9 Eylül 2013 Pazartesi

Murat Güzel’le Uzak Koku ve Şiir Üzerine


Söyleşi: Asım Öz, Haksöz Haber sitesi, 12 Ekim 2008.

Murat Güzel, günümüz şiir, edebiyat ve düşünce ortamının genç şair ve eleştirmenlerinden biri. Güzel’in Tezkire’de yayımlanan yazılarından hareketle ayrıca felsefeci kimliğinin de olduğunu söylemek mümkün. Kaleme aldığı şiir ve düşünce yazılarında felsefi yanının izlerine rastlamak mümkün. Şiirle olan yoğun bağı oldukça tempolu bir biçimde devam eden şairin ilk şiir kitabı geçtiğimiz günlerde Uzak Koku (İz Yayıncılık, 2008) adıyla yayımlandı. Biz de, bu yeni kitabı merkez alarak şairle, yazdığı şiirin ne’liğini sorgulayan bir söyleşi yapmayı düşündük. Bu yanıtların, şairin şiir dünyasını, serüvenini, poetik eğilimlerini yansıtması açısından ilginç bir kaynak olacağı düşüncesindeyiz.

Farklı dergilerde yayımlanan şiirlerinizden bir kısmı 
Uzak Koku adlı ilk kitabınızla okura ulaştı. Belki pek çok kez dile getirmişsinizdir, ama ben kendi adıma bir kere daha sormak istiyorum; nasıl başladı sizin şiir serüveniniz anlatır mısınız biraz?

Çocukluğumda desem biraz garip olur biliyorum ama öyle. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Erenlerin Bağından isimli mensur şiirler toplamını sözgelimi 9 yaşındayken okuduğumu hatırlıyorum. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel gibi şairlerle ise lise yıllarında tam anlamıyla tanıştım denebilir. İlki şiirimi ise 1991 yılında Konya’da yayımlanmakta olan Varide dergisinde, Murat Kapkıner Ağabey’in dergisinde yayımlamak nasip oldu.

Ancak şunu söyleyeyim. Ben de Murat Abi gibi hep şiirden kaçmak istedim, ama şiir beni bırakmadı. Şiirle aramdaki ünsiyetin hep böyle bir kaçma yakalanma ilişkisi olmadığını düşünsem de şiire başladığım ilk yıllarda onun ‘lanet’ olduğuna kâniydim.

Nasıl olur sizin şiir yazmanız, bunu anlatır mısınız biraz?

Bazen zor, bazen kolay. Bazen rahat, bazen sıkıntılı. Bazen neşeli, bazen üzüntülü. Ama her zaman tutkuyla yazarım. Genellikle geceleri. İlk şiirlerimi yazarken daktilo ve kalem kullanırdım ama şimdilerde sadece bilgisayar klavyesi kullanıyorum, hem yazılar için hem de şiirler için. 

Poetik tavrınızı biraz ayrıntılı açıklayabilir misiniz? Sizi bu poetik tavra yönelten, besleyen birtakım nedensellik veya özel birikimlerden söz edilebilir mi? Anlatımcı şiir, Neo-epik sizin için ne ifade ediyor?

Öncelikle 1996 ila 1997 yıllarında o zamana dek yazdığım şiirlerde kendimce hata ve yanlış olarak değerlendirdiğim bazı kusurlara rast geldim. Bu kusurların çok temelde bir şeylerin yanlış gitmesinden kaynaklandığını düşündüm. O zamana dek yazdığım şiirleri genel olarak lirik-imgeci çizgide değerlendirebiliriz. Yanlışlık bu lirizmin edilgen, imgeciliğin ise yanılsamaları çoğaltan bir tarafı olmasından kaynaklanıyordu. Bütün bu kusurların kökeninin imgecilik-lirizm kompleksinde yattığına dair bir şüpheye kapıldım. Gerek modern şiirimizi gerekse dünya şiirini bu gözle yeniden okudum. Bu süreç zarfında kaleme aldığım şiirler de oldu elbette. Ancak bu şiirlerin çoğunda itminan bulmadım. Birikimlilik esasına dayalı, uzun soluklu şiirler yazmayı kendime ilke edinmiştim. Ki, 1991’de İstanbul’da bir yaz Yeni Cami’nin arkasındaki bir kafede 10 gün boyunca yazdığım ilk şiir olan “Sin/i” de bu özellikleri taşıyan bir şiirdi. Oradaki anlatımcılığa yersiz imgeler bulaşmıştı sadece. Geniş bir muhayyileye sahip olduğumu biliyordum; sahip olunan imkânları en iyi şekilde kullanmak, onlara teslim olmamaktan geçtiğini de biliyordum. Bu sebeple sadece anlatım özelliklerine dayalı, onların oluşturduğu birikimliliğin doğuracağı şiirin nasıl bir mahiyet taşıyacağını merak ettik. Bu merakımın sonucunu ise “Işık Heykelleri I ve II” adlı şiirlerimle iyi bir şekilde aldım. “Işık Heykelleri I”i 28 Şubat 1997 tarihinin hemen ertesinde kaleme almıştım. Birilerini yenmiştik ama süreçte yenik sayılmıştık. Şiirimi motive eden asal duygu bu olmuştu.

Gelelim anlatımcı, neo-epik şiir anlayışlarına. Hakan Arslanbenzer’in üzerinde durduğu bir şiir anlayışıydı bu. Hakan’ın ısrarla savunduğu bu anlayışla benim şiirim birçok bakımdan akrabadır. Benim ‘ironik realizm’ dediğim tutuma elveren şey de zaten bu tür destansılıktır. Az önce de söylemiştim, 1996-197 yıllarında şiirimi içinde bulduğum krizin asıl müsebbibi olarak lirizmi ve imgeciliği görüyordum. Sonuçta bu ikilinin hakkından epik bir tavrın ve ironik bir tutumun geleceğine ikna olmam güç olmadı. 

Şiirde olmazsa olmaz dediğiniz unsurlar nelerdir?

Öncelikle anlam. Şiirin biçimsel özellikleri ne olursa olsun anlam, anlatmak başlı başına şiiri var eden bir şeydir. Şair niye şiir yazıyor ki? Bir şeyler anlatmayacaksa, bize bazı duyguları, bazı tecrübeleri, bazı vukufları aktarmayacaksa o şiir niye var? O şiirin varlık sebebi nedir? Bu soruya bir cevap bulamadığım metni şiir saymamaya yatkınım bu aralar.

Şiirde vazgeçilemeyecek ikinci unsur ise bana kalırsa ritimdir. İnsanlar çoğu kez armoni ile ritmi özdeşleştirirler fakat bu ikisi birbirinden ayrı ve hatta bazen birbirini dışlayan sessel özelliklerdir. Ritim armoniye önceliklidir, hatta şiire bile önceliklidir. 

Ayrıca “Olgun bir şairde yaratıcı dimağ ile acı çeken insan arasındaki sınır kesindir” diyen T. S. Eliot’la birlikte sadece kendi bireysel ıstıraplarını anlatan şiirlerden hazzetmediğimi de söylemek isterim. Şiir, toplumun sesi olmayı başarmalıdır. 

Kitaba Uzak Koku adını verme nedeniniz nedir?

Kitapta “Modern Koku” başlıklı bir şiirim var. Ayrıca, Allah beni bağışlasın, sigara tiryakisiyim de. Yanımızda yöremizde hep kötü kokular olunca uzakta daha güzel kokular bulunabilir sanırım. Bu işin şakası. Hep uzakta, hep mesafeli yaşadım. Annemden babamdan, hatta arkadaşlarımdan. Belli bir mesafe duygusunu kendiliğinden oluşturdu bu durum elbette. 

İlk kitabınızın bu kadar geç yayımlanmasından hareketle aklıma şunlar takıldı: Az şiir mi yazıyorsunuz? Kitap yayımlamada mı çok hassassınız, yoksa çoğu şair gibi kitap yayımlamak sorun mu olageldi?

Az şiir yazdığım söylenemez. Yazdığım birçok şiir de zaten arkadaşlarımda kayboldu gitti, kimisi Ankara-Konya-İstanbul üçgenindeki göçebeliklerim esnasında yitti. 1997’den sonra şiir yazmada ve yayınlamada daha temkinli davrandığımı söyleyebilirim. Kitabı oluşturan şiirler 1997 ila 2004 arasında yayımlandılar, ancak aynı dönemde yayımlanan diğer şiirlerden de şu anda iki kitap hazır. Bu durumda az şiir yazdığım söylenemez. Her şiir kitabının kendine özgü bir geometrisinin olduğunu düşünüyorum. “Benim 10 şiirim yayımlandı bir araya getireyim bir kitap yapayım” anlayışı bana uygun bir anlayış değil. Uzak Koku, 2005 yılından beri yayına hazırdı; ama yayımlanması bugünü bulduysa bunda da kabahat bende değil. Sadece bunu söylemekle yetineyim. 

Kimlerdir sizin ustalarınız?

Öncelikle İsmet Özel, Sezai Karakoç, Turgut Uyar ve Cahit Zarifoğlu. Bu isimleri mutlaka anmalıyım. Bunların ardından Ezra Pound, T. S. Eliot gibi İngiliz şairleri, R. M. Rilke, Stepan George gibi Alman şairleri, Mahmud Derviş ve Adonis gibi Arap şairleri de yazdığklarıyla üzerimde belli oranlarda etkili olmuşlardır. 

Şiirinizin istikameti nedir?

Şiirimin istikametinin de kendi istikametimle aynı olmasını arzulamam kadar tabii ne olabilir? Müslümanım, şiirimin istikameti de Müslümancadır. Buna rağmen kendime ‘İslamcı şair’ demem, böyle bir sıfatı kabul etmem. İnsan tekleri olarak nasıl ki bizlerin bir yazgısı varsa bütün faaliyetlerimizin de birer yazgısı vardır. Şiirimin istikameti bu sebeple bu topraklaradır, bu topraklardaki varoluşumuzun özünedir, bu toprakları bize vatan kılan inancımızadır. 

Kitabınızın kurgu itibarıyla ilginç bir yapısı var. Bazı şiirler alt bölümlerden oluşuyor. Bu kurguyu hangi nedensellik ya da esprinin sonucu oluşturduğunuzu merak ediyorum. Kendine ait bir mantığı var mı?

Elbette var. Farklı konuşmalar, farklı anlatım tarzları ve çoğul bir dil. Ancak dikkat edin çoğulcu bir söylem değil. Çünkü şiirimin söylemini denetleme konusunda hassasiyet göstermemin gerekli olduğunu düşünürüm hep. 

Peki Murat Bey, “Avrupa Birliğine Hayır” şiirini yazmanız nasıl oldu, nereden doğdu, oraya ve orada olma isteğine dair yazmanın türlü nedenleri olmuştur, anlatın istiyorum…

“Avrupa Birliğine Hayır” şiiri sevgili Eren Safi ile Ankara’daki Girgin Kıraathanesi’nde otururken üzerinde durulmuş bir projenin ürünüdür. Sohbet esnasında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusu gündeme gelmişti ve biz “Türk şairleri olarak bu duruma tepkimizi nasıl gösterebiliriz?”i aramızda konuşmuştuk. Avrupa Birliğine Hayır şiirleri yazalım demişti Eren. Olur dedik. Hatta şiirin ilk dizeleri de o sohbet esnasında, o masada yazılmıştı. Huruç dergisinin 2. sayısında diğer şair arkadaşların şiirleriyle birlikte de yayımlandı. Şiirdeki temaların doğumu ise zaten bende var olan tarih duygusundandır. Moğollar yerine Ahiler’i tercih etmemin sebebi neyse Avrupa Birliği’ne Hayır dememin sebebi de odur. Şiirin diğer temaları da bütünüyle düne dek savunduklarımızdan hemence vazgeçmenin acayipliğini vurgulamaya ve bu vazgeçişi ironize etmeye dönüktür. 

Denemelerinizde de Türk düşüncesinde Avrupa’nın yani olanaksızın kapısını zorlama girişiminin yaygın olduğunu ifade ediyorsunuz. Öte yandan yıllardır oyalanan ilişkiler kabullenmenin somut göstergesi olarak görülemez mi?

Bakın, ben Avrupa Birliği meselesine tamamen bir boyun eğme/özgürleşme perspektifinden bakıyorum. Avrupa Birliği bu başvuruyu nasıl görüyor, kabul eder mi etmez mi gibi sorulardan çok bu başvuruyu gerçekleştirenlerin ruhsal ve siyasal durumları beni ilgilendiriyor. Tabii ki öncelikle de kendi duruşum ve durumum. Fıkhi değil Avrupa Birliği’ne Hayır deyişim, coğrafyayı kutsallaştırdığım da yok; fakat bugüne dek bu topraklarda Batılılaşmaya direnen sekülerleşmemekte direnenlerin birtakım büyük iddiaları vardı. Siyasal iddialardı bunlar. Bu iddialar duygusal ya da akli birtakım gerekçelerle de donatılmıştı üstelik. Şimdi ne oldu da bu iddialara sahip insanlarımız bir anda bütün bu iddialardan vazgeçtiler ya da vazgeçmek zorunda kaldılar. Bunun da aynı şekilde duygusal ya da akli gerekçelendirilmesi mümkün mü? Benim gözümde Türkiye büyük bir iddiadır, bu tür bir siyasi iddiadır. Avrupa Birliği’ne Evet demek bu iddiadan vazgeçmek anlamına gelir gözümde. Ayrıca Müslümanların çoğunun bu ‘evet’ deyişlerinde bir himaye arayışının izlerini bulmak da mümkün. Adalet arayışı değil bu evet’in esbab-ı mucibesi, sadece sağcı himaye arayışlarının bir ürünü. Bir boyun eğme, bağışlanacak hayat hakkı karşılığında. Sizin üzerinizde sulta kuranlara karşı başka birilerinin sultasını aracılık ederek yok etme girişimi. Mesele böyle özetlense, böyle açıklansa dürüst davranılmış olur ve derim ki “Haklısınız! Avrupa Birliği bugün bizim için bir Necaşi’dir çünkü biz güçsüzüz, müstezafız!” Fakat durumu açıklayanlar böyle arz etmiyorlar yaptıklarını. Mesele de zaten burada! 

Şiirinizle denemelerinizin kesişim alanı olarak dipten gelen sahici sorgulama teknikleri geliştirmiş olmanızı neye bağlayabiliriz?

Var olanın hemence kabulüne ilişkin zaten öteden beri, çocukluğumdan beri tereddütlerim olmuştur. Verili olanla, size sunulanla yetinmenin; bu anlamda kanaatkâr olmanın elbette ahlakî açıdan insanı rahatlatan, sorumluluktan kurtaran yanları vardır. Fakat bu kadar konformist bir hayat sürmedim. Bana böyle bir hayat nasip olsaydı öyle yaşamayı tercih edeceğimden de kuşkuluyum. Hem zihni anlamda hem de pratik anlamda verili olanın niye bize verildiğini, hangi amaca matuf olduğunu sormanın verili olana ihanet etmemenin bir gereği olduğuna da inandım üstelik. Verili olanın, var olanın iyiliğine inananlar; bu verili durumu ezeli-ebedi, değişmez bir hakikat olarak görenler kendi sundukları ya da insanlara verdikleri fikirlerin bu değişmez yönlerine yaptıkları vurgularla aslında çok daha başka şeyleri işaret ediyor görünür bana. Biz insanız. Muvakkat, zamana ve süreye bağlı, geçici bir varlığımız var. Ebedi kalıcı değiliz bu dünyada. Bizim her edimimiz, fikrimiz, hatta ‘inancımız’ bile bu yüzden pekâlâ geçici olabilir.

Sizin yazılarınızdan iyi bir okur olduğunuzu ve felsefeyi çok sevdiğinizi fark ettim. Şiirlerinizi kurarken de çeşitli kaynaklardan yararlanıyorsunuz. Şiirlerinizde metinlerarasılık oldukça yoğun ve yaygın. Bu şiiriniz için bir handikap değil mi?

Aynı şey yazılarım için de bir handikap olamaz mı? Sonuçta o yazılarda yüzlerce kaynağa dipnot veriyor, kişileri başka metinleri okumaya yönlendiriyor; yahut kendi düşüncelerinizin doğruluk ya da yanlışlığını başka metinlerle sınamalarını öneriyorsunuz onlara. Sonuçta üslupta epey bir ağırlığa yol açtığını kabul edebilirim, o göndermelerin, atıfların, imaların çoğu anlaşılamamış olabilir. Metinlerarasılık ise çok daha farklı bir konu. Ben kitaplar ile hayatı birbirinden ayırt etme becerisini yakalamış biri değilim maalesef. En nihayetinde hayatın da bir metin olduğunu, bize defterimizin verileceği hesap gününden korkmamız gerektiğini biliyorum.

Felsefeyle şiir arasında nasıl bir ilişki var?

Kötü bir ilişki var. Platon’dan beri tabii. Doğrusu şiirle felsefe arasındaki kavgada benim bir taraf tutmam mümkün değil. Ne de olsa ikisi de benim dostum! 

Paul Ricoeur dilin yenidünyalar açma yeteneğinin özellikle şiir sanatında belirginleştiğini ifade eder. Şiir diliniz fiili dünyanın kurulu sınırlarını aşma ve başka olanaklı dünyalara açılma noktasında nasıl bir imkân sunuyor?

Kendime özgü şiir dili ayrıntıda gizleneni keşfetmeye dönük bir yandan, bir yandan da dünyaya atılımcı bir bakış geliştirmeye çalışıyor. Kavramaya, anlamaya daha bir ağırlık veriyorum sanki. Dışavurumcu değilim ne de tümüyle izlenimciyim. İçimdekini dışa vurduğum anlar kadar içe kapandığım zamanlarım da oldu çünkü. Dilim, mizacımla bitişik bu yönden. Çoğu kez hüzünlü olduğumu söyleyebilirim. Fakat bu hüznü yaşarken ya da anlatırken ‘ağlak’ bir dil kullanmadığımı düşünüyorum. Üstelik ‘Keder yok!’ diyen de benim. 

Bütün bunları toparlayıcı tasvir ise elbette ‘durumsal ironi’ denen kavram. 

Sizi toplumsal yönlü bir şair olarak değerlendirmek yanlış olmaz sanırım. Uzak Koku’da bu yön ağır basmış. Ne dersiniz? 

Doğru derim. 

Her yeni şiirinizi bir öncekini yıka yıka mı yoksa bir öncekini yıkarak yıkaya yıkaya mı kurarsınız?

Şiirlerim arasında içsel irtibatlar var. ilk kitapta da var bu, diğer şiirlerimde de var. Burada temel ilkeler noktasında şiirlerim arasında bir bütünlüğün kurulu olduğunu görüyorum.

Türk(çe) şiir(i) hakkında neler düşünüyorsun?

Deyişim, “Türk şiiri”dir. Neticede, Alevi, Kürt, Türk, Sünni, İslamcı, Sosyalist vb. bütün bu etnisite veya ‘siyaset’ ifade eden deyimlerin şiir alanında herhangi bir şey ifade etmediğini görüyorum. Türk şiiri Sezai Karakoç’la Cemal Süreya arasındaki konuşmadır desem yerindedir.

Türkçe şiirde gençler olgusu deyimini kabulleniyor musunuz? Böyle bir olgunun ana çizgileri nelerdir sizce?

Gençlik yok, olgunluk, yetkinlik ya da amatörlük vardır şiirde. Profesyonelin gündelik dildeki karşılığı kötü olmasa şiirde yaşlılar ile gençler arasındaki ayrımın yerine profesyoneller ile amatörler ayrımını önerebilirdim. Olgunluk kriterim ise yine şiire içkindir ve Eliot’ın yukarıda aktardığım cümlesinin muhtevasında gizlidir. 

Merkez neresi, taşra neresi ayrı bir konu ama yayımlanan epey dergi var. Bu dergileri de göz önünde tuttuğumuzda ortaya çıkma olanakları bakımından gençler eskiye oranla daha mı şanslılar?

Tam tersine, daha şanssızlar. Kendi kendilerinin editörü olmayı, kendi kendilerini frenlemeyi, teemmüllerini artırmayı da başarmak zorundalar çünkü!

Şiirden başka nelerle uğraşıyorsunuz? Bundan sonraki güzergâh nasıl olacak?

Geçimimi gazetecilik ve köşe yazarlığı yaparak kazanıyorum. Bol bol okuyorum ve dolayısıyla yazıyorum. Şiir haricinde satranç oynamayı ve maç seyretmeyi seviyorum.

Söyleşi bitiyor, bir dize söyler misiniz?

Bu zehir, filozofların değil, şairlerindir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder