17 Eylül 2020 Perşembe

Bilim ve ahlak felsefesinin ilkeleri

 Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılan Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne devreden unsurlar sadece “düyun-u umumiye” diye bilinen dış borçlar değildi elbette; büyük savaş sonrası elde kalan coğrafya, 1910’dan beri süregelen Balkan, Trablusgarp, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşları sonrası yorgunluktan bitap düşmüş bir halk, o halk içinde yetişmiş ve çoğu savaşlar esnasında şehit düşmüş, pek azı yeni cumhuriyete intikal edebilmiş okumuş bir sınıf. Bu sınıfın asker, alim, aydın ya da bürokrat olmasından bağımsız olarak sahip olduğu fikirler de Osmanlı devletinin son çeyreğindeki yaygın fikirlerdi elbette. Bu okumuşlarla birlikte bu fikirlerin de kimilerinin doğrulanarak kimilerinin de yanlışlanarak cumhuriyete devrettiğini söylemek gerekir. Osmanlı’dan cumhuriyete devreden unsurlar tabii ki bunlarla sınırlı değil: Başta bazı idari kurum ve kuruluşlar olmak üzere, eğitim ve öğretim alanında faaliyet gösteren okullardan tutun da eğitim süreçlerinde kullanılan ders kitabı, araç gereç vb. unsurlara kadar cumhuriyetin kendi eski rejiminden (ancient regim), yani Osmanlı’dan tevarüs ettiği birçok unsur vardır. Sözgelimi dönemin ünlü filozofu Mehmet İzzet’in deyişiyle kuruluşunda Zühtü Paşa’dan çok emeği olan Salih Zeki’nin 5 yıl rektörlük yaptığı Darül Funun bunlardan biridir. Bilindiği üzere Darülfünun 1933 Üniversite Reformu ile yerini İstanbul Üniversitesi’ne bırakır.

İlk matematik felsefecisi

Cumhuriyetin ilanını göremeden, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç yıllarında 1921’de yaşadığı geçirdiği ruhi bunalımlar sonucu vefat eden Salih Zeki, modern anlamda Türkiye’nin ilk matematik felsefecisidir. Öğrencisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre “Darülfünun için büyük bir kuvvet, bir fikrî kıble” olan Salih Zeki, Şinasi ile Namık Kemal’in edebiyat dilinde gerçekleştirdiği devrimi bilimsel dilde yapar. Salih Zeki’nin dönemin diline getirdiği bilimsellik, yöntem ve bilim anlayışı elbette cumhuriyetin ilk yıllarında da sürecektir bir şekilde. Osmanlı düşüncesinde matematik ve doğa bilimlerini yeniden kuran kişi olarak anılan Salih Zeki’nin orta dereceli okullarda ders kitabı olarak okutulmak üzere Türkçe’ye kazandırdığı iki cilt halindeki Türkçe’de çok bilinmeyen Fransız filozof Alexis Bertrand’a ait Mebadiî-i Felsefe-i İlmiyye ve Felsefe-i Ahlakıyye (Bilim Felsefesinin ve Ahlak Felsefesinin İlkeleri) kitabının üç açıdan önemli olduğunu vurguluyor kitabı Osmanlı Felsefe Çalışmaları kapsamında günümüz Türkçesine aktaran Ebubekir Demir: Yöntembilime ve bilim anlayışına getirdiği bilimsel bakış; Comte’un düşüncelerinin, ahlak felsefesi ve siyaset felsefesini de kuşatacak bir şekilde sunulduğu ilk eser ve Tanzimat sonrasındaki pozitivist ve eleştirel pozitivist düşüncenin oluşumundaki rolü; Salih Zeki’nin külliyatında genel felsefe ile ilgili tek eser olması. 1917’de yayınlanan eser sadece felsefe tarihimiz için değil, eğitim tarihimiz bakımından da önemli. Sözgelimi ‘Bilim Felsefesi’ adını taşıyan birinci cilt, Hasan-Âli Yücel’in Mantık Dersleri kitabı başta olmak üzere cumhuriyet devrinde yazılmış birçok mantık kitabına kaynaklık teşkil eder. ‘Ahlak Felsefesi’ başlığını taşıyan ikinci cilt ise ‘vicdan bahsi’nde birçok farklı alanda temayüz eder.

Yönetici düşünce

Sözgelimi bugün bile kullandığımız ‘yönetici düşünce’, ‘buluş mantığı’ vb. bilim felsefesi disiplininin birçok kurucu deyişi literatürümüze ilk kez bu kitapla girdi. Ahlak Felsefesi cildinde tartışılan konular arasında demokrasi, monarşi ve aristokrasi tartışmalarının bulunması, Herbert Spencer’in evrimci ahlak anlayışı ile toplumsal fayda-birey ilişkisinin ele alınması; mülkiyet meselesinin Marx ve Bakunin’in görüşleri doğrultusunda incelenmesi ve hatta hayvan hakları gibi felsefe tartışmalarına yer verilmesi kayda değerdir.

4 Eylül 2020 Cuma

Kültür bir iktidar kurma alanı olabilir mi?

 Ele avuca sığmaz bir kavram olarak görünen kültür ile gücü imgeleştiren iktidar kavramlarından oluşmuş bir formülasyon kültürel iktidar. Kültür kavramı ele avuca sığmaz, çünkü insanoğlunun maddi-manevi hemen bütün eylem ve edimlerinin sonuçlarını en nihayetinde kültür olarak niteleyebilirsiniz ve insanoğlunun varlığa çıktığı dünyanın son kertede kültürel dünya olarak nitelenmesinde de bir beis yoktur. Hatta dünya dediğinizde bile özünde kültürel bir nitelemede bulunduğunuz, arz denen fiziksel dünyayı kasdetmediğiniz açıktır. Buna mukabil iktidar ise yine aynı şekilde hakkında kesin bir tanıma ulaşma imkanınızın olmadığı; ancak şiddet, baskı, yönetim, arzu, şehvet vb. fenomenlerle tezahür ettiğini söyleyebileceğiniz bir güç topağı ya da uzanımıdır. Bu iki belirsiz kavramın birleştirilmesiyle ulaşılan ‘kültürel iktidar’ deyişinin de hem kendi bileşenlerinin belirsizliklerini katmerleştirerek koruduğunu, hem de bu belirsizliklere yeni birtakım belirsizlikler eklediğini varsaymanız kolaydır.

Maarif davası

Türkiye’de kültürel iktidar ve hegemonya konusunun ise kökleri tarihsel bakımdan ilk Batılılaşma dönemlerine dek uzanan ve ancak ana formülasyonları 1980 darbesi sonrası ortaya çıkmış üstü örtük bir mesele olduğunu söyleyebiliriz. Türk düşünce hayatının ana belirleyenlerinden biri olan “kültür ve medeniyet” ayrışmasından tutun da modernleşme çabamız içinde önemli bir yere sahip “maarif davası”na kadar birçok alanda tezahürlerini gördüğümüz kültürel iktidar meselesini yine de 2013’teki Gezi Parkı olaylarının ardından siyasal sahnede ayyuka çıkan tartışmalarla birlikte daha vazıh ve bu meselede tutulan tarafları daha belirgin bir şekilde konuşmaya başlama imkânı bulduk. Çünkü mesele nihayet halk içinde en muteber konuşma zemini sayabileceğimiz siyasal gündeme eklemlenme fırsatını bu tartışmalarla birlikte edinme şansına kavuşmuştu.

Onbeşinci sayısında Kültürel İktidar’ı dosya konusu seçen Sosyoloji Divanı’nda yer alan makaleleri böyle bir tarihsel arkaplan bilgisi eşliğinde okumak gerekli. “Kültür bir iktidar kurma, bir hegemonya oluşturma alanı olabilir mi? ‘Kültür ve iktidar’ kavramları hangi zeminde bir araya gelebilir? Kültürel bir iktidar var ise etki gücü ve alanı nedir? Bu iktidar biçimi nerelerde soluk alıp verir?” gibi sorular eşliğinde hazırlanan dosyada iki temel boyut çerçevesinde konu tartışılıyor. Bu temel boyutlardan ilki kültürel iktidarı kavramsal, teorik ve tarihsel derinliğiyle ele alarak meseleyi temellendirmeye çalışırken, ikinci boyutta meselenin dallanıp budaklandığı mecralardaki görünümlerini açığa çıkarma kaygısı güdülüyor. Hazırlanan dosyanın editörlüğünü de üstlenen Hüseyin Çil’in giriş yazısını teşkil eden makalesi meseleye kavramsal, teorik ve tarihsel bir zemin sağlayarak güncel tartışmaların boyutlarını ortaya çıkarmaya uğraşırken, Mehmet Uğraş kültür, ideoloji ve iktidar ilişkilerini sorguluyor. Meselenin psikolojik boyutlarını tartışan makale ise Gökhan Asiltürk’e ait. Ertan Özensel’in modernlik tecrübesinin ürettiği kültürel iktidar form(ları)na yönelik yazısı ile güncel tartışmaları biri entelektüel zeminde diğeri tartışmaların tarihsel seyrini ortaya çıkarmak üzere yazılmış olan Ercan Yıldırım ve Faruk Karaarslan’ın makaleleri meselenin teorik ve tarihsel boyutunu tamamlanmasını sağlıyor. Dosyanın diğer bölümleri ise meselenin gündeme geldiği alanlara yönelik makalelerden teşekkül ediyor.