27 Ekim 2017 Cuma

Sofistler ve sofist düşüncenin gerçek veçhesi

Sokrates ve Platon’dan beri düşünce tarihinde en fazla yerilen figürdür belki de sofist. Sokrates’ten beri Batı tarzı felsefenin kendine seçtiği “öteki”lerden biridir bir yerde sofizm ve sofistler. Felsefe tarihçileri, filozoflar ve düşünürler birçok farklı yargıda bulunur sofistler hakkında. Kimisi onları “ilk aydınlanmacı” olarak nitelerken, kimisi de para karşılığı ders veren öğreticiler statüsünde ele alır onları. Birçoğu sofistleri evrensel bilginin imkansızlığını savundukları için eleştirirken, bazıları da düşüncenin bakışını doğadan insana çevirdikleri için över.
Platon ve Aristoteles başta olmak üzere eski Yunan felsefesinden günümüze ulaşan kaynaklarda genelde hep olumsuz bir biçimde anlatılan sofistler safsatacı, tutarsız, mugalata erbabından başka bir güruh değildir. Bu kaynaklara göre, onlar tutarsız ve çelişkili akıl yürütmelerle insanları ikna etmeye bakan, insanların akıllarını çelen, doğrunun ve hakikatin değil güçlü olmanın peşinde koşan, bunu arzulayan, aynı konuda birbirinden farklı ve hatta zıt görüşler ifade eden kişiler olarak resmedilir.
Sofistik Düşüncenin Arka Planı başlıklı eserinde sofistlere yönelik bu olumsuz yargıya karşı daha nesnel bir yargı ileri sürebilmemize yetecek kaynak sayısının kısıtlı olduğunu belirten Güvenç Şar, başta Protogaros olmak üzere birçok sofistin yazdıklarının genellikle fragmanlar olarak günümüze ulaşabilmesinden ötürü daha bütünlüklü bir metni, adı bilinmeyen bir sofistin yazdığı Dissoi Logoi metnini kullanarak sofistleri ve sofist düşünceyi gerçek veçhesiyle tanımayı ve kavramayı amaçlıyor. Güvenç Şar’a göre bu kavrayış felsefeyi, özellikle de eski Yunan felsefesini tanımak için doğru bir başlangıç noktası.
Filozof-sofist farkı
Dissoi Logoi üzerine yaptığı yorumlamada Şar, Eski Yunan’ın söz (logos) üzerine kurulu bir toplum olmasını ortaya koyarak Dissoi Logoi metnine göre sofist ile filozofun farkının şu olduğunu kaydediyor: “Filozof bir şeyin neliğini araştırıp sorarken, sofist bir şeyin neliğini araştırmaktan çok şeyleri, nesneleri birbiriyle karşılaştırmakta, varolanların mevcut durumlarını belirlemektedir. Buna göre filozof iyi, güzel, haklı ve doğrunun ne olduğunu araştırırken sofist bir şeyin, nesnenin iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış olup olmadığıyla ilgilenmektedir.” Sofistlerle başta Palton olmak üzere Sokrates ve Aristoteles arasında önemli benzerlikler bulunduğuna işaret eden Şar, bunun da kaçınılmazcasına hem sofistlerin hem de Sokrates, Platon ve Aristoteles’in aynı düşünme dünyasına ait olmalarından kaynaklandığını belirtir.
Öğretilerindeki çeşitlilik ve çelişkili durumlara rağmen başta dil, retorik ve politikada otorite olan sofistler hakkındaki olumsuz yargının rehabilitasyonunu amaçlayan Güvenç Şar’ın eseri filozofların kendilerinin “bilge” değil, “bilgelik peşinde koşan kimseler” oldukları tevazusunun içerdiği örtük safsatayı da ortaya çıkarmamıza imkan tanıyor.

22 Ekim 2017 Pazar

Postyapısalcı teori ve tarih bilimi

20. yüzyılın son yarısında önce Fransa’da Nietzsche ve Heidegger’in oluşturduğu etki ile genelde Hegel sevmez düşünürler eliyle yapısalcılığın evrilmesi sonucu filizlenen ve dünyanın diğer bölgelerine dal budak salan, özellikle ABD’de postyapısalcılık olarak adlandırılıp etiketlenen eleştirel yaklaşımlar öldü mü? Özellikle ABD’li sağ kanat tarihçilerin ve egemen medyanın bu soruya hemence “Evet evet öldü, onu biz öldürdük!” demeye teşne olmalarına rağmen Michel Foucault, Jacques Derrida, Gilles Deleuze gibi isimlere referansla anılan postyapısalcı teorinin eleştirel potansiyelinin özellikle “tarih bilimi” söz konusu olduğunda yerli yerinde durduğunu gösteriyor Fransa tarihi çalışan bir ABD’li akademisyen olarak Joan W. Scott.
Eleştirel Tarih Kuramı olarak Türkçeye çevrilen kitabında üç makalesi yer alıyor Scott’ın. “Kanı Olarak Deneyim” ile “Yankı-Hayal” başlıklarını taşıyan makalelerinde Scott, tarihçilerin üzerinde çalıştığı öncüleri izleyerek yaptıkları şey hakkında olduğu kadar bunları yapış biçimleri için de farklı düşünme yolları öneriyor. Politik kimlik kavramı Yankı-Hayal başlıklı makalenin özünü oluşturuyor. Makalesinde Scott, Tarih’in hayal için bir araç olduğunu öne sürüyor, tabii hayalin de tarihi süreçleri derinden etkilediğini unutmadan.
Kanıt Olarak Deneyim makalesinde ise Scott tarih pratiğini politik kimlikle birlikte ele alarak “deneyim”in kanıt olmadığı savını ileri sürüyor. Ona göre deneyim kanıt olmanın aksine çözümlenmesi gereken bir nesne. Scott tarih pratiğinin deneyim olduğu ya da olmadığı düşünülen şeyi sorgulamayı ihmal ettiğini, üzerinde çalıştığı şeyleri eleştirel bir soruşturmadan geçirmek yerine onların politik yatırımlarını yeniden üretmeye yardımcı olduğu kanaatini dile getiriyor.
Postmodernizm öldü mü?
Eleştiri Olarak Tarih makalesinde kendi teorik öncüllerine yönelen ve onları tarihselleştiren Scott, ABD’nin sağcı tarihçi ve gazetecilerinin “postmodernizm ve postyapısalcılığın öldüğünü” ileri sürerek yaptıklarının Charles Dickens’ın istemediği ya da anlayamadığı şeyi başından savan kahramanı Podsnap’e yakışacak bir tavır olarak niteliyor. Ona göre, postmodernizm, kendine özgü eleştiri ihtiyaçları ve özel temsilleriyle heterojenliğin, parçalanmanın, süreksizliğin bilgisidir ve postyapısalcılık da bu bilginin ihtiyaç duyduğu eleştirilerin kimini doyurabilir.
Scott postyapısalcı bir tarih bilimini sadece mümkün görmüyor, aynı zamanda ona ihtiyacımız olduğunu da ileri sürüyor ve ekliyor: Özellikle başta Foucault olmak üzere postyapısalcı teorisyenlerin bize sunduğu kavramsal araçlar, Batı evrenselciliğinin günümüzdeki bunalımı ve bu krizin İslam problemini çözme biçiminin özlere değil, özel tarihsel koşullarda özselleştirilmiş kavramların stratejik dayanağını anlama imkanı sunuyor.

13 Ekim 2017 Cuma

Türkiye’de felsefenin yüzyıllık sorunları

“Türkiye’de ve Türklerde felsefe var mı yok mu?” sorusu sürekli sorulan bir sorudur. Kimileyin bir dil olarak Türkçenin son derece “somut” bir dil olmasından kaynaklı olarak “soyut” addedilen düşünceleri ve kavramları, bu düşünceler ve kavramlara arasındaki örgüyü açımlamada, dile getirmede yetersizleştiği bile ileri sürülür. Felsefi incelikleri anlatabilmekte söz dağarı bakımından zaten yetersiz kalan Türkçede bu sebeple felsefi anlamda bir düşünce olabilecekse bile bunun son derece pratik, somuta yönelik bir düşünce olacağı, sözgelimi metafizik ve doğa felsefeleri yerine siyaset, ahlak ve estetik alanlarında yetkinleşilebileceği, Türk düşüncesinin ve muhtemel bir “Türk felsefesi”nin bu alanlardaki çabayla özgünleşebileceği savlanır.
Felsefi bilincin gerekleri
Bütün bu eleştiri ve çekincelere rağmen elbette Türkiye’de genel felsefi söyleme eklemlenecek bir felsefi çaba vardır ve en azından Batı tarzında felsefe Osmanlı’nın son 50 yılına da teşmil edilebilecek bir şekilde yaklaşık 100-150 yıldır ülkede sürdürülmektedir. Hatta gerek üniversitelerde gerekse bağımsız sivil alanlarda felsefi düşünme tarzları bazen Batı tarzı felsefe içinde bile özgün sayılabilecek örnekler sergileyebilmektedir. Altı aylık felsefe dergisi Özne, Türkiye’de Felsefenin Yüzyılı ismini taşıyan 26. sayısında Cumhuriyet döneminde yürütülen felsefi çaba ve çalışmaları, bunların sonucunda oluşan entelektüel birikimi teşrih eden yazılara yer veriyor. Betül Çotuksöken’in editörlüğünde hazırlanan dergide Ahmet Şuayb, Nusret Hızır, Hilmi Ziya Ülken, Takiyettin Mengüşoğlu, Nermi Uygur, İonna Kuçuradi gibi son yüzyılda Türkiye’deki felsefi söylemlere katkı sunan isimlerin katkılarını ele alan yazılar kadar, Ali Utku ile Osmanlı Felsefe Çalışmaları hakkında yapılan söyleşi ile Ayhan Bıçakçı’nın “Felsefe Anlayışımızdaki sorunları” tartıştığı yazı da dikkat çekiyor.
Bıçakçı, Türkiye’de en önemli sorunun felsefi tutumdan kaynaklanan felsefi bilincin gerekliliklerinin yerine getirilememesi olduğunu kaydediyor. Bıçakçı’ya göre yaklaşık 150 yıllık süreç içinde varlık, bilgi, ahlak, estetik, dil, tarih, toplum, devlet gibi felsefenin temel sorunlarıyla ilgili birçok görüş ortaya konmuş olsa da bu görüşleri ortaya koyan felsefecilerin eleştirel bir diyalog içinde olmayışları, birbirlerinin düşüncelerine atıf yapmamaları bu konular hakkındaki düşünceleri ilişkisiz ve dağınık olarak algılamamıza yol açmaktadır. Ayhan Bıçakçı bu noktada yeni kuşak felsefecilere şimdiye kadar Türkiye’de üretilen düşünceleri çeşitli başlıklar altında toplayıp tartışarak güncelleştirmeyi bir görev olarak yüklüyor.

8 Ekim 2017 Pazar

Adalet teorileri ve hayatın adaletsizliği

Genelde bütün insanların hür ve haklar bakımından da eşit doğduğu fikri başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Fransız İnsan Hakları Bildirgesi olmak üzere ABD Bağımsızlık Bildirgesi’nden Avrupa Birliği Anayasası’nın önsözüne kadar bütün modern siyasi temel kurucu metinlerin en önemli ilkesidir. Ancak insanların doğuşta eşit olmaları onların hayat ve hatta ölüm şartlarının da aynı ya da eşit olduğu anlamına gelmez. 
Alman Kültür Tarihi Filozofu Thomas Macho, özellikle “hayat adaletsiz!” önermesi etrafında tanrı tasavvurlarını, tanrı-insan ilişkilerini ve çeşitli düzeylerde ifade edilmiş adalet teorilerini tartışmaya çalışıyor.
Fanilik ve ölüm sonrası
Mevcut adalet teorilerinin çoğunlukla bireylerin hayatına çekilen sınırların, o hayatların içinde bulunduğu şartların yok sayılarak dile getirildiğini savlayan Thomas Macho, bu teorilerin kaçınılmaz adaletsizliğini “hayat adaletsiz” önermesinin anlaşılma şekillerine yaptıkları müdahalede bulguluyor. Çünkü Macho’ya göre, hayatın adaletsizliği aynı zamanda hayatın ölçüye gelmezliğinde mevcuttur.  Oysa varoluştaki adalet yükümlülüğü cennet, mahşer ve kurtuluş ümidi olmayan bir faniler topluluğunu kabul etmek zorundadır; bu ölçülemezlik ise fanilik ile adalet arasındaki tezada tahammül etmeyi gerektirir; bu istek de nihayetinde bir insanın elinden ölümünü almaya çalışmanın imkânsızlığını siyasi bir sentezin temeline yerleştirmeyi icap ettirir. Demokratik temsilin savunulabilir yanları da kendini en çok bu sentez aracılığıyla ortaya çıkarır. Hayatın izah edilişini ölümle bağlantılandırarak ifade eden Macho bu izah tarzlarından birinin insanın kendi hayatının sahibi ya da maliki olmadığı, “hayatın iade edilmesi gereken bir miras” ya da bir hediye olduğu yaklaşımları ele alır. Fanilik, ölümlülük ve ölüm sonrası kurulacak mahkemeyle yaşanan hayata dair yapılan muhasebenin sonucunda verilen ceza ya da ödül modeli bu izah tarzının belkemiğidir. Eski Mısır’da ortaya çıkan bu izah tarzının monoteist dinlerde de birçok motifinin paylaşıldığını görürüz.
Politik, sosyal, ekonomik, dini, hukuki ve varoluşçu adalet kavramları arasındaki uyum ve tezatları araştırmanın ve yaklaşık olarak onları birbirine bağlamanın zaruri ve anlamlı olduğunu kabul eden Macho yine de adaletin bir çizelge ya da bir aritmetik problem olmadığına işaret eder; ona kalırsa adalet, bir ilahe, bir özlem ve bir ütopyadır.
En temelde İslami kültür çerçevesinde “adl-i ilahi”, Batı düşüncesinde teodise olarak belirginleşen meseleler çerçevesinde “hayatın adaletsiz”liğini tartışan Macho’nun gerek bu konulara dair ürettiği tartışmalar gerek dini izah tarzlarına yönelttiği eleştiriler gerekse de kendi izahı ayrı ayrı üzerinde hassasiyetle durulmayı icap ettiren yönler taşıyor.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Mannheim’a göre entelijansiya sorunu

Klasik sosyolojinin kurucu babaları arasında yer alan Alman-Macar filozof ve sosyolog Karl Mannheim’ın 1925’te verdiği doçentlik tezinden itibaren akademik çalışmalarını da uzunca bir süre hasrettiği bilgi sosyolojisinin temel kurucu figürü olduğu söylenebilir.
 
Mannheim bilhassa İdeoloji ve Ütopya başlıklı en temel eserinde ideolojiyi sistemle uyum içinde olmayan, ama vaat olarak öne sürdüklerini de gerçekleştirmeye takat yetiremeyen bir fikir yapısı olarak addeder. İdeolojiler zamanla kabuk bağlayıp katılaşabilir ve hatta tamamen yalana da dönüşebilirler. Her ideolojide mutlaka ütopya vardır, ama ütopyalar içinden çıktıkları toplumsal şartları değiştirmeye yönelik tasarımlardır.
 
Mannheim’ı bugün için de hala güncel kılan ilk konu hiç kuşkusuz kurucusu olduğu bilgi sosyolojisi disiplinidir. Mannheim’ın ele aldığı şekliyle bilgi sosyolojisi bilgi üretiminde etkili ya da belirleyici olan toplumsal şart ve süreçleri inceleyen bir disiplindir. Mannheim’a göre bilgi sosyolojisinin temel iddiası da şudur: “Belli düşünme biçimlerinin toplumsal kökenleri açığa kavuşturulmadığı takdirde, bu düşünce biçimlerinin olması gerektiği gibi anlaşılamayacağı, bilgi sosyolojisinin ana savıdır.”
 
Elbette Mannheim’ın ileri sürdüğü bu sav ile Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da ileri sürdüğü tez arasında bir bağlantı vardır. Marx, “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” der. Bu ‘bağlantı’ her ikisinin de Alman sosyoloji geleneği içinde yer alması dolayısıyla kurulabilse de, Mannheim, fikirleri tamamen iktisadi yapı ve işleyişin belirlediği şeklinde ileri sürülebilecek Marksist teze katılmaz. O daha çok ilişkisel ve perspektivizme dayalı bir model sunar.
Türkçe’ye Kültür Sosyolojisi ortak başlığıyla çevrilmiş üç makalesinde Mannheim, ‘anlam’ın ve ‘anlam dünyalarımızın’ toplumsal inşası sorunlarıyla yakından ilgili meseleleri tartışıyor. Özellikle demokrasi ile ilgili yaptığı şu belirlemenin bugün de üzerinde detaylıca tartışılması gerekli bir içeriğe sahip olduğu ileri sürülebilir: “…diktatörlüklerin varlığı, günümüz siyasal gerçekliğinin özünde giderek daha az demokratikleştiğini kanıtlamaz. Çünkü diktatörlükler yalnızca demokrasilerden türeyebilir; onları olanaklı kılan bizzat demokrasinin yaşama soktuğu muazzam akışkanlık imkânıdır. Diktatörlük, demokrasinin anti tezi değildir; o, demokratik toplumların karşı karşıya kaldığı sorunları çözmeyi denediği yollardan biridir.”
 
Fikri gelişimini Weimar dönemi Almanya’sında tamamlamış, Nazi Almanya’sından kaçarak İngiltere’de akademik hayatını sürdürmüş Mannheim’ın özellikle Hegel’e ve entelijansiya sorununa dönük çözümlemelerini de içeren kitap birçok güncel meseleyi alma noktasında da okuruna vukuf kazandırıyor.