmuş hali de önemli. Çözeceğimiz şey de zaten hiç bir zaman “imge” kelimesi olmayacak..
Şiirde imge konusu ise, gerçekten “nesne” olmadan kavranacak birşey değil. Türkçülüğün Esas’ları ve Amak-ı Hayal kitaplarına göz atmak kafi. Nesne’nin olmadığını görmek için..

cevapla »
esrari said,

Cum, 2006-01-06 17:04
>Şiirde imge konusu ise, gerçekten “nesne” olmadan kavranacak birşey değil. Türkçülüğün Esas’ları ve Amak-ı Hayal kitaplarına göz atmak kafi. Nesne’nin olmadığını görmek için..
bu çok önemli. bununla ilgili yazacağım ama olayı kişiselleştirmeme izin verilirse tatile gidiyorum. aklım burada kalarak. 🙂 dönüşte tam serkan’ın bıraktığı yerden gireceğim. türkçe düşünürsek düşünmeye başlıyoruz.
cevapla »
serkan_isin said,

Per, 2006-01-05 11:29
Terim ya da ifade genelde büyük bir enerji salınımıdır. Bunu çok soyut bir düzeyde söylüyorum. O şey ile ilgili tüm enerjinin, örneğin iyonlaşma ya da polarizasyon ya da elektron alıp verme gibi “alışverişlerinde” ortaya çıkan bir değerliktir. Terim ya da ifade, o şey ile diğer şeyler arasındaki uzlaşmazlığın bir ifadesi olarak, o şey tam da kendi içine doğru dönerken, dışarı bir foton fırlatır. İşte o foton örneğin “imge, tahayyül, hayal, ekphrasis ya da retorik ya da anamorfoz” olarak dışarı fırlar.
İmdi terimlere ya da kavramlara yaklaşırken aradaki ilişkileri de hesaba katmak gerekir. O “şey” ile “o şeyin” kendinde ve kendi için gerçekliğe giden yolu (yani eserde ışıldadığı ilk an) hesaplayabilirsek göreceğiz ki, tarihimiz terim olma şerefine ulaşmamış (yani eserde sınanmamış) fikirlerle dolup taşmaktadır.
İmge, şanslı bir terimdir çünkü o belki de eserde en çok sınanmış “şey”dir. Önümüzde uzun bir yolculuk var..

cevapla »
esrari said,

Çar, 2006-01-04 08:00
soru: kim bu imge lafını ilk çıkartan türk şiirinde? buna baksak?
cevap: benim (milli kütüphane çatısı altından) bildiğim bu imge lafını ilk kullananlardan biri attila ilhan’dır. (hatta) ahmet oktay ikinci yeni’nin ilhan’ın imgeci şiirinden filizlendiğini ima ederek epey insanı kızdırmıştı.
ek: üşenmedim, ilhan berk’i arayıp sordum. valla biz 1953lere kadar bu kelimeyi kullanmazdık. sonra batılı kaynakları okuyunca kullanmaya başladık. zaten orhan veli’lerin söze dayalı şiirine karşı bir mücadele veriyorduk. bizim esas şeyimiz anlamdı, imge anlam meselesinden girmiştir hayatımıza dedi. bir de bir levinas aktardı: imge, sözcüğün gölgesidir.
ek: ilhan berk’in 1962de yayımlanan mısırkalyoniğne kitabının girişinde imge ile ilgili bir alıntı vardır. onu da daha sonra girerim.
cevapla »
esrari said,

Cum, 2006-01-13 10:23
levinas’ın doğrusu şu: imge, varlığın gölgesidir.
cevapla »
soan said,

Çar, 2006-01-04 17:48
Ilk nerde yayinlandi bilmiyorum ama kitap-lik dergisinde yayinlanan imgebaslikli kisa bir metni ver Ilhan Berk’in. Yollamistim zinhar’a ama uctu gitti addaya.
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
serkan_isin said,

Çar, 2006-01-04 08:43
imge is. 1. Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hulya 2. psikol. Duyu organlarının dıştan algılandığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj 3. psikol. Duyularla alınan bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar, hayal, imaj.
imgelem. is. psikol. geçmiş yaşantılara özgü öğelerle şimdiki yaşantı arasında bağ kurma gücü, muhayyile. 2. bir nesneyi, o nesne karşımızda olmaksızın tasarımlama yetisi, muhayyile.
Divan şiirini gözönüne alırsak, “imge”nin icadı, bütün o görkemli Divan Şiiri mirasına rağmen gerekliymiş demek ki. Ahmet Hamdi’ye göre “sallantıda bir ruh halini, trajik olanı” yansıtmaktan uzak kalan ve nasların oyunu olarak yazılı Divan şiiri, Türkçe konuşmak zorunda olanların psikodinamik merkezlerinin bir iğretilemesi. Aynı şey İngiliz şiir için de geçerlidir ve Eliot, çok katı bir tanımla Objective Correlative‘i icat etmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde Pound‘un imgeye yaptığı yatırım da nesneyi aynı Mallarme gibi tecrübe etmeyi, onu şiire içkin hale getirip, muhayyilede tecrübe ettirmeyi falan düşünmektir. Yani ortada bir nesne nefreti vardır. Bu da 1920’lere özgü bir şair numarasıdır kanımca.
Bizdeki nesne nefreti ise o şeyin orada olmaması, artık olmaması -ne özümsemek ne de yok etmek için- dolayımında düşünülebilir belki. Cumhuriyet Şairlerinin hepsi birşeyi başka birşey olarak hayal etmeyi pek sevmediler mi? Cahit Sıtkı’nın şiirleri derin bir “eskinin yitip gitmesi”nin güzellemesi sayılır. Açıkcası 50’lerin kendilerinden önceki şiiri imgeci olarak tanımlaması gerekirken, bunu bir terim haline getirmeleri ilginçtir.
pound nasıl ölümü gördüğü o “Subway” şiirinde “imgeci şiirin en güzel örneğini” vermişse, bu teknik ölüp giden geçmişin özlemi ile yanan çocuk cumhuriyet şairinin de gözlerini kamaştırmış. İmge‘nin icadı bilincin ilk yarılması ve bu yarıktaki ilk gün ışığı o zaman. Yani travmatik birşey…
İmge kelimesi de “yeni” kelimesi gibi hep yenikliğimizden türemiş gibi geliyor bana.

cevapla »
trocanter said,

Çar, 2006-01-04 07:41
imgenin nasıl ve nereye yönelik bir aidiyeti var bilemiyorum. lirik kanat çoktan kanatlanıp gitti. imgeciler birer fetiş mahsülü olarak önümüzde duruyor yalnızca. var olanla savundukları arasında da korkunç bir uçurum var: bu nice imgedir diye soruyor insan. imge şu an -ki bunu dediğimizde bile hem imge hem de an eskimiştir- içinde yaşayan bir şeylere aitmiş gibi geliyor bana. görsel şiirin içkinliğine bir bakmak lazım ne kadar imge barındırmıyor diye. bakın soan’ın söylediği önemli bir lakırdı vardı atlanmasın: ‘kafamızdaki binbir tahayyüle taktığımız kulptur imge. Tüm kelimeler gibidir o yüzden’. imge yaşayan gerçekliğin içinde ve dışının içinde sezdirmeden dinlerken varlığı; dilinin ne sabit kalması ne de istediğimiz form içine sokulabilmesi mümkündür sanki. görsel şiirin içinde olsa olsa bilinen anlamda imge yoktur, onun içindeki imge ya hiç fark etmediğimiz ya da bilinçsiz de olsa zihnimizde belirendir. o yüzden görsel şiir örnekleri üzerinden böyle bir çalışma yapılmalı. ve serkan galiba haklı aforizmatik dolayımlarla bu işin üzerine gitmek yetmiyor.ama aforizmaların da birer ispatlanabilirliği önemli olmayan bilgi olarak halihazırda var olması da gerekiyor. bunun nedenleri daha farklı bir tartışma konusu. yalnız benim yapmaya çalıştığım imgenin başka bir yüzünü göstermekti yalnızca. ayrıca barış’ın yaptıklarını da hem olumlu hem de yararlı buluyorum. üstelik haklı da: imge diye bir kavram fezadan gelmiş gibi birden bire türk sanat camiasının içine düşüvermiş, üstelik kendi geleneksel sanat kavramlarımız da birden bire kenara itilivermişken kelimelerin kökenleri, anlamları ve türk dilinin genel yapısı itibariyle eklerle ilerleyen bir dilin yarattığı olanaklardan yararlanıp bu topraklarda olmayan bir düşünce ve değer yaratmaya çalışmanın alkışlanacak bir yanı vardır. zira modern felsefenin içkinleşemediği ve sofistik ve mistik geleneksel düşüncenin bıçak gibi aniden kesiliverdiği bu topraklarda elimizde kalan dilin ve kültürün taşıyıcısı ve hammaddesi olarak kelimeden yola çıkarak fikir üretmek değerli bir iş -başlangıç için bile olsa. ama yaptıklarımızı hem kendimiz hem de başkaları eleştirmeli ki bir yere varalım : yani sahiplendiğimiz ve ittiğimiz her şeyi günümüzde yeniden süzgeçten geçirmeliyiz.
düzenle | cevapla »
trocanter said,

Sl, 2006-01-03 18:28
im’deki kim barındırdığı özne ihtiyacı kadar vardır. özne ihtiyacı öznenin varlığını garanti altına almaz. öznenin ihtiyaç olması tüketim bazında bir ihtiyaç da değil, bir ihtiyattır. bir gerçeklik ihtiyatı bir hareket barındırmak zorunda değildir. hareket bir hız değildir ki fiil olsun. hareketsiz kalan bir iz hareketsizliğini dışa vurmayan bir cevher taşır. o cevher pim’deki im gibidir. hem kendini hem de etrafını patlatır. bu patlama bir tesirse bir iz’dir ama kaybolan bir izin işaretidir. şiirdeki boşluğu buradan algılamanın olanağı da yeterince sorgulanmadı. boşluğu kim mi yarattı yoksa pim mi yarattı diye sormaz boşluk . ancak boşluğun dışından bir fikirdir bu. Patlamanın izleri patlamaya dahil değildir, boşluğa dahildir.Patlamanın izleri faili ortaya çıkarmaz boşluk içinde kaykıldığımızda, ama boşluğun dışı da faili barındırır. fail kimin umurunda fikrin mi yoksa. zikirle boşaltan im fikri çoktan dıştalar. burada zikir eylem değildir.zikir hafızanın patlama anında boşluğa ötelediğidir. Boşluğa ötelediği boşluğun patlamadan kaçıramadığıdır ki o da fiilinden soyulan hatıralardır. öyleki bu soyulma hatırayı biricikleştirip dönüştürür.Böylece hatıra aklın mahsülü olan hafıza ve fikirden ayrılır. Ama bu hatıranın fikirsiz olduğu demek değildir. her hatıra fragmanı da eylemden soyulmuşluğuna rağmen hala diridir, bu dirilik daha ilkel ve yabancı bir fikrin tohumudur.
Bu açıdan bakılınca im ardına -ge eki almaz. alır gibi olur çünkü bir akıl öyle istemiştir. daha genelleştirici bir akıl işaret etmek istemiştir imi verilemek adına. bu da bir fikirdir ama artık uygarlaşmış bir fikir.im dizi ve ardışıklıklara ihtiyaç duymaz, çünkü hafızasından üflenen ve dağılan hatıralar asla eski hallerine dönemediği gibi eylemlerinden ve dolayısıyla tecrübelerinden soyulan hatıraların birbirleriyle paylaşacakları açık bir uçlaşmanın olanağı da kalmamıştır. Bu anlamda da dize önemli bir sorundur elbette ses kadar ve görüntü kadar.. hatta ansal bir tekrarlanamazlık ile davranan imgenin üslubu da dışarlıklı bir fikre açık değildir. Bu imgenin dışarıyı ilgilendirmediği anlamına gelmez sadece dışarıyı kendi duyargalarıyla duyup kendi diliyle yanıtlar. Bu yanıtla kimi zaman boşluğun ve sessizliğin sesi gibi görüntü verebilir ki ritmik olmayan bir ses de bu boşluğa dahildir. ritmik olmayan ses hatıra ve izlerin patlayan sesleridir, kendi başına buyruk yönlenen ve savrulan iz ve sözde hatıraların tekrarlanamayan ve taklit edilemeyen sesleri. imgenin sesi de görüntüsü de biçimi de üslubu da özü de biricikleştiği için birbirinden ayrıştırılamayan bir değişime uğrar ve çok akıllı olan bizler ya bunu ayrıştırırız ya da aynılaştırırız.(ya-ya!!)
görüldüğü gibi biz mutabıkız ama imge bizimle mutabık mı sorun burada…
ben imgeden bahsettiğini sandımdı. imge kelimesini de imge sandımdı. hatta kelime kelimesini de imge sandımdı. oysa im çekip gitmiş bana yalnızca eki kalmış…
düzenle | cevapla »

Paz, 2006-01-01 16:42
Forum konusu olarak:
yazmaktan duyulan “tad” diyebilirim. “zevk” başka bir nen. yazmak zorlar ve gereksinim boyutu kazanır sonuçta. Enstrüman çalmak için “nota bilgisi v.b” daha profesyonel bir donanım gerekir. Yazmak için de kuşkusuz donanım gerekir, ama “ne boyutta?” hiçbirimizizn tüm kitapları sağlıklı bir biçimde okumuş ve anlamış olma şansımız yok. dolayısısyla “tekrara” düşme handikapımız özgün alanlarımızda derinleştiğimiz oranda azalacak. Okunmak için yazılmaz kuşkususz. Yazmanın “konuşmak” ve “mektup göndermekten farksız” olmadığını bilmek yeterli. Ama her mektubun alıcısı ayrıdır yine de.
“Metafizik Masturbasyon”
Metafizik “ciddi bir iştir”. Ruhsal doyum sağlar ve bedensel doyum aracı “masturbasyonla” karıştırılmamalıdır. Aristoteles’in öğrencileri yazılarını sıralarken, fizikle ilgili olanlardan sonra gelen yazılarını “meta ta physika”(fizikten sonra gelen) başlığı altında toplamışlardır. “Metafizik”: Varlığın ilk nedenlerini araştıran felsefe dalı” olarak tanımlanmaktadır. Ve “görünüşün ardındaki gerçeği” arar. Metafiziğe göre, “kendinde varlık” insankavramı iken; “kendi için varlık” ahmet, mehmet, ayşe gibi bireysel varlıklardır.
Dolayısıyla somut/görsel şiiri “metafizik masturbasyonlara müsait kerhaneler” saymak anlamlı görünmese de bütün kitapların “orospu olduğu” açısısından bakarsak pek anlamsız değildir. Çünkü kitapları herkes “eller”… ama her kitap kendini “yedirmez” Zinhar.com’daki benim “efendi efendi” adlı şiirimin okunması bağlamın daha iyi anlaşılması açısısndan burada hararetle önerilir.
cevapla »
barisozgur said,

Pzt, 2006-01-02 14:08
Zevk, alışkanlık yapmış tattır. Metafizik, bir daldır. Bunların şunlarla alakası yok:
Yazının enstrümanlarıyla, müziğin enstrümanları önce işlev bakımından farklıdır. Buna rağmen yalnızca enstrüman olmaları bile bir şey ifade etmez mi? Örneğin incede vezin, kafiye, kalında prozodi gibi özelliklerin menşei müzikaldir. İncede armoni, kalında melodi gibi. Yazı, müzikal notasyon gibi sesi örgütlemek için midir? Programlanmış bir söylemek midir? Sesli okuma enstrüman çalmak mıdır? Sessiz okuma ne oluyor?
Şimdi diyorum ki programlanmış söyleyişler olarak şiir, elbette ki hafif müzik veya sanat müziği gibi şeylere evrilecekti. Batıda çoktandır lirik damar bütün popüler ve sonrasında alternatif yapım şirketlerinde ikame etmektedir. Şiirdeki kriz, edebiyattaki kriz, kültürdeki kriz ve kültürün ekononomi oluşuyla ekomonideki kriz şiirde kullandığımız enstrümanla veya üretim araçlarıyla ilgilidir. En vurucu bir şiiri, en sıkı bir şiiri, en büyük bir şiiri bile oda ışığında ve sessiz okuyunca bütün o müzikal tartımların artı değeri nedir. Ve bütün bir kayrada ve okur nezlinde acayip bir entellektüel hassasiyet olarak temsil edilen bu şiirden, bu alışkanlık yapmış hobiden, bu dizi izlemek yerine okumaktan nefret ediyoruz. Bu olmayan artı değer üstüne dönen muhabbetten nefret ediyoruz.
Sonrasında aslında sessiz okuma halinde beliren bir özellik olarak biçim gibi bahislerin altında müzikal özelliklerin tartışılmasından hiçbirimiz bir halt anlamıyoruz. Biçim, biçtiğimizde kalandır. Bunu böyle anlarız. Pekala da görmekle ilgiliyken, sesli okunmak üzere yazılan şiirde işi ne. Bu biçim, programlanmış söyleyişin kodları mıdır.
Nihayetinde, yazının enstrümanı müzikal niteliği de bulunan bir performansta ikincil bir plandadır. Performansın planında kullanılır. Oysa ki görsel/somut şiirde, biz bizzat bu enstrümanın performansından bahsediyoruz. Çünkü resmin enstrümanı bu enstrümana daha yakın. Resim menşeili bir meleke olarak imge‘nin sesli okunmak üzere yazılan şiirde işi ne? Türkçesiyle im’den gelen, ingilizceki karşılığıyla “image” olarak bulunan bu kelimeyi nasıl anladık ki bunu içerik olarak okuduk. İmge söylenebilir mi? Lirik şiir bu imgeyi söyleyeceğim diye betimlemeye batmadı mı? Fransız sineması ama cezayirlilerin oynamadıklarından. Falan.
cevapla »

Pzt, 2006-01-02 17:56
fransız sineması, ama cezayirlilerin oynamadıklarından: camus’nün yabancı’sı cezayir’de geçer-yanılmıyorsam-. tipi de arap tipidir camus’nün. pandoranın kutusundaki “umutsuzluk umudu”
cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-02 18:05
Camus, öteki ve/ya yabancı olarak orta terimdir. Oran’lı bir arap olarak tam bir fransız’dır ve Paris’li bir yabancı olarak da Mersaulttur. O yüzden şimdilerde hiç bir şeye yaramıyor. O tür orta terimleri ortadan kaldırdı ve eşitledi zaman. Geçmiş olsun.

cevapla »

Pzt, 2006-01-02 18:14
“orta terim” uslamlamada önemlidir.
“Bütün insanlar ölümlüdür
Sokrates insandır
O halde Sokrates de ölümlüdür” kesin kıyasında orta terim olarak “insan”, Camus’yle birlikte “başkaldıran insan” olmuştur.
cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-02 18:20
Aristo’nun uslamlamaları ile gizli önermelerin hükmü ancak Hegel’e kadar gelir. Senin kuşağının derdi de bu zaten. Zor çeviri diye okumadığınız Hegel sonrası ve Galile öncesi bir yerde sıkışıp kalmak. Camus, başka yapacak hiç birşeyi olmadığı için Stoacılıkta sıkışıp kalmış bir bilinci anlatır. O ne buradadır ve ne de şimdidir. Kasılmıştır ve kasıldığı yerde kendisini efendi için değil bir hiç için “öldüremeyecek” kadar güçsüz olduğundan, bunu dolaylı olarak yapar. Önce gider “arabı” öldürtür, sonra kendisinin dolaylı olarak “yasa” tarafından öldürülmesine ses çıkarmaz. Hayatı da öyledir, araba kazasında ölen bir futbolcu olarak Fransız kayıtsızlığının Arap temsilcisidir..

cevapla »
esrari said,

Pzt, 2006-01-02 15:20
barış durmadan soru soruyor. (buna bir de derya’nın soruları eklendi.) ben kendim cevaplıyorum. (ama tabii kimse duymuyor.) halbuki cevaplar duyulsa önemli tartışmalar çıkabilir. (ben cevaplarımı söyleyeyim.) bakalım ne olacak?
programlanmış söyleyişler olarak şiir, elbette ki hafif müzik veya sanat müziği gibi şeylere
evrilecekti. 

>> evrimin çizgiselliği sürprizsiz değildir. yarın bir bomba düşer. çöl olur. şiir yine kulak hafızasına yönelir. ne yapacak? ya tek sığınacak mağara kulak kalırsa? kalmaz diyemeyiz. o yüzden şiirin müzikle ilişkisini konuşmalıyız. ama geriye dönüp bu ilişkiden yararlanan herkese “hıyar” diyemeyiz. o zaman pound da zukovsky de hıyardı. zukovsky’nin catullus çevirisini unutmayın. bir hıyar arıyorsak onu şiiri müziğe  kılanlarda bulabiliriz. ritmik tıkırtı, şiirin dostudur. ha, denilebilir ki ritmik tıkırtı endüstri olmuştur. bak o dünyada olup biten her şeyin güncel sorunudur: görsel algı endüstrileşmedi mi?
imge söylenebilir mi?
>> bu çok önemli. bunu tartışmamız lazım. sahi nedir imge? gerçekten soruyorum. türkçe düşünmediğimiz için imge de öyle tırışkadan bir nağme. ingiliz image dedi mi imagine / imagination / image / imaginative kendini bir sürü akrabanın ortasında buluyor. düşünmek de budur. biz: imge / imgelem / imgelemek. bunlarla düşünebilirsen düşün. hayal / hayalgücü / hayal kurmak ya da düş / düşgücü / düş kurmak. bunlar? bunlar da yıllardır imgenin türlü çeşitli tanımını okumuş olanlarımıza terso gelir. tam karşılamıyor denir. ne peki tam karşılanmayan: benzerlilik ilkesi. gibi ilkesi. imago. bu kelime (imge) düşünce üretmeye yarar bir kimliğe ulaşmadıkça öldüyse de ölen ne biz tam anlayamadan ölecek. im denince aklınıza ne hücum ediyor? halbuki batılı sign deyince benim bile aklıma bir ilişkiler ailesi hücum ediyor. gösterge diyoruz, niye işaret demiyoruz. halbuki işaret bizi bir ilişkiler ailesine taşıyor. ama buradan yani im’den imgeye varamıyoruz. tıkanıyoruz. sahi nedir imgenin türkçesi? bkz
cevapla »
granitte said,

Pzt, 2006-01-02 23:46
somutlama. imgenin en önemli işlevi budur kanımca her ne kadar çoğu zaman ilk anda akla tam tersi yani soyutlama geliyor olsa da. içerik kavramsal olsun duygusal olsun ya da somut bir durum olsun, imge, aktarımın bu içeriği başka bir somutlukla karşılayarak gerçekleştirmenin yoludur. sırf görsellikle ilişkili olmadığı da açıktır.
imgenin bellekle olan ilişkisi de düşünmek lazım. bence bugünün şiirinde imgenin bu kadar tatsız bir hale bürünmesinin önemli nedenlerinden biri şairlerin ne okuyucuya ne de kendilerine ait olmayan bir bellekle imge yaratıyor olmaları. hazır bir belleğin imgesi de hazır oluyor böylece. hazır olanın ticari olan, ticari olanın da zaten çoktan sömürülmüş olan olduğunu da unutmamak lazım.
cevapla »
barisozgur said,

Sl, 2006-01-03 01:37
Görsellik ve imge neden bu kadar vurgulanıyor bilmiyorum. Görsellik ve biçimi bir arada vurguladım ben. İmgeyle biçimin ilişkisine hiç girmeyelim. Bu ikisi arasında enstrümanı bulacağız çünkü. Yani bahse döneceğiz.
İmge‘deki “im”, “sim”deki “im”in aynıdır. Bu “im”, bir de yalnızca “kim”de vardır. İmge’deki “-ge” eki omurga’daki “-ge” ekinin aynıdır. Omur dizili sıra, im dizili sıra. “İm” aynı zamanda hatırda kalan iz demektir. Hatıra ve iz.
Kelimenin tahlili, bizi bir yere götürmez. İmge, hafıza mıdır hatıra mıdır. İmge, ses midir görüntü müdür. İmge, mültimedyatik midir. Zaten bu yüzden imgeyle ilgili tek soru sordum ve imge söylenebilir mi dedim. Kullanım olarak. Bu bizi bir yere götürür. En azından bu işin hakikati neyse, ismiyle, cismiyle, fiiliyle oysa, önce veya sonra bir fiili var bunun. İsmi tamam, cismi iyi örneklerle mahfuz. İmgenin türkçesi, yani fiili nedir? Fiilsiz cümle kurulmaz. Cümlesiz hafıza olur ama hatıra olmaz. İmgemiz bir iddia olarak kalır. Bu kalır, sınıfta kalırdaki değil, ayakta kalırdaki midir? Umrumda değil.
İmgenin izle ilişkisini üç türlü düşünebiliriz;
-iz’i gerçek anlamıyla alırız. göçerlerin bıraktığı iz gibi. mayın izi gibi. izin görselliğini fiilin cisimdeki tesiriyle süreriz.
-iz’i mecaz olarak kullanırız. kalıntı yerine. medeniyetin izleri, yoksullaşmanın izleri, yabancılaşmanın izleri. örneğin divan şiiri yabancılaşmanın bir izi midir. isimlerin cisimdeki tesirliyle ilgileniriz.
-iz’i yan anlamıyla ve dahil olduğu kelimelerle düşünürüz. iz’in bir yan anlamı yok. dize’deki iz ile diz’deki iz aynıdır. Şimdi dize imgenin vesilesi midir. İyi bir dizeyi illa da iyi bir imgeyle düşünmüyorum. İyi bir imgeyi iyi bir dizede düşünüyorum. Kötü bir dizede de. Ama kötü bir dizede iyi bir imge düşünmüyorum.
İzi her durumda bir cisme vardırırız. Hatıra ve iz derken garip durmaması da bundan. Hafıza değil. Hazne değil. Hatıra; alışkanlık ve tecrübe olarak dünyevi olanda kalan. İmgedeki somutluk ve soyutluk, iz’in gerçek anlamıyla mı mecaz anlamıyla mı kullanıldığına göre değişir. Örneğin imge bir hatıra fotoğrafı mıdır, hatıra performansı mı? Bunlar hala iyi bir dizeye dair bir şey söylemiyor.
Kelime tahlilinden sıkı sorular çıkar. Malum hep geçmişe dönük bir şey. En sıkı cevap soruyu iptal eden şiir olacak. Bunun isa dönecekle bir alakası yok. Bağışıklık da cool durmuyor. İdman çok iddialı.
cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-03 08:28
bkz’nin üstüne gidince: soru işareti ve bir ibare: bu konuda henüz bilgi girilmemiş.
🙂 raslantı. güzel raslantı. bir somut-şiir.
kelimelerin tahlilinden felsefe yapılabilir. yapılıyor. yapılınca da güzel oluyor, neyi neden konuştuğumuzu anlıyoruz. -ge eğer dizileme ise, imgelem de iz’leri dizileme kabiliyeti oluyor ki bunu böyle görmek felsefi bir bağlanmadır.
imge bir günah, bir ayıp değil. siz(biz/ben) diyebilirsiniz ki oyun değişti – imge saha dışında. olabilir. barış’ın dediği doğru: en sıkı cevap soruyu iptal eden şiir olacak. bu laftan giderek çok artniyetsiz soruyorum: o zaman dergilerde/kitaplarda yayınladığınız şiirlerde ben niye hala imgenin saltanatını görüyorum?
biz öldü dedik diye bir şey hemen ölmüyor. dünyanın yüzde yetmişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. türkiye’de de. mesele poetika meselesidir. o yığınlar tamamen dışarıda mı kalacak? bu genel şiirin değil, şairin seçimidir. evet, teknoloji şiiri değiştirmiştir. ama ya ben bütün buna rağmen şair olarak yüzümü yüzde yetmişe dönmek ve onlara dr. zeuss gibi modern bir berber bir berbere tekerlemeleri yazmak istersem?
her şeyi düzgün çözümlemekle yeni şiir hemen ortaya çıkmıyor.
çıktığı zaman da teoriyi mıknatıs gibi yanına çeker.
cevapla »
serkan_isin said,

Sl, 2006-01-03 11:09
O kadar senkronize mi kültür tarihimiz? O kadar atak ve meraklı mı? Toplumcu Gerçekçiliğin Sorunları diye bir işim için bana gösterilen tepkileri alta alta yazsam, zamanın “Tin”inin zekasını ölçebiliriz. Ben sanmıyorum “örneğin” anlaşılabileceğini. O yüzden de örnekten yola çıkarak nereye varılabilir bilmiyorum. Ece Ayhan ya da Edip Cansever zamanlarında kaç kişi tarafından okunuyorlardı. Kaldı ki dalavereleri ve boşboğazlıkları ile ünlerini artırmışlardır, bunu yapmak zorunda kalmışlardır belki. Ben iyi şiirin kötü şiiri kovacağı türünden işlerle uğraşmak da istemiyorum. İmge‘nin silinişi, ancak onun teorik anlamda yıkılışı ile olur. Eter neydi? Eter diye birşey yok artık.

cevapla »
esrari said,

Sl, 2006-01-03 11:57
ama ben anlamadım: senkronize nereden çıktı – iyi şiir kötü şiiri kovar nereden çıktı -“örnek” nereden çıktı?
İmgebkz’nin silinişi, ancak onun teorik anlamda yıkılışı ile olur. şiiri küçümsemeyin. düşünce – teori tarihinin bütün adımlarında şairler vardır. imge yıkılacaksa onu bir şair gelip yıkacak.
raslantı: murat güzel’in dergah’ın aralık sayısındaki varoluşumuzdaki yırtık: günümüz şiirinde imgenin yeri yazısı şöyle bitiyor:
İmge, varoluşumuzdaki yırtığı yamamaya çalışmak yerine, kendi söküğünü dikebilen bir terzi olmayı başardığında da zaten imge olarak adlandırılmaya ya da yüceltilmeye hiç ihtiyaç duymayacaktır.
cevapla »
soan said,

Sl, 2006-01-03 00:44
Benim klavye turkce basmiyo ama meramimi dile getirmeye calisayim yine de:
Granitte’in soz ettiginde haklilik payi var: imge “sirf gorsellikle” iliskili degil. Ama benim tasavvurumda en cok gorsellikle iliskili o. Gozu goren insanin bakisindan azade birsey olamaz ki. Olabilir mi?
Kucukken otobus camlarina yapisir, uyumadan karartilara, hizla gecen agaclara, daglara, isiklara bakardim. Deli gibi. Hala da bakarim. Gece yolculugunda ozellikle, kestiremedigim GOLGELER, lekeler, ritmler, sekiller, hacimler beni buyulerdi. Yine buyuluyor. Cok kucukken de onlarin NORMAL olmadigini, baska bir alemde oldugumu falan dusunurdum. Siirdeki imge ya da bir oykude sanirsam bu golgeler dedigimi cagiriyor bende. Golgeyi de duz-mantik izdusum olarak almiyorum bunu soylerken.
Ornegin:
‘SOKAKLAR KELIMELER VE EVLER / NE KADAR DA BOS SEYLER’
dedigimde duz-mantik bir uzdusum yaratilmiyor kafamda ama anlik da olsa bir gerceklik davetine de mecbur insanin beyni. Yani SOKAK denildiginde usunda kaliyor birseyler sokagin gorsel formuyla ilgili, simsek hizinda. Benim aklimin yettigi kadariyla bu encok gorseldir. Insanin aklina bir koku gelebilir mi?
Ama siirin bu gorselliginden dem vurdugum imgeye yaptigimi bisey var ki ondan severim sevdigim siirleri: ait oldugu kokenden kopariyor adeta siir imgeyi, eviriyor, ressamin goze hic sunamadigini belki de Gazali’nin “gonul gozu” dedigine (bu cok yipranmis bi kavram olmussa bile bugun) oralarda bi yerlere firlatiyor. Somut siir de ondan tuhaftir bende.
“SEN TUTAR KENDINI INCECIK SEVDIRIRDIN” dediginde adam usumda kalan en cok bir goruntuyle iliskilendirilebilir bence, ama iste camdan gorunen gece golgeleri gibi goruntu denilenle de alay eder. Boyle baska bildigim bi kavram yok benim. Ondan zor belki birakin uzlasmayi, kendi kendimize anlatmamiz bile.
Bir de soyle soyleyebilirim: kafamizdaki binbir tahayyule taktigimiz kulptur imge. Tum kelimeler gibidir o yuzden. Ol denilmis olmustur, hep olur artik, gerisi insan algisinin bos diyecegi denli doludur aslen.
En kuvvetli imgeleri sergilerde degil siirlerde gordum ben, ama yine de eski zinhar’a yolladigim Ilhan Berk metninde denildigi gibi: “IMGE SOZSEL OLANI DUYMAZ. NIYE DUYSUN KI?”
BiR HAMAK ALIP SALLANSAM
cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-02 20:49
Daha önce belki de etimolojik açıdan bu “işaret” şeysi üzerinden bir gidiş denemiştim. elbette başka insanlar da yapmışlardır, hatırlatmak gerek.
İşar: yazı ile bildirme
İşa: karanlığın bastığı vakit, akşam, gece
İşaa(t): yayma, herkese duyurma. duyulmamış bir şeyin duyulmasına yol açma. işaa etmek: yaymak, herkese duyurmak
İşaret: 1 . Anlam yükletilen şey, anlamlı iz, im.
2 . Belirti, gösterge, levha, tabela, alamet.
3 . El, yüz hareketleriyle gösterme:

cevapla »
serkan_isin said,

Pzt, 2006-01-02 18:14
Soru açık ve nettir. Ama tersten okumakta fayda var, “algı görsellik yolu ile endüstrileştirilmedi mi?” ve şiir bunun karşısında eski “hıyar” tavırlarına daha ne kadar devam edecektir? Daha “görsel, sanal, hayalî ve simülasyon” arasında terim bağı kuramayan, kendi modernizmini “ancak şunda var olabilen bu olarak” işaretleyen kendi şiirimizi artık “tadilat” bile paklamaz. İmge nedir sorusunu bile anlamsız buluyorum hatta? İmge bir çeşit birimdi, F gibi, vektör gibi. Ve bu birim tam da eter gibi görünüyor artık gözüme. Yani varlığını borçlu olduğu kuramsal bilgi, gerçeğin bilgisi ile çatışıyor ve onu hükümsüz kılıyor. Görsellikle imgenin bir ilişkisi var mıdır? Hiç sanmıyorum ben.

cevapla »
barisozgur said,

Sl, 2006-01-03 02:13
imgeyi tadil etmek için;
-kollektif hatıra
-gündeliğin izi
-iyi dize
formülünü uygulayabilirdik. ama bunlardan tadil edilebilir olan tek şey iyi dize olduğuna göre formül işe yaramazdı.
milli zevk de kollektif hatırayı tadil edemeyen bir mesele. sadeleştirme, gündeliğin izini tadil etmeye yetişemeyen bir mesele. temizleme ve millileştirme’de çakan bir hamle üzerinden işlemeyi konuşamayız.
iyi bir dizede, iyi olanla bir sorunumuz yok. iyi bir dize şart mı? iyi bir imgeiddiası varsa ortada, evet. Tek vesile imge değil. Tek vesile dize değil. Şu dakka, işte bu vesilelerin doğruluğu da şüphelidir. Bu şüpheyi yendiğimiz anlar vardır. Ama başka zaman şüphe içindeyizdir. Eterin de böyle bir hissi var.
cevapla »

Cmt, 2005-12-31 10:38
ziya gökalp “ulusçuluğuna” “milliyetçi geçinenler” sahip çıkamamış. Türkçe ezan ülküsünü Atatürk savunmuş, gökalp savunmuş, bahriye üçok savunmuş -ki imam-ı azam ebu hanife’nin içtihatlarına dayanarak- ama vurulmuş. laikleşmiş bir dinsellik, reforme edilmiş bir “din duygusu” kurulamamış ve “tayyip”lerin zamanına gelinmiş. kuran’ın evrim kuramını benimsediği bile anlaşılamamış(enbiya 30 v.d.). anlayacağınız ne müslümanı müslüman, ne milliyetçisi milliyetçi, ne solcusu solcu, ne şairi şair…
cevapla »

Farz Edelim: Günahtır Aralık 10, 2013

Posted by muratustubal in Uncategorized
add a comment
muhakeme yetimine eti ne budu ne dersek,
ilgili emirle, tek oturumda eylemsizlikle, sır ağdalaşıp
tüketim bükülmezi sansürde şarj olur, susar kapanır.
bu kağıdı yırtan delikdeşik’tir eşikten uzak kılı sayıyla
kırk yorarak sakinleşen delibeter zangocun paniği
ile ben’i bilen bilir mi hiç.
hicret solucanı. sokulganı. soğur canı: sağ
elimle aldığımı sol elime ulaştırdığımdan beri
gel git sürünürmüş katiyeti yitiren söylenceler
vardır ya:
bir- yatarak olmaz lirik
( kışı kısaltacak, döşeği kabartacak değil ya.)
iki- büst bütünlüğümüzü koruyalım her yerlere çarpmadan
( evet demeye bin şahit, şiir mahkemesi kalabalık.)
üç- topluluk önünde apışalım grup şiire
( yüksek tonla ama apış arası statüyle.)
dört- anlaşmadan çıkarın bu maddeyi maddi manevi her manada
( ikircikli tanrıya birlik mi lazım?)
beş- ustalara saygıdan eğilelim us tahıllara örnek
( topukladığında yalnızca kendini görmelisin zirai kanaatle.)
altı- şairler öyle yazmaz hesabı kuvveyle
( sıtkı sıyrılanlar hesaba katılmaz kalkıp giderken.)
sanki niyet selaniklileri bir göçe zorlanmış bağdaşta
bu tikle bu hallere gelecek de, bir gün
gelecek hainana’nın engelhanesinde gayrisafihissihülasa
keyfi lafı bulana dek, nebulaya sürtünen kalple,
ey! vah, şiiliğiyle bakidir reddiye yoldan yola vehimle
ıslanana sormalı: baş sallanınca ilerler mi ter
ilerlerse rastlantıdır kat kat silme şiir.
Heves Dergisi ve Kırbozumu kitabından

Tanzimatfüruşluğa Son! Eylül 22, 2008

Posted by muratustubal in Uncategorized
Tags: 
add a comment
Tanzimatfüruşluğa Son!


Mahfil’deki (S.28) ‘Özgürlük Anıtı İstihalesi’ başlıklı yazımda Hakan Arslanbenzer’in çıkarımlarını bir analiz sonucunda değil inandığı yargıya uygun verileri toplayarak elde ettiğinden bahsettiğimde, aklımda birkaç yazısında gözüme çarpan bazı çarpıtmaları vardı. Arslanbenzer’in hakkını hak ettiği kadar verebilmek adına bu meseleleri tartışma ihtiyacı duyuyorum.
Karayazı’nın (S.2) manifestolar dosyasındaki soruları tüm samimiyetiyle yanıtlayan Arslanbenzer,  modernleşmenin fişinin önce Namık Kemal’e ve sonra Recaizade Ekrem ile Fransız şiirine ve oradan Mehmet Akif vasıtasıyla yeniden Kemal’e ve Haşim artı Yahya Kemal ile yeniden Fransız edebiyatına bağlandığını iddia ettiğinde, Kemal’i topraklı priz, diğer çabaları ise topraksız priz önermesiyle karşılıyordu. Dolayısıyla yaptığı frankofonluk atfı da bu Fransız etkisinden dolayı çıkmış oluyor. Kendisi, bu konuda, iki-üç kişi dışında kimsenin düşüncesine itibar etmediğini bildirse de, Kemal’in modernleşmenin fişinin takıldığı ilk topraklı priz olması meselesinin aksadığını söylemek lazım yine de. Kemal’in frankofonluğunu gündeme getiren üç durum var aslında:
Birincisi, Kemal de diğer çağdaşları kadar Fransız kültürü ve şiirinin etkisindedir ve bu etki edebi düşünsel düzeydedir. Kemal’in en çok etkilendiği kişi Hugo’ydu kuşkusuz; hemen ardından çok sevdiği ve bir yazısını da Türkçe’ye çevirip Mir’at’ta yayımladığı Montesquieu gelir.   
İkincisi, Kemal’in savunduğu Osmanlılık, Ali ve Fuat Paşa’lar eliyle III. Napolyon tarafından desteklenmiştir. Şaşırtıcı ama mantıksız değil. Çünkü 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik akımları Alman milliyetçiliğinden farklı olarak ırk esasına dayanmıyordu. Daha doğrusu, Fransız tarzı milliyetçilik daha çok vicdani bir milliyetçilik olması hasebiyle Osmanlı milleti oluşturma fikrine ters düşmüyordu. Bu nedenle, Fransız İmparatorluğu Alman İmparatorluğu’nun ırki ve yayılmacı milliyetçi akımına karşı kendi ekolünü Osmanlılık adı altında meşrulaştırmaya soyundu. Bizde daha çok II. Mahmut zamanında ortaya çıkan bu düşünce, imparatorluk sınırları içindeki halkların bu Fransız tarzı serbestlik ve eşitlik ülküsü etrafında birleştirilmesi esasına dayanıyordu. Aslında, Devlet-i Aliyye’nin asıl amacı müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki hassas dengeyi korumaktı ve bunun için de Osmanlılık en uygun yaklaşımdı. Ama işte tarih sizin istediğiniz gibi yazılmıyor, o kadar çok odak tarihin yönünü belirlemeye soyunuyor ki! Sözgelimi, 1870-71’lerde Fransız İmparatorluğu yenilgiye uğramasaydı ve Ali Paşa ile Fuat Paşa bu tarihlerde zamansız ölmeselerdi, Alman milliyetçiliği bu denli ön plana geçmeyecekti belki de! İşte Kemal böylesi bir Fransız kaynaklı Osmanlı milleti oluşturma düşüncesinin etkisi altındaydı.
Aslında, Osmanlı’nın Batı finans kapitalinin küresel politikalarına teslimiyeti ilk önce 1838 Ticaret Antlaşması ile başlar; ardından 1839’da Tanzimat Fermanı gerçekleşir ama öldürücü asıl darbeyi Islahat Fermanı vurur. Çünkü Islahat ile birlikte Osmanlı, Avrupa Kamu Hukukuna geçerken, öncesinde Tanzimat ile birlikte, ıslahat adı altında yapılan vergi talanları ve mali militerleşme, borç ve silah komisyonculuğu ile birleşince, Osmanlı burjuvasının palazlanması başlar. Ziya Paşa, Hürriyet’te (22 Şubat 1869), vefat etmiş olan Fuat Paşa’nın Fransız bankalarında birikmiş parasından bahseder. Islahat fermanı, 1856’da, Kırım Savaşı sonrasında, Ruslara içişlerimize müdahale hakkı vermeyi engellemek ve bu hakkı başkalarına tanımak adına Ali Paşa ile birkaç İngiliz ve Fransız temsilci tarafından hazırlanmıştır. Abdülmecit’in yirmi yıllık saltanatı boyunca yirmi iki sadrazam değiştirmesinin asıl nedeni nedir biliyor musunuz? Esasen, Osmanlı sadrazamlarının çoğu farklı kliklere mensuptu; sözgelimi, Reşit Paşa İngiliz meyilli iken, Ali Paşa Fransız taraftarıdır. Sonradan Rus taraftarı Mustafa Nedim Paşa’nın siyaseti daha etkili olacaktır (o da Mithat Paşa’nın evinde düzenlenen bir toplantıda suikaste uğrayıp öldürülür). Bunlar bile, dönen emperyalist dolapları anlatmaya yeterlidir. Kemal’in Islahat’ı ve Ali Paşa’yı eleştiren Hürriyet’teki yazılarını göz ardı edemeyiz; ama bunu da dönemin kafa karışıklığı içinde değerlendirmek gerekir ve farklı emperyalist güçler tarafından kontrol edilen klikler arası mücadeleler akla gelmelidir.
Üçüncüsü, bizi Kemal’le ilgili çok daha farklı bir yere taşıyacak bir konu. Tarih: 28 Ocak 1868. Yer: İstanbul. Isınyrides başkanlığında I Prootos (ilerleme) adını taşıyan bir Yunan mason locası kurulur. Bu locanın, 1872 kayıtlarında, 19’u Türk olan 68 kişilik üye listesinde Kemal’in de adına rastlıyoruz. İşte bu loca, Fransız Maşrık-ı Azam’ının izniyle kurulan ve ona bağlı olan bir locaydı. (bk. Boğaz’daki Aşiret, M. Çetin, Haziran 2002, biyografi.net ve I. Melikoff’un yazıları) Londra’da Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına Hürriyet’i çıkaran Kemal, ilk sayıdan itibaren Osmanlı Hükümeti’yle mücadeleye girişir (29 Haziran 1868). Ancak, gazetede kendisiyle birlikte yazan Ziya Paşa’nın Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın tarafını tutması nedeniyle gazeteden ayrılır ve 24 Kasım 1870’te İstanbul’a döner. İsmail Paşa ve Sultan Aziz’in Rus yanlısı olduğundan bahseder Suat Parlar Bayraksız İstila adlı kitabında. Mithat Paşa ve Mustafa Fazıl Paşa ise İngiliz yanlısıydılar. Mahmut Çetin, Kemal’in masonluğa geçişini Fransa yıllarına bağlar ama ben bundan çok emin değilim. Çünkü bu Fransız destekli Yunan locasına 31 Aralık 1870’te başkan seçilen Scalieri, Kemal’in yakın bir arkadaşıdır ve ikisi de V. Murat’ın tahta geçmesini istemektedir. Kemal bu locaya Scalieri başkan seçildikten sonra da girmiş olabilir (ülküsel birliklerini düşünürsek). Yani, Londra’dan döndükten sonra… Yalnız, V. Murat ruh sağlığını kaybedip tahttan indirilince, yerine geçen II. Abdülhamid, Scalieri’yi ve dolayısıyla Kemal’i kendisi ve rejimi için tehlikeli bulur ve İstanbul’dan uzaklaştırır. Şunu belirtmekte yarar var; Kemal’in padişahla da ilişkisi iyidir ve padişah böyle evrensel liberal (Arslanbenzer dert etmesin!) ideallere sahip bir mason örgütüyle ilişkisi olan Kemal’i bakın hatıralarında nasıl anlatıyor:  
Namık Kemal
9.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi
Kemal Bey, (Namık Kemal) benim mağdurlarım arasında sayılır. Belki biraz da öyledir. Fakat aslında o, kendi kendisinin mağduru idi!..
Kendilerine «Yeni Osmanlılar» dedirten birkaç kişi arasında en çok gözümün tuttuğu, Kemal Bey’dir. Fakat çok karışık ve çapraşık bir insandı. Aile hayatı ile hususi hayatı nasıl birbirini tutmazsa, kalem hayatı ile düşünce hayatı da öylece birbirini tutmazdı. Herkesin aşağı yukarı ne yapabilip ne yapamayacağım kestirebilirdiniz de, Kemal Bey’in ne yapabilip ne yapamayacağım bir türlü kestiremezdiniz; çünkü bunu kendisi de bilmezdi! Mizacında birbirine zıt iki ayrı insan yaşayan nadir kişilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Onu yakından tanıyanlar, Saray’la iyi geçindiği günlerde «Osmanlı Tarihi» yazdığını, arası bozuldu mu «Köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten» diye ejderha kesildiğini çok iyi bilirler. Çabuk tesir altında kalan —belki de— çok samimi bir insandı. Birkaç saat içinde onu kendiniz gibi düşündürebilirdiniz de, kaç saat veya kaç gün bu düşünceyi taşıyacağını bilemezdiniz.
II. Abdülhamid’in hatıraları mütareke yıllarında Utarit’te yayımlanır; daha sonra II. Abdülhamid’in Hatıra Defteri adıyla 1960’ta Selek Yayınevi tarafından yeniden basılır ama yayınevi kısa bir süre sonra kapanır. Sırasıyla, 1964’te O. Y. Serdengeçti tarafından Abdülhamid Anlatıyor adıyla, 1975’te ise İ. Bozdağ tarafından önce Tercüman’da sonra ise Kervan Yayınevi tarafından yeniden basılır. Abdülhamid esasen Kemal ve çevresindekilerin faaliyetlerini çok iyi bildiğini belli ediyor hatıralarında. Kemal ve masonlukla ilgili bazı kısımları ise aşağıya alıntılıyorum:
İtiraf ederim ki vatanperver bir insandı. Mülkün bakâsını her şeyin üstünde görüyordu. Nasıl oldu da beni tahtımdan devirip biraderim Murad’ı yeni baştan tahta çıkarmak hevesine kapıldığını anlayamadım. Biraderim Sultan Murad’ın kendisi gibi mason olduğu için mi, yoksa biraderime her şeyi daha kolay kabul ettirebileceğini düşündüğünden midir, hâlâ yerine koyamıyorum.
Bir gün Tarih, kendilerine «Genç Türkler», «Jön Türkler» dedirten kimselerin neden Mason olduklarını elbette araştıracak ve ortaya koyacaktır. Benim tahkik ederek öğrenebildiklerimin hemen hepsi Mason’dular ve yine hemen hepsi, «İngiliz Locası»na bağlıydı! Bu localardan maddi yardım görüyorlardı. Bu yardımların «insanî» mi, «siyasî» mi olduklarını tarih elbette öğrenecektir!
Daha önce de söylediğim gibi, Kemal Bey’in Magosa’ya gidişi, Midilli’ye gönderilişi hep kalemine ve vatanseverliğine kıyılamadığı içindir. Yoksa çok daha ağır cezalara çarptırılması icap eden işlere girip çıkmıştır, İstanbul’da kalması mahzurluydu. Çünkü, çevresine toplananlar onu kışkırtıyorlar, diledikleri gibi kullanıyorlardı. Nitekim bu yüzden hapsettim, sürgün ettim ama, muhabbetimi bir gün bile eksiltmedim. Nerede olmuş olursa olsun, kendisi ve ailesi refah içinde yaşamıştır. Bana olan minnet ve şükranını anlatan mektupları Yıldız evrakı arasında saklıdır. Aranırsa, elbette bulunur. Çünkü bu kusurunu, rahmetli, kendisi dahi bilirdi. Allah rahmet eylesin!
Padişah burada, Kemal’in de içinde olduğu grubun İngiliz masonu olduğunu söylediğinde yanılıyor muydu yoksa gerçeği yansıtıyor muydu bu bilgi? Evvela şunu söylemek isterim; İngiliz ve Fransız Masonları, Müslümanları da bünyesine alan ve Fransız Maşrık-ı Azam’ına yani Büyük Doğu’ya (Grand Orient’e) bağlı Doğu Birliği adında bir loca kurabiliyorlarsa, pekâlâ mümkün böyle bir menfaat birlikteliği de! Ya da, Padişah, Kemal’i İngiliz masonluğuna girmiş Mustafa Reşit Paşa, Mithad Paşa ve Prens Mustafa Fazıl Paşa ile aynı kefeye koymaktadır. Belki de, Osmanlı üzerindeki Fransız etkisi kaybolmaya yüz tuttuğunda Abdülaziz’in Fransa’ya gelişiyle apar topar Londra’ya yollanan Kemal İngiliz partisi’ne geçmiş olabilir elbette.  Hatta Avrupa dönüşü yine mason olan V. Murat’la bağlantıya geçişini de İngiliz büyükelçi Sir Elliot’ın sağladığını Davison’dan referans alarak yazar Suat Parlar.
Bunun yanında, bahsedilen hatıratın 1919’da İttihatçılardan intikam almak isteyen Süleyman Nazif tarafından yazıldığını ve Utarit’te yayımlandığını, dönemin oturaklı tarihçisi İbnülemin Mahmud Kemal İnal Bey’in ikazı üzerine dizinin yarıda kaldığını iddia eden bir görüş daha var. İddia sahibi ise bu satırları yazdığım sıralarda Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na getirilen Ali Birinci.
Suat Parlar ise Bayraksız İstila’da, İngiliz yanlısı olması yanında, Fransız Büyük Doğu’suna bağlı bir Osmanlı locasına üye olan Mustafa Fazıl Paşa’nın ve onun muhaliflerinin, mason kontrollü İngiliz-Rus partileri arasındaki mücadeleyi İstanbul üzerine kaydırdıklarında, İstanbul’da bir rejim sorununa yol açtıklarından söz eder. Öyle ki, bu bölünmüşlük içinde, saflardan biri olan İngiliz partisi,  örtülü yarı sömürgeci bir meşrutiyeti savunurken, bir diğeri olan Rus partisi’nin ise mutlakiyetçi reformizmi desteklemesi aydınlar ve politikacılar arasındaki bunalımı arttırır. İlhami Soysal, dönemi ve masonik hareketi anlatan kitabında Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi Yeni Osmanlıların mason olduğunu ve Yeni Osmanlılar partisinin lideri mason Mustafa Fazıl Paşa’dan para yardımı aldıklarını yazar (Ali Suavi’nin Ulum’da(S.14) yazdığına göre, Kemal’e 2000 kuruş, Ziya Bey’e 3000 kuruş, Ali Suavi’ye 1500 kuruş vs.). Almanya, Prusya ve Rusya arasında imzalanan askeri ittifak antlaşmasından az önce, İstanbul’da sahnelenen Vatan Yahut Silistre’de, Moskof düşmanlığı gösterileri tüm hızıyla artıyordu. Tanzimat ve sonrası klikler arası iktidar savaşlarının ve onların desteklediği emperyalist güçlerin oyun alanı haline gelir. Parlar’ın deyişiyle, bir tür paşalar oligarşisi ile yaralıdır Osmanlı. Ayrıca, elimizdeki bilgiler, Kemal’in Magosa’ya gönderildiğinde zindanla cezalandırılmaktan çok, 600 kuruş aylık ve bir hizmetkârla ödüllendirildiğini göstermektedir. Kaldı ki, Magosa’dan yazdığı mektuplarda “ben burada o kadar rahattayım ki tarif edemem, her akşam denize giriyorum” diyecektir. İngiliz partisi, sadece Kemal’in Magosa’ya gönderilişinin değil,  aynı zamanda onun ve diğerlerinin vatan, özgürlük ve meşrutiyet gibi söylemlerinin içeriğini boşaltarak kendi varlığı için dayanak yapmaktan hiç vazgeçmemiştir.
Anlaşılıyor ki Kemal, masonluğunun yanında, vatansever, zeki, ne yapacağı kestirilemeyen, iyi niyetli ama kullanılmaya müsait bir aydın portresi sergiliyor. Osmanlı sarayına damat olan Hırvat asıllı Siyavuş Paşa, Kemal’in cedlerinden biridir, Abidin ve Arif Dino kardeşlerin dedesi Abidin Paşa ise dedesinin kardeşidir. Babası Mustafa Asım Bey’in, Bektaşi ya da Mevlevi eğilimli olduğu söylenir. Annesini erken yaşta kaybeden Kemal’i dedesi Abdüllatif Paşa yetiştirir. Bektaşi eğilimli dedesinin yetiştirdiği Kemal’in şiirlerinde Bektaşilikle ilgili dizelere sıkça rastlarız; ‘Şahımdır Ali’ buna örnektir. Mahmut Çetin’in yazdığına göre Mehmed Kemal bir makalesinde Kemal için “Kırda olsa Alevi olacaktı, kentte olduğu için Bektaşilikte karar kılmıştır” diyecektir. (Aslan Yeleli ŞairCumhuriyet, 21 Aralık 1988). İşte, Fransız Masonları hem Bektaşiliğin bazı adetlerini içselleştirmiş ve bir aidiyet sağlamışlar, hem bir tür pozitivizmi ekmişler, hem de heterodoks görüşlerin filizlenmesiyle katı İslamcı anlayışın kırılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Kemal masonluğa girdiği sıralarda yirmili yaşlarının ortasındaydı muhtemelen. Samimiydi kuşkusuz ama kullanılmaya da müsait bir yaştaydı. Ayrıca, masonlukla ilgili örgütlenmelerin yeni yeni başladığı belirsiz bir dönemden bahsediyoruz. Ve Tanzimat’ın karmaşık süreçleri onun da kafasını karıştırmış olmalı. Bir şey daha eklemek istiyorum: Osmanlı aydınları arasındaki inatlaşma (önceki yazımda bahsettiğim kör döğüşüne benzer bir şekilde), bu muğlâk ortamda, aydınların hami ve destek arama çabaları, hırsla birleşince, bazı gerçeklerin silinmesine sebep olmuş olabilir.
Demek ki, Kemal’i de Fransız etkisine sahip şairler arasına koymamamız için hiç bir sebep yok. Ama Kemal’i de bir yere oturtmak gerekiyor yoksa Arslanbenzer’in kurduğu tesisat kısa devre yapacak! Benim de bir katkım olsun; Kemal’in bağlı olduğu priz, Fransız yapımı bir prizdir ama Hugo etkileşimleri onu gerçekçi kanada yakınlaştırmıştır. Yani, Fransız patentli Hakikiyyun fırkasına. Kısacası Kemal, Arslanbenzer’in bahsettiği frankofon şairlerden daha az frankofon değildir (ki aynı zamanda franmasondur da), onu yanıltan Kemal’in sembolist Fransız şiirinden diğerleri kadar etkilenmemesi olmuştur. Aslına bakarsanız, Kemal şiirini imajlamak bu kadar kolay değil. Kemal’in, kırk sekiz yıllık ömrü boyunca yazdığı şiirleri Şinasi’den önce ve Şinasi’den sonra diye ayırmak mümkün (bu konuyla ilgili Tanpınar ve Prof. Dr. Önder Göçgün’ün saptamaları yerinde bence). Bu ayrımı yaptığınızda ve bu ayrımın ışığında baktığınızda ise karşınıza hayaliyyun-hakikiyyun fırkalarının bir karışımı çıkıyor. Daha doğrusu, öncesi hayaliyyun sonrası hakikiyyun olan bir şiir.  Şinasi ile tanışmadan önce yazdığı şiirlerde aruz etkisinde bir divan şairini görüyoruz. Şiirlerine, dönemin divan şairlerine yazdığı dizeler girmiş. Leskofçalı Galib’ten ve Osman Şems Efendi’den hayranlıkla bahseder mesela. Ayrıca, belirtilmesi gereken bir husus daha var; Tanzimat’tan uzun bir süre sonra 1861’de toplanan bir grup, yani Encümen-i Şuarâ, eski şiirin değişen koşullara ayak uydurarak devam etmesi gerektiği yolunda bir anlayışı benimser. Bu grup Hersekli Arif Hikmet, Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galip ve onun etkisindeki genç Kemal’den oluşur ve bir yıl süreyle toplantılar yaparlar. Kemal’in şiirindeki gelişmede Şinasi’yle birlikte bu grubun etkisi büyüktür. Şinasi öncesi şiirinde belirginleşen bir özellik de tasavvufi temalardır, şiirindeki tasavvufi yan Mevlevi ve Bektaşi etkileşimlidir. Ama bu tasavvufi yönüne bakıp tasavvuf şairidir diyemeyiz elbette. Gölpınarlı onun, vecd ile kendinden geçen bir sufi şair olmadığını, tasavvufi konulardan bir hikmetmiş ya da epistemmiş gibi söz ettiğini belirtir. (Namık Kemal’in Şiirleri, 1942)
Şinasi’nin şiiriyle 1861’de tesadüfen tanışır ve onun Batılı anlayışa sahip şiirinden etkilenmekle kalmaz; Kemal’in şiirinde Şinasi şiirindeki kuru dil yerini yeni bir dinamizme ve heyecana bırakır. Aslında, sadece vatan sevgisine odaklanmış nutuk şiirler değildir bunlar; aynı zamanda lirik bir heyecanı da barındıran şiirlerdir. Eski şiirlerinde sahip olduğu nazım şekilleri ve dil büyük ölçüde korunurken, asıl değişen içerik olmuş; felsefi-tasavvufi özden politik-halk diliyle konuşan sosyal bir şiire doğru evrilen ve gelişen bir içerik. Tanpınar’ın deyişiyle “bu, yeniyi değişen muhtevada aradığı devirdir”.
Kemal’in seçimi bana kalırsa mizacıyla uyumludur. Bir bakıma mizacımız kaderimizdir gerçekten. Kemal aceleci ve şiirlerinde hedefe kilitlenmiş bir şairdi. Memleket meselelerinde gösterdiği ataklık biraz da onun bir an önce sonuca gitme arzusundan kaynaklanıyordu. Oysa “eski şiirden hangi şartlarda vazgeçilmelidir?” diye kendimize sorduğumuzda, yanıt, eski şiirin artık misyonunu gerçekleştiremediği şartlarda diye olabilirdi pekala. Peki, gerçekten öyle mi? Şimdi Tevfik Fikret’i okumanın tam zamanı… Fikret, ünlü ‘Sis’inde: “-örtün, evet ey felaket sahnesi… Örtün artık ey şehir;/ örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi” derken bu dizeler II. Abdülhamit’in istibdat döneminin eleştirisi olarak okunduğunda da düşünce iletilmiş olmuyor mu? Bence hiç fişi oradan çıkarıp başka bir yere takmaya falan gerek yok, Türk şiirinin bütünü, günahıyla sevabıyla bizim tesisatımız. Bu tesisatın kısa devre yapmasına neden olacak ötekileştirmelerden uzak duralım diyoruz biz.
Öyle bir tesisattan bahsediyoruz ki, öyle uzun ara kablolarla Turgut Uyar’a getirmeye gerek yok bence. Tesisatta devreyi güçlendirecek öyle direnç noktaları var ki, sözgelimi Beş Hececiler, epik şiirin, vatan ve kahramanlık şiirlerinin en ateşlilerini yazmışlar. Enis Behiç Koryürek Anadolu şairlerinin çok yönlülüğünü kanıtlamış; hem epik şiirler hem de tasavvufi şiirler yazmış örneğin. Orhan Seyfi Orhon’da masallar destansı bir havayla yeniden vücut bulmuş (Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi, 1919). Yusuf Ziya Ortaç’ın Akından Akına (1916) veBinnaz (1919) adlı yapıtlarında da vatan ve kahramanlık şiirleri epik tarzda gündeme gelmiş. Ziya Gökalp, Orhan Şaik Gökyay ve Arif Nihat Asya da epik şiirler yazan grup içinde sayılmalıdırlar. Bu dönem epik şiirine hâkim olan ana unsur I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet rejimi’dir kuşkusuz. Yahya Kemal’i ise ayrı bir zeminde tartışmak gerekir; 1912’de, Paris’ten dönen Y. Kemal’e, bu yoğun savaş döneminde, kahramanlık şiirleri yazması için baskılar yapılır. Nev-Yunanilik ülküsüyle yurda dönen Y. Kemal’inse böyle bir niyeti yoktur. Yıllar sonra büyük bir destan yazmaya niyetlense de bu niyet gerçekleşmemiştir. Bu dosyaya ait bazı şiirler (‘Akıncı’, ‘Selimname’, ‘Mohaç Türküsü’, ‘İstanbul Fethini Gören Üsküdar’ vs.) münferit biçimlerde yayınlanır. Ancak ölümünden kısa bir süre önce, Nihat Sami’nin çabalarıyla, yazmaya niyetlendiği bu büyük destanı ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ ile özetlemiştir.
Şimdi tüm bu çabaları, Arslanbenzer görmezden mi geliyor? Öyle ya da böyle bu şairleri, daha doğrusu yazdıkları şiirleri değerli bulmuyor olabilir. Türk şiir tarihindeki yerleri ve değerleri konusunda şüpheleri de olabilir. Buna kimse bir şey diyemez. Ama eğer, epik şiirin özellikle neo-epik şiirin günümüzdeki göstereni temsil ettiği düşünce ise o düşünce etrafında bakılmalıdır meseleye. Zaten, Kemal ile ilgili onca değiniyi bu yüzden yapmadık mı? Arslanbenzer’in çizdiği hat Kemal’in Osmanlılık düşüncesi ile Akif’in İslamcılık düşüncesini kavuşturan bir anlayışı gündeme getiriyor. O halde, onun topraklı prizinin dışında kalan bir Cumhuriyet düşüncesini taşıyan Hecenin Beş Şairi için söyleyebileceğim bir şey kalmıyor. Arslanbenzer eğer düşünceyi kurban etmemek adına bu şairleri görmüyorsa onun sahip olduğu düşüncenin ne yöne gittiğini anlatmaya gerek yok. Osmanlılık-İslamcılık dairesinde Cumhuriyet epiğini yok sayan bir düşünce sistematiği! Üstelik vatan söylemi ile Osmanlılık ülküsü altında ezilen Kemal’e rağmen bunu dillendirebiliyorsa söyleyebileceğim hiçbir şey kalmıyor. Hayır! Akif’in anlayışı ile Kemal’in tarihsel Osmanlılık anlayışını bir araya getirmek günümüzde neo-epik şiir için özgün ve özgür bir ufuk yaratmıyor ne yazık ki. Belki küresel sömürü güçleri için iyi bir esin kaynağı olabilir!
Arslanbenzer gelenekle bağ kurarken Hilmi Yavuz’un düştüğü tuzağa düşüyor.  Sahip olduğu şiirin köklerini ararken o kadar hipnotize oluyor ki, ağacı söküp çıkarıyor. Onunla da kalmıyor ilginç fikirleriyle aynı ağacı ters dikiyor. Oysa şair, aynı anda hem sahip olduğu kökleri hem de ekili olduğu toprağı sezmiyor mu? Soy-sop ve kök fetişizmine gerek var mı? Zaten bir ağaç köklerine ait olmaktan öte o köklere sahiptir.
Düşünce ile rüyanın bu denli ayrıksı algılanmasının handikaplarına ne demeli! Ne Türk şiir birikiminin (örnekleriyle gördük ki şairleri öyle epik-lirik diye katı hallere sokmak mümkün değil!) ne de yaşamın içinde böyle bir ayrıksılık var. Bunlar süreçler içinde iç içe yaşanıyor. Gördüğünüz rüyanın sabahında rüyanın etkisiyle hareket ettiğiniz olmadı mı hiç? Ya da tersine, kafanızı onca meşgul eden düşünceyle birlikte daldığınız uykuda o düşünceyle ilgili rüyalar görmediniz mi hiç? Şiiri için temel malzeme olarak sadece rüyayı gören şair günün birinde güdüsel de olsa düşüncenin toprağına kaçacaktır. Oysa biz her ikisini de dinamik bir ilişki içinde bir arada düşünebiliriz. Bunun için elimizde her türlü deneyim var, Tanzimat’tan bu yana yaşadığımız şu ayrımlar ve klikleşmeler, hakikiyyun-hayaliyyun gibi sınıflandırmalar ve en önemlisi Batı felsefe ve pratiğinin geldiği son nokta bize kuvvetli dersler çıkarmak için yeter de artar bile. Aslında şiir gerçekten yol gösterici. Mevlana’dan tutun da tüm divan ve halk şiirimiz; modern Türk şiirine kadar olan tüm şiirsel değerler iyi olan’ın ancak bu şekilde ayakta kaldığını gösteriyor. Mademki şiirimizin bu kadar derin ve zengin olduğunu düşünüyoruz, modern olan’ın ilkel tasnifçiliğinde tariflenmeyi niye bekleyelim!
Sorun, iktidarın sahip olduğu dil ve söylemleri ortaya çıkarıp onları yok etmek!  Racon bozmak, oyunu bozmaktır. Ben konuşma diliyle bir düşünceyi bir şiirin içinde ifade etmeye niye çalışayım ki! Eğer konuşma benim insanlarla aramda bir iletişim sağlıyor ve düşüncemi düz yazıda ifade edebiliyorsam şiiri bu amaçla kullanmaya ihtiyacım yok demektir. Ayrıca, karşımdakinin kurguladığı bir oyunun kurallarını niye meşrulaştırayım?  Şiir, elbette tüm bu iktidarın kozu halini alan söylemsellikleri ve mitos haline gelen manevraları görmenin bir yoludur. Şiir, Tanzimatfüruşluğun yarattığı sömürüyü görecek ve ifşa edecek olandır. ücra’nın efsanelerin barındırdığı imajlamaları çözecek heterotopyaları önermesi yani efsanenin içinde barınan işimize yarayacak ve asla suistimal edilemeyecek saf olan tarafı söküp alma anlayışını Tanzimat ile ilgili söylenen ve bilinenlere uyarlamak mümkün. Bunun için önce biraz dışarıdan ve taraf olmadan bakmak yeterli. Taraflardan biri olduğunuzda Janus’un yüzlerinden sadece biri olmayı kabulleniyorsunuz demektir. Modernizm her döneminde böyle bir Janus gücünü barındırmıştır; ama eleştirel tarafıyla da Janus’un diğer tarafını asla yok sayamaz; doğasına aykırıdır bu. Oysa her türlü uygarlık biçiminde böyle ikiliklere girmeden ifade edilebilecek çoğul unsurlar da var. Sözgelimi, Tanzimat kliklerine diyalektik bakmaya kalktığınızda sahip olduğunuz politik görüşe uygun bir şekilde bi-taraf olmaksızın bir taraf olmanız içten bile değildir ki günümüzün sosyal ve politik gelişmelerinin Tanzimat’a benzer özellikler göstermesi hassasiyeti arttırıyor. Bize sürekli belli bir şartlanmışlıkla nakledilen ve empoze edilen ütopya ve mitosların etkisiyle değil de parçalı ve dirimsel heterotopyaların polilektik okunmasıyla Tanzimat süreçleri takip edilebilir olmaktan öte üretilebilir hale gelebilir. Bunu için saf ve tüketilmemiş olanın ortaya çıkarılması yeterlidir. Bakın, Tanzimat’ın tüm klik ve hesaplaşmalarını bir yana koyun onun hemen yanına da bugünün küresel-ulusal ayrımlarını koyun. Bunların hepsinin sömürgeye programlı ideolojik bir aygıt tarafından toplum mühendisliği rehberliğinde nasıl yönlendirildiğini göreceksiniz. Bizlerin kullandığı dilsel ve kültürel kodların birçoğu iktidar ve siyasetin manüplasyonlarıyla olgunlaşıp uygulama alanı buluyor.
Bizi var eden, ne şiirin kapalılığı ne de zorluğu; bizi birbirimiz nezdinde hem haklı hem de borçlu kılan farklılığımızdır. Farklılığımızı keşfettiğimiz oranda birbirimizi daha iyi anlayacağız. Bu yüzden kapalı ya da zor şiir gibi önermeleri kapalı ve zor bulurum, önermenin kendisini yani. Oysa başkalığımız merak uyandırmaya devam ediyor, üstelik zor veya kapalı gibi bir kaçamağımız da kalmıyor! Ötekileştirmelerden uzak duralım dediğimizde aynılaşmayı kast etmediğimize göre!  Öteki ya da başka’yı keşfedelim dediğimizde ötekileştirmeden bahsetmediğimize göre! İkisi arasında bir ilişki ve bağıntılar ağı kurmanın yollarını aramamız gerekir. Öteki’yi biz kendimizden vazgeçme adına değil, kendimizi hep yeniden yeni baştan keşfetme adına arıyoruz. Yabancılaşmalar sanat için üretici/yaratıcıdır; Tanzimat da bir tür yabancılaşma yaratmadı mı? Yabancılaşma yoluyla Batı modernliğini ve onun aracılığıyla da kendi modern anlayışımızın kıvılcımlarını atmadık mı? Yabancılaşma kendimizi tamamen teslim ettiğimiz bir bakış olarak sürseydi ya da tersine bizim inatla karşı çıktığımız bir görüş olsaydı nasıl bir kültürel değişimden bahsedecektik bugün?
Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan yenilikçilerle onlara karşı çıkan muhafazakârlar arasında hiçbir fark yoktu; her iki tarafın da taklitçi yanları ağır basıyordu. Muhafazakârlar, geçmişi sürekli yeniden tekrarladılar, yenilikçiler ise ıslahatların muğlâk zemininde kayboldular. Tersine, hiçbir yenilik kendi şartlarından koparılamaz. Yenilikçiler bu şartları kültürel, politik ve sosyal şartlara indirgediler. Ekonomik ve teknolojik üretim koşullarının iyileştirilmesi yolunda adım atmayı inatla reddettiler. Daha doğrusu, ekonomik liberal değişimlerin kazancını Batı’ya sundular. Gelenekçilerse sürekli Osmanlı’nın ahlaki biçimini öne çıkarıp bir tür fetişizme soyundular. Ahlaki yapının sürekli dillendirilmesi bu yapının içini boşalttı. Çağını yakalamış bir ulusa yakışır sanayileşme ve teknik gelişim bu klikleşmeler içinde bir türlü gerçekleştirilemedi. Bugün benzer koşullarda yaşıyorsak daha dikkatli olmamız gerekmez mi? Bizi zor durumda bırakan aşırı güvensizlik ortamından başkası değil. Bunu aştığımız zaman gerçekler daha net görülecektir. Tüm bu meseleleri gündeme getirirken, aklımın kenarında tuttuğum bir ayrıntıyı unutmayı hiç istemiyorum. Güzel bir imaj ve örnek olduğu için. Kemal, Recaizade’den esinle (kuvvetle muhtemel) oğluna Ali Ekrem (Bolayır) adını koymuşsa, bundan çıkarılacak epeyce ders var demektir.