30 Ocak 2020 Perşembe

PKK terörünün son 15 yıllık bilançosu

DHKP-C’den ASALA’ya, DEAŞ’tan el-Kaide’ye kadar birçok terör örgütünün hedefi haline getirilmiş Türkiye’nin yine de son 40 yılda en önemli güvenlik sorunu bölücü terör örgütü PKK’nın eylemleri olmuştur. Bununla beraber Türkiye’nin PKK terörüyle mücadelesi sürecinde yaşanan dönüşüm ve kırılmaların, değişim ve devamlılıkların aynı şekilde ele alındığını ise söyleyemeyiz. Oysa bu 40 yıl içinde ne PKK imkân ve araçları bakımından 40 yıl önceki terör örgütüdür ne de Türkiye PKK terörüyle mücadelesini 40 yıl önce başvurduğu yöntemler aracılığıyla sürdürmektedir. Genellikle PKK terörünün tarihsel ve toplumsal değişkenlerle arasındaki irtibat son 40 yıldaki toplumsal araştırmalarda değişik boyutlarıyla araştırılmış, Türk toplumuna etkileri kavramsal bakımdan ortaya konmaya çalışılmışsa da bizatihi olgunun kendisi yeterince analiz edilmemiştir. PKK terörünün sebepleri ve yol açtığı kötü sonuçları irdeleyen sosyolog ve siyaset bilimciler bu terörün ve bu teröre karşı aktif mücadelede benimsenen araç ve kaynaklarını çözümlemelerine yarayacak herhangi bir somut veriye yaslanmamışlardır. Bu da elbette gerek olguyu gerekse süreci anlama ve kavramada birtakım eksikliklere kendiliğinden yol açmıştır. Ampirik veri yokluğunda üretilen kavramsal spekülasyonların PKK terörünü anlamaya dönük yaklaşımları da kötü yönde etkilediğini biliyoruz.
Hasar tespiti
PKK terörünü anlamak ve bu terörle etkin bir şekilde mücadele edebilmek için öncelikle bu terörün ülkeye verdiği hasarın kapsamını, hedef ve yöntemlerini somut verilerle çalışmak gerektiği öngörüsüyle hazırlanmış Türkiye Terör Olayları Veri Tabanı (TTOV), ayrıntılı bir veri tabanı olarak PKK terörünün son 15 yıllık bilançosunu (2004-2018 arası) ortaya çıkarıyor.
PKK terörünün yol açtığı can kayıpları, bu terörün hedef seçtiği kesimler, saldırı taktik ve türleri, bu saldırılarda kullanılan silahlar ve silah tipleri gibi konulardaki somut verilerden yola çıkarak her bölümde PKK terörünün ve Türkiye’nin bu terörle mücadelesinin farklı bir boyutunun ele alındığı PKK Terörünün Analizi kitabı bu bakımdan PKK terörünü ve bu teröre karşı yürütülen mücadeleyi kavramada araştırmacılara kapsamlı bir bakış açısı kazandırıyor.
Şiddetin arttığı dönem
Kitap, bilimsel geçerlilik ve keskinliğe sahip olmayan fikir jimnastiklerinin sıkça yapıldığı bu alanda somut verilere dayalı çözümlemelere duyulan ihtiyaca bir cevap olmasının yanısıra, içerdiği her bölümde TTOV’a dayanarak yapılan analizler de dikkat çekiyor. Sözgelimi “PKK ile mücadelede yaşanan can kayıpları”nı konu edinen ve Hüseyin Alptekin, Tuğba Sezgin ve Muhammet Akkuş tarafından kaleme alınan ikinci bölümde son 15 yıl içinde 2007-2008, 2011-2012 ve 2015 sonrası zaman aralıklarının can kayıplarının en yoğun yaşandığı dönemler olduğu bulgusuna ulaşılıyor. Ulaşılan bu bulgunun Türkiye’deki siyasal hayatın ve uluslararası ilişkilerdeki önemli bazı dönüm noktalarıyla koşutluğunun dikkat çektiğini de yeri gelmişken vurgulamalı. 2007-2008 e-muhtıra ve sonrası yaşananları işaretlerken 2011-2012 ile 2015 sonrası dönemde de FETÖ’nün faaliyetlerindeki farklılaşmalarla PKK terörünün şiddetindeki artışlar göz önüne alınabilir.
Kitabın diğer bölümlerinde PKK’nın seçtiği hedefler, PKK’nın saldırı türleri ve bu türleri etkileyen faktörler, terörle mücadele operasyonları ve PKK’nın saldırılarında kullandığı silah türleri, İHA ve SİHA’ların terörle mücadeleye etkileri gibi konular analiz ediliyor. Bu analizleri gerçekleştiren isimler ise şunlar: Veysel Kurt, Merve Dilek Dağdelen, Talha Köse, Merve Şahin, Hasan Basri Yalçın, Ayşe İrem Aycan Özer, Abdullah Erboğa, Merve İrem Ayar.

25 Ocak 2020 Cumartesi

Evliya Çelebi’ninki ile kıyas olmaz ama bu da seyahatname

Sürekli tartışılır: Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Okumak ile gezmek eylemlerini bilgilenme bakımından birbirini dışlayacak ya da birini diğerinden üstün tutacak şekilde ele almayı icap ettiren bu tartışmada doğru yan pek bulunmaz o yüzden. Okumanın kendine özgü yanları ile gezmeye, farklı yerler görmeye dayalı bilgilenme tarzlarının kendine has yanları çoğu kez kıyas kabul etmez. Üstelik önceden hiç bilmediğiniz bir mekânı gezmekle, hakkında hiçbir ön bilginizin bulunmadığı bir alan ya da konuda okumak arasındaki yakınlıklar, bunların birbirine yeğlenebilir bulunmasını nakzedecek kadar fazladır. Herhangi bir memlekete, mekâna orayı gezme maksadıyla giden kişinin, önceden o memleket ya da mekanla ilgili okumalar yaptığını, nelere nasıl ve niçin dikkat etmesi gerektiğine ilişkin bilgilenmeye çalıştığını da müşahede ederiz.
Gezme-okuma kıyası
Yüzü aşkın ülkeye seyahat etmiş, bu hesapla ‘leyleği havada gördüğünü’ söyleyebileceğimiz Muhammed Berdibek’in son derece kendine özgü, küçürek öykülerden, anılarından ve izlenimlerinden oluşan bir kitap Bir de Bakmışsın Uzaklardasın. İbn Batuta, Evliya Çelebi gibi seyahatname yazarlarının gezdikleri memleketlerin adet, kültür, görenek, bilgi, hayat ve insanlarıyla ilgili geniş ve ilginç detaylar içeren eserleriyle kıyaslanması yanlış olabilecek, buna karşın yine de bir nevi seyahatname diyebileceğimiz bir eser. Kitapta Kazan’dan Tahran’a, Yemen’den Doğu Afrika’ya, Eritre’den Myanmar’a, Portekiz’den Güney Afrika’ya, Kudüs’ten Kuala Lumpur’a Tahran’a, Bağdat’a, Newyork’a, Los Angeles’a birçok şehir ve ülkeden anılar, insan tasvirleri, olaylar, hikayeler yer alıyor Berdibek’in kitabında.
Berdibek, anlattığı hikayeleri bazen Hafız, Sadi gibi şairlerden yaptığı alıntılar ya da epigraflarla süslemeyi de ihmal etmiyor. Tavla oyununun ortaya çıkışıyla ilgili efsanelerden Şiilerin türbelerdeki garip hallerine, gölde timsahlarla birlikte yüzen Afrikalı köylülerden Paris’te gösterişli bir mezarlıkta yatan Ahmet Kaya’nın hikayesine kadar dikkat çekici birçok gözlem ve bilgi aktaran ve Avustralya’dan başka gitmediği kıta, görmediği deniz ve okyanus kalmayan Berdibek, belki de yüzlerce kitap okumakla ulaşılamayacak bir gözlem doygunluğuna ulaştırıyor okurlarını.
Hayal kırıklıkları
Farklı şehir ve ülkelerden aktardığı hikayelerde başına gelenleri, görüp geçirdiklerini, bu ülke ve şehirleri görmeden önceki beklentileri ile gördükten sonra yaşadığı hayal kırıklıklarını da anlatan Berdibek, ülkeleri ve o ülke insanları hakkında da gözlemlerini kısa ve vurucu anektodlarla süslüyor, bu ülkelerde hâkim halet-i ruhiyelere daha yakından nüfuz etmemizi kolaylaştıracak çarpıcı detaylar sunuyor. Bu ülke ve şehirler hakkında zaman zaman seyrettiği filmlerden okuduğu romanlardan kaynaklı bilgilerini de bizzat o şehirlerde sınama fırsatı edinen Berdibek, “gezme ile okuma” kıyasına dayalı klasik tartışmanın yersizliğini de dolaylı bir şekilde gösteriyor.

15 Ocak 2020 Çarşamba

Çağdaş Türk düşüncesinin kötücül başkarakterleri

İki yüzyıla yaklaşan bir süredir Türk toplumu ve düşüncesinin temel tartışma konuları arasında Batılılaşma süreci ve çabasının yorumları başat konumdadır. Batılılaşma sürecinin bu sorunla en ilgisiz olduğunu zannettiğimiz fikri çabaları bile birçok alan ve düzeyde belirlediğini fark ederiz. En azından o düşünme çabasının zeminini oluşturur bu süreç ya da yine en azından o çabaların dilinde, işleyişinde sürecin etkileri, izleri -aranırsa- bulunur. 
İçselci modernleşme
Nasıl adlandırılacağından hangi imkân ve yollarla gerçekleştirileceğine ya da gerçekleştirilebilir olup olmadığına kadar birçok yan sorunu da içeren bir yumaktır belki de Batılılaşma. Kimileri Batılılaşma yerine ‘muasır medeniyetler seviyesine yükselme’, kimileri ‘modernleşme’, kimileri ise ‘yenileşme hareketleri’ tabirlerini kullanacaktır bu büyük değişim hareketi için. Yine aynı şekilde kimileri Batı’yı bire bir örnek almaktan yola çıkmak gerektiğini söyleyecektir (pür Batıcıdır elbette bunlar; aralarında liberal, sosyal demokrat, Kemalist, sosyalist vb. ayrımlar olsa bile genellikle Batıcı tanımına uygun hareket ederler), kimileri ise bunun tamamen yanlış bir yola girmek olacağını, çünkü Türk toplumunun asli kodları (kültür ve din) ile Batı dünyasının asli kodlarının uyuşmayacağını, topyekun bir değişim ve Batılılaşma hamlesinin kimlik ve kişiliğimizi bozduğunu/bozacağını ileri sürerek Batılılaşma/yenileşme/modernleşme hareketlerinin aşmamasının gerekli olduğunu düşündükleri sınırları ve kırmızı çizgileri işaretlemeye girişecektir (genelde İslamcı/Türkçü/muhafazakâr çevrelerdir bu türden tezleri savunanlar da.) Bir de elbette toplum olarak ne kadar Batılılaşmak istersek isteyelim bunu hiçbir şekilde başaramayacağımızı savunanlar bulunur. Bu yaklaşımlar açısından Batılılaşma handiyse kültürel ve/veya pedagojik bir sorundur. Yaşadığımız toplum kültürel ve/veya pedagojik bakımdan Batılılaşmayı başaramaz görünmektedir böyle düşünenlere- eğer Batılılaşmak isteniyorsa bazı ön şartlar yerine gelmelidir (Bu türden görüşleri ileri sürenlerin kısm-ı ekserisi “pür Batıcı” çevrelerdir, özellikle de Kemalisttirler.) Elbette bu tür düşünenlerin olduğu yerde tam tersi bir ihtimali düşünüp eskiden Batı’nın olduğu konumda “bizim medeniyetimizin” bulunduğunu, Batı’nın bizim geçmişimizde bulunan, ancak unuttuğumuz ya da ihmal ettiğimiz bazı önemli değerleri baz alarak tarihsel süreçte kendini yeniden oluşturduğunu/icat ettiğini söyleyenler de vardır ya da olacaktır (bunlara da İslamcı ve/veya Türkçü çevrelerde rastlanır.) 
Terminatör meseleler
Ayrıca bazen gelişme sosyolojisindeki içselci modernleşme teorilerinin tersine dışsalcı bir yaklaşımı temsil eden ve kapitalizmin ilk kez Batı’da ortaya çıkmasının doğurgularını da düşünen bağımlılık kuramı ve bunun yanı sıra dünya-sistemi yaklaşımlarından da yararlanarak “geri kalmışlığımızın” tarihini yeniden düşünmek gerekliliği de vurgulanır. Tam da burada Modern Türklükte Kültür Hareketleri adıyla 1921’de Almanya’da yaptığı doktora çalışmasıyla dikkat çeken ve Türk modernleşmesinin ilk yorumcularından biri sayabileceğimiz Ahmed Muhiddin’in Batılılaşma/modernleşme/yenileşme tarihinde sürekli muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi kanadın olumlu bir örnek olarak zikrettiği Japon modernleşmesinin niçin bize örnek olamayacağını açıklama yöntemine dikkat edilmelidir. 1960’larda temelde iktisat disiplini çerçevesinde gelişen bağımlılık teorilerinin ve Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi analizlerinin öncülü olabilecek bir görüşü ileri sürer çalışmasında Ahmed Muhiddin. Osmanlı’nın iktisadi modernleşmesi ile Japon kalkınması hiçbir zaman birbiriyle kıyaslanamaz ona göre; çünkü Osmanlı, coğrafi olarak kapitalist Batı’nın hemen yanında, onun çeperinde yer alır ve hem iktisaden hem de askeri bakımdan Batı tasallutuna açıktır. Japonya ise Osmanlı’ya nazaran coğrafya olarak Batı’dan uzak olmasının avantajlarını sonuna dek kullanmıştır. 
Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşadığı iktisadi sıkıntılar ve savaş meydanlarındaki kayıpların sebeplerini soruşturma, devleti yaşatma, toplumsal gelişmeyi sağlama, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma, geri kalmışlığa yol açan âmilleri giderme vb. temalar etrafında başlayıp gelişen tartışmanın ana mihveri hemen her radikal olsun ya da olmasın önemli değişim sonrasında tazelenir. Her seferinde aynı konulara, kimileyin yukarıda sıraladığımız bakış açılarının herhangi biriyle de olsa, dönülür. Zaman zaman bu dönüşlerde Penelope’un gündüz dokuyup gece söktüğü kefen tülüyle simgeleyebileceğimiz bir umarsızlığın izi görülür; aydınlarımız önceden çözülmüş sayılabilecek konu ve temaları yeniden ele alır, onları yeniden sorunlaştırıp çözer veya çözümsüz olduğunu ispatlar ve ancak bu yeniden ele alışta meseleyi düşünmeye dair herhangi bir ilerleme yaşanmaz her nedense. Sözgelimi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Tanzimat’tan beri yetiştirilen nesillerin macerasında Heinrich Heine’ın ‘teoloji alimi’nin hikayesine benzer bir fasit daireyi bulgulaması bundandır. Belki de Türk aydınlarının hemen her önemli tarihsel dönemeçte, Tanzimat’tan bu yana gündemlerini işgal eden konuları, çoğu kez değişmeyen bir üslup ve tarzda, yani aynı şekilde, aynı umursamaz tavırla, aynı motiflerle ele alıp tartışmalarında Kierkegaard’ın bahsettiği türden bir ‘tekerrür’ bile görebiliriz. Bu konular, Türk aydını için “hiçbir zaman kendisinden bıkılmayan sevgili eştir” sanki, fakat bu noktada ‘hatırlama’ya karşı ‘tekerrür’e ilişkin Kierkegaard’ın yaptığı vurguların tersine Türk aydını bu durumun asla farkına varmış gibi davranmaz. 
Sözgelimi 1980’lerin ortalarında ezanın Türkçe okunup okunmamasıyla ilgili bir tartışma başlatılır, bu tartışma bir şekilde bir sonuca erişmiş, en azından bu sonuç üzerinde farklı toplumsal düşünceye mensup kişiler anlaşmış görünür; ama her nedense aynı konu bu kez 28 Şubat postmodern darbesi sürecinde yeniden gündeme getirilir, yine benzer argüman ve tezler ileri sürülür, bu argüman ve tezlere verilen 10 yıl öncesindeki cevaplar da aynı şekilde tekrarlanır. 
Kopukluk ve tekrar
Bu kez tartışmanın sahiden kapandığını düşünürsünüz; ama ne mümkün, 2010’ların ortalarından itibaren aynı tartışma tekrar açılır, bu kez “yeni kuşak” olduğunu düşündüğünüz ve böylelikle sözümona ittiba ettikleri teorisyen abilerinden daha yetkin ve daha ileri bir düşünme seviyesinde, olgunluğunda olduklarını vehmettiğiniz aydınlar o teorisyen abilerinin bile savunmaktan ar ettiği, ar etmek zorunda kaldığı, kalitesi eski tezlerden bile daha düşük tezlerle tartışmayı harlamaya çalışırlar. 30-40 yılda bir, ezanın Arapça mı Türkçe mi okunacağına dair yapılan tartışmalarda dere tepe düz gidilmiş, ama bir arpa boyu yol alınamamıştır sanki. Çağdaş Türk düşüncesinde ele alınan böyle birçok başka meselenin de “Terminatör” filminin kötücül baş karakteri gibi ölmeyen, eski haliyle yeniden dirilen bir tarafı olduğunu düşünmeniz işten bile değildir. Tartışma doğuran meseleler sanki ilk kez konuşuluyormuş gibidir her seferinde; önceden hiç düşünülmemiş, hiçbir sav ve karşı sav geliştirilmemiş gibidir bu meseleler için. Tanpınar’ın, Tanzimat’tan beri yetiştirilen nesillerin macerasında devamlılıktan çok kopukluktan mütevellit bir “tekrar” bulgulamasına şaşmamalıyız. Sorunların yeni ve taze olduğunun vehmiyle harekete geçirilmiş gibidir Türk aydınlarının düşünme şekli. İlk kez bu sorunlarla karşılaşılmadığının farkındadır elbette, ama nedense ona varıncaya dek sanki kimse bu sorunlara el atmamış, o sorunlar olduğu gibi aydınımızın onu çözmesini beklemiş gibidir. Eylemdeki tekerrürün, düşünmede hafızaya (alışkanlığa) dayanması gerekli olduğu da göz ardı edilir böylelikle. Bu durum bir yerde bize çağdaş Türk düşüncesinin tarih ve toplumdışı bir perspektifle söz aldığını, kendi tarihsellik ve toplumsallığının köklerine ilişkin herhangi bir eleştiri ve sorgulama cihetine gitmediğini, böylelikle kendi güncelliğini ve geçerliliğini ispatlama gayretinden ister istemez feragat ettiğini düşündürürken, diğer yandan hemen her zaman düşünme faaliyetine içkin bir kötülükle nitelendirilemeyecek bu durumun sağlayacağı kimi avantajları da -sözünü ettiğimiz eleştirellik bunlardan biridir, yine hakkı verilerek uygulanabilirse farklı tarihsel düzeyleri aynı zeminde kıyaslamaya yol açacak türden bir price de conscience’a ve hatta tarihselci bir fark mantığına da imkan tanıyabilir bu tür bir tarih ve toplumdışı perspektif- kullanamayan bir hazır cevaplılık ve kolaycılığa bel bağlamasına sebep olmaktadır. Bu nokta, Tanpınar’ın Heine’dan ödünç aldığı “teoloji alimi” benzetmesini de yersizleştirir böylelikle. Bu kopukluk ve tekrarın, Türk aydınlarına has olmak üzere bir tutarlılık arayışından çok, tipik bir siyasal kâra tamah etmişlikten kaynaklandığı da aşikârdır. 

İnsan kısım kısım yer damar damar

İnsanların topluluk halinde yaşamaları, onların insan olmasının handiyse mütemmim bir cüzüdür. Bir anlamda insanların bir topluluk hayatı sürmeleri, bu topluluklar içinde yapıp eylemeleri onların varlığının ontolojik bir boyutudur. Bu sebeple her insan tekine has bir varlık haricinde bu insan teklerinin her birine bir şekilde iliştirilebilecek bir de topluluk varlığı düşünülebilir. “Başkalarıyla-olan-varlık” diyebileceğimiz bu topluluk varlığına ilişkin felsefi antropoloji, sosyoloji, sosyal psikoloji ile çeşitli psikoterapi ekollerinin içinde üretilmiş birçok bilimsel bilgi ve çalışma olsa da insanların neden bir topluluk içinde yaşadıklarına dair ikna edici bir bilimsel açıklama ya da cevap neredeyse yoktur. 
Herhangi bir insan topluluğunun ve ilişkisinin olduğu her yerde dolaysız bir şekilde bir ‘organizasyon’, bir ‘hukuk’, bir ‘etik’, bir ‘siyaset’ ve bir ‘psikoloji’nin de ortaya çıkmak zorunda olduğunu düşünen Prof. Dr. Erol Göka, “toplumsal ruhsallık” olarak adlandırılabilecek alanın hem bütün beşeri bilimlerin nesnesi durumunda hem de şimdiye dek hiçbir bilimin nesnesi olamadığına dikkat çekiyor üçüncü baskısı ilk iki baskısından farklılaştırılmış kitabı İnsan Kısım Kısım’da. 
Toplumsal ruhsallık 
İnsanların topluluk içindeki hayatını ele alırken bireyi ve topluluğu (Erol Göka, ‘grup’ diyor) birbirlerine indirgeyen yaklaşımlara itibar etmeyen Göka, birey-topluluk ilişkisinin değişik aşamalarında ortaya çıkan farklı yanları ön planda tutarak birey ve topluluğu diyalektik bir bütün olarak kavramaya gayret ediyor. Uzun yıllardır sürdürdüğü grup psikoterapisinden ve çeşitli psikanaliz teorilerinden de destek alan Göka, birbirinden farklı birçok disiplin tarafından kısmi olarak ele alınan, araştırılan “toplumsal ruhsallık”a mümkün mertebe bütüncül bir yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. 
Yansıtmalı özdeşim 
Kitabın birinci bölümünde “insanın grup-varlığına teorik yaklaşımlar”ı tartışan Göka, gündelik hayatta kendiliğinden ve geçici bir şekilde kurulan, yaşayan ve kaybolup giden topluluklardaki yaşantı ve deneyimleri, bu yaşantı ve deneyimleri olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkileyen faktörleri grup psikoterapisinin bilgi birikimiyle kitabının ikinci bölümünde çözümlemeye çalışıyor. Teorik yaklaşımları irdelediği ilk bölümde Martin Heidegger, Joel Kovel gibi filozoflardan, Georg Simmel’in sosyolojisinden, sosyal psikolojideki grup teorilerinden, grup psikoterapisinden, kaynağını Freud’den alan ve psikanalizdeki üç ana yönelimden birini oluşturan ve aralarında Melanie Klein, Winnicott, Kohut gibi çeşitli psikanalistlerin bulunduğu nesne ilişkileri teorisine varıncaya kadar “toplumsal ruhsallığı” teorize etmeye imkan sağlayacak çeşitli yaklaşımları inceleyen Göka, insanın grup-varlığıyla ilgili tüm bilgileri kucaklayan bir çerçeve oluşturma gerekliliğini vurguluyor. 
Kitabının ikinci bölümünde insan ilişkilerinde olup biten ve son zamanlarda birçok beşeri bilimcinin de bir şekilde üzerinde durduğu bir konu olan insanların birbirleriyle ilişkilerinde birbirlerine karşı geliştirdikleri psikolojik manevraların mekaniklerinin kavranabilmesi için psikanalizde sık sık başvurulan “yansıtmalı özdeşim” çalışmalarına da değinen Göka, bu özdeşimlerin insanlar ve gruplararası ilişkilerde özel bir yer taşıdığını düşünüyor. 
Özellikle Nuri Bilgin’in Kimlik İnşası adlı kitabını tartıştığı yazı kimliğin hem bireysel, hem toplumsal; verili olmayıp kurulan, inşa edilen taraflarını okura gösterirken, ayrıca kimliğin inşa edilebilmesi için belli bir sosyopsikolojik bagaja da ihtiyaç olduğunu söylüyor. “Öteki” ihtiyacının işlevinin kimlik inşasını aştığını kaydeden Göka, toplumsal bir kimlik oluşumunda kolektif hafıza ve resmi tarihin de gerekli olduğunun altını çiziyor. 

10 Ocak 2020 Cuma

Hayalet hikayesi

Türkiye’nin üzerinde 30-35 yıldır dolanan bir hayalet bu. Var olup olmadığına, yaşayıp yaşamadığına (daha doğrusu ölüp ölmediğine) dair sürekli tartışmalar yapılıyor. Bu kuşkulara karşın, kimilerinin anlattığına göre son derece kötücül bir hayalet bu aynı zamanda. Hayaleti burada tekrarlayamayacağımız birtakım hakaretamiz ifadelerle tavsif edenlere göre o en karanlık çağları temsil ediyor, geçmişin bugündeki bir tortusu bir bakıma; buna karşın, hayat tarzlarını tehdit etmekten geri kalmıyor,  içki içilmesine bile karışıyor, içilen içkileri kursaklarda bırakıyor, mutena mahallerde en olmadık şeyleri simgeleştiren en olmadık örtülere bürünüp geziniyor, göz zevklerini bozuyor kendisinden yana yakıla şikâyetçi olanların. Sadece onlara ait olması gereken mekânlara yakışmayan görüntülere katlanmak zorunda kalıyor şikâyet sahipleri hayaletin bu türden tecessümleri sebebiyle. Üstelik eğer yakalarsa kendilerini kör bağ bıçağıyla kesecek oluşundan bile kuşkulular bu hayaletin! Korku saçan bir hayalet bu demek ki! Öyle ya, hayaletlerden aklı başında, çağdaş hangi insan korkmaz ki?
Av partileri
Bu sebeple olsa gerek, hayaleti iş üzerinde yakalamak üzere sürekli av partileri düzenleniyor. Zaman zaman gazetelerde hayaletin akla hayale sığmayacak türden icraatları yayınlanıyor: Hayalet kimileyin üstünde Allah lafzı celali yazılı pideyi bir hamlede mideye indiriyor, kimileyinse küçücük çocukların başını örtüp onlara namaz kıldırarak onların ruhlarını ifsad ediyor. Zaman zaman, özellikle sabahları, minarelerden yükselttiği ezanlarla uykumuzdan ediyor bizi. Yine de kimse tehlikenin farkına varmıyor bir türlü. İnanmıyorlar bu hayalet tasvirlerine, üstelik gidip yine o hayaletin tecessüm etmiş şekillerini destekliyorlar. Ve öyle bir hayalet ki bu, ne zaman yakalandığı zannedilse hep elden kaçıyor, bir türlü ele avuca sığmıyor. Bir yerde kıstırıp ele geçirdiğinizi zannettiğiniz an bambaşka bir yerden istihza dolu bir kahkahayla tekrar zuhur ediyor.
Genellikle söz konusu hayaleti yakalamaya dönük av partileri, normal hayat akışının hep belirsizliğe gark olduğu anlarda düzenleniyor. Sözgelimi 28 Şubat Süreci’nin hemen ardından ülkedeki siyasi ve ekonomik hayat tıkanmaya yüz tutmuşken, birileri bütün kabahati üstüne yıktıkları asıl suçlunun bu hayalet olduğunu öne sürüp onu yakalamak üzere harekete geçmişlerdi. Ellerine gümüş hançer (“çağdaş yaşam”) tutuşturulan kişiler seferber edildi hayalete karşı, dernekler kuruldu, mitingler düzenlendi. Ama bir türlü hakkından gelinemedi yedi bela hayaletin. İçimizdeki bazı hain kişilerin bu hayalete yardım ve yataklık ettiğinden şüphelenildi, hayaletin kendine güç devşirdiği düşünülen karanlık mahzenlerin kapılarına kilit vuruldu, hayaletler yetiştirdiği varsayılan okullar, kurslar kapatıldı; lakin hayalet yine de aramızda dolanmaya ve içimizden bazılarına korku salmaya devam etti. O hayaletin desteklediği iddia edilen parti tek başına iktidara geldi, uzunca bir süre yine tek başına iktidarda kaldı. Gerçi o parti hayaletle hiçbir alakasının olmadığını sürekli tekrarlamak zorundaydı, ama bir türlü inandıramadı bizi buna. Kesin o partinin eline hayaletin tutuşturduğu gizli bir ajanda vardı, en az hayalet kadar hayali bir ajanda, kaçın kurasıydık biz. Yoksa bu uygulamalar olur muydu hiç?
Başka bir örnek Gezi Parkı protestolarının öncesinde görüldü. 2012 Ramazan’ında uzunca bir süredir ortalıkta görülmediği savlanan, başına bir iş mi geldiği merak edilen hayaletin ölüp ölmediği tartışıldı. Üstelik tartışanlar hayaletin ruh akrabalarıydı bu kez. Kimi hayaletin cismani olduğu dönemleri hayırla yad edip şimdilerde tamamen kötücül bir ruha dönüştüğünü, ülkedeki bütün kötülüklerin müsebbibi olduğunu öne sürüp istavrit çıkararak onun kötülüklerinden korunmayı murat etti. Kimileriyse hayaletin artık devlette bedenlenmesi sebebiyle onun eski-tanıdık sima olmayabileceğini ileri sürdü. Bu hayalet, eskisi kadar muhalif değildi, aksine iktidarın keyfini sürüyordu. Kimilerine kalırsa, o tartışmalar boyunca, bu hayalet ancak bir hikâye olarak var oldu. Aramızdan birilerinin (“bazı siyasilarin”) bu hayalet hikâyesini kendi iktidarlarının yolunu açmak için uydurduklarını bile ileri sürebilirdik bu yaklaşıma göre.
Şimdi de devletin içinde
7 Haziran seçimleri sonrası siyasi istikrarın tekrar kaybolmaya başladığının düşünüldüğü bugünlerde (2015 Ramazan’ında) patlak veren tartışmalarda ise bu kez hayaleti kullandığından kuşkulanılan diğer bazı kötücül unsurlar merkeze alındı. Tartışma bu unsurların (“ajanlar”ın, “ajan-provokatör”lerin), hakkında aslında iyiliklerle bezeli olduğu kanaati taşınan hayaleti ifsat ettiği, onu yoldan saptırdığı, zalimleştirdiği, bu “ajanlar”ın hayaletin kurtarıcılığına inananları da kandırdığı öne sürülmeye başlandı. Hatta bu yaklaşıma göre “paralel yapı” deyimi bile hayaletin taşıdığı hayaliliği tepe tepe kullanan devletin bir “paranoya”sıydı. Hayaletin kendilerine karşı kullanıldığı “sivil”, “hizmet ehli” kimselerdi “paralel yapı” denenler. Dahası onlar son derece iyi, sütten çıkmış ak kaşıklardı! Zamanında bu hayalet hikâyesinin uydurulmasına büyük ölçüde katkı vermiş, hatta hayaletin ortaya çıkış tarihini yazmış birçok anlı-şanlı aydınımıza göre de hikâyenin başlangıcında arzulanmayan unsurlardı bu ajan-provokatörler handiyse. Devletin, daha doğrusu devlet görevlisi ajanların iğvasına uğrayan hayalet zalimleşmişti anlayacağınız. Çünkü bu iddiayı savunanların deyişine göre devlet hayaletin içine kaçmıştı. Hâlbuki tam da bu noktadan itibaren hikayenin önemli ölçüde çetrefilleşmeye başladığını görmeye başlamıştık. Acaba, hayalet devlet miydi, devletin önünü açtığı fikirler ve çevreler mi, yoksa hani örneklerini hayalet filmlerinde gördüğümüz ve geçmiş suçları cezalandırıcı ruhlar mıydı?
Bütün hayalet hikâyelerinde olduğu gibi bu hikâyede de aksayan, tökezleyen birçok unsura rastlamak mümkün. Öncelikle ortada tek bir hikâye ve hayaletin dolaşmadığı vurgulanmalı. Birçok hikâye ve hayalet dolaşımda aslına bakılırsa. Herkesin kendine göre ve amaçladığına uygun bir hayaleti ve hikâyesi var. Hemen herkes bu tartışmalar boyunca, bütün bu hikâye ve hayaletleri birbirlerine karşı kullanma gayreti içinde. Çünkü hemen herkesin tuttuğu suç, ceza ve kefaret çizelgesi yekdiğerinden farklı. 2012’de bazı siyasi-tıbbi teşhislerle sekerat halinde olduğu ispatlanmaya çalışılan hayaletin (“İslamcılığın”) kapladığı alanın devlet (ya da iktidardaki parti) tarafından istimlak edildiğini iddia edenler, şimdi de bu iddialarını paralel yapı tartışmalarına eklemleyerek ilk anlattıkları hikayeye farklı bir sonuç bölümü ekleme telaşına girmişler sanki. Ancak yeni yazılmaya başlanan bu sonuç bölümü hikâyenin önceki kurgusunun da baştan aşağı değiştirilmesini icap ettiriyor neredeyse. “Paralel yapı” deyimi ortaya çıkmadan hayaletin siyasal süreçlerin kendi iç işleyişi neticesi öldüğünü ileri sürenler fikir değiştirmiş, “paralel yapı” deyimini işlevsizleştirecek başka bir unsuru, devletin istihbaratını hayaletle kaşla göz arasında baş göz edivermişlerdi. Ve hikâyenin bu noktasında söylenmesi gerekli başkaca bir unsur daha vardı ki akıllara sezaydı: Paralel yapının en çok düşman olduğu, devlette sızamadığı tek alan devletin istihbarat alanıydı. Son tartışmalar vesilesiyle kavrıyoruz ki meğer paralel yapının devletin istihbarat kurumuna düşmanlığının temel sebeplerinden biri de bu kurumun yazımızın başından itibaren “hayalet” olarak nitelediğimiz İslamcılığa sızması imiş! Dolayısıyla paralel yapının İslamcılığa düşmanlığına eklenen yeni bir boyutu böylece keşfediyoruz. Bir de, ilginçtir, paralel kalemşorlerin devletin en zayıf, en güçsüz, en beceriksiz ilan ettiği kurum, ülkede tarihi neredeyse Batılılaşma tarihiyle koşut bir fikri ve siyasi akımı tamamen kontrolü altına alabilecek kadar da mahir.
Öyleyse soralım: Şimdilerdeki tartışmanın özünde aslında ne var? 1972-73’te gerçekleştiği iddia edilen bir olaya göre devletin kolluk kuvvetleri, sonradan İslamcılığıyla “aydın” olarak tebcil edilecek bir şahsa ajanlık teklif ederler. Bu şahsa teklif edilen ajanlık paralel yapının yine sonradan içinden filizleneceği Risale-i Nur hareketinin bağlılarına karşıdır. Ancak aydınımız bu olayı bize kırk iki yıl sonra (“2015’te) anlatır. Halbuki 2012’deki tartışmaların öznelerinden biri de o aydınımızdır. Konu ise yine bugünküyle aynıdır: İktidardaki İslamcılar ve İslamcılık. O tartışmada anlatılmayan, belki anlatılmasına gerek duyulmayan hatıranın paralel yapı deyiminin tedavüle girişinin ardından anlatılmasının elbette semptomatik bir yanı vardır. Paralel yapı bağlısı savcı, hakim ve kolluk kuvvetleri tarafından “Selam Tevhid Örgütüne Üyelik” atılı suçlamasıyla usulsüz dinlemeye tabi tutulan İslamcı, eski İslamcı, laik, laikçi, işadamı, siyasetçi, sanatçı vb. bilumum tanınmış ismin de varolduğu bilgisini bu semptoma eklersek bütün bu “istihbarat”, “hayalet”, “ajan” vb. hikayelerinin arkaplanını görmek mümkün olabilir belki de.
Komünizm ve islamcılık
28 Şubat sürecinden bugüne İslamcılığa dair kurgulanan onca anlatının düğüm noktasını bu türden bir “hayalet hikayesi”nin oluşturduğunu görmek birçok bakımdan önemli. Komünist Manifesto’da Avrupa’nın üzerinde gezindiği söylenen hayaletten farkı şu İslamcılığın. Komünizm hayaleti geleceğe dair bir korku ve endişe sebebiyken, İslamcılık geçmişte işlenmiş birtakım suçları cezalandırıcı bir figür olarak arz-ı endem ediyor. Cumhuriyetçi simgesel kurgunun baş edemediği çelişkilerden, onun söylemsel dokusundaki birtakım yırtılmalardan besleniyor bu anlatılar. Bugüne dek İslamcılığın sonuna dair girişilen her tartışmada gözden kaçan en temel hususu da burada buluyoruz. Bu tartışmalarda hep geçmişte işlendiği düşünülen suçları bir başkasına yıkma kaygısının kolaycılığı gözlemleniyor. Bütün entelektüel ün ve sermayelerini İslamcılık üzerinden edinmiş kimselerin de bu kolaycılığa prim vermeleri ise işin en üzücü tarafı.
Star-Açık Görüş, 18.07.2015

9 Ocak 2020 Perşembe

‘Sarıklı ihtilalci’nin kısa düşünce tarihi

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yetişen fikir adamları arasında dinî, fikrî ve siyasî düşünceleri kadar ve hatta onlardan daha fazla eylemleriyle dikkat çeken önemli bir isimdir Ali Suavi. Tanzimat ile II. Meşrutiyet arası dönemde, Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Şinasi gibi önemli isimler arasında sayılan Ali Suavi, düzenli addedilebilecek bir eğitim görmemesine karşın felsefeden filolojiye, tarihten coğrafyaya, edebiyattan politikaya, sosyolojiden iktisada ve dinî ilimlere kadar birçok disiplinle meşgul olmasının yanında Türkçülük, İslamcılık, dilde sadeleşme, devlet yönetimi, siyaset ve ahlak alanlarında da Osmanlı devleti ve toplumunun meseleleri hakkında kafa yormuş, bu meseleler için bir takım çözüm yolları aramıştır.
Ali Suavi, kendisiyle çağdaş ya da ardılı mesabesindeki Falih Rıfkı Atay’ın “Baş Veren İnkılapçı” ya da Mithat Cemal Kuntay’ın “Sarıklı İhtilalci” lakaplarıyla anılır. Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bazıları tarafından da kıyasıya eleştirilmiştir. Hakkındaki olumlu ya da olumsuz eleştiriler bir yana bırakılırsa Ali Suavi’nin son derece nevi şahsına münhasır, dikkat çekici, eylemleri ile sahip olduğu vizyon ve felsefi faaliyetleri bakımından önemli bir kişi olduğu yargısına varılabilir.
Ansiklopedist bir karakter
Ali Suavi’nin fıkıh, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, filoloji ve biyografi alanlarında bir kısmı gazete sayfalarında, bir kısmı tefrika, bir kısmı yazma ya da tamamlanmamış toplam 127 eseri olduğu; bu eserler haricinde Avrupa’da çıkardığı Muhbir, Ulum gibi gazetelerde de yazdığı birçok yazının ve tefrikanın bulunduğu biliniyor. Kimi zaman laikliğin, Türkçülüğün ve harf devriminin öncüsü olduğu iddia edilen, temel tutum bakımından ise ansiklopedist bir karaktere sahip Ali Suavi’nin fikirlerini yeterince geliştiremediğini ve bu yüzden meseleleri de birbirine karıştırdığını iddia ediyor Tanpınar. Yine de Hilmi Ziya Ülken gibi birçok müellife göre çağdaş Türk düşüncesinin öncü isimlerinden biridir Ali Suavi ve bazı fikirlerine bugün bile erişilebilmiş değildir. Şerif Mardin onun “otodidakt” özelliklerine değinerek genel olarak Tanzimat aydınlarının yetişme koşullarındaki trajik zorluklara dikkatimizi çeker.
Ali Suavi’nin Ulum gazetesinin 3, 4, 6 ve 16. sayılarında tefrika ettiği ilkçağ felsefesine ait yazılardan oluşan Tarih-i Efkar, Batılı anlamda bir felsefe tarihi yazma girişiminin Türkçe’deki ilk örneği sayılmalıdır. Sokrates öncesi filozofları ele alan bu yazılarında Ali Suavi, bu filozoflar hakkında ayrıntılı bilgiler verir ve yeni felsefe olarak adlandırdığı modern felsefenin hep ilk kaynaklara dayanmasını buna gerekçe gösterir. Sözgelimi kitabı hakkındaki şu cümleler Ali Suavi’nindir: “Şimdi modern felsefeden söz eden filozofların eskiler satıcı olduklarını yahut eskilere tesadüf edegeldiklerini açıkça gösterir.” Ali Suavi’ye göre, her ne kadar felsefi düşüncenin başlangıcını Yunan düşüncesi oluşturuyorsa da bu felsefenin İslam dünyasında sıkı bir eleştirel süzgeçten geçirilerek farazi ve tahmini kalan taraflarının elimine edildiği de söylenmelidir. Suavi, Batı dünyasında Müslüman filozofların Grek felsefesine ilişkin yaptıkları düzeltme ve değişikliklerin yeterince ele alınmadığını da vurgular.
Prof. Dr. Ali Utku’nun editörlüğünü yaptığı Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisinin 60. cildi olarak yayınlanan kitap, sadece çağdaş Türk düşüncesinde felsefi tarih yazımına ilişkin ilk örnek olması bakımından değil, aynı zamanda ele aldığı presokratik felsefeyi de gayet anlaşılır ve bütün ayrıntılarıyla kuşatıcı bir şekilde anlatması bakımından da ilginçtir. Kitabı yayına hazırlayan Yakup Yıldız’ın Ali Suavi’nin felsefi tarih yazımına ilişkin sunuş yazısı da en az kitap kadar önemli.

1 Ocak 2020 Çarşamba

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-5

İki farklı kekemelik
Heidegger, Nietzsche, Freud, Foucault ile Davidson’u takip eden Richard Rorty’e dayanarak
onun söylediklerini şiirin işlevi bakımından ele alan Enis Akın, Bir Erdem Olarak Kekeme
Büyük Türk Şiiri yazısında “İyi bir şiir yazarı, varolan ile henüz varolmayan arasındaki
muğlak bölgede yatan, henüz hakikatleşmemiş ve insanların henüz ifade edemedikleri, ama
eksikliğini hissettikleri bir hakikati ifade ederek var kılar ve dolayısıyla insanlara kullanışlı
söz dağarcığı önerilerinde bulunur. Şiir yazarı eskimiş paradigmaları, söz dağarcıklarını,
doğruları, hakikatleri yeniden üreterek, ‘eski öyküler üzerinde zarif varyasyonlar’ yazarak
bugünü yakalayan şiirler yazma olanağını yitirir” şeklinde yazıyor.
Şiiri hayat ile söz arasındaki düellonun bazen yan ürünü bazen de hızlandırıcısı olarak gören
Akın’ın bakış açısına göre şiirin başarısı genelde değil, hep uçucudur ve hayat bu düelloda
hep kazanır. Yazısında kullandığı ‘kekemelik’i Freud’a uyarak parapraksi olarak da
adlandırılan genel konuşma bozukluklarının bir parçası sayan Akın (ancak kelimeyi salt
psikolojik anlamıyla bir konuşma bozukluğu olarak kavramadığını da ifade ediyor:
“Kekemelik sadece dildeki bir aksama değil, bazen hayattaki bir aksaklığa, sakatlığa da
tekabül eder”), ‘kekeme şiir’ derken iki şeyin altını çizdiğini vurguluyor: Bunlardan ilki, bu
yolu bilerek seçmiş şiir yazarlarının dili kasıtlı olarak deforme ederek, esneterek yazdıkları
deneyci şiirler. Dilde verili saygınlık kalıplarını sarsmayı hedefleyen şiirler bir anlamda.
Akın’ın kekeme şiirle kastettiği ikinci şiirler seti ise hayattaki bir tutukluğu, bir sakatlığı, bir
arızayı, bir endişeyi aktarmak için kurulmuş şiirlerden oluşuyor. Ona göre, sözgelimi
“yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir” diyen şairin şiirleri bu sette yer alıyor.
Akın’ın yazısını dil ile dil-olmayan arasındaki bağlantılar bakımından yeniden okumalı,
eleştirmeli ve tartışmalı. Bu dil-olmayan henüz-bir-dil olmayan mı, yoksa hiç-dil-olamayacak,
hiç-dile-getirilemeyecek olan mı, bu şimdilik benim gözümde muğlak. Neticede hayat ile
hakikat arasındaki trajik seçimi sırf şairlere bırakmamak gerektiğine kaniyim. Onun
kekemeliğe biçtiği rol kendiliğinden olumsal (contingent) bir işleve sahip ve bu yanıyla her
türlü trajikliği de dışlıyor. Bir anlamda kekemelik konuşulamazı konuşma çabasından
kaynaklanmıyor, aksine konuşulabilir olanı bile konuşulamaz kılıyor.
Oysa sözgelimi II. Dünya Savaşı sonrası şiir yayınlamaya başlayan ünlü Romen şair Paul
Celan’a atfedilen türden başka bir kekemelik de sözkonusu edilebilir. Dile getirildiği anda
kötülüğün çoğalacağına, tekrarlanacağına kani olabileceğimiz kötülükleri yaşatmış
deneyimlerin eşliğinde yazılmış bir şiir mesela onun ünlü Ölüm Fügü adlı şiiri. Dilin tatar
çölünü işaret ediyor bize Celan.

Ancak Enis Akın’ın Türk şiirindeki kekemeliğin başlangıcına Garip şiirini yerleştirmesi ve ele
aldığı şairlerin de II. Dünya Savaşı sonrası kültürel iklimine ait olması Türk şiirindeki
‘kekemelik’ ile Celanvari kekemelik arasında bir bağ olduğunu da düşündürmüyor değil. Belli
ki Adorno’nun ünlü Oşviç sonrası şiir yazılıp yazılamayacağı sorusunun Akın’ın yazısına
yansıma şekli bu. Bu durumda yaşanmış olandan neşet eden kekemelik ile yaşanabilir olanı
arzulamaktan neşet eden kekemeliği birbirinden ayırt etmek elzemleşiyor. Bu kekemelik
türleri birbirine karşıt olabileceği gibi koşut da olabilir elbette. Ama en nihayetinde şiirin
kendini “işlevi” aracılığıyla meşrulaştıramayacağına da işaret ediyor her ikisi birden. (10
Temmuz 2018)

Şiir ve çılgınlık kuşkusu
"Normalde bir insanın söyleyeceği bir şey varsa başka insanlara gider, dinleyiciler arar. Şair
içinse bunun tersi geçerlidir. O, ıssız denizlerin kıyısına, meşeliklerin yaygın uğultusuna
kaçar… Çılgınlık kuşkusunu üstüne çeker şair" demiş kısa bir yazısında Rus şair Odip
Mandelstahm. Benimse şiire ilişkin genel yargım net: Şiir, bilhassa iyi şiir hemen her zaman
bir tekilliğin kendini evrensele açışı, evrenselin tınısının tekil tellerde çınlayışı, ortaya çıkan
sesin evrenselde yankılanıp kayboluşudur. Mandelstahm’ın “denizlerin kıyısı, yaygın
meşeliklerin uğultusu” olarak nitelemeyi seçtiği şeyi ben ‘evrensel’ olarak niteliyorum.
Gündelik hayatta başka insanlarla yaptığımız konuşmalar bir tekilin başka tekilliklerle
konuşmasıdır bir yerde. Tekillikler elbette evrenseli keser, evrenselliği kesintiye uğratır. İşte
orada evrenselin tınısının tekilliklere has titreşimini duyarız. Ama şiir bu değildir yahut
bununla yetinmez. Şiir bu çınlamayı alır işler, başka, kendisinin dışındaki bir yankıya iliştirir
daima. “Çılgınlık kuşkusu” denen de çoğu kez budur, şairin başkalarında uyandırdığı
yankıdır. Çünkü çoğu kişi, kendi dışından gelen seslere, velev ki bu kendisine benzeyen başka
bir kişiye ait olsun, pek tahammül edememekle maluldür. Çoğu şaire atfedilen ‘mecnun’
nitelemesinin bir sebebi de bundan mütevellittir. Şair bile kendinden kendine giden bu sese
katlanamamaktadır. Ne kendinden kendi dışına çıkmaya rıza göstermekte, ne de kendinden
çıkmayı başarsa bile tekrar kendine dönmeyi bir türlü gerçekleştirememektedir. Bu noktada
şiirin, insanoğlunun kendisiyle arasında oluşturduğu mesafenin bir ölçümü ve ölçütü işlevini
yüklendiğini görmek gerekiyor. (6 Eylül 2019)

Şiir ve dinçlik
Sadece şiir yazmanın değil, şiir üstüne düşünmenin de beni dinçleştirdiğini fark ediyorum bir
süredir. Salt kendi şiirlerim üstüne de değil düşünme çabam genelde, başka şairlerle de
konuşuyorum yeri geldiğinde, elbette şiirleri aracılığıyla. 1995’teydi sanırım şiir ile laneti
eşlediğim dönemler. Şiir yazmayı bir lanete uğrama biçimi olarak görüyordum, sanki ‘lanet’
diye bir mekân var da arada bir oraya gidiyordum. Şimdilerde ise ‘ya şiir ya lanet’ diyorum.
Bu deyişim bazen ‘hem şiir hem lanet’ kılığında görünse de gözüme, daha uygun geliyor
sanki bana. Dünyaya, çevremde olup bitenlere, durup duranlara, çeşitli eşyalara, insanlara,
olaylara öfke besliyorum bazen. O öfkemi dinç tutan da şiir belki. Bazen çok kırılgan
yazıyorum elbette, kendimi, kendi geçmişimi yağmalıyorum sürekli. Yaşadıklarından
öğrendiği hiçbir şey olmayan biri olsam da yeterince diri kalmamı sanırım yine şiire
borçluyum. Kendi şiirime değil sırf yine, dostlarımın şiirine de borçluyum. Dostlarım, iyi şiir
yazan bütün şairler…
Bu onların yazdığı her şiirin mutlaka iyi, mutlaka mükemmel olduğu anlamına gelmiyor diğer
yandan. Bazı şiirleri, hatta bazı şiirlerindeki bazı dizeler… Son dönemlerde dergilerde
yayınlanan birçok şiirin içerdiği doldurma dizelerle kıyaslayamam elbette durumu. Benzer
doldurma dizeler belki benim şiirlerimde de vardır, kim bilir. Yine de her zaman şiir yazmak
kadar şiir okumayı da önemsiyorum. Aynı anneden süt emen ikiz kardeşler gibi görünüyor
gözüme birbirleriyle pek ilişkili algılanmayan bu iki eylem. İyi şiir yazabilmenin yollarından
biri elbette şiir okumak. Hatta bana kalırsa öncelikle şairler şiir yazmaktan çok şiir okumayı
önemsemeli. Bir anlamda kişinin kendi ‘ben’inden çok konuştuğu ‘sen’i ön planda tutması
gerekli.

Tam da burada aklıma merhum Didem Madak’ın o nefis şiir parçası geliyor: “Öyle çok
şimşek çaktı gece/Ben sonu Z harfi olarak düşündüm/Son harf olarak/Ben Zeni düşündüm
ahbap.” Neticeten söyleyebilirim ki eğer şiir insanın kendisi ile arasındaki mesafenin bir
ifadesi olmayı başarmayı arzuluyorsa kendine ‘sen’ olarak ‘ölüm’ü seçebilmeyi bilmeli. Şiirin
dinçliği, böylelikle bir yerde ölümün dinçliğine de ulanıyor işte. (7 Eylül 2019)

Bir Japon Nasıl Ölür?
Dergâh dergisinin şair editörü Ali Ayçil, edebiyatın, edebi ortamın, şiirin genel sorunlarıyla
ilgili Abdullah Harmancı’nın moderatörlüğünde yapılan bir söyleşinin baş konuğu olarak
bugün Konya’daydı. Söyleşi boyunca edebi ortamda ‘sorun’ olarak algılanagelen konulardaki
düşüncelerini aktarmaya çalıştı Ayçil. Sözgelimi kendi şairliği konusunda edebi ortamdaki
çeşitli gruplaşmalara karşı hep “tek ü tenha” kalmayı seçtiğini vurguladı. Bu gruplaşmaların
linç mantığıyla hareket ettiğini ve bazı statüleri haksız yere kazanmaya dönük olduğunu
vurguladı. Edebi ortamda tek ü tenha kalmanın bir seçim olduğundan kuşkuluyum ben oysa.
Eğer olumsuz anlamda gruplaşmalar varsa, bu gruplaşmalar karşısında tek ü tenha kalmanın
da aynı olumsuz anlama dahil olduğunu düşünüyorum. Bütün grupların hatalı olduğunu
söylemeye kadar varan bir tek ü tenhalık olmadıkça bütün gruplarla arasını iyi tutmaya
yönelik bir tenhalık benimsemeye yönelebilir kişi. Kavgacı değil elbette Ayçil. Ama bu
kavgacı olmama hali ortada kavga etmeye değecek bir şeyler olmayışından mı mütevellit
yoksa başka bir sebebi mi var, bu konuda kararsız. (16 Kasım 2019)

Temmuz, 38, Aralık 2019