26 Eylül 2017 Salı

VAR MI ÖTESİ?

Türkiye'de restorasyon sırasında birçok tarihi eserin zarar gördüğünü biliyoruz.
Birçok örneği var bunun.
En son Sivas’taki Sahip Ata Camii çinileri benzer bir facia yaşamıştı.
Konya’daki Sahip Ata Külliyesi de restorasyon esnasında zarar gören tarihi mekânlar arasında önemli ve öncelikli.
2005 yılında bu Külliye’de yapılan restorasyon deyim yerindeyse adeta ‘facia’yla sonuçlandı.
Sahipata Hankâhı’nın eyvan ve türbe duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu çinilerinden oluşan panolar kırılarak yerlere serildi.
Nadide çinilerin bu halini gören başta Vakıflar Bölge Müdürü İbrahim Genç olmak üzere birçok kişi gözyaşlarını tutamadı.
İşin asıl ilginç yanı ise sonradan ortaya çıktı.
Kırılan çiniler birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu ortaya çıktı.
Çinilerin kırılıp yerlere serildiğinin ortaya çıktığı günlerde bölge esnafıyla yaptığımız konuşmalarda bazı ilginç duyum ve iddialara ulaşmıştık aslında.
Gece vakti restorasyon bölgesine yanaşan araçlardan falan bahsediyordu esnaf.
Yani o dönemde tüm çinilerin kırıldığına tam manasıyla kani olmamıştım.
Kırılan çiniler birleştirilince ortaya çıkan manzara da bizim bu zannımızı bir yerde doğruluyordu.
Yani birileri beheri piyasada bin TL’den aşağı olmayan çini tabloları kaçırmak istemiş ve kaçırmış, ama hepsini kaçırmak durumu ortaya çıkartacağı için de tahrip etme kılıfı uydurulmuştu.
Soruşturma uzayacağı için de o karmaşa içinde o çinileri yurt dışına çıkarma zor olmayacaktı.
437 çini tablo yurtdışına çıkarılmıştı bana kalırsa.
Aradan geçen 12 yıl sonra sosyal medyada dolanan söylentiler, iddialar, aldığımız yeni ve şu aşamada katiyet ifade etmeyen duyumlara bakılırsa bu çini tablolar Almanya’ya götürülmüş ve Berlin’deki bir müzede sergileniyormuş.
Almanlar 2001 Şubat krizi sırasında bir gecede bu milletin 5 milyar dolarını kur spekülasyonlarıyla iç etmişlerdi.
1908’de Beyhekim Camii Mihrabı’nı parça parça bölerek Berlin’deki Pergamon Müzesi’ne sergilenmek üzere çalmışlardı.
Beyşehir’deki halı ve kilim motiflerini çalıp kendi üstlerine tescilleyerek zengin olan Almanlar…
Son olarak da Sahip Ata Hankahı’nın çinilerini onların kaçırdığının iddia edilmesine bu yüzden fazla hayret ettiğimi söyleyemem.
Bizim sadece maddi varlığımızı değil, sembolik sermayemizi de yağmalayan batılılar çünkü.
Ve kendi sembolik sermayesine bile sahip çıkmaktan aciz insanlarız biz.
Var mı bunun ötesi?

23 Eylül 2017 Cumartesi

Gazali ve şüphenin anlaşılma şekilleri

Sadece İslam düşünce tarihinde değil, dünya düşünce tarihinde de neredeyse kalıcı hale dönüşmüş bazı tasarım, sorun ve tartış-maların merkezi figürü ve hatta mucidi sayabiliriz Ebu Hamid El-Gazali’yi. Klasik İslam düşüncesi içinde İbn Sina, İbn Arabi ve İbn Rüşd’le aynı hizada ismi yazılabilecek dördüncü isim olması bir yana, İslam düşüncesi içinde Farabi ve İbn Sina ile asıl tem-silcilerine ulaşmış, yeni Platoncu-aristocu, yani peripatetik (meşşai) felasifenin kapsamlı bir analizi içeren Makasıd ul- Felasife ve bu felsefe yapma tarzının yine kapsamlı eleştirisini geliştiren Tehafüt el-Felasife gibi çığır açıcı/tartışma başlatıcı kitabıyla bir-çok yerli ve yabancı oryantalistin İslam dünyasında felsefeyi bitiren adam olarak görüp eleştirdiği düşünülürse Gazali’nin kültü-rel mirasımızın en kilit isimlerinden biri olduğu da fark edilebilir. İbn Rüşd’ün yazdığı Tehafüt et-Tehafüt’le devam eden tartışma geleneği Osmanlı’da da kendine özgü bir yol ve yordam bulabilmiştir sözgelimi.
Ya da günümüzde dil felsefesi alanına girebilecek başka bir tartışmanın da Gazali kaynaklı olduğu ortaya konabilir. Aristo-teles’in mantığını İbn Sina’dan alıp benimseyen Gazali, bu mantığın sadece sağlam düşünme yöntemi olduğunu ifade eder. Gazali için, sanıldığının aksine, mantık konusu ve içeriği bakımından Yunan kaynaklı değildir. Bu sebeple o mantığa dair eserle-rine “düşüncenin ölçüsü, bilginin ölçüsü, doğru kıstas, akılların kavrama yöntemleri” gibi anlamlara gelen isimler verir. İbn Tey-miyye’nin Gazali’nin Aristocu mantığı İslam dünyasında meşrulaştırmasına itirazı da belki tam bu noktadadır. İbn Teymiyye, mantığın dil ile ilişkisine işaret edip Arapça bir mantık oluşturmaya çalışmıştır.
Şüphe ve felsefe
Eşariliğin Mutezile ile tartışmasının bir ganimeti olarak tevarüs ettiği atomculuğa dayalı nedensellik eleştirisiyle David Hu-me’u, yine Mutezile ile tartışmadan türeyen adl-i ilahi alanındaki “mümkün dünyaların en iyisi” ibaresiyle özetlenebilecek argü-mantasyonla Leibniz’i öncelemiş Gazali, özellikle kendi hakikat arayışına ilişkin yazdığı kitaplarla da dikkat çekici bir düşünür-dür. El-Munkizu Mined-Dalal adlı eseriyle benimsediği şüpheci yöntem sayesinde hakikat arayışını bize aktaran Gazali’nin fıkıh, kelâm, tasavvuf, felsefe, eğitim, siyaset, ahlak gibi dini ve akli ilimlerde söz sahibi, İslâm bilim ve düşünce tarihinde eşine az rast-lanır bir âlim ve düşünür olduğu hususunda eşine az rastlanır bir düşünür olduğu da ortadadır.
Gerçeği bulma ve kavrama arzusunun fıtratından gelen bir özelliği olduğunu, bundan dolayı daha çocuk denecek yaşta iken taklit bağından ve göreneğe dayalı inançlardan sıyrıldığını Munkiz’de belirten Gazali’nin bilgi sistemini ve şüpheci yöntemini detaylıca inceleyen Mehmet Ayman öncelikle eski Grek felsefesindeki şüpheci okul ve isimlerden başlayarak şüphenin felsefi ve psikolojik anlaşılma şekillerini kitabında tartışıyor.
Gazali için ‘kesin bilgi’nin “aktarılmış kanaatler”den bağımsız, düşünürün kendi zihni ve pratik çabalarıyla her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış bir bilgi olduğunu vurgulayan Ayman, güvenilirliğini kesin olarak kanıtlayamadığı bilgileri Gaza-li’nin kabul etmediğini belirtir. Ayman’ın kitabı, Gazali’nin “kesin bilgi”ye bakışı ve şüphe konularındaki yaklaşımlarını kavra-mak açısından dikkate değer bir eser niteliğini taşıyor.

21 Eylül 2017 Perşembe

Estetikten yoksun şehir

Büyükşehir Belediyesi, Konya’nın tarihi çarşılarının bulunduğu bölgede 2010’lu yıllarda devasa bir projeye imza atmıştı.
2010’lu yıllarda gerçekleştirilen Tarihi Bedesten restorasyonu esnasında ilgili firma bin 687 işyerinde restorasyon çalışması yaparak bölgeyi tarihi dokusuna kavuşturmaya çalışmıştı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla yapılan açılış töreninde Başkan Tahir Akyürek, Tarihi Bedesten’deki restorasyon çalışmalarına 92 milyon lira harcadıklarını ifade etmişti.
Büyükşehir Belediyesi’nin Türkiye’de proje ve fikri takibi kuvvetli belediyelerden biri olduğunu biliyoruz.
1995’te dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Halil Ürün, ODTÜ Sosyoloji’de okuduğu dönemden beri tanıdığımız, bildiğimiz bir ismi, merhum Sadreddin Yüksel Hocaefendi’nin oğlu Müfid Yüksel’i Konya’ya davet etmiş, başta Çıkrıkçılar içi olmak üzere tarihi bedesten bölgesinde ne tür bir iyileştirme, sağlıklaştırma yapılabileceği hususunda Yüksel’in konuyu sosyolojik ve estetik boyutlarıyla irdelemesini istemişti.
Anlayacağınız bir fikir, bir nüve olarak Halil Ürün’ün zihninde olan konuyu hayata geçiren Tahir Başkan olmuştu.
1995’te Bedesten’de yaptığı incelemeler esnasında Müfit Yüksel’le birlikte bölgeyi adım adım gezmiştim.
Bulgur Tekke Camii’nde bir restorasyon gerçekleştirildiğini görmüştük o ikindin.
Müfit, dış cephede gördüğü patlıcan moru çinilere hayran kalıp camiyi gezmek istemiş, iç mekana girdiğinde de o dönemki cami imamıyla tartışmışlardı.
Müfit’in aktarımına göre boyama gerekçesiyle güzelim çinilerin üstü yağlıboyayla kapatılıyordu.
Gerçi bu öteden beri bildiğimiz, canımızı yakan kadir bilmezliğin yeni bir tezahürüydü.
Can sıkıntısıyla ayrılmıştık bölgeden.
Önceki gün, yine bir işim oldu, Bedesten civarına yolum düştü; gelmişken çocukluğumun sokaklarını yeniden dolanayım dedim.
Bizim Larende diye bildiğimiz, ama asıl ismi Sahibiata Caddesi olan caddeden Demirciler içine doğru saptım.
1980’lerde bu sokaklardaki bütün esnaf sobacıydı, ne ara tekstilci, tuhafiyeci, manifaturacı oldu ki bunlar diye de düşünerek, Demirci Camii’nin önünden geçtim ve sağa, Aziziye Camii’ne doğru yönümü çevirdim.
Bulgurtekke Camii’ni görmekti asıl amacım.
Ama aşağıdaki fotoğraflara yansıyan çirkinlikleri görünce durup kaldım.
Adım atasım gelmedi daha.
Şimdi bu “estetik bir görüntü” mü? Şehir Estetiği’ne onca para harcıyoruz, onca proje yapıyoruz, ama yine de bu tür ‘çirkin’ görüntülerin oluşmasının önüne geçemiyoruz.
Selçuklu dönemi camisinin girişine o estetik dışı elektrik lambasını yerleştiriyor, duvarından o acayib-ül garaip hortumu sarkıtıyoruz.
Bize ne demeli bilmem?


15 Eylül 2017 Cuma

Türkiye’nin ‘Cendere’den çıkma çabası

Yaklaşık 150-200 yıllık bir tarihe saridir Türkiye’nin batılılaşma/modernleşme çabaları. Bu çabaların öteden beri siyasal, ekonomik, toplumsal, tarihsel, fikri ve kültürel birçok açmaz ve dar boğaza; bir türlü aşamadığı, hatta zaman zaman hiç farkına bile varamadığı birçok soruna sahip olduğu ileri sürülmüştür. Bazen konjoktürel müdahalelerle, bazense yapısal değişikliklerle aşılmaya çalışılan bu darboğaz ve açmazların modernleşme çabalarının içsel niteliklerinden mi yoksa dışsal etkileşimlerden mi, kaynaklandığı sorusunun cevabı da belirsizdir.
Günümüzde üzerinde tartışmalarının yoğunlaştığı birçok konu ve olayın soykütüğü modernleşme tarihimizde aranırsa gösterilebilir, hatta zaman zaman, umutsuz bir kötümserlikle ‘dere tepe yol gitmişiz, bir arpa boyu yol alamamışız’ bile denebilir.
Bu 150-200 yıl boyunca Türk toplumu ve aydınlarının kendilerini hep bir sıkışmışlık hali içinde hissetmelerini Açık Görüş okurlarının sık sık yazılarıyla hemhal olduğu Ercan Yıldırım, ‘cendere’ durumu ile karşılıyor Cendere adlı kitabında. Batılılaşma sürecinde Batı medeniyetinin, modernitenin ve Aydınlanma düşüncesinin temel tezleri doğrultusunda, kapitalizmin ana esaslarını kabul ederek Batı’yı yenebileceğimiz fikrinin içinden çıkamadığımız en büyük ‘cendere’ olduğunu belirten Yıldırım, Osmanlı devletinin son yıllarından bugüne Türk siyasi düşüncesine damga vurmuş birçok fikri yaklaşımın ve ideolojik pozisyonun temel düşünceler bakımından eklektik bir görünüme sahip olmalarının ana sebebinin de kendilerine özgü fikirleri pratize edemeden bir cendereden başka bir cendereye sürüklenmeleri olduğunu ileri sürüyor.
2013 Mayıs-Haziran aylarında vuku bulan Gezi olayları ile başlayıp 16 Nisan 2017’de yapılan referandum sonrasına kadar uzanan üç yıllık kısa tarihsel şeritte Türkiye’nin siyasi ve fikri gündemini değerlendiren yazılarına yer verdiği kitabında Yıldırım, zamansal olarak kısa, ama olay değerleri bakımından yüzyıllara değen süreci Türk toplumunun uzak ve yakın tarihine başvurarak anlamlandırma yolunda okurlarına ışık tutuyor. Neoliberal siyasetten kopmayı başaran Türkiye’nin hali hazırda hala neoliberal ekonomik anlayış içinde bir başka cendereye sıkıştırıldığımızı vurguluyor. Yıldırım’ın kitabında çok kültürlülük, ötekilik, bir arada yaşama tezlerinin ardından yerli ve milli bakış açısına geçerken lümpenleşmeye, İslami olanın tasfiyesine, yeni çıkış yollarının tıkanmasına dikkat çeken yazılar da ilgiyle okunuyor. Yıldırım’ın kitaptaki temel tezi ise son derece berrak:  Cendereden çıkmak için bizi biz yapan, Anadolu’nun İslamlaşmasından sonra gaza anlayışıyla ortaya çıkan kapitalizm dışı İslami nizamı inşa ettiğimiz dönemin ruhunu yeniden üretmek...

9 Eylül 2017 Cumartesi

Tarih yazımında efsanelerin rolü

Faslı Marksist sosyolog Abdullah Laroui, 9. yüzyıl ortalarında İslami kültür çerçevesinde Antik Yunan’dan yapılan tercümelerin mantık, doğa felsefesi ve metafizik bahislerine ilişkin olmasından hareketle Müslümanların Yunan historia’sını usture (eskilerin masalı, efsane) saydıkları için kaale almadıklarını düşünür. Gerçekte Arapça efsane anlamına gelen usture ile Grekçe tarih disiplinine işaret eden historia kelimeleri arasındaki ses yakınlığı geçmişte vuku bulmuş olaylara ilişkin bir bilim olan “tarih” ile geçmişe ilişkin bu olaylar etrafında üretilmiş, zaman zaman olağanüstü öğeler de içerebilen çeşitli anlatıların tarzı olan “efsane” arasındaki yakınlık ve dolayısıyla farklılığı da tartışmayı zorunlu kılar. Bu tartışmanın nasıl yapılacağı, bu tartışmada ne tür analitik ve sentetik kriterler kullanılacağı gibi hususlar ise elbette “tarih bilimi ve metodolojisi”ne dair yeni sorunlar doğurur.
Geçmişe dair efsanelerin oluşturulması ve üretiminde birçok faktörün devrede olduğu söylenebilir. Bu faktörlerden ilki, tarihsel nitelikli olayların tarihsel akışta var olan değerlerinden daha farklı bir tarzda ele alınması olabilir. Tarihsel akışa etkisi sınırlı bazı şahsiyetlerin abartılarak öne çıkarıldığını, bazı olayların diğerlerine nazaran daha öncelikli ve önemli addedildiğini görürüz bu türlü bir efsaneleştirme temrininde. Bazen de rasyonel bir yorumlamayla anlamlandırılabilecek olaylar akışına olağanüstü öğeler eklenerek birtakım gizli güçler vehmedildiği de görülür. Daha ileriki bir düşünme düzeyinde bizatihi ‘tarihsel akış’a dair girişilen bütünleştirme, bir yön atfetme, neden ve sonuç ilişkilerini yer yer çapraz ve istiareli bir şekilde yer yer ise düz anlamlarıyla olaylara isnat etme gibi tarih felsefelerinde ve tarih biliminde yaygın düşünme şekilleri efsanelerin ortaya çıkışlarına etki edebilir.
Geçmişe, geçmişin niteliğine dair öğrendiğimiz birçok bilgi ve olay anlatımının efsanelerden tamamen ari olabileceğini varsaymasak da özellikle kendi bireysel ve toplumsal tarihimizle ilgili ürettiğimiz anlatılarda bu türden yol ve yordamlara bazen bile isteye, bazen de farkında olmadan başvurduğumuz görülür. Bu türden yol ve yordamların en sık görüldüğü alanın Osmanlı tarihçiliği olduğu ise muhakkak. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye yaptığı öğütlerin Tarık Buğra’nın Osmancık romanıyla yaygınlaştırılması, hata bu öğüt metninin tamamen Buğra’nın muhayyilesinin kelimeleriyle yazılmış olması, Edebali’nin evinde görülen ünlü “3 kıtaya gölge veren çınar” rüyasını görenin Ertuğrul Gazi mi Osman Gazi mi olduğuna dair Osmanlı vakayinamelerindeki farklılaşması ve bizzat bu rüyanın ilk vakayinamelerde değil, devletin kuruluşundan epey sonra bir meşrulaştırım aracı olarak anlatılagelmesi gibi bazı kurucu an ve anlatıların da efsaneleştirmelerdeki rolünü en çok Osmanlı tarihinde görürüz.
Bu yüzden Osmanlı tarihinin ana kaynaklarını teşkil eden vakayinamelerde birçok abartılmış olay ve efsanevî şahsiyet görmek mümkündür sözgelimi. Böyle bir durumda “Temel kaynakların aktarımı bile böyleyse, biz kendi tarihimizin gerçeğini nasıl öğreneceğiz?” sorusuna dair makul bir cevap arayışının tarihyazımı ve anlatıcılığında tecrübeli, alanın en ünlü uzmanlarına bırakılması gerekir elbette. Osmanlı tarihçiliğinin kutbu azamı addedebileceğimiz merhum Halil İnalcık hocanın Osmanlı tarihini ilgilendiren 18 konuya gerçeğine ilişkin gösterdiği özel bir ilginin hasılası Osmanlı Tarihinde Gerçekler ve Efsaneler.
Halil İnalcık kitabına Anadolu’nun Türkleşmesi sürecinde Rumlarla olan irtibat, İzmir’i fethedip Bizans’ı ürküten Türk komutanı Çaka Bey, son araştırmalar eşliğinde Ertuğrul Gazi’nin gerçek hikâyesi gibi kuruluş döneminin en önemli sayfalarıyla başlıyor. Kitapta Çelebi Mehmed’in iktidar yolu, İstanbul Kuşatması’ndaki kritik üç gün, İstanbul’un fethi gibi oldukça şaşırtıcı ve kritik konular mevcut. Boğazların 800 yıllık tarihi ve İstanbul, Sultan II. Osman’ın katli, iç savaş döneminin en merak edilen şahsiyeti Kösem Sultan, Sultan I. İbrahim’in hal’i ve katli, Osmanlıların Avrupa’da Protestanlığın yayılmasındaki rolü de kitapta ele alınan konular arasında.

6 Eylül 2017 Çarşamba

Konya'yı kim tahrip etti?

İbrahim Hakkı Konyalı’nın zihinlerimize yerleştirdiği bir klişedir bu: Konya’nın tarihi kimliğini oluşturan mimari doku 1905 ila 1945 yılları arasında tahrip edilmiştir.
Merhum tarihçimizin bu tespiti elbette doğrudur.
1905 ila 1945 yılları arasında Konya’nın tarihi mimari dokusu büyük çaplı bir tahribata uğramıştır.
Ama bu tahribatın illa Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanmadığını, sadece bürokratik bazı uygulamalar neticesi olmadığını da kabul etmek gerekir.
Yani Konya’nın tarihi mimari dokusunu mahveden unsurlar arasında Konya ahalisini de en başta saymak gerekir.
Belediyeler, resmi kurum ve kuruluşlar ahalinin ardından gelirler işin doğrusu.
Belediyeler demişken sadece Cumhuriyet dönemi belediyelerini değil, Cumhuriyet öncesi, Osmanlı devletinin son dönemlerindeki beledi uygulamaları da düşünmek gerekir.
Sözgelimi 1907’de dönemin Konya Belediyesi, Alaaddin Tepesi’ni bahçe yapıp pazarlamak gayesiyle bir takım işlere girişmiş, Konya Müze-i Humayun yetkililerinin vaziyeti payitahta, Sultan II. Abdülhamid’e bildirmeleri neticesi Konya vilayetine gelen kesin emirle bu uygulamalar durdurulmuştur.
O dönem tepede girişilen beledi uygulamalardan en büyük hasarı Alaaddin Camii ve Kılıçarslan Köşkü’nün aldığını da vurgulayalım.
Bütün bunlar böyledir elbette, lakin 1945 sonrası da durmamıştır yerel idarecilerimiz.
Özellikle Demokrat Parti döneminde Konya’da kaybedilen birçok tarihi eser vardır.
İçimizi en çok acıtanları ise Küçük Karatay Medresesi’nin 27 Mayıs darbesi öncesi 1960’ta Ankara Caddesi’nin açılması bahanesiyle yıktırılması ile 1953-57 arasında Mevlana Türbesi etrafındaki muvakkithane, Abid Çelebi Hamamı ile imarethanenin yine yol bahanesiyle ortadan kaldırılmasıdır.
Konya tarihi şehir merkezindeki hemen her park yerinin, her yeşil alanın öncesinde tarihi bir eserin varolduğunu da buna eklemeli.
1924 yılında Konyalı’nın şahadetiyle dinamit marifetiyle havaya uçurulan Şerefeddin Türbesi, Ulvi Sultan Mescidi ve Türbesi, Ziyaiyye Medresesi (ki Selçuklu’nun Uluğ Sultanı Alaeddin Keykubad döneminde burada Ziya Hankahı yer almaktadır), Şems Parkı’nın yerine yapıldığı mezarlık, Aziziye Camii’nin doğusundaki küçümen park yerinin yerini aldığı Selçuklu Mezarlığı hep buna örnektir.
Neyse ki günümüzde, bazen yanlış yapsalar da, Büyükşehir Belediyesi birçok tarihi eserimizi onarmakta, geleceğe aktarılmasında büyük rol oynamaktadırlar.
Ulvi Sultan Mescidi ve Türbesi’nin rekreasyon yöntemiyle yeniden inşa edilecek olmasına da seviniyoruz doğrusu.
İnşallah Kadı İzzeddin’in türbesi de onarılır.
Böylece dönemin Konya’sında Moğol istilasına direnmiş Emir Şerefeddin, Kadı İzzeddin gibi devlet adamları ile yine direnenlere ilim ve irfan desteğinde bulunmuş Ulvi Sultan gibi hazretlerin hatıralarına gereken saygıyı göstermiş oluruz.
Günümüz istilacılarına bu topraklardan verilecek en güzel cevap da sanırım bu azizlerin hatıralarının gelecek kuşaklara aktarılması olacaktır.

1 Eylül 2017 Cuma

Yaratan-yaratılan ilişkisinde “bir ve çok”

Antik Yunan’dan günümüze, Deleuze ve Badiou’ya kadar felsefe tarihinin en temel tartışma konularından biri sayılabilir “bir ve çok” meselesi. Varlık-oluş, gayrı maddi-maddi, tümel-tikel, cevher-araz, akledilir-duyulur, ruh-beden, mahiyet-varlık, zorunlu-mümkün, gerçeklik-görünüş, mutlak-göreli, durağan-hareketli, mükemmel-eksik, aydınlık-karanlık, tanrı-alem vb. kavramsal çiftler halinde de ortaya çıkar “bir ve çok”.
Antik felsefi birikimin 8. yüzyılın ortalarından itibaren yapılmaya başlayan tercümeler yoluyla sistematik bir biçimde İslam dünyasına aktarılması ve ardından yapılmaya başlayan yorum ve üretilen özgün çalışmalarla İslami kültür dairesine eklemlenmesi, felsefedeki bu en temel kavramsal ikili karşıtlık olarak görülebilecek problemin ilk defa ‘yaratıcı’ tanrı tasavvurunun hakim olduğu bir kültürel coğrafyada tartışılmasına imkan verir.
Farabi ile İbn Sina arasındaki dönemde yer alan ve verdikleri eserlerle bu iki ismin kavramsal dakiklik ve kapsayıcı mahiyetlerine ulaşamamış olsalar da en azından meselelerin sarih bir zeminde tartışılmasına ve felsefi düşüncenin kavramsal gelişimine yaptıkları büyük katkılarla önemli birçok filozoftan biridir Amiri. Yeni Eflatuncu felsefeden büyük etkiler taşıyan el-Fusul fi’l -me’alimi’l ilahiyye’sinde “bir ve çok” arasındaki felsefi ilişkiyi, dini kavramları göz ardı etmeden irdeleyen Amiri’nin “bir ve çok” ilişkisine, dini-kelami deyişle Tanrı-alem ilişkisine bakışını onun yeni keşfedilmiş bir metni üzerinden inceliyor M. Cüneyt Kaya.
El-Mecalisü’s-seb’beyne’ş Şeyh ve’l Amiri adlı bu metnin 980-985 tarihleri arasında Buhara’da görüşmüş olmaları muhtemel İbn Sina ile Amiri arasındaki felsefi tartışmanın bir kaydından ibaret olduğunu kaydeden Kaya, metnin hem bu görüşmeye ilişkin tarihi bir kanıt olma niteliği taşıyabileceğini hem de Amiri’nin felsefesini daha iyi anlamak ve yorumlamak için yeni bir kaynak olduğunu vurguluyor.
Ragıp Paşa Kütüphanesi’ne kayıtlı bir mecmua içinde yer alan Mecalis’in şimdiye dek başka bir nüshasına rastlayamadığını belirten Kaya, yedi oturum ve 41 soru/yorum ile cevaptan oluşan Mecalis’in İbn Sina ile Amiri arasındaki gerçek bir felsefi tartışmanın hayata geçirilmiş hali olmadığı, kurgusal bir nitelik taşıdığı şüphesinin tamamen ortadan kaldırılmasının güç olduğunu tasrih ederek metin içinde rastlanan bazı bölüm ve ifadelerin Mecalis’in kurgusal bir metin olduğu iddiasını zayıflattığını ifade ediyor.
Metnin aidiyeti hakkındaki sorunlara değindikten sonra metnin neşri, tercümesi ve bir bütün olarak tahlilini gerçekleştiren Cüneyt Kaya, Amiri’nin metafizik bahislerdeki görüşlerini tespit için son derece önemli olan el-Fusul fi’l -me’alimi’l ilahiye adlı eserin tercümesini de kitaba ekliyor. Müslüman filozofların ve İslami kültür dairesi içindeki felsefi çabaların cılız olduğunu, onların Antik Yunan felsefesi ile Batı felsefesi arasında sadece bir postacı rolü oynadığını iddia edenlere karşı, bu felsefi girişimlere bir bütün olarak bakıldığında, ele alınan konuların ve bu konulara getirilen çözüm yollarının ve yorumların hem bu iddia sahiplerini yalanladığını, hem de günümüzdeki birçok düşünce sorunuyla yakın ilgisini görebiliyoruz.