27 Ocak 2014 Pazartesi

Hangi Ahmet Haşim?


Ahmet Güntan


Ahmet Haşim’in neden modern olduğuna dair kendime sorduğum sorular, verdiğim cevaplar.
S: Kökler dergisinin 6. sayısında şair Murat Güzel (1971) bir yazı yazdı, “Modern Şairin Açmazı”. Diyor ki: “Yeni bir şiir, sadece biçim ve biçemin, içerik ve yapının bir yeniliği değil; bütün bunlarla birlikte, herhangi bir şiirin önsel olarak dayanması gerekli ‘tekvin teorisi ve hükümler mecellesi’nin de bir yeniliğidir.” “Tekvin teorisi ve hükümler mecellesi” terimini Sezai Karakoç’tan ödünç almış. Modern şairin açmazını ise içgüdüsü “yeni” olmak olan (insiyaki olarak yeniyi arayan) modern dünyada, iradî olarak da yeniyi aramanın fazlalığında buluyor. Bu modernlik denilen şey şart mıdır?
C: Modern kelimesinin Latince kökeni modo, yani tam şu an. Şiirin alanı da şimdinin içindedir. Geçmişin şiirini de ancak şimdi için [girdapçıların bir terimini ödünç alarak söylüyorum] bir infilak [blast] yaratırsa cebimizde taşıyabiliriz. Eğer modernliği yeni bir şimdi karşısında alınan yeni bir [eleştirel] tavır olarak tanımlarsak, bu aynı zamanda bir tekvin teorisi ve hükümler mecellesidir de, Pound’un Yeni olsun! tavrı da budur, iradî olarak da yeniyi arayacağız, çünkü şiirin dili [şimdinin içinde] somut kalmalıdır. 

S: Modern şiir dediğinde, genel olarak 1860’lardan 1970’lere kadar ortaya çıkmış şiirden mi söz ediyorsun?
C: O bir alan savunmasıdır. Hâlâ devam ediyor.
S: Şiirin alanı Derrida’da-
C: Şiirin alanını Derrida’dan değil, şairlerden, Ahmet Haşim’den öğrendim ben. Zukovsky’nin yol gösteren bir prensibi var, şu sıralarda bize çok lazım, mealen şu: “genelgeçer lâflara bakacağına 3 defa şiirin kendisine bak.” Ahmet Haşim’i de hakkında anlatılan hikâyeden değil, şiirine baka baka öğrendim.
S: Zukovsky’den devam ediyorum, eğer şiir kendini bir forma dökmüyor, kendine bir nesne muamelesi yapmıyorsa, bir aksiyondan – bir makinenin [formun] donanımlarından bağımsızlaşıyorsa işlemez hale gelir. Wittgenstein [felsefe için] diyor ki dil [tatile çıkarsa] boşta kalır, felsefî bulmacalar ortaya çıkar-
C: Yani her içsel süreç, kendi dışsal ölçütlerine sahip olmalıdır.
S: Demek ki Ahmet Haşim yeni bir heves ortaya koymuştur [her yeni şiir somutla yapılan yeni bir mukaveledir], bu bir. Bu hevesin somutlaşması için yeni bir tekniğin ustası olmuştur, bu iki.
C: Evet. Çünkü kendi dilini olumlayan bir şiir, kendi dışında bir meşrulaştırıcı dayanak arama gereği duymaz. Bu da işte modern bir tavırdır. Çok tartışılan “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirine bir bakalım. 1921’de yayınlanıyor. Dergâh’ın ilk sayısında. Yunanlıların Eskişehir’e ilerlemesiyle başlayan, Gaziantep’in kurtuluşu ile biten karmakarışık bir yıl. Şiirin anlatmak, savaşmak istemesi çok normal. Bu da Türk şiirinde bir zirve ânıdır. Âkif, Yahya Kemal. Şiir bugün yine anlatmak istiyor. Hakan Arslanbenzer’in “Mehmet Âkif’te buluşalım” demesini cesur, aynı zamanda şimdinin içinde buluyorum. Halbuki, Ahmet Haşim, 1921’de, Dergâh’ın ilk sayısında yayımlanan şiirinde bu anlatma isteğine karşı çıkıyor. Bu karşı çıkış etkili bir maddi güce, onu modernle buluşturacak iradeye İkinci Yeni ile kavuşacaktır.
S: Yani sence Ahmet Haşim bir saz-kamış-yalnızlık-merdiven-akşam-kamer-esrar-melâl adamı olduğu kadar bir teknik terzidir de.
C: Tekniği olan bir evliyadır, Peyami Safa öyle diyor.
S: Nedir teknik terzinin kesip biçtiği şey?
C: Şiirin başını sonunu atmış, anlatma isteğini dizginlemiş [anlatının sızmasını teknik olarak engellemiş], bir infilak [blast] ânı yaratmak için yazmıştır. Bu da işte modern bir tavırdır. “Bir Günün Sonunda Arzu”ya bakarsak, bir ânın resmi çekilmiş, çekilen resim parçalanmış, sonra bazı parçalar seçilmiş, geriye kalanı atılmış, kalan seçili parçalardan nelerin atıldığını sezdiğimiz bir kompozisyon çıkarılmış.
S: Peki şiirin alanında kalmaya inat etmiş, ilhamını Ahmet Haşim’den alan bir antilirik olabilir mi?
C: Bu sorunun cevabını ararken akla ilk Turgut Uyar gelir. “Mehmet Akif’te buluşalım” diyen Hakan Arslanbenzer de zaten yolda Turgut Uyar’ı da bulmuştur. İkinci Yeniden sonra karşılıklı geçişim kaderdendir. Ama tabii bir teknik terziliktir onu da ayakta tutacak olan.
S: Bugün [2006] şiirde arayanlar ligi için Ahmet Haşim ne ifade ediyor?
C: Onun koyduğu şey bir heves mutlaka teknik bir ustalıkla gelmelidir. Miras bu.
S: Ama sanki Ahmet Haşim bugün aramayanlar liginin ilgi alanında görünüyor.
C: Öyle. Maalesef. Onun yalnız esrarî tarafıyla ilgileniliyor, şiirin saflığına sığınmış aşkın bir evliya. Bugün [bu görünme çağına tepki olarak] şiire sığınma, şairi o kadar tuhaf bir uca attı, şair de bu yeri öylesine kabul etti ki “Nasıl şiir yazarsınız?” sorusuna bugünün küçük küçük bir sürü ahmethaşiminin verdiği cevaplar şunlar: “hidayet ânı - ilk mısranın büyüsü - dış dünyanın determinasyonunun sıfırlanması - kâğıtta kalan kan izi - gece şiir zamanıdır - hikmete doğru giden asma köprü - cünupken hiç şiir yazmam - kendimi yakarak külümün karasıyla evimin duvarlarını boyarım” vb. [merdivenşiir, sayı: 6] Bu kutsal görevin ucu tabii Hölderlin’e kadar gider, ben oralarda tamamen japonum. Bu şiirin alanının savunulması değil, şiirin Guantanamo’sudur. Evet, sonunda şairlerin şeylerin biçim alışı hakkında zor paylaşılan, okuyucuların bilgelik sandığı bir meslekî bilgisi olur. Maskeli otizm. Şiiri düşüncenin yakınında tutan şey. Ama şiir esaret bilgeliğini kusar, tutamaz. Haşim’inki esaret değildi, açılımdı.
S: Abi sen de şiiri öyle bir yere koyuyorsun ki ulaşmak mümkün olmuyor.
C: “Bir Günün Sonunda Arzu”, 1912’de Pound’un meşhur iki dizelik “Metro”sundan hemen 9 yıl sonra yazılmıştır, bunu unutma, gel alt alta okuyalım.
Bir Günün Sonunda Arzu
Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân,
Gün doğdu fakat arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki bu akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
Bir Metro İstasyonunda
Kalabalıktaki bu yüzlerin gölgesi
Siyah ıslak ana dalda taç yaprakları.

Kitaplık: Sayı: 95 / Haziran 2006

26 Ocak 2014 Pazar

TÜSİAD geçmiş MÜSİAD gelecek mi?

Yeni İslâmî Burjuvazi, bir siyasal hareketin, yeni bir burjuva sınıfının ortaya çıkma koşullarını nasıl yarattığını incelerken, dinden, muktedir bir sınıfsal gösterge yaratıldığını da iddia ediyor. 

Türkiye’de AK Parti’nin 2002 yılında iktidara gelmesiyle birlikte öteden beri, Müslüman kimlikli insanlara yönelik, siyasal bir içeriğe sahip olmaktan çok, belli bazı sosyolojik-ideolojik kalıpları doğrulamak üzere üstü örtük ifade edilen birçok eleştiri de görünürlük kazanmaya başladı.

Bu eleştirel çizgilerden büyük bölümü sol tandanslı yazarların çalışmalarından gelirken çok azı “ideolojik savaş aracı” boyutunu aşarak sosyolojik anlama ve analiz düzeyine ulaşabildi. Bu eleştirel çizginin ürettiği belki de en anlamlı tespit “İslâmî kimliğin, iktidara gelmeden çok önce sınıfsal bir nitelik” kazandığı iddiasıdır. 

İddiaya göre bu sınıfsal ayrışma ve dönüşümde, 1990 yılında İstanbul’da, İslâmî hareketle güçlü bağları olan bir ekonomik seçkinler topluluğu tarafından kurulan MÜSİAD’ın etkisi belirleyiciydi. MÜSİAD’ın Türkiye siyaseti üzerindeki gücünü, kurucu başkanlarından Erol Yarar şöyle açıklıyor: “TÜSİAD geçmiş, MÜSİAD gelecek demek.” 

Yeni İslami Burjuvazi adlı kitaba konu olan sosyal tarih, bir çıkar grubunun gücünün, üyelerinin inancında, azminde ve iradesinde gizli olduğu tezini doğruluyor. Fransa’da sosyoloji ve siyaset bilimi dersleri veren Dilek Yankaya, Yeni İslâmî Burjuvazi’de ileri sürdüğü tezlerle MÜSİAD’ı kuracak olan aktörlerin hayat hikâyelerinden yola çıkarak, bu aktörlerin kamusal alandaki seferberlikleriyle başlayan ve Türkiye’de yeni bir Müslüman burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve iktidar olmasıyla devam eden süreci incelemeye ve analiz etmeye çalışıyor. 

Yeni İslâmî Burjuvazi bir siyasal hareketin, yeni bir burjuva sınıfının ortaya çıkma koşullarını nasıl yarattığını incelerken, bu tarihsel dönüşümün neden ve sonuçlarını ele alarak, bu süreçte, dinden, muktedir bir sınıfsal gösterge yaratıldığını da iddia ediyor.

Ekonomi ve kimlik

Ancak Dilek Yankaya’nın tespitleri ne kadar sosyolojik-siyasal verilere, bu verilerin satır aralarının okunuşuna dayanıyor görünüyor olursa olsun, bakış açısının temel bileşenlerinden kaynaklı bazı sorunlar da olduğu hiç kuşku götürmüyor. Yani Türkiye’deki siyasal ve ekonomik süreçlerin, bu süreçlerdeki “ideolojik kavgalar”ın bambaşka dolayımlar ekseninde de ele alınabileceğine, Müslüman kimlik dolayısıyla varsayılan “sınıfsal” ayrışmaların yorumlanma biçimlerinin, yine sosyoloji ekseninde başta “asabiye”, “dayanışma” olmak üzere başka kavramlarla da incelenebileceğini asla unutmamak gerekiyor. 

Yeni İslâmî Burjuvazi, Dilek Yankaya, İletişim, 2013

25 Ocak 2014 Cumartesi

İslamcı Nihilizm: Evropa Fetişizminin Soykütüğü

Bu yazı Yarın Dergisi’nin Aralık 2004 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Bu yazı son zamanlarda geliştirilmeye çalışılan AB taraftarı söylemin analizi üzerinden batılılaşma, Avrupalılaşma ve modernleşme kavramlarını ele alıp, bunu İslâmcılık özelinde tartışmaya giriş olarak yazılmıştır. Batılılaşma tartışmasının Türk düşünce hayatı açısından merkezîliği tartışma götürmez. Son birkaç yılda AB tartışmaları çerçevesinde, batılılaşma lügatçesi mevzi kaybetmiştir. Önceleri siyasal bir tartışma olarak ele alınan konu, zamanla ekonomik-pragmatik bir tartışmaya evrildi. Modernleşme, batılılaşma, Türkleşme ve İslâmlaşma ekseninde yapılan bu tartışmaların artık entelektüel merkezi belirlemek bir yana, gülünüp geçilecek bir hâle gelmesi sürecini “bir lügatçenin infazı” olarak adlandırabiliriz. Bu tartışmalar ışığında İslâmcılığın nasıl olup da AB tartışmasını batılılaşmadan ayırarak tartıştığının soykütüğü çıkarılmaya çalışılacak ve İslâmcılık içerisindeki kırılmanın ipuçları yakalanmaya çalışılacak.
I.

Bu çerçevede yukarıdaki izlekler Murat Güzel’in tartışmaya getirdiği açılımlar üzerinden eleştirel bir okumayla, İslâmcı nihilizm analizi ve bunun AB projesine etkileri tartışılacak. Nihayetinde Avrupalılaşma fenomeninin seküler bir messiyanik dil üzerinden teolojik bir algılanmaya evrildiği iddia edilerek, eleştirinin başlangıcının bu tespitle geliştirilebileceği iddia edilecek. 
Bu eleştirel okumanın önünü açan önemli düşünme pratiklerinden biri Murat Güzel’in (2003) “Europe Fetişizmi” adlı yazısıdır. Güzel, yazısında, yaşadığımız medeniyet krizini “Europe fetişizmi” olarak adlandırarak, meseleyi tahlil konusunda kullanım değeri ve değişim değeri kavramları arasındaki kopmaya bağlıyor. Bu noktada ilk önemli tespit Evropa’nın Türk düşüncesinde bir”tapınç nesnesi” hâline gelmesinin ikrarıdır. 
Güzel, yazısına batılılaşmanın İslâmcı söylem içerisinde üç farklı döneme denk düşen, üç formülasyona işaret ettiğini iddia ederek başlar.
İlk dönem “Frenk mukallitliği” üzerinden üretilen Batı karşıtı pozisyondur. Bu eleştirinin ilkesel olduğunu teslim eden Güzel, bu hâliyle İslâmcılığın fundemantalizm ve mukallitlikten ayrıldığını ve en önemli handikapının ise “Bize-özgü-olan ile herkese-özgü-olan arasındaki teorik-operasyonel ayırımın tözselleştirilmesi” olduğu şeklinde formüle eder. İkinci dönem, MSP-RP özelinde ifadesini bulan “Batının bilim ve teknoloji ile sınırlandırılması, bu bilim ve teknolojinin ülkede yeterince edinilmesiyle birlikte, onun külliyen reddine de mazeret teşkil etmesi”dir. Güzel’e göre bu tepki ‘patolojik’ değil ‘anti-viral’dır. Son aşama ise 28 Şubat sonrası dönemde, AKP’nin siyasal olarak kendisini İslâmcılıktan ötelemesinin aracı olarak gelişen ve batılılaşma kategorisinin suskunlaştırılarak yerine AB taraftarı bir söylemin hakim olmasıdır. Güzel, bu süreci batılılaşma kavramının soykütüğünde şimdiye yerleştirir. Buna göre AKP, “Avrupalılığın/Avrupacılığın kullanım değerine sımsıkı yapışıp ondan politik-pratik açılardan azami ölçülerde istifade etmeye kalkışsa da, bu mefhumların Türk toplumunda kazandığı değişim değerine bel bağlayan gösterişçi ve fetişist bir konuma” geçmeyi tercih etmiştir.
 Bu yazı açısından Güzel’in argümanlarına katılarak, Güzel’in özeleştiri söylemine alternatif olarak üretici bir eleştiriyle karşılık verdiğini düşündüğümden, bu kategorileri çoğaltmayı teklif edeceğim. Dolayısıyla tartışmaya Güzel’in kaldığı yerden devam etmeyi tercih ediyorum. Güzel’in okumasına yapılacak en önemli katkı ikinci uğrakla üçüncü uğrak arasındaki geçişin nasıl sağlandığı, bu radikal dönüşümün nasıl becerilebildiğinin cevabını aramaktır. Nasıl olmuştur da batılılaşma konusundaki tavır ani bir kopuşla tam tersi bir noktaya evrilmiştir?
II.

Bu dönüşüme milat olarak verilebilecek olayların başında elbette 28 Şubat gelmekte, bunu Erbakan’ın AİHM’ye başvurusu takip etmektedir. Devamında ise Erbakan ve çevresinin pragmatik AB’ciliğinin içselleştirilmiş bir noktadan yeniden üretimiyle AKP gelmektedir. SP özelinde AB üyeliğinin değişim değerini siyasal kâra havale etmek isteyen zihniyet, AKP’yle beraber bir adım daha öteye gitmiş ve AB’nin kullanım değerinin içselleştirerek radikal bir kopuşa yol açmıştır. 
Bu kopuşu açıklamak üzere farklı yaklaşımlar üretilebilir. İslâmcı sermayenin gelişmesinin AB’yle ilişkilerin doğasını zorlaması yahut 28 Şubat döneminin getirdiği baskıların İslâmcıları pratik bir ittifaka zorlaması bunlardan bazıları olabilir. Bir noktaya kadar bunların hepsinin da elbette katkısı vardır. Ancak entelektüel düzeyde İslâmcı aydınların kurucu dinamiklerinden feragat ederek batıcılaşması kolaylıkla açıklanabilecek gibi değildir. Tam da burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta Murat Güzel’in eksik bıraktığı bir tespitle başlıyor. Güzel, medeniyet/kültür ayrımını birinci durak, batıcılığın işlevsel olarak kullanıp sonra bundan vazgeçmeyi ikinci uğrak, batılılaşmanın içselleştirilmesini ise üçüncü durak olarak alıyor. Oysa ikinci uğrakla üçüncü uğrak arasında koskoca bir “80′li yıllar İslâmcılığı” durmaktadır. İster bir geçiş aşaması, ister başka bir uğrak olarak algılayalım, kopuşun gerçekleştiği bu nokta meselenin özünü oluşturur. 
80′li yıllar İslâmcılığının entelektüel serencamı bize aradığımız cevabı verme potansiyelini ihtiva eder . Bu noktada önemli olan İslâmcı aydınların ne dediği değil, İslâmcı kitlelerce nasıl algılandıkları, İslâmcı kuşağın popüler muhayyilesinde nasıl bir imgeye sahip olduklarıdır.
Bu dönemin özellikleri farklı İslâmcı pozisyonlara göre değişse de, nihayetinde ortak bir İslâmcı dil oluşmuştur.
Bu dilin ilk önemli özelliği muhtedi entelektüel avına çıkmasıdır. Avrupalı bazı entelektüellerin Müslüman olduğu şayialarının ortalığı kaplamasıyla başlayıp, Kaptan Kusto’nun Müslüman olmasından Puşkin’in şahadet getirerek ölmesine, Neil Armstrong’un uzayda ezan sesi duymasından Heidegger’in sufiliğine, Cengiz Çandar’ın İslâmcılığından, Prens Charles’ın kripto Müslümanlığına kadar çeşitli avamî veya havasî örnekler verilebilir. 
Bu muhtedi keşfi modasını ise batılı yazarlar arasında mistik eğilimleri olanların ya da eleştirileri İslâmcılığın işine gelenlerin çevrilmesi furyası izlemiştir. Bu yazarların en önemli ortak özelliği ise batıyı medeniyet perspektifinden eleştirmeleridir. Bunu takiben İslâmcı yayın piyasasında alternatif Çin tıbbından, kozmoloji öğretilerine, okulsuz toplumdan anti-psikiyatriye, varoluşçuluktan Rus edebiyatına kadar batı dışı sayılan tüm imkânların harekete geçirilmesi takip etti. Bu yazarların da batıda bir şekilde beat kuşağı ya da türevleri olması adeta İslâmcı bir hippilik kurumunu oluşturmuştur. Bu çevirilere paralel olarak yerli yazarların teknik/medeniyet ayrımını radikal reddi, İslâmcı kuşakların zihninde farklı bir dünya ve soyut bir medeniyet tasavvuruna yol açarak daha önceki batılılaşma tartışmalarının kökten eleştirisine zemin hazırlamıştır. 
Müslümanlar artık teknik/medeniyet ayrımına son vermeye karar vermiş, tekno-pagan medeniyeti tamamen yok etmeden farklı bir dünya imkanının olmadığına kanaat getirmişlerdi. Siyasal ya da dini bir devrim değil hayatın tüm alanını kuşatan çevreci estetik ilh. devrimler de gerekiyordu. Bu yaklaşımın en önemli etkisi Güzel’in bahsettiği her iki uğrağın da geri dönülemez bir şekilde tarihe gömüldüğü fikrini oluşturarak, tabiri caizse ortalığı bu görüşlerden temizlemesiydi.
Bu radikal eleştiri pratiği, zorunlu olarak iyi veya kötü olmaktan ziyade ürettiği dinamik açısından önemlidir.
Burada oldukça üretken bir eleştiri geleneği imkanı ortaya çıkmasına rağmen, bu imkan kuvveden fiile geçirilemediği oranda İslâmcılık nihilizme doğru yelken açmıştır. Değerlendirilemeyen imkanın ürettiği hınç duygusu, imkanı tersine çevirerek İslâmcılığın entelektüel dönüşümünün motoru olmuştur. 
Bu imkanın üretken bir pozisyondan nihilizme sürüklendiğini görmek içinse siyasal yenilginin gerçekleşmesini beklemek gerekti. İşte benim ara uğrak dediğim şey, İslâmcı düşünce içerisinde ortaya çıkan, teknik ve medeniyetin birbirinden ayrılamaz, birbirinin mütemmim cüzü olduğu varsayımına dayalı bütüncül bir medeniyet eleştirisidir. Çeşitli dergilerin yayınevlerinin bu konuda binlerce metni birbiri ardına yayınlaması, post yapısalcı eleştirinin, “değişim değeri” cazibesinin bir süre sonra “kullanım değerini” de dayatmasıyla, İslâmcıları post-modernleştirmesi İslâmcı nihilizme zemin hazırladı. 80′lerin sonunda başlayan ve hâlâ devam eden bu entelektüel kriz aşılmadan da İslâmcılığın kendisini toparlaması pek mümkün görünmemektedir.
Peki İslâmcı nihilizmden AB’ci pragmatik bir siyasal tavır nasıl türemiştir? Bu noktada bu nihilizmin zorunlu olarak AB’ci bir yaklaşıma yol açtığını değil, bu dinamiğin sınıfsal değişim ve siyasal yenilgiyle birleştiği momentin bu neticeye yol açtığını iddia ediyorum. 
Toptancı ve oldukça soyut bir medeniyet ve dünya tasavvuruna sahip sistemci bir yaklaşımın getirdiği ilk eleştiri siyasal/kültürel İslâm kategorilerinin işlevselliği ve bunun siyasal sonuçlarının ciddiye alınmaması olarak anılabilir. İkincil olarak da teolojik vurgunun artması görülebilir. Toptancı eleştiriyi sahiplenmeyen kesimlerin gerek anti-entelektüel gerekse de eylemci olarak eleştirilmesi, entelektüalizmin kutsanması, hasırlarda oturup anti-psikiyatriyle iştigal neticesinde artık “dünya müziği” tadında bir çeşni malzemesi olan çeşitli elit sufi tavırların genelleşmesi, bu teolojik yaklaşımın bir yanını oluştururken, diğer yanını ise selefiliğin siyasal alanı teolojik dil üzerinden tüketmesi oluşturur.
Toptancı yaklaşımın en temel sorunu kültür/medeniyet ayrımının siyasal yüklemlerini gözden kaçırması, İslâmcılığın anti-viral reflekslerini tutarlılık adına göz ardı etmesidir.
Sonuç olarak “öze dönüş” hareketindeki “öz”, İslâmcılığın anladığı tarihsel toplumsal “öz” olarak değil de batı dillerinde eleştirilen “öz” (essence) olarak anlaşılmış, İslâmcılığın siyasî pratiğindeki “öz”ün işlevselliği ve tarihselliği gözden kaçırılmıştır. Güzel’in bahsettiği şekliyle bir tözselleştirmenin artık teorik olarak “şık” durmaması, onun eleştirel bir yeniden okunmasından ziyade tamamıyla reddedilmesine yol açmıştır. 
Güzel’in bahsettiği ikinci uğrağın tasfiyesi ise, bu uğrağın metaforu olan “ağır sanayi hamlesi”nin kalkınma söyleminin eleştirisi dolayımıyla gerçekleştirilmiştir. Buna göre “ağır sanayi hamlesi” modernisttir ve batılı modernizmin tüm zaaflarını içerir. Dolayısıyla bu yaklaşıma, kalkınmacılığın ilerlemeci ihtirası ve doğayı kontrol etme arzusunu simgelediği gibi eleştiriler yöneltilmiş, bir anlamıyla çevrecilik İslâmîleştirilmiştir. Bu eleştirilerle ikinci uğrak da tüketilmiş, bu uğrağın siyasal muhayyilesi infaz edilmiş, bu söylemler çocuksulaştırılarak, bu yok-projelerin dinamizmi mahkum edilmiş, projelerin proje olarak anlam-kurucu özelliği ortadan kaldırılmıştır. 
Nihayetinde elimizde kalan ikinci uğrak da gerek diyalog söylemleri ve gerekse de relativist çoğulcu yaklaşımlarla aşındırılmış ve işlevsizleştirilmiştir. İslâmcılığın siyasal kiplerinin de bu tasfiyede yerini almasıyla, elimizde ne “ağır sanayi hamlesi” ne “adil düzen” ne de bir ufuk olarak “devrim” kalmıştır. Geride kalansa siyasal boyutları hadım edilmiş, tarihsiz, soyut ve toptancı bir “medeniyet” projesidir. Bu tavır bazen sufi, bazen çocuksu bir çoğulculuk, bazen de “hurafe” savunusu şeklinde ortaya çıkmıştır. Bunları bir araya getiren şey ise bütüncül-soyut bir medeniyet savunusu adına İslâmcılığın siyasallığının reddidir.
Böylesi bir mükemmellik iddiası içersinde, hâli hazırdaki siyasal projelerin naif bulunarak çöpe atılmasının neticesi pragmatik anlamda kurucu bir siyasal hedeften mahrumiyete yol açmıştır. İşte 28 Şubat döneminde baskı döneminin getirdiği kısıtlamalarla İslâmcı nihilizmin birleştiği bu moment Güzel’in bahsettiği üçüncü uğrağa zemin olmuştur.
Dünyanın en makbul projesi olmasa da “adil düzen” ya da “devrim ideali” proje olma hasletleriyle, İslâmcı kitlelerin pozisyonlarına bir anlam vererek onları bu nihilist noktadan alıkoyan en önemli faktör işlevini görüyordu. Bu projelerin siyasal ve entelektüel darbe yemesiyle birlikte dağılmasının getirdiği anlam krizi, İslâmcı kitlelerde ani bir demokratlaşma, muhafazakarlaşma ve nihayetinde AB’ci olma şeklinde kendisini göstermiştir. Yani anlam üretme çabasının getirdiği bir dağılma süreci.
İslâmcı kesimin bu nihilist travmayı tam olarak atlattığı söylenemez. Sadece bu krize verilmiş çeşitli cevaplardan, kurtulma ümidinin hâlâ yaşadığına şahitlik edebiliyoruz. Bu krizden kurtulmak için üretilen muhtelif cevaplardan bahsedebiliriz. İslâmcılığın farklı bir siyasallık dolayımıyla yeniden üretilmesini amaçlayan İsmet Özel’in “Türkçü” projesi ve yerlici-üçüncü dünya İslâmcılığı İslâmcılığın restorasyonu olarak görülebilirken, AKP’nin AB’ciliği ve Fettullah Gülen çevresinin Amerikancılığı aynı krize verilen ve nihilist krizin sürekliliğini üreten konformist pozisyonlar olarak görülebilir. 
Nihayetinde nihilist krizden kurtulmanın gerici ve özür dileyici biçimleri krizi teolojik bir siyasal kurgu üzerinden yeniden üretmekten başka bir şey yapamıyorlar. Bu da kullanım değeri-değişim değeri diyalektiği neticesinde kullanım ilişkilerini özselleştirerek bu projelerin içselleştirilmesine yol açmış ve İslâmcılığın sınırlarının da yeniden çizilmesine yol açmıştır.

III.

Baştaki konuya geri dönersek esas sorun, AB savunusunun, özelde AKP ve genelde diğer İslâmcı pozisyonlar tarafından nasıl bir dille ifade edildiğidir? AB yanlısı İslâmcı/eski-İslâmcı literatürde ‘Evropa fetişizmi’ nasıl bir üslupla kendisini ifade etmektedir? 
Yukarıda tartıştığımız siyasal dilin teolojikleşmesi, Evropa fetişizminin tapınç nesnesi hâline gelmesi neticesinde, AB’nin meşruiyeti seküler-messiyanik bir dille telaffuz edilmektedir. Lafzî anlamda messiyanizm (mehdicilik formunda) dışında, metaforik anlamda messiyanizmin gerekli tüm özelliklerinin seküler formlarda siyasal arenada arz-ı endam etmesi bu tespite zemin hazırlamıştır. Tam bu yüzden, messiyanik bir ikonografinin tüm teleolojik argümanlarını kuşatan bir dille AB meselesinin tartışılması, literal bir mehdilik tartışmasının çok ötesinde bir patolojinin semptomu olarak görülmelidir. 
Messiyanik dilin ilk özelliği tüm meselelerin çözümünü olağanüstü bir “olaya” bağlamasıdır. AB’ye girince her şeyin düzeleceği, işsizliğin çözüleceği, sağlık hizmetlerinin artacağı, tarımın gelişeceği, insan hakları ihlallerinin olmayacağı ilh. iddiaları messiyanizmin dahi sınırlarını zorlamakta ve Noel Baba için istek listesi hazırlamayla tuzcu babadan kısmet beklemek arasında gidip gelen bir patolojiyi barındırmaktadır. Bu talepler dizisi hiçbir aklı selimle açıklanamayacak bir saçmalıkla ele alınmakta ve oldukça ciddi şekilde tartışılmaktadır. Turşulardaki hıyar boylarına standart getirilmesinden, simitçilerin bir örnek giydirilmesine kadar hemen her alanda bir “Avrupa standardı” dili tartışmalara egemen olmaktadır.
AB’nin bu kadar irrasyonel bir dil üzerinden tartışılması, AB’yi adeta messiyanik bir konuma yüceltmektedir. Toplum artık halaskâr olarak AB’yi beklerken, her şey AB’ye göre takvime bağlanmakta, muhtemel gelişmeler ve riskler AB sonrasına ertelenmektedir. AB bir siyasal sorun olmaktan çıkmakta, adeta iman edilmesi gereken bir kurucu ahlakî ilke hâline gelmektedir. Zina tartışmasında da görüldüğü üzere, artık tarafların gerçekten ne düşündüğü değil, AB’nin bu konuda ne düşündüğü başat mesele durumuna gelmektedir. Dolayısıyla AB değer yaratıcı metafizik bir ilke hâline gelmekte, iyi ve kötünün geçerli tek ölçütü olmaktadır. AB, adeta nomosun kaynağı haline gelmekte, böylelikle bizatihi değer yaratıcı değer olarak işlevlenmektedir. Bu sonuçta nomosu siyasal zemininden koparıp, teolojik bir argümana kurban etmektedir.
 Messiyanik dilin AB söyleminde işgal ettiği pozisyon bununla da kalmamaktadır. Mesih’in önemli özelliklerinden biri, geldiğinde varolan tüm şeriatları kaldırıp kendi şeriatını ikame etmesidir. Mesih’in şeriatı son şeriat olacağından, tüm sair şeriatlar da zail olacaktır. AB standartları üzerinden yapılan düzenlemeler de Türkiye’nin hâli hazırdaki yapılarının yeni gelen şeriatla yer değiştirmesini ve ona göre düzenlenmesini gerektirmektedir. Toprak mülkiyetindeki kanunî sınırlamaların AB standartlarına göre değiştirilmesi, tütün, şeker gibi sektörlerin buna göre yeniden düzenlenmesi hep yeni şeriatın sorgusuz kabulünün bir neticesidir. Eski düzen zail olmaktadır.
AB’nin messiyanik dili şu ana kadar yapısal olarak “biz”i var kılan ne varsa onu yok etmekte ve kendi şeriatını bize dayatmakta, kendisine iman etmeyeni de tekfir etmektedir.
AB standartlarına göre toplumun yeniden düzenlenmesi, daha kendisi gelmeden nomosu/şeriatı gelen ve gelmesi her an beklenen Mesih için mekânın hazırlanması çabalarına benzemektedir. Ne de olsa Mesih aniden gelebilir. Mesele, ona şartları hazırlayarak gelmesini garanti altına almaktır. İşte tüm bu teolojik argümanların her yanı kaplaması, teolojinin egemenliğinin her yana sirayeti, başka düşünce ve alternatif nomos imkânlarını da güdükleştirmektedir. AB artık messiyanik beklentinin Türkiye versiyonu olarak kendisini dayatmaktadır.
IV
İslâmcılığın nihilist krizden kurtulmasının muhtemel cevaplarından biri olarak okunabilecek olan AB’cilik, bu noktadan sonra ancak siyasal müdahalelerle kendisine gelebilir. Bunların da yavaş yavaş ortaya çıktığını görmekteyiz. İlginç bir şekilde AKP’nin sinik-messiyanik Evropa fetişizmi Avrupa kimliğinin de sınırlarını çizmeye başlıyor. İngiltere’de Salman Rüşti’yi protesto gösterileri, Müslümanların İngiltere’de ancak “göçmen” olabileceği gerçeğini göstermişti. Bu gerçek en yetkili ağızlardan ifade edilmiş ve İngiliz kimliğinin Müslümanlığa yer bırakmadığı ifade edilerek İngiliz kimliğinin sınırlarını tayin edilmişti. 11 Eylül sonrası Amerika’nın tavrını, yapısal olarak 11 Eylül vakasıyla ilişkilendirenler, bu tartışmaları es geçmeyi tercih etmiştir.
Şimdi İngiltere ve Amerika örneklerine bir de Hollanda’nın eklenmesi Mesih hakkındaki ümitleri AB’ciler açısından bir parça akamete uğratmaktadır. Hollanda’da ırkçı siyasi lider Pim Fortuyn’un öldürülmesinin faturasının Müslümanlara çıkarılmasını, bunu takiben Müslümanların çeşitli saldırılara maruz kalmasını ve fakat failin hayvan hakları savunucusu çıkmasıyla ortalığın sakinleşmesi takip etmiştir. Oysa geçtiğimiz günlerde Theo Van Gogh’un öldürülmesi aynı sükunetle karşılanmadı. Fortuyn’un öldürülmesi neticesinde hayvan hakları derneklerini basmayanlar, Van Gogh’un öldürülmesini müteakip Müslümanlara ait yüzlerce ev, işyeri ve kurumu tahrip ettiler. Avrupa’nın tarihsel olarak hoşgörüsüne övgüler düzülen bu ülkesinde, Müslümanların böyle bir şiddete hedef olması basitçe 11 Eylül cinnetiyle açıklanamaz. Bunu, bir de tüm Avrupa’ya yayılan başörtüsü sorununun takip etmesi, İslâmcılığın hâlâ ABcilikle işbirliğine gitmekle yaşadığı anlam krizinden çıkamayacağının en somut kanıtıdır.
Dipnotlar: 

1. Asıl ilginç olan AB tartışmasının batılılaşma tartışmasından kopartılmasıyla ekonomik-pragmatik bir soruna dönüşmesi sürecinin bir medeniyet projesi olarak AB’nin ve Batıcılığın topyekün kabulüyle beraber gitmesidir. Batılılaşma tartışmasının İslamcılık söyleminde evrilmesi ve AKP özelinde siyasal iddialarından soyundurulmasının ayrıntılı bir analizi için bkz. Yılmaz, 2004. Bahsi geçen kategorilerin kurucu fonksiyonlarının erozyonu ve bir lügatçenin infazı olarak AB tartışması için bkz. Yılmaz, 2002. Yazıya katkılarından dolayı Cemalettin Haşimi’ye teşekkür ediyorum.

2. Yazının devamında Güzel’in “Europe” adlandırması yerine “Evropa” isimlendirmesini, aynı anlamı muhafaza ederek kullanmayı tercih ediyorum. Popüler muhayyilemizde Evropa kelimesinin derin ve bir o kadar da ironik çağrışımları olduğu göz önüne alınmalıdır.

3. Avrupalılaşmanın teolojik bir messiyanik üslupla meşrulaştırılması “tapınç nesnesi” ibaresinin isabetine delalet eder.
4. Seksenli yıllardan kastım takvimsel bir ayrım değildir. Buna yetmişlerin sonunda doksanların ilk yarısı da dahil edilebilir.
Kaynaklar:

Yılmaz, Nuh, “AB ve Batılılaşma: Bir Lügatçenin İnfazı” Tezkire, sayı 27-28, Temmuz-Ekim 2002.
Yılmaz, Nuh, “AKP, İslamcılık, Batılılaşma” Modern Türkiye’de Düşünce Tarihi, Cilt 6.
Güzel, Murat, “Türk Düşüncesinde Europe Fetişizmi”, Tezkire, sayı 29, Kasım-Aralık 2003.
NUH YILMAZ

Tezkire'yi kışkırtmak!

Türkiye'de on yıllardan bu yana sığ, anakronik / yapay, yaşanan gerçekliklere tekabül etmeyen absürt bir kültür, sanat ve düşünce gündemi var: Herkes(im) ayrı bir telden çalmakla meşgul.

İkinci Meşrutiyet'ten bu yana bu ülkede, çığır açabilecek, dünyaya bir şeyler "söyleyebilecek" esaslı bir kültür, sanat ve düşünce gündemi, akımı, atılımı oluşamadı. Bu ülkenin "has" aydını, sanatçısı, düşünürü; sanat, düşünce ve kültür akımları olmadı; olamadı; varolamadı.
Şu an bu sorunun farkına varıldığını gösteren ilginç bir dönemeçten geçiyoruz: Az da olsa bu ülkede en azından dışarda olan biten entelektüel tartışmaları Türkiye'ye nihayet aktaran bir aydınlar kümesi; mutlaka izlenmesi gereken birinci sınıf dergiler var: Divan, Toplum ve Bilim, Defter, Doğu-Batı, İslamiyat ve nihayet Tezkire, bundan sonraki süreçte atılabilecek adımlara ve atılımlara ilişkin ciddi beklentiler içine girmemizi sağlayan ve Türkiye'de ilk kez dikkate alınması gereken "düşünce üretimi" faaliyetine öncülük ediyorlar.
Sözü Tezkire'ye getirmek istiyorum. Tezkire, "yeni düşünür tipi"nin mütevazi temsilcileri olan bir grup genç aydının çabasıyla Vadi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Ve son sayısıyla birlikte esaslı bir silkinme ve yenilenme çabası içine girmiş durumda.
Derginin editoryal yazısında, bundan böyle düzenli olarak ve iki ayda bir yayımlanacağı belirtiliyor. Editoryal yazısından, her sayıda ülkenin entelektüel gündeminin şekillenmesine katkıda bulunabilecek oylumlu dosyalar hazırlanacağı anlaşılıyor: Bu sayıda "Sağcılık ve İslamcılık" masaya yatırılmış. Önümüzdeki sayılar içinse Küreselleşme ve Fakirlik; Beden Siyaseti, Tarih Bilinci gibi dosya konuları belirlenmiş. Bu dosya konularının başlıkları bile, insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Çünkü bu sorunlar, hem "İslamcı" aydınların gündemine ilk kez gelen konular; hem de şu an dünyanın entelektüel gündemini işgal eden temel sorunlar. Demek ki, artık "zeitgeist"i (çağın ruhunu) kavrama ve dolayısıyla çağa müdahalede bulunabilme imkanına kavuşmakta olduğumuz bir sürece giriyoruz.
Dergide, "İslamcılık ve sağcılık" konusunda yazılanlar, beni iki açıdan "rahatsız etti": Bu sorun, hem fena halde karmaşık (muğlak), hem de tıpkı Türkiye'nin yapay gündemler tarihiyle (yani tarihsizliğiyle) tastamam örtüşen "yapay" bir sorun. Dosyanın en "işe yarar" yazısını M. Emin Göksu kaleme almış. Okuyuculara dosya'ya Göksu'nun yazısından giriş yapmalarını öneririm. Dosyada Murat Güzel, İlhami Güler, Yasin Aktay, Hasan Hanefi ve Ercan Şen'in yazıları ile S. Sayyid'le yapılmış bir konuşma yer alıyor. Burada gerek dosyadaki yazısı, gerekse diğer birkaç yazısı dolayısıyla "Murat Güzel'e dikkat!" diyorum: Murat Güzel, deyim yerindeyse "harikalar yaratan", cins ve genç bir düşünür! O yüzden ben şahsen Murat Güzel'e şapka çıkar(t)ıyor ve selamlıyorum onu; tüm içtenliğimle.
İlhami Güler, "Sağcılık Olarak Sünnilik" başlıklı yazısında aceleci ve keskin "kestirimler" (!) yapıyor. Tanıl Bora gibi solcu bir teorisyenin sağcılık tanımından yola çıkarak Sünnilik'i, sağcılık'ı ve örtük olarak da İslamcılık'ı konumlandırmaya kalkışıyor! Editoryalde de, "İslamcılık'ın Türkiye özelinde sola daha yakın durması gerektiği söyleniyor! Gerekçe? Gerekçe şu: Solun "hakkaniyet arayışı, muhaliflik ve evrensellik" iddialarına sahip olması!
Acaba öyle mi? Bir kere bu ifadeler son derece muğlak; ikincisi de Türkiye'de "sol" diye bir şey var mı, sahiden? Hele de, -Alhusser'yen / yeni sol'u kısmen dışta bırakarak konuşacak olursak- "hakkaniyet arayışı, muhaliflik ve evrensellik" gibi iddiaları olan bir sol'dan sözetmek ne kadar mümkün?
Oysa Türkiye'de sol, Batı'daki anlamıyla "sağ"a tekabül ediyor: Statükocu, konformist (Türkiye'deki görünümüyle, tüm iddialarından hemencecik vazgeçebilen, her kalıba girebilen) ve opportunist (her fırsatı çok iyi değerlendirebilen).. Türkiye'de gerçek anlamda sağ da yok; sol da yok!
Ayrıca dergide atlanan bir başka sorun da son zamanlarda geliştirilen İslamcı söylemin sol söyleme handiyse tümüyle eklemlendiği ve dolayısıyla kendisini tükettiği sorunu. Dergide genel olarak tuhaf bir şekilde "sol kompleksi" hakim. Türkiye'de şu ya da bu şekilde entelektüel ve kültürel hayatta solun "iktidar" olduğu gözönünde bulundurulursa, aslında böylesi bir konumlanmayı benimsemekle, derginin tersinden bir konformistlik yani sağcılık yaptığını söylemek bile mümkün! O yüzden ben dosya yazılarının bir anlamda tersinden okunduğu zaman zihin açıcı olacağını düşünüyorum.
Dosya yazıları dışındaki yazılar güzel. Nuray Mert'in ve Ömer Çaha'nın yazıları ilgiyle okunuyor.
Burada yaptığım eleştiriler, Tezkire'nin önemini azaltmıyor; aksine artırıyor. Tezkire, bir yandan tartışma açacak, öte yandan da zihin ve ufuk açacak bir yolculuğa çıkmış durumda. Bu yolcuğu kaçırmanın, çok şey kaybettireceğini düşünüyorum.

Yusuf Kaplan-Yeni Şafak/25 KASIM 2000

22 Ocak 2014 Çarşamba

YABANCILAŞTIRMA TEKNİĞİ VE MURAT GÜZEL

Rus biçimcilerin ostranenie dediği yabancılaştırma tekniğinin aracı olan tekilleştirme ise bir nesne ya da kavramın etrafını boşaltmaktır. Dikkatin yönelmesi gerektiği düşünülen şey hakkında ya peş peşe farklı açılardan yargılar sıralanır ya da şey anılmaksızın çevresindeki her şey anılmak suretiyle o şeyin çerçevesi çizilir. Bu kısaca bağlamın seçilen bir merkezin hizmetine koşulmasıdır. Bu durumda Bakhtin’in düşünceyi diyalojikleştirdiğini öne sürdüğü sinkrisis vardır. Sinkrisis, karakteristik bir konuya dair çeşitli bakış açılarının yan yana getirilişidir. Şiir yazmak bir sözcüğü her hâlükarda başka bir bağlama sokmak olduğu için şiir dili yabancılaştırmayı aralıksız kullanır. Bunun ironi yarattığı durumlardır ilgiye değer olan. Cemal Süreya’nın “Onlar İçin Minibüs Şarkısı”, Oğuz Atay’ın disconnectus erectus tarifi, Ülkü Tamer’in “Giyotin” şiiri, Fuzulî’nin “Su Kasidesi”, Sezai Karakoç’un “Kapalı Çarşı” şiirinde tekilleştirilen “onlar” zamiri, Ergin Günçe’nin “Türkiye Kadar Bir Çiçek” adlı şiirinde tekilleştirilen “çiçek” aklıma ilk gelen yabancılaştırmada ironik örnekler.
Yabancılaştırma karşılıklı hâle geldiği anda çiftdeğerli bir ironi oluşur. İşte benim asıl vurgulamayı istediğim bu çiftdeğerlilik. Öte yandan şeylerin yabancılaşmaya karşılık vermesi ve şairin de buna kulak kesilmesi, her zaman ironi yaratmıyor. Örneğin Pablo Neruda, Şili’nin Taşları adlı kitabının önsözünde “1939’da Kara Ada’ya yaşamaya geldim ve kıyı, taşların olağanüstü varlığıyla kaplanmıştı. Onlar benimle kaba ve ıslak bir dille, bir yığın deniz çığlıkları ve ilkel uyarılarla, konuşuyorlardı. / Bunlardan ötürü, bu kitap taştan yaratıkların portreleriyle süslüdür ve taşlarla aramdaki diyalog bütün dünya şairlerine açtığım bir konudur. Böylece taşın ve hayatın sırrı ile yüzleşmek onlar tarafından devam ettirilebilir.” diyor; ancak Neruda bir ironist olmadığı için taşlara hemen kişilik bahşediyor. Neruda, aynı zamanda bir inanç adamı olduğu için taşlara -bir ikame mantığıyla ve taşı suç eylemlerinin şeriki sayarak değil onu ideallerinin yoldaşı sayarak- dokunmaktadır. Onların “kaba ve ıslak”lığını duyumsamaktadır. Taşlara bahşettiği kişiliklerin ardında Neruda’nın geniş ufku uzanmaktadır. Bu ufkun yığınlaştırıcı baskın etkisiyle, peşin kişileşmiş olan taşlar yığınlaşmakta ve yeniden kimliksizleşmektedirler; çünkü “gerçekten yana durdum” diyen Neruda dava adamlarına mahsus güçlü kimliği ile onları yabancılaşmaktan korumuştur.
Yabancılaştırma tekniğinde nesneyi dışarıdan kavrayıp sunma vardı; Neruda ise onlara bir zihniyet giydirip sunuyordu. Şeylerin yabancılaşmaya karşılık vermesinde bir şeyi içeriden kavrayıp sunma çabası var diyebiliriz. Burada Francis Ponge’un ifadesiyle söylersek, “nesneler üstüne değil, nesnelerle birlikte düşünmek” söz konusudur. Ponge, şeylere kişilik değil iç dünya bahşediyor. Böylece pekâlâ dünyanın “cinayetin suç ortağı” olduğunu söylemek de mümkün olacaktır. Örneğin; Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde Zebercet’in verilişinde Pongevari bir ‘nesnelerle birlikte düşünme’ vardır. Cinayet süreci boyunca çevredeki eşyalar âdeta onu kışkırtmak için örgütlenmişlerdir. Roman boyunca ‘dokunma’ duyusunun verdiği dehşeti kim unutabilir. Bulantı’da ise Roquentin “Sanki canlı birer hayvan imişler gibi nesnelerle ilişkiye girmekten korkuyorum.” diyor. Böyle bir bakışla nesne tarafından görülmenin karşı-ironisini fark etmemiz de gerekecektir. Soru şudur: Şeylere atfedilen bilinçlerin yazarın buyurgan zihni tarafından kaynaştırılmamış çoğulluğu şeylerdeki gücül ironiyle karşılaştırabilir mi bizi? Bu sorunun yanıtını Murat Güzel’in “Tongadır Tango Değil-Bir Toz Meseli” şiiri üzerine düşünerek arayacağım.
Murat Güzel, Neruda’nın tersine dokunmanın imkânsızlaştığı bir noktada şiir yazar. Arzu yılmış ve Güzel, -arzu açısından mezar olan- cansıza yönelmiştir. Yılgın arzunun insanı güçlü kıldığını yazıyor Cioran. “Vazgeçiş sonsuz bir iktidar sağlar.” Maddeye söz geçirmenin sanırım en etkili yolu bu. Maddenin bu şiirde buharlaşması beklenebilecekken ironik biçimde madde, her yere girebilecek denli küçük ve her nesnenin üzerini kaplayacak denli ince olan tozla her sözcüğe siner. Tozu düşünmez Güzel; tozla birlikte düşünür.
Tozu tımbırdatıyor sevgili Adonis, bense varediyorum gecenin bir yarısı
Asma yapraklarından, kayısı çekirdeklerinden, kırmızı karıncalardan
Asya’dan, Afrika’dan, yine Afrika’dan, polenleri, freze artıklarını, demir kırıntıları
Toz çünkü en eski kelime, çamurlanır konuşurken, her şeyin unu,
Pudrası, konuşurken geceyi bilmiyoruz, saat ne
Dakikalar, saniyeler neyin tozu
(…)
Kimi rivayetlere göre İsa’nın inişi tozlu bir günde olacak
Beytüllahim’de bir rahip bu yüzden sürekli toz üretir
Tozun sesidir gökgürültüsü, tozun öksürüğü
Tozun merhemi sağaltır ayışığının tende bıraktığı lekeleri
Zaman tozludur, toz öldürecek Deccal’i
Tozun çarmıhında değişecek İblis ateşten elbiselerini
Çünkü toz barış sağlar, toz savaş, toz bir Marinetti şiiri!
Güzel, bu şiirde hem tozu yabancılaştırmakta hem de tozun kalbini öne sürmektedir. Ona hem bir iç dünya hem de ölümsüzlük bahşetmektedir. Böylece fevkalâde yaratıcı bir keşifle varlığın başlangıcından beri hep varolan saygın arketiplerin şiirde kotardığı işi (süreklilik; örn. Mefistoteles, Lucifer ve Hızır) ayaklar altındaki toza gördürerek yaratacağı zamandışı bağlamı ironikleştirir. Hem madde hem de anti-madde olan toz “çirkin ve pistir pantolonları daima ütülü duran modernlere göre”. Güzel, tozun bakış açısını toza bakış açılarıyla çarpıştırır; şiirdeki sinkrisis (örn. modernlerin ve Hz. İbrahim’in yanyanalığı) ve Güzel’in yılmışlığı ve vazgeçmişliği, onun ben-merkezinden konuşmasına engel olur. Benin iktidarı yıkılırken tozun otonom bencikleri şiirsel evrenin her tarafına sinerler. “Bir Toz Meseli” şiiri bir dizi bağlamdeğiştirme algoritması ile çoksesliliğe derinden ve nitelikli bir katkı olarak okunmalıdır.
HAYRİYE ÜNAL/BİR PORTRE ve TÜRK ŞİİRİNDE DOKUZ İRONİK SÖYLEM yazısından ilgili bölüm...

19 Ocak 2014 Pazar

Din kaynaklı hukuk sistemleri ve sekülerizm

Otacı, Üç Din Üç Hukuk kitabında, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın tabii sonucu olarak ortaya çıkan din kaynaklı hukuk sistemleri ile modernizmin çatışma alanlarına değiniyor. 
Modernizm, insanlığın tarihi birikimi olan geleneği ve geleneğin tecrübe ışığında geçmişe yaslanan toplumsal otoritesini reddederek, aydınlanmacı akılla yeni bir dünya kurma projesi olarak belirir. Bu projede din ve gelenek, tanımlayıcı ve üretici olmaktan çıkarak, tanımlanan ve sosyolojik açıklamalara tabi tutulan arkaik bilgi yığını halini alır. 
Weber yaklaşımı ile modernlik, dünyanın büyüsünü bozup, varlığın temelinde yer alan kutsalı kaldırmış, kişiler ile şeyler arasındaki bağ kopmuş, bütün ile parça arasındaki ilişki anlamsızlaşmıştır.  İnsanı ve fiillerini, kosmos içindeki konumunu meşrulaştıran din ve geleneğin reddi, dünyanın büyüsünün bozulması süreciyle birlikte “aklileştirme” gibi yeni bir meşrulaştırma aracının doğmasına neden oldu. 
Modernizm ile din ve geleneğin çatışma noktası tam da buydu. Gerçekte din ve geleneğin rasyonelleştirme, yaşanan dünyayı anlaşılır, makul, ya da gerekirse katlanılabilir kılma uğraşlarının ürettiği anlam haritaları ile modernizmin bakış açısının çatışması birçok fikri ve toplumsal düzeyde izlenebilir.
Din ve gelenek, gücünü geçmişten, beşeri tecrübeden, vahiyden ve bunların sağladığı kutsaldan alırken, modernizm ise geleceğe ve akla dayanarak yeni paradigmalarla örülü bir dünya düzeni inşasına koyuldu. Modernizmin geleceğe ve araçsal akla yaptığı yatırımların en önemli görünümlerini yeni hukuki düzenlerin tep tipleştirmelerle farklı toplumsal zümre, süreç ve örüntüleri aynı kavramsal düzeyde ele alışında izlenebilir.
Modernizm ve din çatışması
Din ve geleneğin yekpare bakış açısı, modernizmin parçalayıcı yaklaşımı ile kırılırken bilimsel bilgi, ulus devlet, kapitalizm, liberalizm, sosyoloji gibi ideolojikleşmiş aygıtlar/yöntemler,  toparlayıcı fonksiyonlarıyla kırılan parçaları bir araya getirmeye çalıştı. Bu toparlama çabasının, ontolojik ve epistemolojik anlamda birleşmeyle sonuçlanması mümkün olamayacağından ulaşılan sonuç, tek tipleştirme ya da benzeştirme oldu. Hukuk, tek tipleştirme ya da benzeştirme şeklindeki sonucun en açık örneğidir. 
Üç Din Üç Hukuk adlı kitapta, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın kendine has din anlayışlarının tabii sonucu olarak ortaya koydukları hukuk sistemlerinin temel özelliklerine değinilerek, modernizmin din kaynaklı hukuk sistemleri ile çatışma alanlarına değiniliyor. Modern bakışa göre uzlaşmayı imkânsız kılan en temel neden, din ve geleneğin yetersizliği, anlamsızlığı, yerelliği, ihtiyaçları karşılamaktan uzak oluşu ya da tatmin edici olamaması değil, yeniden inşa edilen dünyanın dayandığı seküler paradigmalara uygun olmamasıdır.
Üç Din, Üç Hukuk, Cengiz Otacı, HUKAB yayınları, 2013, Ankara
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

15 Ocak 2014 Çarşamba

Şehirden notlar


28 Şubat süreci, öncesi ve sonrasıyla Türkiye’nin kaderi açısından son derece önemli bir süreçti.
Sürece nasıl gelindiği, süreçte ve süreç sonunda neler yaşandığı sosyolojik ve tarihi incelemelere konu edilecek kadar önemli.
Lakin doğrudan gündelik hayatımızı etkileyen sonuçları bakımından da bu sürecin önem taşıyan, eleştirilmesi gereken, süreçte yaşanan haksızlıkları gidermek üzere atılması gereken bazı adımlar vardı.
Süreçte yaşanan tüm toplumsal haksızlıkların, gadre uğratmaların oluşturduğu yıkımın olumsuz etkileri, kalıntıları gidermek elbette mümkün değil.
Uygulanan katsayı adaletsizliği sebebiyle hayallerinden, gelecek tasarımlarından olan genç dimağlar şimdi aktif işgücünün, Türkiye’nin bugününe katkı verenlerin içinde.
Onların kurdukları hayallerin yıkılması Türkiye’nin bugününü nasıl etkiledi, bunu kestirmek zor elbette.
Bunun yanı sıra süreçte mesleklerinden, ailelerinden geleceklerinden edilen başka toplumsal zümreler de vardı.
Kimi astsubay ve subaylıktan oldu, kimi akademisyenlikten ve hatta alnının akıyla verdiği doktora tezinin ardından aldığı doktor unvanından, kimi ise öğretmenlikten.
Başörtüsü yasağı uygulamaları sebebiyle meslekten atılmış olan kadın öğretmenlere geçtiğimiz aylarda mesleğe dönme hakkı tanındı.
Bu kapsamda Konya’da şimdiye 11 kadın öğretmen mesleğe döndü.
Önümüzdeki süreçte başvuracaklarla birlikte bu sayının 30’a çıkması bekleniyor.
Elbette başvurusunu Konya’da yapmamış olup da evlilik ve benzeri bazı kişisel durumları olanları da işin içine katarak düşünürsek bu sayının daha da artabileceğini tahmin edebiliriz.
Bütün bu durumları Eğitim Bir-Sen Konya Şube Başkanı ve Memur-Sen Konya İl Temsilcisi Latif Selvi abiyle telefonda konuşurken aklımda başka şeyler de vardı aslında.
Bu uygulamanın diğer memuriyetten edilmiş kamu görevlilerine yansıması ne oldu?
Bu süreçte yaşanan mağduriyetler kaç aileyi parçaladı, o sürece destek verenler, o süreci “takiyye” kasdıyla bile olsa desteklemiş olanlar, hatta ve hatta “durumdan vazife çıkaranlar” bütün bunların hesabını nasıl verecek?
Verebilecekler mi?
ZAFER-KAMPÜS HATTINDA İYİLEŞTİRME
Büyükşehir Belediyesi Konya’daki şehir içi ulaşımının bel kemiği olan tramvayın ana hattını iyileştirmek için yürüttüğü hafif metro sistemine Ulaştırma Bakanlığı’ndan “onay” aldığından beri hummalı bir çalışma sürdürüyor.
Son olarak, 13 Ocak’ta yapılan Büyükşehir Belediyesi Meclisi toplantısında durak sayısının azaltılmasına dönük çalışmalar kapsamında belirlenen yeni durak yerleri konusunda İmar Komisyonu’nun teklifi görüşüldü.
Hafif metro yapımı için izlenecek idari-hukuki süreç ise henüz tam anlamıyla netleşmedi.
İhaleye çıkabilmek için dosya hazırlıklarını sürdürüyor belediye personeli.
Bu kapsamda metro kullanılan illerdeki belediyelerle de istişareler yürütülüyor.
TARİHİ NASIL KORUMALI?
Konya şehrinin bulunduğu bölge nereden bakarsanız bakın 10 bin yıllık bir tarihe sahip.
Şehir merkezinin bilinen tarihini Milattan Önce 3 binli yıllara kadar geri götürmek mümkün.
Özellikle Alaaddin Tepesi çevresinde herhangi bir kazı işlemi bile yapmaya korktuklarını biliyoruz biz kamu kurum ve kuruluşlarının.
Zindankale Katlı Otoparkı çalışmalarında yaşananlar kulaklara küpe olmuş sanki.
Bütün bunlara rağmen, Konya’nın geçmiş ile geleceği arasında bir “muvasala” kurabilmek ancak tarihi zenginliklerimizi ortaya çıkartarak mümkün olabilir.
Bunda da en büyük görev Konya Bölge Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’na düşüyor.
Kurulun saygıdeğer başkanı Prof. Dr. Ali Boran, nahif ve nazik kişiliğiyle, bilimsel çalışmalarıyla dikkat çekse de yine de kurul çalışmalarında içime sinmeyen, bana ters gelen bir çok şeyin döndüğünü düşünüyorum.
Aynı mekan için 6 gün arayla alınan iki “kurul kararı” beni bu düşünceye sevk ediyor.
Sanki kurul tarihi eserleri deneme yanılma yöntemiyle koruyor gibi.
Tarihi değeri haiz eserlerin ise “deneme yanılma” yöntemiyle korunması ise içimize sinecek bir durum değil.
Her ne olursa olsun hep hüsnüniyet beslediğimi de kaydedeyim.

İnşallah tarihi eserlerimizi korumak için kurul kendi üstüne düşeni yapıyordur!

13 Ocak 2014 Pazartesi

Her dem yeniden doğarız bizden kim usanası

Yaklaşık 20-25 günlük bir aradan sonra yeniden başlıyorum günlük yazılara.
Heyecanlıyım elbette, günlük yazıyı yazmak üzere klavye başına oturduğum her zamanki heyecanları aşan türden bir heyecan üstelik bu.
Sakın yanlış anlaşılmasın: Endişe içeren bir heyecan değil bu, hayranlık ve hayretle de ilgisi yok.
Oysa biz insanoğlunun adım atışında bile hayret etmemiz gereken bir yan vardır, hayranlık duymamızı gerektiren şu cümle yaradılış âlemi.
Kâinatın övüncü, yaradılışın kıvancı Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) bu dünyayı teşriflerinin yıldönümünde kaleme alınıyor şu aciz satırlar da.
Sadece tüm İslam âleminin değil, bütün bir yaradılış âleminin sevincidir bu gün.
“Âlemlere rahmet olan” Zat-ı Kiram’ın mevlid-i şerifleri hepimize rahmet, güven, sevgi ve silm bağışlar inşallah.
Her ne kadar kararlı görünürlerse görünsünler ürkek bir tarafı var yazdığım bu cümlelerin öte yandan.
Kelimelerin kendilerinde olan ürkeklik, onların bir araya gelerek oluşturdukları cümlelerde yerini emniyete ve itimada terk etmiyorsa, ortada yanlış giden bir şeyler var demektir.
Bu yanlışlığı üstleniyorum, her neyse o yanlışlığın adı tamamen bu cümleleri dile getirene ait diyorum, yani bu cümleleri kayda geçiren kişiye, bana…
Konya’yı yazmak, Konya’da yazılmak anlamına da geliyor çünkü.
Konya’da oluşumuzun kıymetini iyi bilmeliyiz.
Çünkü sakin sessiz ama dürüst bir şehir Konya, buna hep kâniydim, yine kâni oldum.
Kendi içselliğini yaşamayı bilen, başkalarına haksızlık etmeyen bir şehir.
Ahlaklı bir şehir bu yüzden.
Hem de tam da bir takım ahlak filozoflarının bahsettiğini de aşan türden bir etik şehir: Etiği "ilk felsefe" olarak yaşayan bir şehir.
Olmaktan başka türlü bir şehir.
Ne ngiliz şair T. S. Eliot'ın Londra’yı hayal ederken sarf ettiği "düşçül kent", ne de diplomat-şair Yahya Kemal'in "hayal şehir"i. 
Konya bütünüyle gerçek ve bütünüyle "olmaktan başka türlü", lakin bunun kendisi farkında değil...
Ve bir de Konya bozkırın "öksüz" çocuğu değildir.
Tanpınar, ne kadar güzel anlatmış olursa olsun, yer yer kendi kırtıpilliğinden de yamamış Konya'ya…
“Taş ile toprağ arasında” varoluşumuzun ekseni Konya, dile gelişimizin, dilde yazılışımızın sebebi Konya.
Bu köşede hep Konya’yı göreceksiniz o yüzden.
Hep Konya’yı yazacak ve inşallah hep Konya’yla yazılacağız.

Bizi silmeye çalışan silgilere inat olsun diye belki, Yunus Emre’nin deyişiyle “Her dem yeniden doğarız bizden kim usanası.”

12 Ocak 2014 Pazar

Yersiz-yurtsuzların yüzyılı

Guattari ile birliktelikleri “yersiz-yurtsuz” bir veludiyeti temsil eden Gilles Deleuze’u Foucault, yirminci yüzyılın bir gün Deleuzecü bir yüzyıl olarak anılacağını söyleyerek selamlar.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Kıta Avrupası Felsefesi’nde ilk yarıda görülen Alman ağırlığı azalırken, özellikle yapısalcılık ve post-yapısalcılıkla birlikte Fransız etkisinin arttığı görülür. Marksizm, varoluşçuluk, psikanaliz vb. düşünce sistemlerinin çözülmeye ya da yeniden biçimlenmeye başladığı bu süreçte Michel Foucault, Jacques Derrida, Lacan, Emmanuel Levinas, Michel Serres, Jean-François Lyotard vb. felsefecilerin Spinoza, Nietzsche, Bergson, Heidegger, Freud gibi düşünürleri yeniden okuma ve yorumlama çabaları dikkate değer ölçüde düşünce dünyasını değiştirmeyi başarmıştır.
Bu süreçte 1969’da tanışıp uzun süre beraber çalıştığı psikanalist Félix Guattari ile birlikte rizom, çokluk, fark, olay, oluş, savaş-makinası, organsız beden, içkinlik, virtüel/aktüel, minör edebiyat, duygulam, göçebebilim gibi kavramlarla yirminci yüzyıl kıta felsefesi içerisinde yaygın düşünce hatlarının dışında özgün bir siyaset felsefesi ve etik ortaya koyan Gilles Deleuze’un da önemli bir rol oynadığı inkar edilemez. Guattari ile birliktelikleri “yersiz-yurtsuz” bir veludiyeti temsil eden Deleuze’u Foucaul tyirminci yüzyılın bir gün Deleuzecü bir yüzyıl olarak anılacağını söyleyerek selamlar. Deleuze ve Guattari’nin ortaklaşa yazdıkları 2 ciltlik Kapitalizm ve Şizofreni (ciltlerin isimleri de en az takım kadar ünlüdür: Bin Yayla ve Anti-Oedipus) kitabı kurumsallaşmış psikanalizeve geleneksel düşünme kalıplarına yönelik çok ağır bir taarruzdur ve 20. Yüzyıl düşünce klasikleri arasında vazgeçilemeyecek bir öneme sahiptir.
‘Göçebe bir yolculuk’
Ropnald Bogue’nin amacı Deleuze ve Guattari’nin düşüncelerinin oluşumunun ya da evriminin bir anlatısını sunmak değildir. Aksine kitap, bağlantılı kuvvetler çokluğunun kesintisiz bir oluşu olarak tasarlanmış. Bu, bizzat eserlerin, sorunsalların, figürlerin fail olduğu “göçebe bir yolculuk”tur. Öyle ki bu yolculukta, Deleuze ve Guattari bile birer özne olmaktan çıkacak ve Ronald Bogue’un güzel deyişiyle, akışlar, sapmalar, mübadelelerden oluşan karmaşık bir yazgı içindeki failler haline gelecektir. Tuhaf bir biçimde, şimdiye kadar Deleuze ve Guattari’nin eserlerinin dağınıklığına yapılan vurgulara karşı, bu eserleri hâlâ temel bir süreklilik içinde ele almaya olanak veren de yine bu yaklaşım olacaktır. Buradan itibaren Nietzsche ve Felsefe, Fark ve Tekrar, Anlamın Mantığı, Anti-Oedipus, Bin Yayla’nın yanı sıra Proust, Sacher-Masoch ve Kafka okumaları, artık Deleuzoguattarici bir bedenin oluşu içindeki farklılaşmalar olarak görünecektir. Bu yönüyle kitap, Deleuze ve Guattari’nin düşüncelerinin titiz ve yetkin bir değerlendirmesi olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyor.
Deleuze-Guattari, Ronald Bogue, Çev. A. Utku-İ. Çalışır, Otonom, 2014
STAR-AÇIK GÖRÜŞ, 12 OCAK 2014

8 Ocak 2014 Çarşamba

ARSLANBENZER İÇİN SOMUT ŞİİR

ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM
ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM
ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM
ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM
ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM
ÇOK ÜZGÜNÜM ÇOK ÜZGÜNÜM

BİR ÇIKMA

Bir detay: "Üçüncü Güç" Kim? başlıklı yazımda Ahi'lerin tümden yenildiğini sehven söylemiş gibi görünmüşüm.
Ama durum tam bu değil. Mevlevilikle çekişme içinde Moğollara karşı Ahilerin kavgasında Ahilere destek veren müttefik unsurlar da vardı.
Bu müttefik unsurlar arasında Konya doğumlu Şeyh Edebali, Hacı Bektaş Veli ve bağlıları, Baba İlyas-ı Horasani'nin oğlu Muhlis Paşa ilk akla gelenler arasında.
Şeyh Edebali efsanelere de konu olduğu üzre Otman'ın kayınpederi, mürşidi. Osmanlı devletinin kuruluşundaki en etkin unsurların piri.
Torunu Aşıkpaşazade'nin aktarımıyla Muhlis Paşa ise Otman'ın yoldaşları arasında. Hacı Bektaş ve bağlılarının Osmanlı'ya verdiği destek açık.
Anlayacağınız Kırşehir'de siyasi olarak ortadan kaldırılan, kültürel olarak da ismi toplumsal hafızadan kazınan Ahi Evren, müttefikleri sayesinde Osmanlı toplum düzeninin en önemli bileşeni olarak ruhuyla Osmanlı'nın yanı başında, onunla hemhal...
II. Bayezid'in müdahalesine kadar da Mevlevilik siyasi bakımdan Osmanlı toplumsal-siyasal düzeni içinde çeperde.
Görülen o ki II. Bayezid, Şah İsmail tehdidinin tasallutuna karşı Anadolu'daki birçok tarikatı yeniden yapılandırır, kimine Safevi Şia'sına karşı antikor vazifesi atfeder (Balım Sultan'ın yeniden yapılandırdığı Bektaşilik), kimine de resmi düzen içinde, resmi düzenin muhafazası anlamına gelecek ideolojik aygıtlık rolü vermiştir. Mevlevilik de olduğu gibi..
1920'lerde Fahrettin Altay Konya halkının Mevlevilerden hoşlanmadığını belirtir anılarında. Ekberiler ile Mevlevilerin 700 yıl boyunca ne zaman karşılaşırlarsa karşılaşsınlar asla selamlaşmadıkları mukayyet bir bilgidir.
Evhadüddin Kirmani'nin talebesi Sadreddin Konevi'nin müritleri elbette Kirmani'ye düşman Şems'in bağlılarıyla konuşmayacaklardır. Kirmani ile Şems arasında Bağdat'ta geçtiği varsayılan menkabevi "Ensende çıban mı var" hadisesini Mevlevilerin sık sık anlatmasının siyasi anlamı da budur.
Ama gerek Kirmani gerekse Evhadiyye tarikatının izleri türkülere bile sirayet etmiş, Kırşehirli, Keskinli, Kamanlı saz ustalarının "sürmeli" türkülerinin derin kültürel altyapısı olmuştur.
Tekrar çatışmanın özeğine dönelim. Görülen o ki 28 Şubat'ta zoraki darbecileri desteklemiş görünen cemaat bugünkü etkinliğine ancak 2007'den sonra, Ergenekon tehdidi dolayısıyla ulaşabilmiş (dikkatinizi çekmiştir umarım, Safevi Şia'sının baskısıyla aynı etkinliği Mevlevilik de sonradan kazanmıştı!)
Elbette "uzun süreli tarih"ler ile görece "kısa" sayılabilecek tarihsel süreçleri eş ölçüde kıyaslamanın yanlış olduğu ileri sürülebilir. Ancak kültürel-fikri-dini hafızadaki “uzun-durum”lar her iki örneğimizde de eşittir. İnanmayanlar Mevlana'nın Hıristiyan ve Yahudi din adamlarıyla da "diyalog" içinde olduğunu anlatanlarla Fethullah Gülen cemaatinin "dinler arası diyalog" çabalarını kıyaslasın.

Not: Bu çıkma, Üçüncü Güç Kim başlıklı yazıda ileri sürdüğüm fikirlere bir ek olarak düşünülmeli.

7 Ocak 2014 Salı

MEVLANA'DAN BİR İKTİBAS-BENSİZ GİTME

Ey âşıkların nevbaharı bizim yarımızdan haberin var mı?
Ey senden yeşillikler hamile kalmış, ey bahçelerin neşe kaynağı
Allaha yemin olsun senin aşkın gamından kederinden kaçmam
Ve eğer benden canımı istesen takdim etmemek için savaşmam
Elimde bir kadeh var ve yemin olsun ki 
Sensiz kıyamete kadar ne içerim ne dökerim
Salına salına gidiyorsun ey canların canı, bensiz gitme
Ey dostların hayatı, çiçek bahçesine bensiz gitme
Ey felek bensiz gezme, ey kamer (Ay) bensiz çıkma
Ey yer küresi bensiz dönme, ey zaman bensiz geçme
Kimsesiz geçinilir, yalnız sensiz olamaz
Senin acını taşıyor bu kalbim
Başka yerde edemez
Bu cihan seninle hoş, o cihan seninle güzel
Allahım Mecnun olmuşum
O zülfünden bir zincir yap
Bu cihan seninle hoş, o cihan seninle güzel
Bu cihanda bensiz olma, o cihana bensiz gitme
Can gibi gizlice benim canımın arasına sızdın
Benim nazlı sedir ağacımsın çiçek bahçemin gözdesisin
Gece ay ışığıyla kendini beyaz görür
Ben geceyim, ey benim evrenimdeki ay'ım, bensiz gitme
Gidiyorsan bensiz gitme
(Sen benim canım, ben senin cismin)
Ey canların canı cisimsiz gitme
Benim gözümden çıkma ey benim ışıldayan alevim
Diğerleri seni aşk hitap ederler ve ben seni aşkın sultanı bilirim
Ey diğerlerinin hayâlından daha yüksek, bensiz gitme, bensiz gitme
Eğer âşık'ın canı konuşsa
Bu âlemi ateşe verir
Ve bu esassız asılsız alemi zerreler gibi havaya uçurur

6 Ocak 2014 Pazartesi

NEO-EPİK ÜSTÜNE TARİHSEL BİR NOT

Neo-epik şiir 1990’ların ikinci yarısında Türk şiirinde ortaya çıkan ve yazılan şiir üzerinde derin etkiler bırakan bir edebi hareket. Bu hareket içinde Atlılar dergisinin önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Kendi şiirim açısından da benzeri bir dönemleştirme yapmam mümkün. Atlılar’da yayınlanan ilk şiirim “The Question for amnesia” kâmil anlamda neo-epik bir şiir olmasa da şiirin dayandığı ilkelerin müşterekliği bakımından bu harekete yakın durduğum açık.
1991’de başlamış şiir yazma serüvenimde 1996’da yaşanan kriz, şiire bakışımı kökten yenilememe sebebiyet verdi. Lirizm ve imgeci anlayışlardan uzaklaşmaya, birikimlilik esasına dayalı yeni bir tarzda şiir yazmaya yönelmemi sağladı. Işık Heykelleri bunun bir ilk örneğidir. Bu şiirler serisinde amacım dilin tüm imkânlarını yoklamaktı. Envanterizm, tekrarlı yapılar, doğrudan söyleyiş gibi hususlar, siyasi-güncel bağlamları yok saymama bu şiirlerin temel karakteristiği olarak görünüyor.
Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Murat Menteş, Osman Özbahçe, Hayriye Ünal, Ali K. Metin gibi şairler neo-epik şiir saçağının altında değerlendirilebilir. Benim şiirimin de bu şairlerle akrabalık içinde, Ünal’ın çoksesli şiiri ile Arslanbenzer’in neo-epik tasavvurlarından kısmen farklılaşarak ‘ironik realizm’ olarak nitelediğim bir minvalde olduğunu vurgulayayım.

İsmet Özel’in modern Türk şiiri hakkında önerdiği ethos-pathos karşıtlığı içinde ethos yakasında kalan şairlerle akraba bir akımdır neo-epik şiirler. Bu bakımdan Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve İsmet Özel ata isimler sayılabilir.

5 Ocak 2014 Pazar

BİLGELİK VE ADALET ÜSTÜNE


'Ve de ki adalet her şeyin yerli yerinde olmasıdır' SOPHIA AETERNA'dan
Bir şeyin gerçekleşmemesi için harcadığınız bütün çabalar o şeyin gerçekleşmesine sebeptir.
Belki de bu, 'sophia'nın en önemli ironisi
Philo-sophia: bilgelik sevgisi.
Bilgeliğe ironi çeşnisini katan işte tam da budur: içerdiği sevgi

Çelişki: Bilgelik adil olmayı önerir, lakin sevgi asla 'adil' olamayacak kadar yakındır, Bilgelik sevgisi belki de bundan dolayı adil olamaz

‘İyi yaşam’ ve siyaset ilişkisi

Kitapta bulabileceğimiz şey: Güncel siyasetin değişim rüzgârının yönünü tespit etmek için güne damgasını vuran siyaset anlayışlarının sorunlarını, tarihsel kaynaklarını keşfetmek...

Mevcut siyasal sistemi, siyasal kurumların oluşumunu ve değişimini, birbirleriyle ilişkilerini incelemeyi kendisine nesne edinen ve bu haliyle modern bilgilerimizin önemli bir bileşeni olan siyaset bilimine karşı siyaset felsefeleri Platon’a kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Platon’un ideal toplum arayışları ve erdemli toplum tasarımı ile karakterize edilebilecek siyaset felsefesi mevcut durumun analizi ile yetinmez, aksine bu analizi ‘olması gereken’in ne olduğu sorusuyla ilişkilendirmeye çalışır. ‘Olması gereken’ nosyonu siyaset felsefelerinin mevcuda yönelik eleştirel tutumlarını hem belirler, hem de gelecekte olabilecek olanlara dair söz söyleme yetkisi ve yeterliliğini tedarik eder.
Güncel siyasetin değişim rüzgârının yönünü tespit etmek için güne damgasını vuran siyaset anlayışlarının sorunlarını tarihsel kaynaklarından takip ederek keşfetmek; bugün unutulan ‘iyi yaşam’ ve siyaset ilişkisini yeniden hatırlatarak, siyasal varoluşun anlam ve değerine ilişkin özsel bir sorgulamayı gerçekleştirmek.
Bu düşünme tarzının ayırt edici özelliği ise, geleceğe ilişkin içkin ütopik bir bakışı içinde barındırmasıdır. İçkindir çünkü gelecekle kurulmaya çalışılan ilişki geçmişe perde çekilerek gerçekleştirilen geleceğe saf bir yönelme değildir; aksine geçmişten dolanan bir tarih bilinciyle yapılan -yani bir anlamda gelenekleri bütünüyle atlamayan- ama geçmişin tozlu raflarına da saplanıp kalmayan - dolayısıyla nostaljik yönelimlere başvurmayan- bir yolculuğu andırır. Yolculuğun temel amacı son’lu bir tarih algısını sorgulayarak geçmişi ve geleceği şimdi’de birleştirebilmek, bu yolla şimdi’de alternatif olanı açığa çıkarabilmektir.
Walter Benjamin’in konuya ilişkin vurgusu bu aşamada hatırlanabilir: “(...) hiçbir olgu, bir neden olduğu için zorunlu olarak tarihsel olgu niteliğini kazanmaz. Bu niteliği olup bitişinin ardından, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkan koşullar aracılığıyla kazanır. Bunu çıkış noktası yapan her tarihçi, olaylar dizisini bir tespih gibi parmaklarının arasından kaydırmaktan vazgeçer. Kendi çağının geçmişteki son derece belirli bir çağla paylaştığı konumu kavrar.”
 Siyaset Felsefesi Tarihi (Platon’dan ?i?ek’e), hem geçmişe hem de geleceğe bakarak çağımızın konumunu daha iyi anlamamızı olanaklı kılmakla kalmıyor, aynı zamanda siyasete dair umut duyabilmemiz için tarihte varolan olanakları da gözler önüne seriyor. ‘İyi yaşam’a dair tahayyüllerimizi genişleten perspektiflerimize bu açıdan önemli bir katkı sunuyor.
Siyaset Felsefesi Tarihi (Platon’dan Zizek’e), Ed. Ahu Tunçel-Kurtul Gülenç, Doğu Batı, 2013
STAR-AÇIK GÖRÜŞ

4 Ocak 2014 Cumartesi

"KONYA ŞEHRİ" ÜZERİNE BİR NOT

Sakin sessiz ama dürüst bir şehir Konya, buna yine kâni oldum. Kendi içselliğini yaşamayı bilen, başkalarına haksızlık etmeyen bir şehir.
Ahlaklı bir şehir bu yüzden. Hem de tam da Levinas hazretlerinin kastettiği türden bir etik şehir: Etiği "ilk felsefe" olarak yaşayan bir şehir. Olmaktan başka türlü bir şehir. Ne Eliot'ın "düşçül kenti", ne Yahya Kemal'in "hayal şehir"i.  Konya bütünüyle gerçek ve bütünüyle "otherwise than being", lakin bunun kendisi farkında değil...
Ve bir de Konya bozkırın "öksüz" çocuğu değildir, Tanpınar, ne kadar güzel anlatmış olursa olsun, yer yer kendi kırtıpilliğinden de yamamış Konya'ya..