19 Temmuz 2019 Cuma

Kültür, kriz ve iktidar


12 Eylül 1980 darbesi sonrası teşekkül etmeye başlayan yeni kültürel düzen çerçevesinde 2010'lu yıllara dek genellikle üstü örtük bir şekilde sürdürülen bir tartışmaydı aslında 'kültürel iktidar' ve onun yerel, daha doğrusu taşralı bileşenleri. Taşralı, çünkü gerek üretimlerinin menbaı gerekse sonucu bakımından doğrudan kendi imkan ve gereçleriyle, kendi yatkınlıklarıyla hareket etmeyen bir şekilde, merkezin hegemonyasına teslim olmuştu bu bileşenler. 'Kültürel iktidar' tartışmalarının soykütüğünde 1980'li yıllara, sıfır noktası olmasa da yeni bir başlangıç payesini vermemizin bir sebebi de bu, sosyolojik bakımdan çevre-merkez analizlerinin yaygınlaşma eğilimi gösterdiği dönem de aynı. Sosyolojik çevre-merkez tartışmaları kadar, görece siyasi addedilen kültürel iktidar tartışmaları da 12 Eylül'ün kültürel rejiminin manifoldu (mahfazası) içerisinde kendine bu yüzden bir yer buldu.

2010'lu yıllardan itibaren bu tartışmalar -özellikle Gezi Parkı ve devamındaki FETÖ'cü terör örgütünün sebebiyet verdiği olaylarla birlikte- sırf sosyolojik ya da kültürel çeperleri zorlayacak bir şekilde, yani daha açık ve sınırları keskin bir siyasi çatışma ortamında ve daha yaygın, kamusal denecek kadar yaygın platformlarda da kendine yer buldu. Gezi Parkı olaylarına dek üstü kısmen örtüktü bu tartışmaların, çünkü ülkedeki siyasal gündemle doğrudan eklemlenmeden, daha dar entelektüel ve kültürel-kozmopolit çevrelerde ve daha kısır olmasa da kısıtlı addedebileceğimiz form ve çerçevelerle kendi halinde yürütülen bir tartışma sözkonusuydu. Kimileyin bazı kültürel elitlerin medyatik maymunlukları eleştiri konusu oluyordu; kimileyin de yakılan filmler, belediye tarafından düzenlenen poesiumlara çağrılmayan şairler eleştirilerin mihverine oturuyordu... Dahası teliften çok tercüme üstüne kurulu bir fikri ve edebi vasatın daha çok ilgi topladığına şahit oluyorduk. 1980'lerden bugüne, kültürel alanda sürdürülen ana tartışma konuları ise dolaylı olarak da olsa 'kültürel iktidar' deyişini haklı kılabilecek özellikler arz ediyordu.

12 Eylül'den bu yana geçen yaklaşık 40 yılda zaman zaman gündeme gelen ve hemen her seferinde üstü çabucak kapatılan başka birçok mesele de, siyasal düzeye bir şekilde taşınan bu tartışmalar vesilesiyle yeniden alevlendi. (Hemen bütün tartışma konularının ancak siyasal düzeye taşındığı zaman yaygınlaşmasında Türkiye'ye özgü olmasa da, en azından bunların ele alınma ya da bayağılaştırılma tarzlarında bu ülkeye has sayabileceğimiz türden gündelik kısır siyasal çekişmelerin önemli bir rolü vardır.) Kültürel iktidar tartışmalarının yaygınlaşmasıyla birlikte alevlenen konuların en başında elbette kültür ile siyaset arasındaki ilişkilerin form ve içeriği gelmekteydi. Kültürel kimlik tartışmaları kadar, farklı hayat tarzları arasındaki düşmanlıkların da kültürel bileşenleri sık sık bu dönemde karşımıza çıkıyordu. Bu tartışmaların büyük bir bölümü ya kültürün üç kurucu toplumsal vektörü addedebileceğimiz din, tarih ve siyasete içkin tartışmaların bir devamıydı ya da doğrudan bu vektörlerin şiddet ve gerilimlerini de etkileyecek sonuçlara ulaşıyordu. Bunlarla birlikte, 12 Eylül kültürel rejiminin etkin sınırlandırmaları altında, başta bu vektörlerin her birinde olmak üzere onların bileşkesi olarak görebileceğimiz kültürel alanda da 'kültür endüstrisi"nin kendini giderek daha çok dayattığını gördük, öyle ki 1980'lerde futboldaki hazin mağlubiyetlerin ardından yazdıkları eleştiri yazılarında ülkede 'ne kadar futbol, o kadar edebiyat' olduğunu savlayan eleştirmenlerin bu kıyaslamaları bile belli bir süre sonra yadırganmamaya başlandı. Çünkü sinema, tiyatro ya da konsere gitmek gibi kültürel faaliyetler, hafta sonu maç izlemek gibi artık eğlence sektörünün bir alt koluydu.
Kültür ile siyasetin özce birbirlerine karşıt olmasalar da varlık gerekçeleri itibariyle birbirlerinden ayrı iki farklı kavrama işaret ettiğini vurgulamaya yarayan yaygın iddiaları doğrudan bu tarihsel bağlam içinde okumak gerekir. Kültür ile siyaset arasında bir ilişkinin olup olmadığı, varsa bu ilişkinin ya da ilişkisizliğin nasıl yorumlanması gerektiği de bu iddiaların zımni münderecatına dahildir hep bu yüzden. Bu iddiayı dile getirenler için evvel emirde kültür ile siyaseti bir arada düşünmek, "varoluş gerekçeleri"nin farklılığına dair yapılan vurgunun da dolaylı olarak gösterdiği üzere, yanlış vargılara götürebilir bizi. Bu iddia sahipleri belki de bundan mebni bu yanlış vargıların nihai sonucunu "kültürel iktidar" kavramlaştırmasında görür. Onlara göre "kültürel iktidar", siyasal bir dile aittir; siyasal arzuların kültürel olanı "sahiplenip yönetme, yayma, kendisine benzetme amacını"  taşır. Kültürün dinamiğini "hareket" olarak belirleyen bu bakış açısının iktidara öngördüğü dinamik ise siyasal dile hasredilebilecek "korumak" ve "zaptetmek"ten başka bir şey değildir. Siyasetin ortaya çıkmış olanı da yönetme iradesini ortaya koymasının yanlış taraflarına işaret etmeyi gözeten bu eleştirelliğin buna rağmen aynı yanlışlıktan nasiplendiğini söylemek ise bize kalırsa kesinlikle gereklidir: Hareketi kültüre, koruma ve zaptetmeyi siyasete ve iktidara hasreden bu iddianın kültürel zeminde ifade edilmediği, kültürel olmaktan çok eleştirdiği siyasal zemine ait bir iddia olduğu açıktır çünkü. "Kültür endüstrisi"nin varlığını görmezden gelmesi ise bu iddiayı dile getirenlerin benimsedikleri bakış açısının yetersizliğinin bir ürünüdür eni sonu. Çünkü bahsettikleri "hareket"in doğrudan kültür endüstrisinden kaynaklı bir nesnel yatkınlık olarak kültürel emtiaların dolaşımına dair olduğu o kadar ortadadır ki!

Hareketi, daha doğrusu genel olarak hareketliliği kültürün dinamiği olarak gören iddiaların son derece romantik bir tınıyı da ayrıca bağırlarında taşıdığı söylenebilir diğer yandan. Kültür endüstrisine has katı reklam ve pazarlama diliyle birlikte bu romantik tınıların yanyanalığı en fazla pazarlanan ürünün fetişist bir tarzda yüceltilmesini içerir. Bu sebeple kültürün bize kalırsa yersiz süblimasyonunu amaçlayıp içerdiklerini ister istemez düşündüğümüz bu tür iddiaların siyasi olana biçtikleri rolün de bir nevi zaptiyelik olmasına şaşırmamalı. Oysa hareket-zapt, kültür-siyaset dörtlüsünden oluşan bu matristeki unsurların birbirleriyle ilişkileri pek öyle kolayca tamamen kültüralist-romantik bir sözdağarıyla ifade edilebilecek türden bir dikotomi zemininde yorumlanamaz. "Varlığı ortaya çıkarılan" kültürün de korumacılığa saptığı, buna karşın siyaseti hareketliliğe kışkırtan dinamiklerin çoğaldığı tarihsel kerteler de çoktur ve üstelik böylesi zamanlar genelde kriz zamanlarıdır. Gerek siyasetin gerekse kültürün bizatihi kendilikleri ve varlık gerekçeleri uyarınca ele alınmasının güç olduğu zamanlardır bu zamanlar. Ne siyaset kendine has kılınabilecek bir töze çökelir ve kendine has bir dinamiğe sahip görünür çünkü bu tür kertelerde, ne de kültür! Bilhassa estetik düzeydeki kültürün yeniden üretilme sürecinde kendine malzeme olarak antropolojik anlamda başka bir seviyeden kültürü seçtiği, antropolojik düzeydeki bu kültürün ise ister istemez siyasal, sosyal ve hatta gündelik hayata dolaysız bir şekilde atıfta bulunan bir kültür olduğu öne sürülebilir. Bu yüzdendir ki, kültürel iktidar deyişini bizim için anlamlı kılan kavramsal kerte, onun gündelik hayatlarımıza bile sirayet etme biçimlerini tartışmamızı ilzam eder.

12 Eylül'ün siyasal çatısının çökmesi sonrası, yani büyük ölçüde 2010'lardan itibaren demokrasi şalıyla üstü örtülen toplumsal kriz, Türk toplumunun modernleşme sürecinde sürekli yaşamak zorunda kaldığı o büyük krizin yeni bir tarihsel uğrağıdır. Bu krizi sırf tarihsel, toplumsal, siyasal ya da kültürel tarzlarda ele almanın da yetersiz olduğu, olacağı açıktır. Toplumumuzun son iki yüz yıl boyunca yaşadığı dönüşümü ister devrimci ister muhafazakar kalıplarda yorumlayalım, varıp varabileceğimiz nokta şu anda içinde bulunduğumuz noktadan farklı olmayacaktır. "Kültürel iktidar" tartışmalarının üstü örtük olmaktan çıkıp daha açık bir şekilde, kültürel-siyasal sınırlarını bilen bir dilde ifade bulması, bu bakımdan kültürün siyasetten, estetiğin gündelik hayattan ayrı düşünülemeyeceğini gösterdiği gibi bu teemmüllerde kültürel tercihlerimiz kadar, siyasal tercihlerimizin de bizi 'kültürel iktidar' karşısındaki konumlarımızı belirginleştirmemize zorlaması beklenir.

-----
(*) 12 Eylül darbesiyle kurulan kültürel rejime dair özellikle 'yayıncılık' ve toplumsal düşünceler bahsinde yaptığımız bir çözümleme için bkn. "Yayıncılık, kültürel rejim ve Avrupa-merkezcilik", Star-Açık Görüş, 27.01.2018. Ayrıca 40 yıl boyunca üstü örtük sürdürülen kültürel iktidar tartışmalarına farklı bağlamlarda da olsa sık sık değinen şu iki çalışma bilhassa zikredilmeli: "İktidar ve Nesneleri", Murat Güzel, Kökler, sayı 9, Eylül 2005; Türkiye'de Kültürel İktidar Solda mı?, Hakan Arslanbenzer, 2011, Avangard yayınları.

Fayrap Popülist Edebiyat Dergisi Sayı: 118 Mart - Nisan 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder