6 Eylül 2025 Cumartesi

Kudüs mitinginde neler oldu?

İsrail, bütün dünyanın ve Müslüman ülkelerin tepkisine rağmen 23 Temmuz 1980’de Kudüs'ü İsrail'in ebedi başkenti olarak ilan etti. Söz konusu kararın 30 Temmuz 1980 tarihinde İsrail kabinesi Knesset'te onaylanması üzerine 28 Ağustos 1980’de Türkiye tepki olarak Kudüs'teki Başkonsolosluğu kapatıp İsrail’le ilişkilerini maslahatgüzarlık seviyesine indirdi. Ancak Türk halkının söz konusu karar dolayısıyla İsrail’e tepkisi bununla sınırlı kalmayacaktı. Milli Selamet Partisi halkın bu tepkisini dile getirebilmesine imkân tanımak için 6 Eylül 1980’de Konya’da bir Kudüs mitingi düzenlemeye karar verdi.

Mitinge Konya’dan ve Konya dışından yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Mitinge katılanların boyunlarında 990’lık tahta tesbihler taşıdığı, şalvar, cübbe ve sarık giydiği iddia edildi. Ancak miting öncesi yapılan yürüyüş esnasında yaşanan bazı olaylar ve miting sonunda İstiklal Marşı okunurken 1978’de Selimiye Camii şadırvanında abdest alırken öldürülen Hasan Sürel’in miting alanındaki posterinin asılı bulunduğu yerdeki yaklaşık 50 kişilik bir grubun yere oturması, miting tertip komitesi üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip’in ve MSP Genel Başkan Yardımcısı Şener Battal’ın aksi yöndeki bütün uyarılarına karşı belirlenmiş sloganlar haricinde sloganların bazı gruplar tarafından ısrarla atılması mitingin hem Konya hem de Türkiye gündeminde bomba etkisi yapmasına yol açtı.

DÖNEMİN GAZETELERİNDE MİTİNG NASIL LANSE EDİLDİ?


Yazı dizimizin ilk bölümünde dönemin gazetelerine dayanarak yaşanan olayları tasvir etmeye, bu olayların kamuoyunda nasıl algılandığını belirlemeye çalışacağız.


8 Eylül 1980 tarihli Milli Gazete’de “Kudüs’ü Kurtarma Günü yürüyüş ve mitingi ile” Konya’nın tarihi günlerinden birini daha yaşadığı kaydedilerek “İstasyon meydanından İtfaiye Meydanı’na kadar yürüyen İnananlar ordusu İtfaiye Meydanında bir insan denizi oluşturdular. On binlerce insanın taşıdığı sinlerce afiş, döviz ve pankartlarla, Yahudi İsrail ve onların uşakları masonlar lanetlendi. Türk Parlamentosu tarafından İsrailci hükümetin Dışişleri Bakanının düşürülüşü kararı kutlandı” şeklinde yapılan yürüyüş ve miting özetlendi.

Fakat dönemin gerek yerel gazetelerinin büyük bir kısmı gerekse yaygın basın mitingde İstiklal Marşı’na saygısızlık edildiğini, miting öncesi Kızılay’ın sahibi olduğu Dergah Oteli’nin camlarının indirildiğini, Fuar Mahsen Birahanesi’nin, Fuar içinde bulunan Tekel pavyonunun Alaaddin Caddesi’nde bulunan birahane ve tekel bayilerinin taşlandığını ileri sürdüler. Sözgelimi AP’nin yarı resmi yayın organı konumunda yayın yapan Konya Postası gazetesine göre “Yürüyüş ve miting saat 11’de yapılacakken saat 14’e alındı. Mevlana alanına gelen gruplar yürüyüşe saat 15’te başladılar. Başlarında yeşil beyaz takke ile sarık bulunan grup yürüyüşe geçerken bir grup da duvarlara yeşil boya ile sloganlarını yazmaya başladılar. Bu arada Kızılay’a ait bulunan Dergah otelinin camlarına yazı yazılmasına müdahale edilmesi bu otelin tüm camlarının grup tarafından kırılmasına yol açtı.”

MİTİNG “DELİBAŞ HADİSESİ”NE BENZETİLDİ!


Gücüyenerler’in Yeni Konya’sı 8 Eylül tarihinde birinci sayfa manşetinden duyurduğu yürüyüş ve miting haberinin spotunda “Mitinge katılan MSP’li grupların kıyafetleri dikkat çekti. Bir otel, bir tekel bayisi ve bazı yerler saldırıya uğradı. İstiklal Marşı okunurken bir grup MSP’li yere oturdu” ifadelerine yer veriyordu. Yine Yeni Konya ertesi günkü manşetinde olayın akabindeki gelişmelere yer vererek Kudüs mitinginin Konya’da MSP’ye puan kaybettirdiğini ileri sürdü. Haberin üst spotunda kimliği belirsiz kişilerin ağzından “Kendini bilen yüz Konyalı’nın dahi mitingde bulunmadığını” iddia eden gazete aynı kişilerin “Kudüs ihya edilirken Konya berbat edilemez” dediklerini kaydetti. Aynı kişilerin yaşanan olayları “Delibaş Hadisesi”ne benzettiklerini öne süren gazetenin bu iddiaları da kayıtlara geçti.


KONYALI SİYASİLER MİTİNGİ AĞIR ELEŞTİRDİ


AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı mitingde “Konya faşistlere mezar olacak”, “Dinsiz devlet yıkılacak elbet” gibi sloganların atıldığını iddia ederken MHP Gençlik Kolları Başkanı Galip Köse ise “Okullarda olay çıkaran birçok komünist kişileri konvoylarda gördük. Bu kişilerin çeşitli sloganlarla ülküdaşlarımızı tahrik etmeleri, buna karşılık ülküdaşlarımızın bu tahriklere kapılmamaları bizleri sevindirmiştir” diyordu.

CHP Konya Senatörü Erdoğan Bakkalbaşı ve Konya Milletvekili Ahmet Çobanoğlu yaptıkları açıklamada mitinge MSP yöneticileri dışında gerçek Konyalı’nın mitinge katılmadığını iddia ederek “Bu mitingin Humeyni taklitçileri tarafından Konya’da düzenlenmiş olması talihsizliğimiz” dedi. Olayları Konya Hukukçular Derneği de yazılı bir açıklamayla kınadı.

AKINCI GENÇLER DERNEĞİ DİDİK DİDİK ARANDI

Miting sonrasında olaylardan sorumlu tutulan Akıncı Gençler Derneği Konya emniyet güçleri tarafından tarafından didik didik arandı ve mitingde kullanılan pankartlara Cumhuriyet Savcılığı’nca el kondu. Ayrıca, AGD Genel Merkezi yöneticileri hakkında da soruşturma açıldı. Seriyye Kitabevi’nde yapılan aramalarda da yasadışı kitaplar bulunduğu iddia edilerek kitabevi sahibi Ahmet Güçyetmez tutuklandı. Olaylar sonrasında Konya dışına çıkan tertip komitesi üyesi Süleyman Yeğenler hakkında da gıyabi tevkif kararı çıkarıldı.


Tertip Komitesi Üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip, savcılığa gönderdiği bir mektupla olaylardan tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağını bildirdi. Hatip mektubunda gazetelerde neşredilen kasıtlı haberler ve birtakım siyasi parti ve grupların yanlış beyanatlarıyla mitingin saptırılmak istendiğini ileri sürerek “En az yüz bin kişilik bir kalabalıkta nizamata aykırı hareket, söz ve pankart taşıyanlar olmuşsa, üç kişilik tertip heyetinin bunları tek başına görüp men etmesi mümkün değildir. kötü niyetli ve tahrikçi kimselerin bu kalabalık içerisinde sergilemiş oldukları kanunsuz fiillerden dolayı Tertip Komitesi’ni mes’ul tutmak hukuk kurallarına aykırıdır… Gerek Hükümet Komiseri olan zat gerekse diğer kamu görevlileri, kanunlara aykırı herhangi bir fiil, söz ve davranışı tertip komitesine intikal ettirmemiş veya re’sen müdahale etmemiş olduğuna göre tertip heyetinin muahharan mes’ul tutulmak istenmesi kanunlara aykırıdır” satırlarına yer verdi ve Cumhuriyet savcılığından kanunlara aykırı hareket edenler hakkında soruşturma başlatmasını istedi. Buna rağmen Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasi Partiler Kanunu açısından MSP hakkında soruşturma başlattı.

VALİ TUNCEL, İ. SABRİ ÇAĞLAYANGİL’İ BİLGİLENDİRDİ

Emniyet Komisyonu toplantıları için Ankara’da bulunan dönemin Konya Valisi Lütfi Tuncel, Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil’in talebi üzerine Kudüs mitinginde yaşananlar ve miting hakkında açılan soruşturmalarla ilgili olarak Çağlayangil’i makamında bilgilendirdi.

MİTİNG, İHTİLAL İÇİN ‘BARDAĞI TAŞIRAN SON DAMLA’ MIYDI?


Miting ve yürüyüşten 6 gün sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesinin sebeplerinden biri olarak darbenin paşaları tarafından Kudüs mitingi “bardağı taşıran son damla” olarak lanse edildi. 12 Eylül’de yayınlanan ihtilal beyannamesinde ihtilalin gerekçelerinden biri olarak Konya Kudüs mitingi de gösterildi. Darbenin lideri Orgeneral Kenan Evren, 16 Eylül’de yaptığı ilk basın toplantısında şu sözlerle mitinge atıfta bulundu: “Konya olayları gericiliğin ne boyutlara ulaştığını göstermiştir. Milletimizin bu olay karşısında gözleri açılmış, tehlikeyi bütün boyutlarıyla görmüştür.” Darbenin perde arkası kurmaylarından biri olan Org. Haydar Saltık, 29 Ekim 1980 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında Konya mitingine ilişkin olarak “Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur” değerlendirmesini yapmıştı.

SÜLEYMAN DEMİREL: MİTİNGDE SUÇ YOKTU


Yıllar sonra 1987’de siyasi yasakların kalkması için düzenlenen referandum öncesi Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta ise dönemin başbakanı olarak darbeye maruz kalmış ve siyasi yasaklılardan biri haline gelmiş olan Süleyman Demirel, laikliğin tarif edilmesi münasebetiyle Konya Kudüs mitingine değiniyor ve olaylarda hiçbir suç unsuruna rastlanmadığını ifade ediyordu: “Her askeri müdahale öncesinde irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor? Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor. Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu değildir.”


Peki ama ihtilal gerekçesi olarak gösterilecek ne yaşanmıştı 6 Eylül’de? İddialara göre 50 kişilik bir grup İstiklal Marşı okunduğu esnada ayağa kalkmamış ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine sloganlar atmıştı. Yazı dizimizin dünkü bölümünde de aktardığımız gibi bu iddialar mitinge katılanların uygunsuz kılık kıyafetlerinden tutun da tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağı çeşitli taşlama olaylarına kadar uzanıyordu.


Mitingi takip eden günlerde dönemin çeşitli siyasi parti yöneticilerinin açıklamaları da birbiriyle çelişki arz ediyordu. Dönemin gazetelerine göre İran İslam Devrimi ile birlikte MSP’nin Türkiye’de egemen siyasal düzene karşı tavrı da sertleşmeye başlamıştı. Erbakan, bir yandan İran devriminin partide oluşturduğu dalgalanmaları bazı üyeleri ‘Humeynici’ addedip dışlayarak kontrol etmeye çalışırken bir yandan da parti içindeki genç radikal unsurlara da birtakım tavizler veriyordu. Dönemin siyasal gözlemcilerine göre miting bu tavizlerin önemli bir örneğiydi.


İddiaya göre mitingde İstiklal Marşı okunurken bir grup oturarak marşı protesto etmişti. Atılan sloganlar ve taşınan pankartlarda da şu sözler dikkat çekiyordu : “Dinsiz Devlet Yıkılacak Elbet”, “Şeriat İslam’dır, Anayasa Kur’an’dır”, “Şeriat Hakkımız Söke Söke Alırız”, “Komutan Erbakan Akıncı Asker”, “Yaşasın İslam Devleti Hakkımız”, “Ya Şeriat Ya Ölüm”, “Tek Halife Tek Devlet”, “Cihadımız Devletimizi Kuruncaya Dek.”


MSP SUÇLAMALARI KABUL ETMEDİ


Ancak MSP yetkilileri hiçbir şekilde bu suçlamaları kabullenmediler. Aksine bütün bunların bir provokasyondan ibaret olduğunu, hatta 12 Eylül ihtilaline bir gerekçe oluşturmaya çalışan birtakım gizli güçlerin eseri olduğunu ileri sürdüler. Sözgelimi 7 Eylül’de MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk düzenlediği basın toplantısında Konya’daki mitingin MSP tarafından düzenlenmediğini, bu nedenle mitingdeki yasalara aykırı davranışlardan dolayı MSP'nin suçlanamayacağını öne sürerek, “Bu muhteşem toplantıda hiçbir memleket evladının İstiklal Marşı söylenirken ne oturduğuna ne de slogan attığına kimse şahit olmamıştır” diyordu.


OĞUZHAN ASİLTÜRK, İÇİŞLERİ BAKANI’NI UYARDI


Aleyhinde yapılan bütün suçlamalara MSP Genel Başkanlığı’nı yürüten Necmeddin Erbakan yıllar sonra yaptığı bir açıklamada “Konya mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti. Devrin İçişleri Bakanı, MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk'ü arayarak, İçişleri Bakanlığı istihbarat birimlerine mitingde provokasyonlar ve sabotajlar olacağına dair haberler geldiğini, bu durumu bildirme ihtiyacını duyduğunu söylemiş ve "mitinge" iştirak edip etmemeyi bir kere daha değerlendirmemizi" talep etmiştir. Asiltürk, konunun milli bir mesele olduğunu bu sabotaj ve provokasyonları önlemeye devletin gücünün yeteceğini ifade etmiş ve mitinge iştirak edeceğimizi, İçişleri Bakanlığı olarak "tedbir" alınmasını istemiştir,


Konya Valisi yürüyüş başlamadan önce hem kılık kıyafet hem de silah bakımından bütün korteji aratmadan yürüyüşe izin vermeyeceğini ifade etmiştir. Bütün tedbirlere rağmen, mitingdeki olayları yapanlar, herhalde bugünlerde isminden çok bahsedilen gizli örgütler olmalı ki, kendilerine mani olunamadı ve istediklerini yapabildiler” diyerek cevap verdi.


Buna karşın 8 Eylül 1980 tarihinde CHP Genel Yönetim Kurulu mitingden dolayı doğrudan bütün sağcı partileri suçlayarak, olaylardan sadece MSP’nin sorumlu tutulamayacağını iddia ediyordu. CHP’nin açıklamasında MSP kastedilerek “Din sömürücülüğünde ve laikliğe aykırı davranışlarda, tüm sağcı partiler yıllardan beri birbirleriyle yarış içindedirler. Bunun sorumluluğu yalnızca belli bir partiye yüklenemez. Hele o partinin bu konudaki tutum ve davranışlarını, AP hükümetine destek olurken bilmezlikten gelip, desteğini çekince fark eder görünmek inandırıcı olmaz” satırlarına yer veriliyordu.


“MİTİNGİN YAPILMASINA KARŞIYDIM”


1978 ila 12 Eylül 1980’e kadar Konya Belediye Başkanlığı görevini yürüten Mehmet Keçeciler de Hürriyet gazetesinden Yener Süsoy’a 21 Mart 2006 tarihinde verdiği demeçte Necmeddin Erbakan’ı ihtilalin geldiğine inandıramadığını ifade ederek miting öncesinde ve esnasında yaşananları şöyle aktarıyor:


“İsrail, Kudüs’ü başkent yaptığını ilan edince, Erbakan hoca "Konya’da Kudüs’ü kurtarma" mitingi yapalım dedi. Gün olarak da 6 Eylül 1980 günü tespit edilmişti. "Böyle manalı bir miting, çadırın orta direği olan Konya’ya yakışır" demişti hoca. İlk başta beni tertip komitesi başkanı yapmak istediler, "Ben bu mitinge karşıyım" deyip kabul etmedim. Çünkü 1979’da Konya’da yapılan bir mitingde 2 kişi ölmüştü. Konya’daki mitinglerde kanunsuz yürüyüşler yaptıklarını bildiğim için bu mitingin yapılmasına karşıydım. Hocayla Meclis’teki randevuma gittiğimde, Başkanlık Divanı toplantısı vardı. Grup odasındaki toplantı masasında Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Süleyman Arif Emre, Recai Kutan ilk gözüme çarpanlardı. "Hocam dedim, 6 Eylül’de Konya’da yapacağımız mitingin hiç faydası yok. Miting yapmakla Kudüs kurtulmaz. Kudüs’ü kurtarmak için asker yazacaksanız, beni 1 numaraya yazın. Öğrendiğim kadarıyla Askeri Şûra’da ihtilal kararı verilmiş vaziyette. Bu miting, ihtilalin sebeplerinden birisi haline getirilir, hepimizin, bütün partililerin başı derde girer.”


Keçeciler, Oğuzhan Asiltürk’ün mitingin iptal edilmesine karşı çıktığını belirterek “İlk itiraz Oğuzhan beyden geldi; ‘Olmaz efendim, artık çok geç, mitingi herkese duyurduk’ dedi ve devam etti: Bizim de istihbaratımız var, bizim ordu ihtilal yapamaz. Çünkü sağ ve sol olarak bölünmüş durumda. Biri yapsa, öteki izin vermez. Demirel’in söylediklerini de iletince, hoca çok kızdı. ‘O bizi hep askerle korkutur zaten’ dedi. Fevkalade sinirlendim; ‘O halde ben de sizin belediye başkanınız değilim’ dedim. Kalktım, kapıyı hızla çarpıp çıktım. Konya’ya döner dönmez vali beyle görüştüm. Dedim ki ‘Hocayı ikna edemedim, istifamı orada şifahi olarak söyledim, ben gidiyorum.’ Vali bey dedi ki ‘Reis bey Konyalı seni seçti, onlara en lazım olacağın zamanda terk edip gidiyorsun. Bu yiğitlik mi?’ Bu lafa cevap bulamadım. Neyse, mitingi yapıyoruz, Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hâlâ bilmiyorum, oturanların hepsi Konya’nın meşhur delileriydi. Mustafa’dan İsmail’e, Selahattin’e kadar ne kadar delimiz varsa, hepsini salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tespihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak onları normal adam zannetti. Ertesi gün hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik savcılığa ve valiliğe. İstiklal Marşı söylenirken oturanlardan şikâyetçiyiz diye. Bu arada bir de hocayı idare ettim” şeklinde yaşananlara yorum getiriyor.


TANIKLARIN SESSİZLİĞİ SÜRÜYOR


Ülkede süren sağ-sol çatışmasını, artan asayiş olaylarını engellemek, kamusal otorite zafiyetini gidermek için “emir komuta zinciri” içinde yapılan 12 Eylül 1980 askeri harekâtının önemli gerekçelerinden biri de ihtilalin liderleri tarafından 6 Eylül Konya Kudüs’ü Kurtarma ve Milli Gençlik Mitingi olarak gösterilmişti. Dört kişilik tertip komitesi üyeleri tutuklanmış, olaylarla ilgili birçok zanlı gözaltına alınmıştı. Fakat 12 Eylül dönemindeki yargılamalarda bütün zanlılar beraat etti. Mitingde yaşanan olayların sebebi ve failleri bir türlü bulunamadı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, 1987’de yaptığı açıklamada mitingde suç unsuru olmadığını itiraf etti. Oysa, 8 Eylül 1980’da AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı olayların arkasında “Marksist lisanla konuşanların” olduğunu, “Bugüne dek Konya’da görünmeyen kişilerin” miting alanında olaylara karıştığını iddia ediyordu. Ağırbaşlı’nın bu açıklamalarının asıl sebebinin mitingde yaşanan olaylar değil, aksine AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Hayrettin Erkmen’in MSP tarafından verilen gensoruyla ve CHP’nin yardımıyla bakanlıktan düşürülmesi olduğu da iddia ediliyor.

Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, 26 yıl sonra yaptığı açıklamada İstiklal Marşı okunurken oturanların Konya’nın delileri olduğunu öne sürerken, mitingin düzenlenmesine karşı olduğunu da ifade ediyordu. Halbuki İstasyon Meydanı’ndan İtfaiye Meydanı’na kadar MSP kurmayları ve çeşitli İslam ülkelerinin temsilcileriyle birlikte kol kola yürüyenlerden biri de Keçeciler’di.

OLAYLAR ESRARINI KORUYOR


Buna karşın mitingde yaşanan olayların tanıkları 26 yıl sonra da sessizliklerini sürdürüyorlar. Yürüyüş ve mitinge katılanlar, mitingde yaşananlar hakkında konuşmaktan çekiniyor. Araştırma dolayısıyla konuştuğumuz birçok tanık şu an yaptıkları iş ve bulundukları konum dolayısıyla miting hakkında konuşmak istemediklerini, yaşananların 26 yıl önce de kaldığını söylüyor. Onların konuşmaktan çekinen bu tavrı olayların içyüzünün karanlıkta kalmasına sebebiyet veriyo

İstiklal Marşı esnasında Polis Lojmanları’nın önündeki 50 kişilik bir grubun oturduğunu söyleyen ve ismini yazmamızı istemeyen bir tanık olayların asıl sebebinin MSP yandaşı gençlik hareketindeki iç çatışmalar olduğunu ileri sürerek Akıncılar Derneği ile Akıncı Gençler Derneği arasındaki fraksiyon çekişmesinin mitinge kötü bir biçimde yansıdığını belirtiyordu.


Sebep her ne olursa olsun tanıklar cesur bir şekilde olaylar hakkında konuşmayı seçmedikçe miting ve yürüyüş çevresindeki esrar perdesi aralanamayacak.


TEŞEKKÜR


Araştırmaya başladığım andan itibaren arşivini bana açan ve olaylar hakkındaki özel bilgilerini benimle paylaşan Gazeteci Ali Akgül beye, dönemin yerel gazetelerine ulaşmamı sağlayan İl Halk Kütüphanesi Müdürü Hasan Coşar beye, elindeki miting fotoğraflarını gazetemiz okurlarıyla paylaşmayı kabullenen Kemalettin Nokta beye yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Olaylar hakkında konuşmasalar da benimle görüşmeyi kabul eden tanıklara da şükranlarımı iletirim.


9 Eylül 2006/Memleket


28 Ağustos 2025 Perşembe

Türk edebiyatının dini temelleri

 Türk modernleşmesinde zihniyet kalıplarının oluşumu sürecinde önemli kanallardan biri de edebiyattır, yani özellikle Türk edebiyatı. 19. yüzyıla tarihlenen Batılılaşma sürecinin önemli parçası olan edebi metinler modernliğin gerekliliği, temsili ve toplumsal düzenin yeniden inşası için gerekli işlevini üstlenirler. Esasen Türkiye'de modernleşmenin öncelikle zihinsel planda gerçekleşmesi beklenen bir şeydir, çünkü iktisadi modernleşme elitlerin bu yöndeki bütün arzu ve isteğine rağmen epey güç ilerler. Batılılaşma sürecinde din ile kurulan negatif etkileşimin ifade biçimlerine edebi formlarda sık sık rast gelmemiz boşuna değildir. Bu süreçte İslam ile edebiyat arasında mesafenin çoğaldığını görürüz. Ancak 1960'lı yıllardan itibaren modern ifade formları içinde dini hassasiyetlerin şiir, roman, hikâye ve tiyatro gibi edebi türlerde verilmiş metinlerle İslami endişelerin de dile getirildiğini görürüz.

Dini sembollerin ve düşüncelerin modern kurgu dünyasına dahil edildiği bu vetirede İslam'ın yeni/modern olanla kurduğu ilişkilerin biçim ve usullerine ilişkin hususları da Türk edebiyatı bağlamında yeniden düşünmek gerekiyor bir bakıma. Türk edebiyatının macerasında "edebiyat ve din ilişkisi"nin tuttuğu yer, bu macerada söz konusu ilişkinin niçin ve nasıl yer aldığı, modernite ve din kavramlarının gerilimin içinde Türk edebiyatında bu kavramları hangi referansların karşıladığı gibi sorular edebiyat ile din arasında kurulan ontolojik ve epistemolojik ilişkinin geçmişine ve günümüze yansıyan hallerine bu çerçevede ışık tutuyor.

Başlangıç destanlar

Genel Yayın Yönetmenliğini Yunus Badem'in yaptığı Tezkire dergisinin 91. sayısının "Edebiyat ve Din" dosyası, beş araştırma makalesi, bir çeviri, üç eser analizi ve bir söyleşi içeriyor. Editörlüğünü Kadriye Alev'in üstlendiği dosyada yer alan ilk makalede İsmail Güleç, din ve edebiyat ilişkisinin kopmaz bir şekilde insanlığın başlangıcından beri sabitlendiğini belirterek klasik Türk edebiyatının dini temellerini kazı çalışmasına tabi tutuyor. Güleç, Türk edebiyatının dinle ilişkisinin destanlardan başladığı bir izlek göstererek edebiyatın İslam'la zenginleşen biçim ve muhtevasının toplumsal hayata da akarak çok katmanlı bir etkileşim sunduğunu belirtiyor. Güleç verdiği örneklerle hem dinin edebiyatı zenginleştiren taraflarını hem de edebiyatın dini inancı kuvvetlendiren ve yaygınlaştıran taraflarını zikrediyor. Edebiyat ve din ilişkisini ontolojik düzlemde tartışan Şaban Sağlık ise makalesinde her medeniyetin mutlaka bir dinin hayatla irtibatından doğduğunu belirtiyor. Edebiyatın milletin ayırt edici karakterlerinden biri olduğu gerçeğiyle hareket eden Sağlık, dil-kültür-estetik ve medeniyet ilişkisini irdeliyor. Sağlık Türk edebiyatının temsil odaklı estetik anlayışından taklit merkezli estetik anlayışına dönüşümünü hikâye/öykü, nesir/şiir üzerinden çözümlüyor.

Dergide ayrıca Ercan Yılmaz'ın "Ne Natuk u Ne Hamuş: Hüsn ü Aşk'ta Bir Kök Metafor Olarak "Nur-ı Siyeh", Ali Osman Tokalı'nın "12 Mart Romanları Kanonu İçinde İslami Romanların Yeri Niçin Yok?", Esra Fahriye Poyraz'ın "Tanrı'nın Çekip Gittiği Dünyanın Epiği: Roman", Alfian Eka Purnama'nın "Modern Türkiye Bağlamında Orhan Pamuk'un Kar romanında İslam'ın Temsili" başlıklı makaleleri yer alıyor. Bu makalelere Yasin Aktay'ın Hans-Georg Gadamer'den çevirdiği Estetik ve Dini Deneyim adlı makale eşlik ediyor. Dosyqa editörü Kadriye Alev dosya için Edebiyat ve din ilişkisi üzerine Ömer Lekesiz'le de söyleşmiş.


29 Temmuz 2025 Salı

Dünya siyasetinde orman kanunları dönemi

 7 Ekim 2023 belki hem Ortadoğu'da hem de dünyada var olan bütün gerçekliğin değişmeye başladığı bir tarihi işaretler, El-Aksa İntifadası ve ardından İsrail'in Gazze'ye hunharca saldırısının başladığı bir tarihtir bu. Bu intifada ve akabindeki soykırımla birlikte nasıl bir illüzyon içine yaşadığımız açığa çıkmıştır handiyse. 32 ayı aşkın bir süredir İsrail'in Gazze'de hiçbir ahlaki ölçüt tanımayan katliamı 1948 Nekbe felaketinden bu yana Filistin halkının çektiği çilenin en kötü bölümüdür belki de: 60 binden fazla Gazzeli'nin şehadetine sebebiyet veren bir soykırımdır yaşanan. 1948'de Nekbe'den beri yaşanan olaylar "etnik temizlik" olarak adlandırılabilirken doğrudan şu anda Gazze'de yaşananlar kelimenin tam anlamıyla soykırım ya da Arapça ifadesiyle Karithadır. Hiçbir uluslararası, insani ya da ahlaki ölçüt tanımayan bu soykırıma başta Avrupa ve ABD olmak üzere küresel hegemonya sahiplerinin verdiği destek ilkin sistemik bir düzensizliği yansıtıyor görünse de esasen sistemin bizatihi bizim "sistemik düzensizlik" olarak adlandırdığımız şey olduğunu da düşünmemizi engellemiyor, aksine bu yöndeki düşünceleri savunmayı kolaylaştırıyor.

Soykırımın üç boyutu

Senegal doğumlu Lübnanlı bir sosyalist Gilbert Achcar. Halen Londra Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Uygarlıkları Araştırmaları Okulu'nda profesör olarak görev yapıyor. Türkçe'ye Gazze Felaketi olarak çevrilen kitabı Achcar'ın büyük kısmı Al-Quds al-Arabi'de yayınlanmış makalelerinin bir seçiminden müteşekkil. Kitabında üç boyutu bir araya getiriyor Achcar. Gazze soykırımından önce, Siyonizmin kökenlerinden HAMAS'ın Gazze'de idareyi ele alması ve ardından İsrail'in gerek abluka gerekse şedit saldırılarla Gazze üzerindeki baskısını sürdürmesini de içeren uzun ve hazin bir tarihin gözlemi o boyutlardan ilki. Ele aldığı konuları sürekli tarihsel bir bağlama ve perspektife oturtmaya çalışması da sözü edilen boyutlardan ikincisini teşkil ediyor. 7 Ekim 2023'te başlayan İsrail soykırımından 2025'e kadar uzanan olaylara ilişkin gözlemleri ise aynı tarihsel bağlam ve perspektifle yorumlanıyor. Kitaptaki yazıların üçüncü boyutunda Gazze'de yaşanan trajedinin çeşitli yönlerine daha yansız ve kapsayıcı bir perspektifle bakmayı hedefleyen müellifin bu trajedi karşısında nasıl "yansız" ve "kapsayıcı" bir perspektif edindiğini merak etsek de sosyalist bir bakış açısının o merakımızı giderdiğini söylemeli: HAMAS eleştirileri ile İsrail toplumu ve rejiminin aşırı sağa kaymasınıaşırı sağın dünya genelindeki yükselişi ve Batı liberalizminin gerileyişi. Gazze soykırımını bu bakımdan dünya tarihinde bir dönüm noktasına çeviriyor bu iki şey.

Entelektüel açıdan dürüst ve erdemli insanlardan hiçbirinin Gazze örneğindeki soykırımı görmemesinin imkânsız olduğunu belirten Achcar, bu soykırımın faillerinin Avrupa'da mevcut jeopolitik transatlantik Batı'nın parçası olan tüm ülkelerin aktif ya da pasif suç ortaklığıyla (daha sonra da kenardan izlemeleriyle) Nazi soykırımının esas kurbanları olmanın ahlaki mirasını üstlenmek gibi özel bir niteliğe sahip olduklarını ifade ediyor. Gazze soykırımına yol açan şeyi İsrail'in 'sıfır risk' yaklaşımı, Gazze şeridini tamamen işgal etme kararlılığı, neo-faşistler ile neo-Nazilerin denetimi altında yaşanmışlık, İsrail ordusunun canice öfkesiyle Filistinlilerin insanlıktan çıkarılması etmenlerinin oluşturduğu bileşim olarak niteliyor. Achcar, Batı'nın 1945'te verdiği ve 1990'da yenilediği hukuk devleti vaadinin bu soykırımla birlikte onulmaz biçimde öldüğünü, artık orman kanunlarının dünya çapında geçerli hale dönüştüğünü vurguluyor.


9 Temmuz 2025 Çarşamba

Siyonist edebiyat nasıl şekillendi?

 Her ne kadar Siyonizm 19. yüzyılda Avrupa'da hem sistematik ve seküler bir siyasi ideoloji hem de örgütlü bir hareket olarak ortaya çıkmışsa da kökenlerini daha geçmişte aramak ve bulmak mümkündür. Diasporadaki Yahudilerin mitolojisinde bir gün Siyon olarak adlandırılan bölgeye dönme arzusu önemli bir yer kaplar.

19. yüzyıl Avrupası'nın genel siyasi ve kültürel ikliminde merkezi devlet ve mutlakiyetçilik ile liberal fikirlerin etkisi olduğu biliniyor. Aydınlanmacılıkla ve Fransız Devrimi'nin tetiklediği bakış açılarıyla etkilenmiş bu siyasi ve kültürel iklimde milliyetçilik de önemli bir yer tutuyor. Her ne kadar mutlakiyetçilik, milliyetçilik ile liberalizm ilk bakışta birbirine epey aykırı görünse de birlikte Siyonizm'e hizmet ettikleri söylenebilir. Siyonizm'in ortaya çıkışında Avrupa'daki Yahudi düşmanlığının ve antisemitizmin etkisi koyudur. Sözünü ettiğimiz iki siyasi yaklaşım bu düşmanlıkta ortaktır. Hatta Theodor Herzl'in siyasi Siyonizm'i de Dreyfus davası sonrası dile getirdiği biliniyor.

Kültürel mücadele

Peren Birsaygılı Mut, "İsrail'in Zihin Haritası: Siyonist Edebiyat" başlıklı kitabında, İsrail'in kurucu edebi ve düşünsel altyapısını ortaya koyuyor. Dönemin gazete, dergi ve yayınevlerinden yola çıkarak bir devlet olarak İsrail fikrinin oluşturulmasının ve İsrail'in fikir dünyasının derinlemesine incelendiği çalışma, Farabi Kitap tarafından yayımlandı.

Eseriyle Türkiye'deki Filistin çalışmaları literatürüne katkı sunmayı hedefleyen Mut, İsrail'in 14 Mayıs 1948'de kuruluşunun sadece siyasi bir sonuç değil, çok uzun yıllar devam eden edebi ve kültürel bir mücadelenin sonucu da olduğunu vurguluyor. 1800'lerden 1948'e dek uzanan bu süreçte Siyonizm kelimesinin icadından silahlı Siyonist çetelere kadar birçok konuyu irdeleyen Mut, Siyonizm'in siyasi olarak doğmadığını, kültürel ve edebi olarak oluşturulduğunu, siyasi olanın ise bunu takip ettiğini söylüyor.

Siyonizm'in ilkin İngiliz, Alman, Fransız ve Rus edebiyatında ortaya çıktığını belirten Mut bu kültür ve edebiyatlar içinde"Bu mazlum Yahudiler nereye gidecekler?" sorusunun sıkça sorulduğuna dikkat çekiyor. Bu soruya bir cevap olarak Yahudilerde "Filistin'e gitmek zorundayız" algısı oluşturulduğunu belirten Mut, 1800'lerin başından itibarenbaşlatılan bu edebi faaliyetin Filistin'e bir zihinsel dönüş sağlamak istediğini belirtiyor. Zihinsel dönüş sağlandıktan sonra da o dönüşün fiziken mümkün kılmaya çalışıldığına işaret eden Mut, bu hedef doğrultusunda onlarca siyonist yazar ve şairin, onlarca kitabın olduğunu da belirtiyor. Kitabında İsrail'in kuruluşuna bu şekilde katkı yapan 30 Siyonist yazarı portreleri ve eserleriyle ortaya koyan Mut bir yerde İsrail zihin haritasını da çiziyor. Mut, kitabında ayrıca Siyonist tiyatronun izlerini sürmeye çalışıyor, İsrail'in milli marşının ve ilk Siyonist kadın şairin hikayesini inceliyor. Bu çalışmasında Siyonist edebiyat tarihini 1948'e kadar yazdığını izleyen Mut, çağdaş Siyonist edebiyatını farklı bir kitapta kaleme alacağını da belirtiyor. Kitapta ele alınan yazarlardan bazıları ise şöyle: Benjamin Disraeli, George Eliot, Theodor Herzl, Ahad Ha'am, Maksim Gorki, Stefan Zweig, Mark Twain.

27 Haziran 2025 Cuma

Acı üzerine kurulan endüstri

 Herhangi bir adalet mefhumuna sığmadan ve mer'i uluslararası hukuk açısından da herhangi bir meşruiyeti bulunmadan Ekim 2023'ten beri Gazze'de süregelen İsrail şiddeti ve soykırımının kendisine yöneltilen eleştirileri saptırmak için sık sık başvurduğu söylemlerden ilkidir Holokost. Hatta bu söylem aracılığıyla sadece Almanya'nın değil, birçok Almanya'ya benzer ülkenin de bir nevi rehin alındığı düşünülebilir.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanya'sında vuku bulan Yahudi katliamlarını adlandırmak için kullanılan Holokost özellikle 1967 sonrasında ideolojik bir tür silaha döndürüldü ve İsrail'in Holokost kurbanlarının kurduğu devlet imajı oluşturuldu. Holokost söyleminin Nazi Holokostunun ideolojik bir yansıması olduğunu ileri sürdüğü ve Türkçeye Holokost Endüstrisi: Yahudi Acılarının İstismarı adıyla çevrilmiş kitabında Norman G. Finkelstein bu söylemin merkezindeki dogmaların hatırı sayılır ölçüde politik ve sınıfsal çıkarları muhafaza ettiğini de söylüyor. Holokost söyleminin vazgeçilmez bir ideolojik silah olduğunu vurgulayan Finkelstein bu silahın kullanılmasıyla insan hakları geçmişi son derece korkunç olan İsrail'in kendisini "kurban devlet" olarak lanse ettiğini, ABD'deki en başarılı etnik grubu olan Yahudilerin de aynı sahte kurban statüsünden faydalandığını belirtiyor. Finkelstein'a göre bu sahte kurbanlık statüsü hem hatırı sayılı zenginliklere yol açıyor hem de eleştirilere karşı bir dokunulmazlık kazandırıyor. Fakat bu dokunulmazlıktan faydalananların ahlaki yozlaşmadan kaçmaları mümkün olmuyor.

Paha biçilmez bir koz

İsrail'in 1948'de kurulmasından Altı Gün Savaşları'nın yaşandığı 1967 Haziran'ına dek Amerikan Yahudi elitlerinin gündeminde Nazi Holokost'unun olmadığı tespitini yapan Norman Finkelstein, savaştan sonra Holokost'un Amerikan Yahudilerinin hayatlarının bir parçasına dönüştüğünü ifade ediyor ve şunları ekliyor: "Amerikan Yahudiliği Haziran Savaşı'ndan sonra Nazi Holokost'unu istismar etmeye başladı. Holokost, ...ideolojik olarak bir kez biçimlendirildikten sonra, İsrail'e yönelik eleştirileri saptırmak için mükemmel bir silah olduğunu kanıtladı... Burada vurgulanması gereken Holokost'un Amerikan Yahudi elitleri için de İsrail'le aynı işlevi gördüğüdür: Yüksek bahisli bir iktidar oyununda paha biçilmez bir koz."

Finkelstein'ın işsiz kalması, sürgün hayatı yaşaması ve Filistin'e girişinin yasaklanması gibi birçok meseleye yol açan kitabında başta ABD olmak üzere hemen tüm Batı ülkelerinin İsrail'e açık destek vermesi ve İsrail sorununun halihazırdaki politik iklimden bağımsız bir şekilde Nazi Holokost'uyla yorumlanmasının üretilen Holokost ideolojisi sayesinde olduğunun altını çizen Finkelstein oluşturulan bu suni konsensusa muhalif herkesin antisemitist olarak yaftalandığını da belirtiyor. Üretilen bu söylemle Yahudilere mutlak bir masumluk atfediliyor, İsrail ve Amerikan Yahudiliği de meşru eleştirilerden korunuyor. Holokost söylemiyle Yahudilerin çektiği çilelerin benzersiz, çünkü Yahudilerin benzersiz kılınmaya çalışıldığı dogmatik ortamda entelektüel bir terör de estiriliyor.

Finkelstein antisemitist yaftası takılamayacak biri, çünkü hem Yahudi hem de anne ve babası Nazi kamplarında yaşamış ve oralardan canlı çıkmışlar. İsrail'e karşı çıkışının temelinde de bu var: Anne babasının yaşadıklarının çok daha fazlası bizatihi Filistinlilere yaşatılıyor. Kendilerini savunmaktan bir şekilde aciz bırakılmış insanlara efelenmek belki de ABD'de yoğunlaşan Siyonist elitizmin en önemli göstergesi.

12 Haziran 2025 Perşembe

İslam dairesi içinde erkeklik ve kadınlık tasavvurları

 Günümüzde cinsiyet rolleri ve kimlikleri etrafında oluşturulan ilginç bir literatür ve süreç var. Bu rol ve kimlikler sık sık tartışma konusu edilip sorgulanıyor ve yeniden tanımlanıyor. Bu süreçte geleneksel değerler ve normların yanı sıra dini ve kültürel kodlar da yeniden biçimleniyor. Sosyal bilimler alanında üçüncü bir cinsiyetin varlığından söz eden yaklaşımlar kadar biyolojik cinsiyeti tamamen reddeden teorilere (queer) de rastlanıyor. Bu süreç ve tartışmalarda cinsiyet rol ve kimliklerinin akışkan ve müzakereye açık hale gelişi de çarpıcı bir nitelik.

Geleneksel roller, modern talepler

Editörlüğünü Saadet Bayazıt'ın yaptığı Tezkire'nin "Müslüman Erkekler ve Müslüman Kadınlar" dosyası, İslam dairesi içinde erkeklik ve kadınlık tasavvurlarının geçmişten geleceğe nasıl aktığı, modern dünyanın meydan okumalarıyla nasıl yüzleştiği ve bu yüzleşmenin ne tür imkân ya da sorunlar ürettiğini tartışıyor. Dosya bu niteliğiyle mezkûr radikal sorgulamalara karşı Müslüman düşüncenin nasıl bir tavır alması gerektiğini de problematize ediyor. Dosyada bulunan yedi akademik makale, iki söyleşi ve bir çeviri metni İslam'ın adalet, eşitlik ve toplumsal roller konusundaki tutumunun yorumlarından geleneksel fıkıh müktesebatı ile modern yorumlar arasındaki gerilimlere, feminist teorinin İslam'la kurduğu etkileşimden muhafazakâr modernleşmenin ürettiği yeni erkeklik ve kadınlık tasavvur ve formlarına kadar geniş bir çerçevede ilginç tartışma zeminleri oluşturuyor. Bu tartışma zeminlerinin en önemli soruları geleneksel rollerle günümüzün toplumsal talepleri arasındaki denge problemi ve dini sabitelerle güncel toplumsal değişimler arasındaki etkileşimin biçimi olarak görünüyor. Dosya bu sorularla yüzleşme biçimlerini anlamaya dönük zengin bir içerik sunmayı amaçlarken aynı zamanda kadınlığı ve erkekliği sadece birer biyolojik ya da toplumsal kategori değil, ayrıca fikri ve tarihsel bir miras olarak ele almayı öneriyor. Dosyada yer alan makalelerin cevap aradığı temel soruysa açık: Din ve cinsiyet arasındaki ilişkiyi ne geleneksel kalıpların ağırlığına ve başına buyrukluğuna ne de modern akışkanlığın savrukluğuna teslim olmadan nasıl kurabiliriz?

Dosyanın ilk makalesinde Mustafa Çevik toplumsal cinsiyetin (gender) doğasına dair süregelen tartışmaları Simone De Bouvier'den Judith Butler'a uzanan bir atıf zinciriyle biyolojik determinizm ve sosyal konstrüksiyon yaklaşımlarını harmanlayarak ele alıyor. Çevik, yazısında toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak inşa edilen ve sürekli değişen bir yapıda olduğuna işaret ederek erkek egemen kültürün bu süreçteki rolüne de dikkat çekiyor. Birsen Banu Okutan ise makalesinde yeni muhafazakâr orta sınıfın ekonomik ve kültürel dönüşümüne odaklanarak mütedeyyin erkek kimliklerini tüketim pratikleri üzerinden çözümlüyor. Bu kimliklerin tüketim odaklı statü arayışlarını ve daha iyi bir hayat arzularını tarihsel bir bağlamda değerlendiren Okutan aynı zamanda onların paradoksal bir tarzda geleneksel değerlerden uzaklaşan noktalarını da göz önüne çıkarıyor. Hacer Ayaz da makalesinde modern dünyada Müslüman erkek kimliklerinin ataerkil normlar, dini değerler ve küreselleşmenin etkisi altında dönüşme biçimlerini irdeliyor. Ayaz irdelemesinde erkekliğin otorite ve güç merkezli bir yapıdan şefkat ve bakım temelli bir modele doğru evrildiğini tespit ediyor. Gönül Yonar Şişman'ın makalesinde ise feminist mit eleştirisinin potansiyeli kullanılarak mitlerin taşıdığı ataerkil yapıları sarsmak ve cinsiyet odaklı eşitsizliklere dair yeni okuma pratikleri geliştirmek teşvik ediliyor. Müslüman erkeklik ve kadınlık kavramlarını tarihsel, teolojik ve modern bağlamlarda ele alan Necdet Subaşı da geleneksel dini referansların modern dünyadaki dönüşümünü analiz ediyor.

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Hermetik bir düşünür olarak Hegel

 Modern felsefenin temel esaslarını belirlediği düşünülen filozofların arasında yer alır Hegel. Onun bu felsefeye daha sonra egemen olan çeşitli kategori ve ayrımları esaslı olarak ortaya koyan biri olduğu üzerinde sıkça durulur. Immanuel Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi başta olmak üzere diğer iki eleştiri kitabıyla birlikte geliştirdiği yaklaşımın getirdiği meseleleri konu edinen Alman idealizminin son iki durağından biri olan Hegel (diğer durak elbette Schelling'dir) geliştirdiği sistemle felsefeyi bir "bilim" olarak tasavvur etmeye imkân tanır.

Hegel'in bilgelik sever ya da bilgelik arayışındaki biri anlamındaki bir filozof olmadığını Türkçeye Hegel ve Hermetik Gelenek adıyla çevrilmiş kitabında öne süren Gleen Alexander Magee onun en önemli eseri sayılan Tinin Fenomenolojisi'nin sonunda bilgelikle özdeşleştirdiği Mutlak Bilgiye eriştiği iddiasında olduğunu belirtiyor. Hegelci felsefeyle Hermetik teozofi arasında belirgin bir tekabüliyet olduğunu ifade eden Magee bu tekabüliyetin tesadüfi olmadığının altını çizerek Hegel'in eserlerindeki hermetik öge, simge ve örüntülere işaret ediyor. Tinin Fenomenolojisi'ndeki inisiyasyon mistisizmi ile ilişkili Masonik alt metin, o eserin önsözündeki Böhmeci alt metin, Mantık'taki Kabalacı-Böhmeci-Lullian etki, Doğa Felsefesi'ndeki simyacı-Paraselsuscu ögeler, Nesnel Tin ve dünya tarihi teorisi öğretisindeki Kabalacı ve Joahimcibinyılcılık etkisi, Hukuk Felsefesi'ndeki simyacı ve Gül-Haççı imgeler bunlar arasında.

Okültik isimlerle ilişki

Hegel'in sadece bir Kant eleştirmeni olarak görülmesinin yanlış olduğu açıktır. Kant'ın düşüncesinin gücünü arkadaşı Schelling ile birlikte kabul etse de Hegel'in Kant düşüncesindeki kuşkuculuğu kabul etmesi mümkün değildir. Hegel'i "Sadece bir Alman, bir Swabialı ya da idealist düşünür gibi anlayabileceğimiz gibi Hermetik bir düşünür olarak da yorumlayabiliriz" şeklinde bakış açısına göre değişen yorum perspektiflerine açık bir düşünür olarak ele almanın yanlış olduğunu öne süren Magee temel iddiasını şu şekilde ifade ediyor: Hegel'in gerçekten anlamak istiyorsak onu bir Hermetik düşünür olarak anlamak zorundayız. Onun yaşamı ve eserlerinin bu iddianın kanıtlarıyla dolu olduğunu belirten Magee Hegel'in sistemindeki pansophia Hermetik geleneğin etkisini, philosophia perennis'te Hermetik inancın onaylanmasını ve Hermetik sembolik formların yapısal, arkitektonik araçlar olarak kullanılmasını da o kanıtlara dahil ediyor. Hegel'in Hermetik geleneğe bağlı hareketlere ve modern Hermetik geleneğin Eckhart, Bruno, Paracelcu, Böhme gibi tanınmış figürlerine birçok olumlu göndermede bulunduğunu gözlemleyen Magee, Hegel'in mesmerizm, psişik fenomenler, çubukla maden arama, geleceği görme, büyücülük gibi okültik konularla geniş okumalar yapmakla kalmayıp Baader gibi okültik isimlerle de kendisini ilişkilendirdiğini kaydediyor.

Hegel'in düşüncesini "tekabüliyetler"in Hermetik kullanımıyla özdeşleştirerek kurduğunu belirten Magee, onun Platon, Galileo, Descartes, Newton gibi isimlerin yanısıra Hermes Trismegistus, Pico dalla Mirandola, Robert Fludd ve Knorr von Rosenhoth'un tartışıldığı düşünce tarihlerine dayandığını, derslerinde kendi felsefesi için kullandığı "spekülatif" sıfatının "mistik" ile aynı anlama geldiğini de birden fazla kez ifade ettiğine de dikkat çekiyor.

Kitabında Hermetik geleneğin modern zamanlardaki gelişimini kısaca özetleyen Magee, Hegel'in erken yıllarındaki Hermetik ortamı "Büyücü Çıraklığı" kısmında irdeliyor ve onun Magnus Opus'a ayırdığı ikinci kısımda da inisiyasyon ayinini (Tinin Fenomenolojisi), Kabalistik ağacını (Mantık Bilimi), simyagerlik olarak doğa felsefesi ve öznel tin felsefesi ile şimdinin haçındaki gül olarak adlandırdığı nesnel ve mutlak tin felsefesini inceliyor.

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Kahvehaneden akademiye değişmeyen o soru: Türkiye ne olacak?

 2000'li yıllara dek Türkiye'de yaygın, kahvehane ve kıraathanelerde bile yaygın bir soruydu bu: Türkiye ne olacak? Hemen herkesin, neredeyse tüm vatandaşların katıldığı endişeli bir soruydu bu. İçinde yaşanılan durumun vahametini çıkış noktası yapan bir soru; ama modernleşme döneminde ne form olarak ne de içerik olarak sorunun değişmediğini de görüyorduk. Soru bazen büyük ölçüde yaşanan bir kriz ya da darbe sonrası "Memleketin hali ne olacak?" diye telaffuz edilse de aynı soruydu. Ne formu ne de içeriği değişmişti o krizle ya da darbeyle sorunun.

Belki de ülkedeki kahvehane müdavimleri ile aydınlar soru sorma konusunda yeterince becerikli olmadığından ya da yeni soru üretmeye kadir olmadığından sorulan eski soru baki kalmış, önceki nesillerden miras alınarak devam ettirilmişti. Kahvehane muhabbetlerinin alışılmış gözde konusu olmuştu memleketin hali pür melali. Ülkede birçok siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadi değişim yaşanmasına rağmen kahvehanelerde, kıraathanelerde bile sorulan sorunun aynı kalması hem şaşırtıcı hem de sözü edilen değişimlerin -en azından muhatapları bakımından- esasa taalluk etmediğinin göstergesiydi.

Batı'nın neliği üzerine

Sıfır Noktası'ndan Türkiye'nin Meseleleri başlığını taşıyan kitapta merhum sosyolog, yayıncı ve mütercim Hüsamettin Arslan, şair Mevlâna İdris, iktisatçı Ferudun Yılmaz ve askeri tarihçi Gültekin Yıldız, Türkiye'nin meselelerini ele alarak söyleşiyorlar. İçeriği 2014 ile 2015 yıllarında çıkarılmış konuşmalarında Türkiye'nin güncel ve geçmişten bugüne süren meselelerini tartışarak ele alıyorlar. Bunu yaparken herhangi bir sınır tanıdıklarını söylemek mümkün değil. Bir bakıma 10 yıl önce söz konusu meselelerin nasıl tartışıldığı da gösteriliyor.

Ana konular haricinde, bu konuların belirlenmesinde kritik öneme sahip kerteleri ve toplumsal-kültürel-ahlaki değişimleri de tartışan nitelikleriyle bu söyleşiler hem disiplinler arası bakışın önemini vurguluyor hem de ele alınan meselenin çeşitli veçhelerinin nasıl değerlendirilebileceğini gösteriyor. Söyleşilerde gerçekleştirildikleri dönemde tartışılan birçok vaka ve hususun da gözden kaçırılmadığı belirtilmeli. Yine de bu söyleşilerde Hüsamettin Arslan'la sosyolojik bakışın, Ferudun Yılmaz'la iktisadi bakışın öne çıktığını iddia edebiliriz. Mevlâna İdris ise şair bakışının soru sorma ve farklı yönleri gündeme getirme boyutunu ispatlıyor.

Henüz FETÖ'nün mel'un 15 Temmuz darbe girişiminin vuku bulmadığı, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmeyen ya daTürkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına girilmeyen bir zaman diliminde gerçekleşmesine rağmen, alanlarında önemli eserler kaleme almış bu isimlerin yaptığı analizlerin zaman dışı bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi (bu bakımdan her dönemde resmî ideoloji kisvesine sahip) Kemalizm'den Kürt meselesine, darbelerden seçimlere, hükümet sistemi tartışmalarından Türkiye'nin jeopolitik konumuna kadar birçok konunun ele alındığı söyleşilerde tarihsel bağlam kaçırılmadan küresel kapitalizm ve Türkiye'nin değerleri ile gelenekleri de yorumlanıyor. Bu söyleşiler böylelikle gerek Türkiye'nin gerekse bölgemizin Batı karşısındaki durumu ve küresel düzene egemen konumunu sürdüren Batı'nın ne olduğunu öğrenmeye katkı sağlıyor.


2 Mayıs 2025 Cuma

Şiîliğin teşekkül ve kurumsallaşma süreci

Safevi Devleti'nin kuruluşundan beri, bu hesapça 16. yüzyılın başından beri Şiîlik ile İran popüler bilinçte özdeşleşmiştir. O yüzyıldan önce, ne İran'da etkin olan mezhebin tümden Şiîlik olduğu iddia edilebilir (burada halihazırda da İran edebiyatının büyük isimlerinden sayılan Sadi el-Şirazi, Hafız gibi isimlerin Sünni olduklarını vurgulamak gerekir) ne de bu devlete değin bütünlüklü bir İran coğrafyasından ve hatta fikrinden bahsetmek mümkün görünmez. Klasik coğrafyacılar Horasan, Huzistan, Fars, Azerbaycan, Taberistan, Sicistan gibi bölgeleri ayrı ayrı ele alma eğilimindedirler.

Rahmetli araştırma görevlisi Maşallah Nar'ın elim ölümü nedeniyle tamamlayamadığı tezinin merhumca yazılmış halini içeren "İran'da Şiîliğin Kurumsallaşma Süreci: Tarihsel Arkaplan ve Doktrinel Altyapı" başlıklı kitapta, İran'la neredeyse özdeş olarak andığımız Şiîliğin tarihsel olarak bu coğrafyadaki teşekkül ve kurumsallaşma sürecinin arkaplanı ve doktrinel altyapısı inceleniyor.

Ondördüncü yüzyıla kadar İran coğrafyasındaki siyasi-dini hareketleri ele aldığı ilk bölümde Nar, Taberistan Zeydi devletini, Büveyhiler dönemini ve Şiîliğin Batıniliğe meyilli kolu olan İsmaililiği irdeliyor. İsmaililiğin yaklaşık yüzyıllık bir başlangıç döneminin ardından bu asrın ortalarından itibaren tarih sahnesinde birdenbire zuhur ettiğinin altını çizen Nar, dailer ağı aracılığıyla hareketin İran'dan Irak'a, Yemen'den Bahreyn, Suriye, Cebel, Horasan, Maveraünnehir, Sind ve Kuzey Afrika'ya kadar yayılan ateşli bir faaliyet yürüttüğünü de belirtiyor. İsmaili davetin İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde hızlı bir şekilde yayılmasının tesadüfi olmadığını vurgulayan Nar, dönemin dini, siyasi ve ekonomik şartlarının buna uygun bir ortam oluşturduğuna kani. İsmaililiğin Alamut kalesi öncesinde İran'daki pozisyonunu ve Alamut sonrası durumunu soruşturarak Takiye'nin sınırlarını belirliyor. Bu bölümde Selçuklu ve Moğol akınlarının İran coğrafyasındaki etkileri de ele alınıyor. 1055'te Tuğrul Bey'in Bağdat'a girerek Abbasi halifesini Büveyhi tasallutundan kurtarmasının Sünniliğin mukadderatı açısından önemli bir dönüm noktası olduğunu vurgulayan Nar, Selçukluların güçlü bir biçimde sahneye çıkarak o dönem İslam coğrafyasının birçok bölgesinde muzaffer pozisyonda olan Şiîliğe karşı Sünniliği himayesine aldığını söylüyor.

Şiî temayüllü tasavvufi hareketler

Ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda İran coğrafyasında Şiî temayüllü tasavvufi hareketleri bir sonraki bölümde kapsamlı bir şekilde ele alan Nar, Serberadiler, Şeyhiyye, Hurufiyye, Mu'şa'şa, Nurbahşiyye isimlerini taşıyan bu hareketlerin dinî, mezhebî, siyasi görüşlerini de aktarıyor. Bu tasavvufi hareketlerin oluştuğu ortamın kapsamlı bir değerlendirmesi de Nar'ın değerlendirmesinin sınırları içinde kalıyor.

Kitabın editörlüğünü yapan Prof. Dr. Ali Ertuğrul, Maşallah Nar'ın vefatı sebebiyle bitiremediği tezinin yazamadığı üçüncü bölümü ve sonuçta yer vermek istediği metinleri aktarıyor. Sonuçta yer alması planlanan söz konusu metin ise şöyle: "Safevilerin İran'ı Şiîleştirme sürecinde cebir kuvvetinden de istifade etmeleri, bölgenin Şiîliğe geçişe karşı güçlü bir Sünni dirençle karşılaşmasıyla ilgili değildi. Safevi Devleti'ni güç kullanımına sevk eden temel sebep, İran coğrafyasında hâkim olan Şiîliğin oldukça mesiyanik formlarda tedavül etmesi ve bu durumun da onların başardığı devrime teşebbüs edecek başka potansiyel hareketlerin de yaşamaya devam etmesi anlamına gelmesiydi."


5 Nisan 2025 Cumartesi

Güçlü sistem, güçlü lider

 Demokrasi, faşizm vb. yönetim biçimleri ile başkanlık, parlamentarizm gibi sistemlerin birlikte düşünülmesi büyük hataları tetikleyebilir, çoğu kez de tetiklemiştir. Sözgelimi demokrasi ile parlamentarizmi, başkanlık ile diktatörlüğü eşlemek bu tür hatalardandır.

İlk devlet örneklerinde ordu ile devletin gücünün aynı anlamda kullanıldığını görürüz. Bu devletlerin güçlü olmayı kendini oluşturan halk dahil herkese baskı kurmak olarak anladığını iddia ettiğini "Hakanlıktan Başkanlığa" adıyla yayınlanmış kitabında belirten Nuh Albayrak, emperyalist devletlerin oluşturdukları ve uzun yıllar sürdürdükleri sömürü düzenini korumanın imkansızlaşması üzerine, bu düzenin milliyetçilik rüzgarları sonrası kurulan yeni devletlerde emperyalizmin oluşturduğu vesayet yöntemiyle sürdürüldüğünü ifade ediyor. Özgürlüğüne kavuştuğunu zanneden milletlerin gerçek anlamda bağımsız olamadıklarını vurgulayan Albayrak sömürgeci devletlerin mali, siyasi, dinî, lisanî ve fikrî işgallerini bu yolla devam ettirdiklerinin altını çiziyor.

Sömürgeci devletler güçlendikçe Osmanlı Devleti'nin zayıflamasının tesadüf sayılmaması gerektiğini belirten Albayrak, savaşılarak yıkılamayan Osmanlı devlet yönteminin yozlaştırılarak zaaf oluşturulduğunu ve oluşan bu zaafların kullanıldığını, yıkılan Osmanlı devletinin enkazından çıkarılan devletçiklerle küresel sömürü düzeninin korunduğunu söylüyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin sık sık tökezlemesinin sebebinin söz konusu yönetim zaafları üzerinden yürütülen bu vesayet işgali olduğunu vurgulayan Albayrak, kitabında öncelikle geleneksel Türk yönetim sistemlerini inceliyor, sonra da Osmanlı Devleti'nin son döneminde başlayıp Cumhuriyet Türkiye'sinde devam eden, Batı iltisaklı yönetim sisteminin etkilerini, kronolojik akış içerisinde çözümlüyor. Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki maceralı I. ve II. Meşrutiyetlerin yarar ve zararlarını irdeleyen Albayrak Meşrutiyetin bir üst versiyonu saydığı "Parlamenter Sistem"in yüz yıllık karnesini de çıkarıyor. Türkiye'nin yeni yönetim şekli olan Başkanlık Sistemi'nin sonuçlarını da değerlendiren Albayrak böylelikle emperyalist Batı'nın yaklaşık iki yüzyıl süren sistematik işgalinin serencamını yönetim şekli üzerinden çözümlüyor.

Başkanlık demokratik mi?

Türklere has yönetim tarzının "güçlü sistem güçlü lider" olduğunu belirten

Nuh Albayrak Osmanlı devletinin Türklerin özetini teşkil ettiğini ifade ederek "Diğer Türk ve İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı'da da divan üzerine dizayn edilmiş bir yönetim sistemi vardı. Merkez teşkilatını Dîvân-ı Hümâyun, Bâb-ı Asafî ve Bâb-ı Defterî isimli divanlar ve bunların kalemleri teşkil ediyordu" tespitini yapıyor. Nuh Albayrak'ın bugünkü Cumhurbaşkanlığı Kabinesi'ne benzettiği ve Osmanlı yönetim kademesinde en yüksek istişare kurulu olan "Dîvân-ı Hümâyun"un, yönetim tecrübesi olan vezirlerden ve her biri ayrı sorumluluk taşıyan zabıtlardan oluştuğu ve Padişah'ın başkanlığında toplandığı bilgisini de hatırlatıyor.

Kitabında son yüzyıldaki tökezlemelerin ve olumsuz sonuçların Türk milletini güçlü sisteme yönlendirdiği vurgusunu yapan Albayrak, güçlü lider yönetimindeki Türk devletlerinin daha parlak ve daha uzun bir ömre sahip olduklarını söylüyor. Ayrıca "Başkanlık Sisteminin demokratik olmadığı iddiası da asla gerçekçi değildir. Tam aksine bu sistemi uygulayan devletler, milletin demokratik haklarını korumada daha güçlü ve kararlı davranabilmektedir" tespitinde bulunuyor.


22 Mart 2025 Cumartesi

Hanzala hakkında her şey

 Kuzey Filistin'de Celile kazasının Şecere köyünde dünyaya gelen Naci el-Ali, İsrail'in kuruluşu sırasında, yani 1948'de yaşanan Nekbe (Büyük Felaket) sonrası yerinden yurdundan edilmiş Filistinlilerin hafızasının canlı kalmasında büyük bir rol oynayan ve hemen hemen tüm dünyada tanınan Hanzala figürünün oluşturan karikatürist olarak tanınır. İlk çizimlerinin o daha 12 yaşında Güney Lübnan'ın Sayda şehrinde bulunan Ayn el-Hive mülteci kampında bir çocukken başladığını bildiğimiz Naci el-Ali, birkaç fırça darbesiyle Filistin halkının yaşadığı acıları tasvir ediyor ve her seferinde başka bir hikâye üzerinden anlatacaklarını aktarıyordu ilk çizimlerinde. Bazen bir çocuk, bazen bir kadın ya da acı çeken bir babanın çıkıyordu bu fırçadan. Babasının ölümü üstüne 1957'de gittiği Suudi Arabistan'da henüz 20 yaşındayken aldığı mekanik eğitimi sayesinde ailesinin geçimini sağlamak için araba tamirciliği yapan Naci el-Ali 1959'da Lübnan'a döndü. Filistinlilerin çıkardığı gazetede düzenli çizen Naci el-Ali ünlü Filistinli romancı Gassan Kenafani'yle de tanıştı. Bir seminer için Naci el-Ali'nin de kaldığı Şatilla mülteci kampına gelen Kenefani, Naci el-Ali'nin çizimlerinden etkilenerek birkaç tanesini yanına aldı ve genel yayın yönetmeni olduğu Hürriyet gazetesinde yayınlamaya başladı. Bu gazete Beyrut'un en çok okunan gazetesiydi, çizimlerinin orada yayımlanmaya başlanması Naci el-Ali'nin kısa süre içinde tanınmaya başlayacağının işaretiydi.

Çizgi öfkelenirken

1967'de meydana gelen Altı Gün Savaşlarında Filistin topraklarının yüzde 22'sini (yani 1949'dan beri Mısır ile Ürdün'ün kontrolü altındaki Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze), Sina yarımadasını ve Golan tepelerini işgal eden İsrail, 300 bin Filistinlinin Şeria nehrinin doğusuna geçerek Ürdün'e sığınması ve Filistinlilerin dünyanın en büyük mülteci topluluğu haline gelişine yol açtı. Bu durum Naci el-Ali'nin karikatürlerinin daha agresif olmasını da getirdi. Tek silahı elindeki kalemi olan el-Ali, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Arap ülkelerini öfkesinden nasiplendiriyordu. İsrail'in "tehlikeliler" listesinde yer alan Naci el-Ali uzunca bir süre takip altına da alındı, tutuklandı da. Hapisten çıktıktan sonra ailesini yanına giden el-Ali burada çocukluk arkadaşı Vidad'la evlenerek Kuveyt'e yerleşti. Naci önce tıpkı Beyrut'ta olduğu gibi tarlalarda sezonluk tarım işçiliği yaptı, portakal ve limon topladı. Mekanik eğitimi aldığı için tamir işlerine de baktı, aynı zamanda iyi bir elektrikçiydi de. Ailesinin maişetini çıkarmak ve para kazanmak için yaptığı bu işlerin yanında onu asıl mutlu edenin Kuveyt'teki et-Talia gazetesinde çizerlik ve editörlüğe başlamasıydı hiç kuşkusuz. 1962 yılından beri çıkan et-Talia gazetesinin siyasi yönelimi Arap sosyalizmiydi ve gazete haftalıktı.

13 Temmuz 1969'da, Kuveyt'te Naci el-Ali'nin çizdiği bir karikatürde boy gösteren Hanzala, Naci el-Ali'nin o zamana dek çizdiği Filistinli erkek çocuklardan biraz farklı idi. Hanzala asla büyümeyecek, ellerini arkasında bağlamış ve sırtını insanlara dönmüş bir çocuktu. Böylelikle Hanzala'nın insanlardan uzak durduğunu, olan biteni asla kabullenmediğini anlayabiliyorduk. Ayrıca, Hanzala elleri arkasında Filistin'e bakıyor, vatanı dışında bir şeyle ilgilenmiyor, adeta daima Filistin'i gösteren bir pusula oluyordu. Hanzala'nın ellerini arkasında bağlamasının bir anlamını da Naci el-Ali belirtiyor: Amerikan tipi sözümona çözümlerin reddi.

Naci el-Ali'nin sanatının zirvesi ve imzası olan Hanzala'ya dair bütün karikatürleri içeren Filistin Direnişinde Hanzala kitabında, Peren Birsaygılı Mut, Naci el Ali'nin biyografisini kendine özgü üslupla anlatıyor. Kitapta ayrıca Londra'da İsrail tarafından şehit edilen Naci el-Ali'nin oğlu Halit el Ali'nin yazdığı teşekkür notu ve Muhammed el-Asaad'ın "Naji al-Ali üzerine bir inceleme" başlıklı yazısı da yer alıyor.


7 Ocak 2025 Salı

Kültür siyasileşmedi, zaten siyasiydi

 Politika ve iktisada nazaran daha zor tanımlanan bir alandır kültür. Özellikle kültür ve politikanın birbirinden kesin çizgilerle ayırt edilebilecek alanlar olmadığını düşünmek mümkündür. Böylesine iki alandan bahsedilmesinin bir soyutlama olduğunu ileri süren Hakan Arslanbenzer; Politika İçin Kültür: Kültürün Araçsallaştırılması ve British Council adıyla yayınlanan kitabında kültürün hem 18. yüzyıl Batı Avrupa'sında kamusal alanın oluşumunda temel aracı olduğunu hem de 19. yüzyıldaki teknolojikleşme ve piyasalaşma nedeniyle yazar ve sanatçıların üretimlerini oluşan yeni iktisadi zorunluluklara göre düzenlediklerini belirtiyor. Kültür ve politika ayrımını ya da kültürel ile ticari arasındaki zıtlığı içsel ya da kökensel olarak düşünmenin yanlış olduğu muhakkak. Bu ayrım ya da zıtlığı düşünmenin tarihî gelişmelere verilen entelektüel bir reaksiyon olduğunu vurgulayan Arslanbenzer'e göre bu reaksiyonlar da bir özerklik arayışı olarak yorumlanabilir.

Kültür kavramının Aydınlanma döneminde kazandığı zihinsel gelişmişlik anlamı tespit edilmeden ve Fransız bürokrasisinin tarihî merkeziyetçi karakteri gösterilmeden 1960'ların kültür evlerinin nasıl bir yapıya sahip olduğunun tam anlamıyla çözümlenmiş olmayacağını ifade eden Arslanbenzer, "Aynı şekilde, kültürün sanat eserleri bütünü ve ulusal tin anlamları ile İngiliz bürokrasisinin merkeziyetçilikle merkezsizliğin ötesinde karma denebilecek bir karakteri haiz olduğu tespiti yerine konmadan British Council'in araçsallaştırıcı kültürel diplomasi tarzı"nın da aydınlatılamayacağını vurguluyor.

Kültürel diplomasi

Eserinde kültür politikasının ve kültürel diplomasinin ifade ve jest olarak nasıl geliştiği, cari yapısının tarihin süzgecinden nasıl geçtiğini inceleyen Arslanbenzer, ayrıca kültürel nesnenin analizi sonrası ulaşılabilecek üçüncü anlamı, yani zihinsel gelişmişlik ve "sanat eserleri bütünü ve ulusal tin" yanına konabilecek tarihî anlamı da kültürel diplomasinin niçin British Council'in faaliyetlerine İngiltere'nin dekolonizasyon sonrasındaki ülkelerle eski ilişkisini yeni bir biçim altında sürdürme çabası olarak yansıdığını ifade ediyor.

Bu üç anlam katmanını teori, tarih ve pratiğin üçlü muhaveresiyle çözümleyen Arslanbenzer, tezinin ilk bölümünde kültürün tanımları arasında bir tercih yapmak yerine, onun üç genel kullanım tarzının ortaya çıkış şartlarını ve daha sonraki süreçte edindikleri işlevleri analiz ediyor. Eşik kavramından yararlandığı bu analizinde kültürün bazı kullanımlarının ulus, sınıf ve ırk sınırları üstünden nasıl uygulandığını gösteren Arslanbenzer, sanat eserlerini merkeze alan yüksek kültür fikrinin Sanayi Devrimi'nin yol açtığı toplumsal hercümerce karşı bir reaksiyon olarak doğduğunu, tarihsel süreç içinde tüm toplumu medenileştirme misyonunun bir aracına dönüştüğünü belirtiyor. Böylelikle kültürün bir kavram olarak moderniteyle yaşıt olduğunu söyleyen Arslanbenzer, sağduyunun önerdiğinin aksine kültürün özerk bir kavramken sonradan siyasileştirilmediği, ilk günden beri siyasi bir araç-kavram olarak tezahür ettiği yorumunu serdediyor.

Fransa, Almanya ve İngiltere örneklerinde kültür politikası analizini içeren ikinci bölümde bazı ulusal karakteristikleri tespit eden Arslanbenzer bu tespitlerini bürokrasinin ilgili devletin kültür politikasındaki rolü, daha önceki süreçte yaşadığı laiklik krizi veya kültür savaşı, uyguladığı kültürel diplomasi stratejisi, göçmen ve azınlık gruplara dönük sosyal politikaları gibi süreçsel değişkenler üzerinden yapıyor. Kitabın üçüncü bölümünde British Council'in 1930'lardan 2010'lara geçirdiği merkezsizlikten merkezîliğe, özerklikten bürokratikliğe, propagandadan yumuşak güce, uzun vadeli ve ölçülemez hedeflerden planlı, stratejik ve orta vadeli maddi çıktı hedeflerine doğru bir seyir izleyen kültür politikalarını inceliyor.

Arslanbenzer böylelikle kültür kavramının siyasi ve ilişkisel tarzda ortaya çıkıp geliştiğini, devletin kültüre müdahalesinin II. Dünya Savaşı'ndan sonra devreye sokulan resmî kültür politikalarıyla sınırlı olmadığını, British Council'in İngiltere'nin siyasi-ekonomik çıkarları için kültürü araçsallaştıran memur bir kurum olduğunu da gösteriyor.