30 Haziran 2020 Salı

‘Hayal fabrikası'nın karanlık tarihi

Modern zamanlarda popüler toplumsal muhayyileyi etkileyen unsurların en başında elbette “kültür endüstrisi” olarak kavramlaştırılabilecek oluşumlar gelmektedir. İlk bakışta kültürel alanın ticarileştirilmesini içerdiğini teslim edeceğimiz bu kavramın daha detaylı bir incelemesi bize hayat sürdüğümüz kültür sferinin üretim ve yeniden üretim koşullarının tamamını onun işgal ettiğini de gösterecektir. Hatta, kimileyin, bu işgale direniş çabalarını bile örgütleyenin aynı işgalciler olduğunu teslim etmemiz gerekir. Kültür endüstrisinin işlerselliğinin artmasında iki alanın ön planda olduğu görülür. Bunlardan ilki müzikken ikincisi sinemadır. Eğlence sektörü ile kültür sektörünün kesişiminde yer alan her iki alan da endüstriyel üretimlerin cazibe merkezidir handiyse.
1920’lerden beri sadece Amerikan film yapımcılığının değil, aynı zamanda dünyanın da en büyük film endüstrisinin bulunduğu bir hayaller mekânı olarak Holywood, yüzyılın başında Newyork’ta, Antonie Lumiére ve oğulları tarafından icat edilen sinematografın halka sunumunun üzerinden yaklaşık 20 sene gibi kısa bir süre geçmesine karşın bu konumunu nasıl edinip koruduğu da hep bir soru olarak kaldı. Elbette Holywood’un göz alıcı yükselişinde ve konumunu korumasında çok çalışma, talih, şans vb. unsurların katkısı yadsınamaz; ancak bunlarla birlikte birtakım yasadışı satışların, hırsızlık, korsanlık, karteller ve mafyatik yapılanmaların da etkisinin bulunduğu reddedilemez.
1910’da film yapımcılarının gelmeye başladığı sıralarda nüfusu sadece 166 kişi olan Holywood’un 1 Temmuz 2015 tarihi itibarıyla 149 bin 728 kişinin tıkış tıkış yaşadığı bir yer olduğu düşünülürse, aradan geçen yüz yılda neler olduğuna ilişkin rasyonel temellere dair fikir yürütmelerin meseleyi izahta yetersiz kaldığı da fark edilir. Tinseltown da denen Holywood’un yüzyıllık macerasında sadece film sektöründeki yükselişin ve kapitalist başarının tanıdık gelen hikayesi kadar film stüdyoları ve malikanelerde; açgözlülük, yozlaşma, kılıfına uydurma ve aşırı doz alımının, intihar ve tacizlerin, en azından çapkınlık ve riyakarlığın, en kötüsü de bazen üstü örtülen cinayetlerin kabarık yekunu da vardır.
İlginç karışım
Holywood’un insanları büyülemesindeki sebebin beyaz perdedeki yaratıcı an ile onun oluşturulma ve sunulma süreçlerinde cari geniş ticari endüstri arasında fark edebileceğimiz zıtlık, kırılganlık ve seri üretimden mürekkep ilginç karışım olduğu iddia edilebilir. Sözgelimi bu karışım sayesinde Archie Leach Cary Grant’e, Thomas Mapother Tom Cruise’a dönüşebilir. Pekala saç renkleriyle, yüz makyajıyla uğraşılarak Marilyn Monroe, Rita Hayworth benzeri yeni aktrisler piyasaya çıkartılabilir. Bununla birlikte başarılı olamayanlar için Holywood’un daima acımasız bir mekân olduğu da bilinir. İşsiz aktörlerin bile ağır sahne makyajıyla sokaklarında gezinip Hayal Fabrikası’nda çalıştığı izlenimi vermeye uğraştıkları bir yerdir bir anlamda Holywood.
Türkçe’ye ‘Holywood’un Karanlık Tarihi’ adıyla çevrilmiş kitabına Kieron Connolly Holywodd’da yaşanan gerçek öykülerin perdesini aralayarak, genelde perde arkasında kalmayı yeğleyen gücün odak noktasını açığa çıkarmaya, film endüstisinin işleme mantığını göstermeye çalışıyor; böylelikle beyaz perdede oynayan kuklalara ses veren vantrilogları da ifşa etmeye çaba sarf ediyor. Connolly Holywood gerçeğini şöyle özetlemeyi de ihmal etmiyor: “Holywood… suçları, seks skandallarını ve cinayetleri örtbas etmiştir. Muhteşem bir kariyere ulaşan her yapımcı ve oyuncuya karşılık engellenen, hakkı yenen ve başarısız olanlar da vardır. Gerçek budur. Işıklar söndüğünde ise geriye sadece filmler kalır.”

CHP'nin üçüncü dünya solculuğu

31 Mart 2019’da gerçekleşen mahalli seçimlerden bu yana Cumhuriyet Halk Partisi yöneticilerinin ve o seçimlerle birlikte mahalli idarelerde başkanlık görevine gelen isimlerin önemlice bir bölümünün ilginç bir virtüel (sanal) söylem tutturduğunu görüyoruz. Herhangi bir reel-aktüel gerçekliğe ve geçerliliğe sahip olmayan bu söylemin hakikat-sonrası (post-truth) olarak nitelenen tarihsel bir evrede tercih edilmesinin bilinçli olduğu düşünülebilir pekâlâ; bununla birlikte bu söylem içerisinde üretildiği varsayılan bazı öğelerin önceden başka aktörlerce ifade edilmiş bazı unsurların söylem içerisinde özümlenmesiyle oluşturulduğu da ortada. Söylem, birbiriyle bağdaşmaz gözüken birçok unsuru taşıdığı virtüellik sayesinde rahatça birbirine dikişleyebiliyor. Birbirine dikişlenen unsurlar arasında “Mustafa Kemal’in askerliği” ile “üçüncü dünyacı solculuk” ise at başı gidiyor.
Hâle söylemi
Bunu yaparken en önemli dayanak noktasının ise Erdoğan nefreti ve AK Parti karşıtlığı olduğunu da vurgulamalı. Bu nefret ve karşıtlık, bütün diğer nefret ve sevgileri de belirleyecek kadar şedit. Çoğu kez hiçbir akli-ahlaki öze ve meşrulaştırıma sahip olmaksızın sadece sevgi ve nefret gibi arzuların yüzer gezerliğine yaslanarak ifade bulan bu virtüellik CHP’nin 2019’daki mahalli seçimler sonrasındaki bütün söylemini kuşattı.Bunda belki de en önemli pay, CHP’nin seçimler dolayısıyla kurmak zorunda kaldığı ittifaklar ve elbette bu söylemin en önemli virtüözü addedebileceğimiz Ekrem İmamoğlu’na ait. İmamoğlu’nun seçim sürecinde kullandığı sloganların birçoğunun, seçim sonrası yaptığı açıklamaların kısm-ı azamisinin içerik çözümlemesi yapılırsa birbiriyle epey çelişkili görülebilecek, akla mugayir addedilebilecek unsurun rahatça yan yana zikredildiği görülür. Virtüel söylem içerisinde yadırganmayacak bu durum onun bir yandan da bir tür “hâle söylemi” olduğunu da düşündürmelidir elbette. En fazla, İmamoğlu, “iktidar arzusu”nun kabarttığı söylem yüzeyini cilalamaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Mahalli idareler seçiminde kendi adaylarına kapalı kapılar ardındaki bazı pazarlıklar neticesinde desteğini sağladığı bazı partilerin, bilhassa HDP’nin söyleminden gelen unsurlara CHP ister istemez söyleminde bir yer ayırmak zorunda kaldı. HDP’nin söyleminden CHP’nin söylemine transfer edilen, bu transfer esnasında bazı sözel değişikliklere uğrayan en önemli unsur ise düzayak bir üçüncü dünyacılık belirtisi, yani sözümona bir “özyönetim” savunusu. (Özellikle HDP’nin 6 Haziran genel seçimleri sonrası benimsediği ‘çukur siyaseti’ne yön veren temel motifin bu tür bir “özyönetim” talebi olduğu hatırlanırsa “yerel hükümet” tabirinin kullanımındaki esbab-ı mucibe kendiliğinden belli olur.) O mahalli seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu’nun Covid-19 dolayısıyla ülke genelinde başlatılan yardım kampanyasında belediyenin izinsiz yardım toplamasının engellenmesi üzerine kullandığı “merkezi hükümet-yerel hükümet” deyişini (her ne kadar kendisi bu deyişi idari yönetim biçimi eyaletler sistemine dayalı ABD menşeli bir televizyonun ana haber sunucusundan almış görünse de) bir “dil sürçmesi” olmaktan çıkaran şey de tam olarak buydu.
Mahalli ‘egemenlik’
Günümüz deyişiyle “yerel idare”, eski deyişle “mahalli idare” olarak telaffuz edilebilecek ibare Ekrem İmamoğlu’nun dilinde, ‘idare’den çok ‘egemenlik’ vurgusunu öne çıkaran bir sürçmeye maruz kalıp “hükümet”e evrilmişti. Herhangi bir reel (yani yasal-formel) ve aktüel (siyasal-edimsel) bir karşılığı bulunmayan bu deyişle neyi kasdettiği tam anlaşılamasa da CHP’nin yazımızın girişinde bahsettiğimiz virtüel söyleminin oluşumunda ve parti genelindeki yaygınlaşmasında en önemli aktör olan İmamoğlu’nun derdini kendisini doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyen çevrelere anlatabildiğini varsayabilirdik. Gerçekten de İmamoğlu, gerek seçim sürecinde gerekse sonrasında verdiği sürekli birbiriyle çelişen demeçler, gerçeği gizleyen açıklamalar ve elbette ünlü “temel atmama” töreniyle hakikat-sonrası tarihsel vetirenin getirdiklerini iyi bir şekilde okumuş bir siyasetçi olarak görülebilirdi.
Obskürantizmin tezahürü
Yeri gelmişken söyleyelim: CHP’nin yeni dönemde İmamoğlu’nun diliyle benimsediği sanal söylemin simgesel bakımdan en açıklayıcı göstergesiydi bu tören. Yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla; söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle; açığa vurduklarıyla değil, açıklamaktan imtina ettikleriyle dikkat çeken bu söylemin en nihayetinde bir obskürantizmin (karanlıkçılığın) tezahürü olduğunu vurgulamak bile lüzumsuz. İmamoğlu’nun CHP’nin yeni virtüel söyleminin kâmil anlamda bir virtüözü olmasını partinin diğer sözcülerinin konuşma ve demeçlerine bakarak da teyit edebiliriz.
Ekrem İmamoğlu’nun “yerel hükümet” tabirini takiben bu hafta da İzmir’in CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’den “İzmir bayrağı, İzmir parası” ifadelerini duyunca şaşırmadım doğrusu. Gerçi Soyer, bu ifadelerin yer aldığı video kaydı ortaya çıkınca ikinci bir açıklama yaparak bir “montaj” ve “çarpıtma”yla karşı karşıya olduğumuz savunmasını yaptı. Böylelikle baştan beri bahsettiğimiz “virtüel söylem”i kullanmada bu söylemin mucidi, üstadı, virtüözü İmamoğlu’na nazaran daha acemi olduğunu dolaylı olarak göstermiş oldu. Kullandığı sözleri inkâr edemezken onların bağlamı, ortamı ve anlamlandırılma süreçlerine ilişkin yorumlarda bulunarak yanlış anlaşıldığına ilişkin bir savunma hattı kuran Soyer’in bu tavrı ilk bakışta “sağlam” görünürken yine de o sözlerin sarf edilmesinin doğurduğu infiali izale etmeye yetmedi. İlk bakışta sağlam görünen söylediklerini savunma ve onların yanlış yorumlandığını iddia etme biçiminin çekinik karakteri ne klasik söylemin ne de virtüel söylemin sınırları içinde anlamlıydı. Çünkü, Soyer, klasik anlamda egemenlik ve bağımsızlık simgesi olarak görülen bayrak ve para mefhumlarını, Türk bayrağına nazaran bir “İzmir bayrağı”, Türk parasına karşı da bir “İzmir parası” ifadelerini kullanarak kendini bir nevi egemenliğin yegâne kaynağının İzmirlilik olarak addedilebileceğini iddia ederken buldu. İzmir’in genel anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde yer almasına rağmen muhtariyete sahip bir bölge olarak kavranmasına yol açacak şekilde, kendine özgü bayrak ve paraya sahip olduğu ya da olmasının düşünüldüğünü söyleyen Soyer’in sözlerini savunma şekli de doğrusu CHP’nin yeni virtüel söyleminin patlayan dikişlerini ortaya çıkardı.
Özyönetim hülyası
Soyer’in kabul edilmesine imkân olmayan sözlerinin açığa vurduğu en önemli yan, CHP’nin virtüel söyleminde HDP’lilerden ödünç aldığı unsurların aslında neleri içerdiğini göstermesiydi. Soyer’in “Benim aklımda bir ‘İzmir parası’ çıkarmak vardı, hatta buna İZCOIN diye bir isim de koymuştum. Sonra bu bayrak da çıkınca arkadaşlar beni uyardılar. Dediler ki, ‘Senin bir eyalet kurma çaban olduğu anlaşılır, sonuçta İzmir’i memleketten koparacak bir çalışma olarak algılanır. Duralım, bunun ismini değiştirelim’ dediler” şeklinde savunma metninde yer alan ifadeler bile yanlışın nerede ve nasıl olduğunu göstermeye yetmektedir. Soyer, “İzmir bayrağı, İzmir parası” derken ‘İzmir’i memleketten koparma’, ‘eyalet kurma’ niyeti taşımasa bile arkadaşlarının yaptığı uyarıya uymamak ve virtüel söylemin dışına çıkıp çıkmama arasında mütereddit kaldı ve HDP’lilerden ödünç alınan üçüncü dünya solculuğuna has “özyönetim” hülyasının asla savunulamaz, bölücü ve ayrılıkçı taraflarına da bütün dikkatleri çekti.
Buraya kadar gayet ciddi bir şekilde sürdürdüğümüz analizi sosyal medyada yaygınlaşan latifeyle bağlamanın zamanı geldi: Acaba Tunç Soyer hangi İzmir camisinde adına hutbe okutmayı düşünüyordu?

27 Haziran 2020 Cumartesi

Yerliliğin ilk şartı: Bağlama

Önceki akşam, Selçuk Üniversitesi’nin değerli akademisyenlerinden Prof. Dr. Memduh Gezici beyin davetiyle Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin yeni binasında yine değerli şair ve yazarlarımızdan Murad Kapkıner ve Ragıp Karcı ağabeylerle oturduk.
Bir grup üniversite öğrencisi de hazır bulundu mecliste.
Murad Kapkıner’e ait divan sazını aldı eline Ragıp abi.
Sözü Murad abiye bıraktı.
“Dökme zülüflerin”den Yozgat sürmelisine, Ali Ekber Çiçek’e ait Haydar Haydar’dan diğer gönül akoru türkülerimize uzandık.
Ragıp Karcı, 1963’te darbe girişimi sonrası idam edilen Harp Okulları Komutanı Talat Aydemir’in o meş’um girişimi sonrası askeriyeden uzaklaştırılan biri.
Ancak bu konuda asla ağzından tek kelime bile alamayacağınız biri.
Belki kendini o olayın kurbanlarından biri olarak gördüğü için, belki o meş’um olayla hayatının sonraki bütün akışı değiştiği için.
Yine de ilim ve irfan dolu.
Ehli saz.
Bağlama ustası.
Her iki anlamda birden.
Yani hem bağlama aletini imal edebiliyor, hem de virtüöz derecesinde icra edebiliyor.
Necip Fazıl Kısakürek, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Alaeddin Özdenören, M. Akif İnan önceki akşamki sohbetimizde gerek muazzez hatıralarıyla gerekse eserleriyle dilimizdeydi.
Gah onlarla arasındaki ilişkilerin boyutlarını örnekledi Ragıp abi, gah eserlerinde gördüğü bazı kusurları gerçek bir münekkit olarak işaretledi.
Ragıp abinin Necip Fazıl Kısakürek’ten, Fethi Gemuhluoğlu’ndan aktardığı hatıraların bir şekilde kayıt altına alınması gerekliydi.
Belli mi olur, belki bir gün Ragıp Karcı anılarını kaleme alır ve biz de birinci ağızdan bu anıları okuruz.
Ama benim önemsediğim yaklaşımlarından biri şuydu Ragıp abinin.
Gençlere “Ya türkü söyleyin, ya türkü dinleyin. Çünkü türkü söylemek/dinlemek bizim bir gönle sahip olduğumuzun ve bu gönlün de bu toprakların gönlü olduğunu idrak etmenin en sade yolu” dedi.
Bir süredir ülke siyasal gündeminde dile getirilen yerli ve milliliğin ilk şartının da bu olduğunu vurgulamamıza fırsat verdi Ragıp abi.
Bağlama, yerliliğin ilk şartıdır!
27 Nisan 2017, Konya Postası

Kudüs mitinginde neler oldu?

Konya'da 6 Eylül 1980'de düzenlenen Kudüs'ü Kurtarma ve Milli Gençlik Yürüyüş ve Mitingi aradan 26 yıl geçmesine rağmen hâlâ esrarını koruyor.

MİTİNG VE YÜRÜYÜŞ ESNASINDA NELER YAŞANDI?

İsrail, bütün dünyanın ve Müslüman ülkelerin tepkisine rağmen 23 Temmuz 1980’de Kudüs'ü İsrail'in ebedi başkenti olarak ilan etti. Söz konusu kararın 30 Temmuz 1980 tarihinde İsrail kabinesi Knesset'te onaylanması üzerine 28 Ağustos 1980’de Türkiye tepki olarak Kudüs'teki Başkonsolosluğu kapatıp İsrail’le ilişkilerini maslahatgüzarlık seviyesine indirdi. Ancak Türk halkının söz konusu karar dolayısıyla İsrail’e tepkisi bununla sınırlı kalmayacaktı. Milli Selamet Partisi halkın bu tepkisini dile getirebilmesine imkân tanımak için 6 Eylül 1980’de Konya’da bir Kudüs mitingi düzenlemeye karar verdi.

Mitinge Konya’dan ve Konya dışından yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Mitinge katılanların boyunlarında 990’lık tahta tesbihler taşıdığı, şalvar, cübbe ve sarık giydiği iddia edildi. Ancak miting öncesi yapılan yürüyüş esnasında yaşanan bazı olaylar ve miting sonunda İstiklal Marşı okunurken 1978’de Selimiye Camii şadırvanında abdest alırken öldürülen Hasan Sürel’in miting alanındaki posterinin asılı bulunduğu yerdeki yaklaşık 50 kişilik bir grubun yere oturması, miting tertip komitesi üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip’in ve MSP Genel Başkan Yardımcısı Şener Battal’ın aksi yöndeki bütün uyarılarına karşı belirlenmiş sloganlar haricinde sloganların bazı gruplar tarafından ısrarla atılması mitingin hem Konya hem de Türkiye gündeminde bomba etkisi yapmasına yol açtı.

DÖNEMİN GAZETELERİNDE MİTİNG NASIL LANSE EDİLDİ?

Yazı dizimizin ilk bölümünde dönemin gazetelerine dayanarak yaşanan olayları tasvir etmeye, bu olayların kamuoyunda nasıl algılandığını belirlemeye çalışacağız.

8 Eylül 1980 tarihli Milli Gazete’de “Kudüs’ü Kurtarma Günü yürüyüş ve mitingi ile” Konya’nın tarihi günlerinden birini daha yaşadığı kaydedilerek “İstasyon meydanından İtfaiye Meydanı’na kadar yürüyen İnananlar ordusu İtfaiye Meydanında bir insan denizi oluşturdular. On binlerce insanın taşıdığı sinlerce afiş, döviz ve pankartlarla, Yahudi İsrail ve onların uşakları masonlar lanetlendi. Türk Parlamentosu tarafından İsrailci hükümetin Dışişleri Bakanının düşürülüşü kararı kutlandı” şeklinde yapılan yürüyüş ve miting özetlendi.

Fakat dönemin gerek yerel gazetelerinin büyük bir kısmı gerekse yaygın basın mitingde İstiklal Marşı’na saygısızlık edildiğini, miting öncesi Kızılay’ın sahibi olduğu Dergah Oteli’nin camlarının indirildiğini, Fuar Mahsen Birahanesi’nin, Fuar içinde bulunan Tekel pavyonunun Alaaddin Caddesi’nde bulunan birahane ve tekel bayilerinin taşlandığını ileri sürdüler. Sözgelimi AP’nin yarı resmi yayın organı konumunda yayın yapan Konya Postası gazetesine göre “Yürüyüş ve miting saat 11’de yapılacakken saat 14’e alındı. Mevlana alanına gelen gruplar yürüyüşe saat 15’te başladılar. Başlarında yeşil beyaz takke ile sarık bulunan grup yürüyüşe geçerken bir grup da duvarlara yeşil boya ile sloganlarını yazmaya başladılar. Bu arada Kızılay’a ait bulunan Dergah otelinin camlarına yazı yazılmasına müdahale edilmesi bu otelin tüm camlarının grup tarafından kırılmasına yol açtı.”

MİTİNG “DELİBAŞ HADİSESİ”NE BENZETİLDİ!

Gücüyenerler’in Yeni Konya’sı 8 Eylül tarihinde birinci sayfa manşetinden duyurduğu yürüyüş ve miting haberinin spotunda “Mitinge katılan MSP’li grupların kıyafetleri dikkat çekti. Bir otel, bir tekel bayisi ve bazı yerler saldırıya uğradı. İstiklal Marşı okunurken bir grup MSP’li yere oturdu” ifadelerine yer veriyordu. Yine Yeni Konya ertesi günkü manşetinde olayın akabindeki gelişmelere yer vererek Kudüs mitinginin Konya’da MSP’ye puan kaybettirdiğini ileri sürdü. Haberin üst spotunda kimliği belirsiz kişilerin ağzından “Kendini bilen yüz Konyalı’nın dahi mitingde bulunmadığını” iddia eden gazete aynı kişilerin “Kudüs ihya edilirken Konya berbat edilemez” dediklerini kaydetti. Aynı kişilerin yaşanan olayları “Delibaş Hadisesi”ne benzettiklerini öne süren gazetenin bu iddiaları da kayıtlara geçti.

KONYALI SİYASİLER MİTİNGİ AĞIR ELEŞTİRDİ

AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı mitingde “Konya faşistlere mezar olacak”, “Dinsiz devlet yıkılacak elbet” gibi sloganların atıldığını iddia ederken MHP Gençlik Kolları Başkanı Galip Köse ise “Okullarda olay çıkaran birçok komünist kişileri konvoylarda gördük. Bu kişilerin çeşitli sloganlarla ülküdaşlarımızı tahrik etmeleri, buna karşılık ülküdaşlarımızın bu tahriklere kapılmamaları bizleri sevindirmiştir” diyordu.

CHP Konya Senatörü Erdoğan Bakkalbaşı ve Konya Milletvekili Ahmet Çobanoğlu yaptıkları açıklamada mitinge MSP yöneticileri dışında gerçek Konyalı’nın mitinge katılmadığını iddia ederek “Bu mitingin Humeyni taklitçileri tarafından Konya’da düzenlenmiş olması talihsizliğimiz” dedi. Olayları Konya Hukukçular Derneği de yazılı bir açıklamayla kınadı.

AKINCI GENÇLER DERNEĞİ DİDİK DİDİK ARANDI

Miting sonrasında olaylardan sorumlu tutulan Akıncı Gençler Derneği Konya emniyet güçleri tarafından tarafından didik didik arandı ve mitingde kullanılan pankartlara Cumhuriyet Savcılığı’nca el kondu. Ayrıca, AGD Genel Merkezi yöneticileri hakkında da soruşturma açıldı. Ayrıca Seriyye Kitabevi’nde yapılan aramalarda da yasadışı kitaplar bulunduğu iddia edilerek kitabevi sahibi Ahmet Güçyetmez tutuklandı. Olaylar sonrasında Konya dışına çıkan tertip komitesi üyesi Süleyman Yeğenler hakkında da gıyabi tevkif kararı çıkarıldı.

Tertip Komitesi Üyesi ve MSP Konya Senatörü Ahmet Remzi Hatip, savcılığa gönderdiği bir mektupla olaylardan tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağını bildirdi. Hatip mektubunda gazetelerde neşredilen kasıtlı haberler ve birtakım siyasi parti ve grupların yanlış beyanatlarıyla mitingin saptırılmak istendiğini ileri sürerek “En az yüz bin kişilik bir kalabalıkta nizamata aykırı hareket, söz ve pankart taşıyanlar olmuşsa,üç kişilik tertip heyetinin bunları tek başına görüp men etmesi mümkün değildir. kötü niyetli ve tahrikçi kimselerin bu kalabalık içerisinde sergilemiş oldukları kanunsuz fiillerden dolayı Tertip Komitesi’ni mes’ul tutmak hukuk kurallarına aykırıdır… Gerek Hükümet Komiseri olan zat gerekse diğer kamu görevlileri, kanunlara aykırı herhangi bir fiil, söz ve davranışı tertip komitesine intikal ettirmemiş veya re’sen müdahale etmemiş olduğuna göre tertip heyetinin muahharan mes’ul tutulmak istenmesi kanunlara aykırıdır” satırlarına yer verdi ve Cumhuriyet savcılığından kanunlara aykırı hareket edenler hakkında soruşturma başlatmasını istedi. Buna rağmen Cumhuriyet Başsavcılığı Siyasi Partiler Kanunu açısından MSP hakkında soruşturma başlattı.

VALİ TUNCEL, İ. SABRİ ÇAĞLAYANGİL’İ BİLGİLENDİRDİ

Emniyet Komisyonu toplantıları için Ankara’da bulunan dönemin Konya Valisi Lütfi Tuncel, Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil’in talebi üzerine Kudüs mitinginde yaşananlar ve miting hakkında açılan soruşturmalarla ilgili olarak Çağlayangil’i makamında bilgilendirdi.

MİTİNG, İHTİLAL İÇİN ‘BARDAĞI

TAŞIRAN SON DAMLA’ MIYDI?

Miting ve yürüyüştün 6 gün sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesinin sebeplerinden biri olarak darbenin paşaları tarafından Kudüs mitingi “bardağı taşıran son damla” olarak lanse edildi. 12 Eylül’de yayınlanan ihtilal beyannamesinde ihtilalin gerekçelerinden biri olarak Konya Kudüs mitingi de gösterildi. Darbenin lideri Orgeneral Kenan Evren, 16 Eylül’de yaptığı ilk basın toplantısında şu sözlerle mitinge atıfta bulundu: “Konya olayları gericiliğin ne boyutlara ulaştığını göstermiştir. Milletimizin bu olay karşısında gözleri açılmış, tehlikeyi bütün boyutlarıyla görmüştür.” Darbenin perde arkası kurmaylarından biri olan Org. Haydar Saltık, 29 Ekim 1980 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında Konya mitingine ilişkin olarak “Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur” değerlendirmesini yapmıştı.

SÜLEYMAN DEMİREL: MİTİNGDE SUÇ YOKTU

Yıllar sonra 1987’de siyasi yasakların kalkması için düzenlenen referandum öncesi Cumhuriyet gazetesine verdiği beyanatta ise dönemin başbakanı olarak darbeye maruz kalmış ve siyasi yasaklılardan biri haline gelmiş olan Süleyman Demirel, laikliğin tarif edilmesi münasebetiyle Konya Kudüs mitingine değiniyor ve olaylarda hiçbir suç unsuruna rastlanmadığını ifade ediyordu: “Her askeri müdahale öncesinde irtica ve laiklik çiğneniyor gerekçesi vardır. 1980 dahil. 6 Eylül 1980 tarihinde yapılan Konya mitinginde suç bulunmadığına göre doğru mu yapılıyor? Dönüyorum geliyorum, bu miting 12 Eylül 1980'de çıkartılan ihtilal beyannamesinde ihtilal gerekçesi olarak gösteriliyor. Suç sabit oluncaya kadar kimse suçlu değildir.”

Peki ama ihtilal gerekçesi olarak gösterilecek ne yaşanmıştı 6 Eylül’de? İddialara göre 50 kişilik bir grup İstiklal Marşı okunduğu esnada ayağa kalkmamış ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine sloganlar atmıştı. Yazı dizimizin dünkü bölümünde de aktardığımız gibi bu iddialar mitinge katılanların uygunsuz kılık kıyafetlerinden tutun da tertip komitesinin sorumlu tutulamayacağı çeşitli taşlama olaylarına kadar uzanıyordu.

Mitingi takip eden günlerde dönemin çeşitli siyasi parti yöneticilerinin açıklamaları da birbiriyle çelişki arz ediyordu. Dönemin gazetelerine göre İran İslam Devrimi ile birlikte MSP’nin Türkiye’de egemen siyasal düzene karşı tavrı da sertleşmeye başlamıştı. Erbakan, bir yandan İran devriminin partide oluşturduğu dalgalanmaları bazı üyeleri ‘Humeynici’ addedip dışlayarak kontrol etmeye çalışırken bir yandan da parti içindeki genç radikal unsurlara da birtakım tavizler veriyordu. Dönemin siyasal gözlemcilerine göre miting bu tavizlerin önemli bir örneğiydi.

İddiaya göre mitingde İstiklal Marşı okunurken bir grup oturarak marşı protesto etmişti. Atılan sloganlar ve taşınan pankartlarda da şu sözler dikkat çekiyordu : “Dinsiz Devlet Yıkılacak Elbet”, “Şeriat İslam’dır, Anayasa Kur’an’dır”, “Şeriat Hakkımız Söke Söke Alırız”, “Komutan Erbakan Akıncı Asker”, “Yaşasın İslam Devleti Hakkımız”, “Ya Şeriat Ya Ölüm”, “Tek Halife Tek Devlet”, “Cihadımız Devletimizi Kuruncaya Dek.”

MSP SUÇLAMALARI KABUL ETMEDİ

Ancak MSP yetkilileri hiçbir şekilde bu suçlamaları kabullenmediler. Aksine bütün bunların bir provokasyondan ibaret olduğunu, hatta 12 Eylül ihtilaline bir gerekçe oluşturmaya çalışan birtakım gizli güçlerin eseri olduğunu ileri sürdüler. Sözgelimi 7 Eylül’de MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk düzenlediği basın toplantısında Konya’daki mitingin MSP tarafından düzenlenmediğini, bu nedenle mitingdeki yasalara aykırı davranışlardan dolayı MSP'nin suçlanamayacağını öne sürerek, “Bu muhteşem toplantıda hiçbir memleket evladının İstiklal Marşı söylenirken ne oturduğuna ne de slogan attığına kimse şahit olmamıştır” diyordu.

OĞUZHAN ASİLTÜRK, İÇİŞLERİ BAKANI’NI UYARDI

Aleyhinde yapılan bütün suçlamalara MSP Genel Başkanlığı’nı yürüten Necmeddin Erbakan yıllar sonra yaptığı bir açıklamada “Konya mitingini MSP olarak biz yapmadık. Bütün partilerin sahip çıkması için bir tertip heyeti düzenlendi ve önemine binaen, bütün partileri ve liderleri davet etti. Devrin İçişleri Bakanı, MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk'ü arayarak, İçişleri Bakanlığı istihbarat birimlerine mitingde provokasyonlar ve sabotajlar olacağına dair haberler geldiğini, bu durumu bildirme ihtiyacını duyduğunu söylemiş ve "mitinge" iştirak edip etmemeyi bir kere daha değerlendirmemizi" talep etmiştir. Asiltürk, konunun milli bir mesele olduğunu bu sabotaj ve provokasyonları önlemeye devletin gücünün yeteceğini ifade etmiş ve mitinge iştirak edeceğimizi, İçişleri Bakanlığı olarak "tedbir" alınmasını istemiştir,

Konya Valisi yürüyüş başlamadan önce hem kılık kıyafet hem de silah bakımından bütün korteji aratmadan yürüyüşe izin vermeyeceğini ifade etmiştir. Bütün tedbirlere rağmen, mitingdeki olayları yapanlar, herhalde bugünlerde isminden çok bahsedilen gizli örgütler olmalı ki, kendilerine mani olunamadı ve istediklerini yapabildiler” diyerek cevap verdi.

Buna karşın 8 Eylül 1980 tarihinde CHP Genel Yönetim Kurulu mitingden dolayı doğrudan bütün sağcı partileri suçlayarak, olaylardan sadece MSP’nin sorumlu tutulamayacağını iddia ediyordu. CHP’nin açıklamasında MSP kastedilerek “Din sömürücülüğünde ve laikliğe aykırı davranışlarda, tüm sağcı partiler yıllardan beri birbirleriyle yarış içindedirler. Bunun sorumluluğu yalnızca belli bir partiye yüklenemez. Hele o partinin bu konudaki tutum ve davranışlarını, AP hükümetine destek olurken bilmezlikten gelip, desteğini çekince fark eder görünmek inandırıcı olmaz” satırlarına yer veriliyordu.

“MİTİNGİN YAPILMASINA KARŞIYDIM”

1978 ila 12 Eylül 1980’e kadar Konya Belediye Başkanlığı görevini yürüten Mehmet Keçeciler de Hürriyet gazetesinden Yener Süsoy’a 21 Mart 2006 tarihinde verdiği demeçte Necmeddin Erbakan’ı ihtilalin geldiğine inandıramadığını ifade ederek miting öncesinde ve esnasında yaşananları şöyle aktarıyor:

“İsrail, Kudüs’ü başkent yaptığını ilan edince, Erbakan hoca "Konya’da Kudüs’ü kurtarma" mitingi yapalım dedi. Gün olarak da 6 Eylül 1980 günü tespit edilmişti. "Böyle manalı bir miting, çadırın orta direği olan Konya’ya yakışır" demişti hoca. İlk başta beni tertip komitesi başkanı yapmak istediler, "Ben bu mitinge karşıyım" deyip kabul etmedim. Çünkü 1979’da Konya’da yapılan bir mitingde 2 kişi ölmüştü. Konya’daki mitinglerde kanunsuz yürüyüşler yaptıklarını bildiğim için bu mitingin yapılmasına karşıydım. Hocayla Meclis’teki randevuma gittiğimde, Başkanlık Divanı toplantısı vardı. Grup odasındaki toplantı masasında Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Süleyman Arif Emre, Recai Kutan ilk gözüme çarpanlardı. "Hocam dedim, 6 Eylül’de Konya’da yapacağımız mitingin hiç faydası yok. Miting yapmakla Kudüs kurtulmaz. Kudüs’ü kurtarmak için asker yazacaksanız, beni 1 numaraya yazın. Öğrendiğim kadarıyla Askeri Şûra’da ihtilal kararı verilmiş vaziyette. Bu miting, ihtilalin sebeplerinden birisi haline getirilir, hepimizin, bütün partililerin başı derde girer.”

Keçeciler, Oğuzhan Asiltürk’ün mitingin iptal edilmesine karşı çıktığını belirterek “İlk itiraz Oğuzhan beyden geldi; ‘Olmaz efendim, artık çok geç, mitingi herkese duyurduk’ dedi ve devam etti: Bizim de istihbaratımız var, bizim ordu ihtilal yapamaz. Çünkü sağ ve sol olarak bölünmüş durumda. Biri yapsa, öteki izin vermez. Demirel’in söylediklerini de iletince, hoca çok kızdı. ‘O bizi hep askerle korkutur zaten’ dedi. Fevkalade sinirlendim; ‘O halde ben de sizin belediye başkanınız değilim’ dedim. Kalktım, kapıyı hızla çarpıp çıktım. Konya’ya döner dönmez vali beyle görüştüm. Dedim ki ‘Hocayı ikna edemedim, istifamı orada şifahi olarak söyledim, ben gidiyorum.’ Vali bey dedi ki ‘Reis bey Konyalı seni seçti, onlara en lazım olacağın zamanda terk edip gidiyorsun. Bu yiğitlik mi?’ Bu lafa cevap bulamadım. Neyse, mitingi yapıyoruz, Erbakan mikrofonu alıp, İstiklal Marşı için bizzat ses verdi. Hep bir ağızdan söylenirken baktım, en önde bazı adamlar ayağa kalkmıyor. Kimin veya kimlerin yaptığını hâlâ bilmiyorum, oturanların hepsi Konya’nın meşhur delileriydi. Mustafa’dan İsmail’e, Selahattin’e kadar ne kadar delimiz varsa, hepsini salıvermişler sokağa. Üzerlerine yeşil kaftanlar, başlarında yeşil sarıklar, boyunlarında koca Mevlana tespihleri. Dışarıdan gelen gazeteciler haklı olarak onları normal adam zannetti. Ertesi gün hoca MSP, ben de belediye adına dilekçe verdik savcılığa ve valiliğe. İstiklal Marşı söylenirken oturanlardan şikâyetçiyiz diye. Bu arada bir de hocayı idare ettim” şeklinde yaşananlara yorum getiriyor.

TANIKLARIN SESSİZLİĞİ SÜRÜYOR


Ülkede süren sağ-sol çatışmasını, artan asayiş olaylarını engellemek, kamusal otorite zafiyetini gidermek için “emir komuta zinciri” içinde yapılan 12 Eylül 1980 askeri harekâtının önemli gerekçelerinden biri de ihtilalin liderleri tarafından 6 Eylül Konya Kudüs’ü Kurtarma ve Milli Gençlik Mitingi olarak gösterilmişti. Dört kişilik tertip komitesi üyeleri tutuklanmış, olaylarla ilgili birçok zanlı gözaltına alınmıştı. Fakat 12 Eylül dönemindeki yargılamalarda bütün zanlılar beraat etti. Mitingde yaşanan olayların sebebi ve failleri bir türlü bulunamadı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, 1987’de yaptığı açıklamada mitingde suç unsuru olmadığını itiraf etti. Oysa, 8 Eylül 1980’da AP Konya İl Başkanı Adnan Ağırbaşlı olayların arkasında “Marksist lisanla konuşanların” olduğunu, “Bugüne dek Konya’da görünmeyen kişilerin” miting alanında olaylara karıştığını iddia ediyordu. Ağırbaşlı’nın bu açıklamalarının asıl sebebinin mitingde yaşanan olaylar değil, aksine AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı olan Hayrettin Erkmen’in MSP tarafından verilen gensoruyla ve CHP’nin yardımıyla bakanlıktan düşürülmesi olduğu da iddia ediliyor.

Dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, 26 yıl sonra yaptığı açıklamada İstiklal Marşı okunurken oturanların Konya’nın delileri olduğunu öne sürerken, mitingin düzenlenmesine karşı olduğunu da ifade ediyordu. Halbuki İstasyon Meydanı’ndan İtfaiye Meydanı’na kadar MSP kurmayları ve çeşitli İslam ülkelerinin temsilcileriyle birlikte kol kola yürüyenlerden biri de Keçeciler’di.

OLAYLAR ESRARINI KORUYOR

Buna karşın mitingde yaşanan olayların tanıkları 26 yıl sonra da sessizliklerini sürdürüyorlar. Yürüyüş ve mitinge katılanlar, mitingde yaşananlar hakkında konuşmaktan çekiniyor. Araştırma dolayısıyla konuştuğumuz birçok tanık şu an yaptıkları iş ve bulundukları konum dolayısıyla miting hakkında konuşmak istemediklerini, yaşananların 26 yıl önce de kaldığını söylüyor. Onların konuşmaktan çekinen bu tavrı olayların içyüzünün karanlıkta kalmasına sebebiyet veriyor.

İstiklal Marşı esnasında Polis Lojmanları’nın önündeki 50 kişilik bir grubun oturduğunu söyleyen ve ismini yazmamızı istemeyen bir tanık olayların asıl sebebinin MSP yandaşı gençlik hareketindeki iç çatışmalar olduğunu ileri sürerek Akıncılar Derneği ile Akıncı Gençler Derneği arasındaki fraksiyon çekişmesinin mitinge kötü bir biçimde yansıdığını belirtiyordu.

Sebep her ne olursa olsun tanıklar cesur bir şekilde olaylar hakkında konuşmayı seçmedikçe miting ve yürüyüş çevresindeki esrar perdesi aralanamayacak.

TEŞEKKÜR

Araştırmaya başladığım andan itibaren arşivini bana açan ve olaylar hakkındaki özel bilgilerini benimle paylaşan Gazeteci Ali Akgül beye, dönemin yerel gazetelerine ulaşmamı sağlayan İl Halk Kütüphanesi Müdürü Hasan Coşar beye, elindeki miting fotoğraflarını gazetemiz okurlarıyla paylaşmayı kabullenen Kemalettin Nokta beye yardımlarından dolayı teşekkür ederim. Olaylar hakkında konuşmasalar da benimle görüşmeyi kabul eden tanıklara da şükranlarımı iletirim.

9 Eylül 2006, Memleket

Yemek yiyip gitmişler!

İlk basılı metnim 1989 yılında Birleşik Dağıtım’ın yeni bir anlayışla çıkardığı Kitap Dergisi’nde yayınlanmıştı, kısa bir okur mektubu olarak.
İlk şiirim ise 1991 yılının Eylül ayında sevgili Murad ağabeyin, Murad Kapkıner’in Varide dergisinde yayınlanmıştı.
İlk oylumlu yazım ise ilk kuşağı içinde yer aldığım tezkire dergisinde şu anda Ankara İlahiyat Fakültesi’nde profesör doktorluk görevini yürüten saygıdeğer akademisyen Ahmet Akbulut’un doktora tezine eleştiri olarak yer aldı. Tarih 1994.
Bu yazıyı yazarken Yasin Aktay hocanın ısrarcı teşviklerinin önemi büyüktü.
İlk gazete yazım aynı yıl Haftalık Beyan’da yayınlandı, liberal aydınların kurduğu YDH dolayısıyla yazmıştım o yazıyı.
İlk söyleşimi gariptir Nihat Genç’le gerçekleştirmiştim, 1995’te Yeni Şafak’ta “Murat Çallı” müstearıyla yayınlandı. Yeni Şafak Kültür ve Sanat Editörü İbrahim Kiras’ın gazetenin o dönemki Ankara temsilcisi sevgili Gökhan Özcan’dan ricası, o ara Ankara’ya iki-üç günlük bir dost-arkadaş ziyareti dolayısıyla gelmiştim, Engürü Kıraathanesi’nde Gökhan Özcan, Nihat Genç ve benim söyleşiyi kararlaştırmamız falan… Belki hafızamı biraz daha kazsam orada konuşulanları bile hatırlarım.
Yine de kendimi bir gazeteci olarak konumlamaktan çok bir ‘şair’ olarak nitelerdim en fazla.
Ve şiiri de hep bir lanet olarak gördüğümü belirtmeliyim.
Oldu arada işte bir şeyler.
2004’ten beri Konya’da gazetecilik yapmaya başladım ve sürüyor.
2004-2017… Az süre değil bu.
Geçtiğimiz günlerde Star gazetesinin haftalık fikir ve tartışma eki Açık Görüş 10. yılını kutladı, 10 yılda 523. sayısı çıkmıştı.
Her hafta bu eke yazdığı yazıyla siyaset, sosyal bilimler, felsefe ve popüler kültür alanlarında yazılmış 3 kitabı tanıtan benim de muhasebem böylelikle kolaylaştı. 10 yılda 520 yazı, 1560 kitap…
Değerli eğitimci-şair Şaban Abak’ın belirttiği üzere bu 520 yazıyı seçip tasnif etsem en az 10 kitap eder. Yine her neyse…
Muhasebeme elbette Konya’daki gazete yazılarım, haberlerim, röportajlarım dahil değil.
Bu hesapça nereden bakarsanız bakın, 13 yılda en az bin beş yüz yazı, bin beş yüz haber eder bu. Kimi çok etkili, kiminin irapta mahalli yok tabii bu haber ve yazıların. Ortalaması ise –rahmetli Demirel’in sözüne atıfla yazayım, kendim için söylüyorsam namerdim- çıtanın daima üzerinde.
Yemek yemek için basın toplantısına katılan ve yemeği yedikten sonra giden gazetecilerin olduğu bir iklimde az şey değil bu yine de.
Allah’a hamdolsun…
12 Ekim 2017, Konya Postası

24 Haziran 2020 Çarşamba

Üç felsefecinin mektup arkadaşlığı

Yirminci yüzyıl Alman felsefesinin en önemli isimleri arasında yer alan Martin Heidegger, Karl Jaspers ile Hannah Arendt ayrıca aralarındaki ilginç ilişki sebebiyle de dikkat çekicidir. Heidegger ile Jaspers 1920’de Edmund Husserl’in doğum günü dolayısıyla Freiburg’da düzenlenen bir kutlamada tanışırlar. Tanıştıklarında Jaspers 37, Heidegger ise 31 yaşındadır. Her ikisi de felsefe tarihçileri tarafından “varoluş felsefesi” olarak nitelenen bir akıma dahil edilse de Jaspers’ın bu nitelemeyi başlangıçta benimsediğini, lakin Heidegger’in hiçbir zaman bunu kabullenmediğini de vurgulayabiliriz.
Jaspers ile Heidegger arasındaki ilişkinin zamanın olaylarına bağlı(1929 dünya ekonomik buhranı, Nazi rejimi, ikinci dünya savaşı, atom bombası, Almanya’nın ikiye bölünmesi, soğuk savaş vb.) değişimi belki Batı felsefesinde karşılaştığımız en ilginç dönüşümlerden birini teşkil eder. Sözgelimi, tanışmalarının başında Jaspers’la birlikte gerçek felsefe olmadığını düşündükleri akademik okul felsefesi ya da profesörler felsefesine karşı “felsefeyi yeniden canlandırmak” amacıyla aralarındaki dayanışmayı ifade eden “mücadele birliği” ibaresini kullanan Heidegger, sonradan Jaspers’la aralarındaki ortak tek noktanın Hannah Arendt olduğunu ifade edecektir.

Anti-semit suçlaması
1924 yılında Marburg Üniversitesi’nde Martin Heidegger’in öğrencisi olan Hannah Arendt, 1926’da Heidelberg’e geçerek Jaspers’ın verdiği bir seminere katılır. Jaspers, aynı zamanda Arendt’in doktora sürecinde onun danışmanlığını da üstlenir ve öğrencisiyle ömrü boyunca sürecek dostluk süreçleri başlar. Diğer yandan 1925’ten belirli kesintilerle Arendt’in 1975’teki ölümüne dek süren bir Heidegger-Arendt mektuplaşması da vardır. Bu ilişki zaman zaman gizemli bir ilişki olarak nitelense de bunun sebebinin zamanın olaylarına bağlı olarak yaşanan fikir değişimlerinden kaynaklandığı da açıktır. Aralarındaki mektuplaşmanın ilk döneminde Arendt, Heidegger’e “anti-semit” suçlaması yöneltir ve 1933’te mektuplaşmayı keser. İkili, 17 yıl aradan sonra, 1950’de Freiburg’da tekrar karşılaşır ve 1965 yılına kadar süren bu dönemde Arendt arka planda kalır. Bu döneme damga vuran konuların ise Heidegger’in Arendt’e yazdığı şiirler ve kendi çalışmaları hakkında verdiği bilgiler olduğunu söyleyebiliriz. Bu üç filozofun birbirleriyle gerçekleştirdikleri mektuplaşmaları, aralarındaki ilişkileri, mektuplaşmalarına yansıyan felsefi görüşlerini, yaşananlar hakkındaki düşüncelerini ve birbirlerine karşı besledikleri duyguları irdeleyen Mektuplardaki Felsefe adını taşıyan kitabında irdeleyen Yusuf Örnek, kitaptaki bu üç düşünürün felsefi düşünceleri arasında yapılması muhtemel araştırmalar ve karşılaştırmalar için bir başlangıç zemini oluşturmak şeklinde belirliyor. Belki bu araştırma ve karşılaştırmalar dahilinde “yaşanan hayatla düşünülen felsefe arasında ne tür bir ilişki olduğu” sorusu en esaslı konu olacaktır. Çünkü Martin Heidegger yaşanan hayatla düşünülen felsefe arasında hiçbir bağ olmadığını savlarken Karl Jaspers ise bunun tam tersini hem düşünür hem gerçekleştirir, yani kendi felsefesini yaşar. Bu ikilinin önce öğrencisi, sonra da en az onlar kadar ünlü bir filozof olan Hannah Arendt’in felsefi düşünceleri üzerinde hocalarının etkileri de en az onların kendi aralarındaki önce yakınlık, sonra radikal bir biçimde uzaklaşma olarak tezahür eden ilişkileri ev felsefi etkileşimleri kadar merak edilesi bir konudur.
Kitabında bu üçlünün sadece mektuplaşmalarına eğilmiyor Yusuf Örnek. Bu üç filozofun birbirleriyle ilişkisi ve felsefi etkileşimin izlenebileceği diğer kaynaklara da değiniyor. Özellikle Arendt için Karl Jaspers’in kişiliği ve yaşanan olaylara karşı duruşuyla “gerçek bir eğitici”yken Heidegger’in düşünce hayatını herkesten farklı ve mükemmel bir şekilde yorumlayan bir “öğretmen” olarak kaldığını vurguluyor.

18 Haziran 2020 Perşembe

Türkiye'de milliyetçilik tartışmalarının iki ekseni

İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal bilimler literatüründe en sık tartışılan konulardan birini teşkil eder milliyetçilikler ve milletler. Milliyetçiliğin modern dönemlere has bir mesele olduğuna hiç kuşku yoktur elbette, lakin ‘millet’ mefhumu da modern midir? Milletler mi milliyetçiliğe yol açmış, yoksa milliyetçilikler mi milletlerin oluşumunu sağlamıştır? Modernlik ve kapitalizmin geleneksel toplumsal formasyonların anlam dünyalarında oluşturduğu derin yarıkların, bu anlam ve duygu dünyalarındaki değişim ve dönüşümlerin bir neticesi midir milliyetçilik yoksa daha derin tarihsel/köksel yapılardan mı türemektedir? İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimlerin gündemini milliyetçiliğin kaplamasına iki temel sebep gösteriyor Öner Buçukçu ‘Milliyetçilik’ başlığıyla yayınlanmış kitabında. Bu sebeplerden ilki elbette 1939’da başlayan büyük savaşın baş aktörlerinden ve savaşın şeytanileştirilmiş mağluplarından Almanya’da Hitler rejiminin ırk vurgusunun milliyetçi bir bağlamda yorumlanmasıdır. Özellikle, Hans Kohn, Ernest Gellner, Karl Deutsch gibi Doğu Avrupa kökenli Yahudi araştırmacıların savaşta yaşanan Yahudi katliamının olumsuz hatıralarının bir ölçüde milliyetçiliğin bagajına yüklemesinde onların kişisel geçmişlerinin de etkili olduğunu düşünen Buçukçu, savaş sonrasında milliyetçiliğe merkezi bir konum atfedilmesinin iki temel sebebinden biri olarak bunu zikreder.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal bilimlerin gündeminde milliyetçilik araştırmalarına dair yaşanan yoğunlaşmaya Buçukçu’nun gösterdiği ikinci temel sebep ise 1960’larda hızlanan ulusal kurtuluş mücadeleleri ile dekolonizasyon mücadelelerinin temel motifleri arasında milliyetçiliğin yer alıyor olması. Kendini sosyalist olarak niteleyen hareketlerde bile milliyetçi vurguların leitmotif olarak fark edildiğine dikkat çeken Buçukçu, bu durumun 1960’lar sonrası araştırmaların temel yönelimini belirlediğini kanaatindedir.
Kimlik meselesi
Milliyetçilik tartışmalarının yeni bir yönelim kazandığı tarihsel uğraklardan biri de elbette Doğu Bloku’nun dağılma süreci ve 1980’lerden itibaren daha fazla tartışılmaya başlanan kimlik meselesidir. Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte Sırp milliyetçiliğinin neredeyse Naziler dönemini hatırlatacak bir cinnet halini dünyaya yaşatması Buçukçu’nun yorumuna göre İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan milliyetçilik literatürünün güncellenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu güncellenmeye kimlik meselesinin de önemli ölçüde katkıda bulunduğunu vurgulamak gerekir.
Ernest Gellner, Eric Hobsbawm gibi sosyolog ve tarihçilerin milliyetçiliği kapitalizm ve ulus-devletin ortaya çıkışı gibi fenomenlerle ilişkilendirerek “ulus inşasının aparatı” olarak tasarlamalarının milliyetçilik çalışmalarındaki başat eğilimi oluşturduğuna işaret eden Buçukçu, bu eğilime dahil edilemeyecek Liah Greenfeld, Tom Nairn gibi teorisyenlerinin tezlerinin uzunca bir müddet önemli görünmediğini belirtiyor.
Kitabında milliyetçilik ve milliyetçiliğin yaslandığı temel kavramlar üzerine yürütülen tartışmaları, bu tartışmaların uzam ve koordinatlarını mümkün mertebe anlaşılır bir dille genel okura hitap edecek şekilde tasvir eden Buçukçu, meselenin Türkiye’ye akseden kısmını da çözümlemeyi ihmal etmiyor. Türkiye’de milliyetçilik tartışmalarının temelde iki eksen üzerinde sürdüğüne dikkat çeken Buçukçu, ‘modernleşmeci’ olduğu addedilen ilk eksende din ile milliyetçilik arasında belirgin bir mesafeliliğin korunmaya çalışıldığını vurguluyor. Bu eksendeki tartışmaların büyük bir bölümüne “ulusalcılık” tartışması diyenler de var. İkinci eksen ise özellikle soğuk Savaş döneminde din ile milliyetçiliğin iç içe geçirilmeye çalışıldığı bir eksen olarak tasavvur edilebilir. Türkiye’de milliyetçilik tartışmasının II. Meşrutiyetten bu yana bu iki eksen etrafında döndüğüne, Türkiye’nin jeopolitik kimlik kriziyle ilişkili olarak çeşitli farklılaşmaların olabileceğini ifade eden Buçukçu, böylelikle onun modern bir fikir olarak Türkiye’nin gündeminde yüz yıldır yer aldığına işaret ediyor.

11 Haziran 2020 Perşembe

Felsefe ve sosyal bilimlerin nedensel genellemeleri

Modern zamanlarda doğa bilimleri alanında sağlanan birçok başarı bu bilimlerin kendilerini felsefeden, bilhassa Aristoteles’in “ilk felsefe” olarak gördüğü metafizikten ayrıştırıp bağımsız bir disiplin olarak hareket etmelerine yol açtı. Aralarında fizik, kimya, biyoloji vb. disiplinlerin olduğu bilim sahasındaki bu gelişmeler sonucu 19. yüzyıldan itibaren de doğa bilimlerine benzer bir biçimde insan topluluklarının da incelenip incelenemeyeceği sorusunun öne çıktığını görüyoruz. Bu minvalde doğa bilimlerine gerek yöntem gerekse de araştırma yordamları aracılığıyla öykünen yeni disiplinler oluşturulmaya çalışıldı. Bu vetirede antropoloji, sosyoloji, psikoloji gibi sosyal bilimlerin oluşumu, söz konusu bu disiplinlerin kendi yöntem ve araştırma sahalarını felsefe ve tarihten ayrıştırıp özgülleştirerek doğa bilimlerindeki kesinlik benzeri bir kesinliğe kendi içsel prosedürlerinde nasıl ulaşacaklarını sorularını da beraberinde getirdi. Sosyal bilimcilerin önemlice bir kısmının kendi araştırma yöntemlerini doğa bilimlerine öykünerek modellemeye çalışmaları esasen modern dönemlere egemen olan metafiziğin ‘neyin bilgi sayılıp neyin bilgi sayılmayacağına dair’ kavrayışının da bir tezahürü olarak görülebilir.
Analitik gelenekten gelen İngiliz bir filozof olan Peter Winch, Türkçe’ye Sosyal Bilim Düşüncesi ve Felsefe adıyla çevrilmiş kitabında ikili bir strateji izleyerek bir yandan felsefeyi saçmalıkları/anlamsızlıkları teşhir amaçlı olduğuna inanan ve büyük çoğunluğu mantıksal pozitivistlerin ileri sürdüğü görüşler toplamından oluşan bir eğilimi eleştirirken diğer yandan da psikoloji ve diğer sosyal bilimlerde yaygın olan davranışçı eğilimlerin yol açtığı başka bir eğilimle de mücadele eder.
Dil, anlam ve toplum
Tıpkı davranışçılığın, insan davranışının yanlış anlaşılmasına düşünmesi gibi saçma kullanımları ve anlamsızlıkları ortaya çıkarmayı hedefleyen kavramsal analiz ve gündelik dil felsefelerinin de kavramlar ile bu kavramları kullanan insanların hayatları arasındaki karşılıklı etkileşim ve bağımlılıkları yeterince takdir edemediğini düşünen Winch’e kalırsa birtakım linguistik karışıklıklar, ‘bir şey demenin ne demek olduğunun’ dil için önemi ortaya çıkarılmadıkça, varlıklarını sürdürecektir.
Dil oyunu ve yaşam biçimi gibi Wittgeinsten’dan aldığı bazı kavramlar aracılığıyla, ‘anlama’nın dayandığı temel bağlantıyı açığa çıkarmaya çalışan Winch’e göre “toplumsal etkileşim, kuvvetlerin etkileşiminden daha çok, bir sohbetteki fikri alışverişle daha anlamlı bir şekilde karşılaştırılabilir.” Winch’in meseleyi böyle koymasının temel saiki ise dilin ancak birlikte anlamlı olabileceği inancını taşıyor olmasında yatar. Dile dair mekanistik algılara yönelik bu eleştiri, aynı zamanda dilin ‘konuşulan bir şey’ olmasındaki hikmete yaslanır.
Sonuçta Wittgeinstein’ın dil felsefesine yaslı bu kitabın yazarı Peter Winch’in Hans-Georg Gadamer, Jurgen Habermas, Karl Otto-Apel gibi kıta Avrupası’nda hermenötik felsefi gelenekle bir şekilde ilişkili isimlerce övülmesine hayret etmemeli. İngilizce ilk baskısı 1958’de yayınlanan kitabının 30 yıl sonraki ikinci baskısına yazdığı önsözde Winch, bu kitaptaki görüşlerinin önemli bir bölümünü sahiplenirken bir kısmını da reddetmek zorunda olduğunu söylüyor. Kitaba ayrıca Routledge Klasikler serisi için Raimaond Gaita’nın ve kitabı Türkçe’ye çeviren Ömer Demir’in de birer yazıyla katkı sunduklarını söylemeli.

3 Haziran 2020 Çarşamba

Fenomenolojiye nüfuz etmeyi kolaylaştıran kitap

Yirminci yüzyılın en etkili felsefi akımlarından biri olarak görülen fenomenoloji yüzyılın başlarında gerek bilimlerde gerekse de Avrupa’nın düşünce dünyasında baş gösteren bunalıma bir cevap verme kaygısıyla Edmund Husserl tarafından geliştirildi. Metafizik düşüncelerden uzaklaşarak somut hayata ve şeylerin kendisine dönmeyi hedefleyen bakış açısıyla Husserl, fenomenolojiyi bir yöntem olarak tasarlamaya özen gösterdi. Kendisine çıkış noktası olarak “özne-nesne” ilişkisini alan Husserl, nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği “şey”ler olarak gördüğü için ampirizm ve pozitivizmle yakınlaşıyor zannedilse de temelde yaklaşımı gerek pozitivizmi gerekse de ampirizmden ayrışır. Çünkü Husserl fenomenoloji aracılığıyla, özlerin bilgisine ulaşmayı amaçlar. Hiçbir zaman “gerçekliğin kendiliği” diyebileceğimiz bir şey yoktur; çünkü gerçeklik her zaman kendisine yönelmiş bir bilinç için tarafından bilinebilir.
Husserl fenomenolojik yöntemi aracılığıyla felsefeye yeni bir başlangıç sağlamayı umut ediyordu. Arayışı bu bakımdan fenomenolojiyi “özü görüleyen Bilinç’in bilimi”dir. Gerek algıların gerekse bilincin tasviri konusu da fenomenolojinin ana konusudur. Fenomenolojik yaklaşımı temelde askıya alma ve fenomenolojik indirgeme şeklinde ifade edebileceğimiz ikili bir işlemle özün bilgisine ulaşma şeklinde ortaya koyan Husserl, bir yandan verili ögelerin rastlantısallığı olarak adlandırabileceğimiz her şeyin dışta bırakılmasını önerirken diğer yandan da bunlar hakkındaki bilimsel, mantıksal, estetik, kültürel vb. bütün yargı ve çıkarsamaları da uzaklaştırmaya gayret eder. Husserl’in geliştirmeye çaba sarf ettiği bu felsefi bakış açısının ve yöntemin etkisi Heidegger’den Sartre’a, Merleau- Ponty’den Levinas ve Derrida’ya, Frankfurt Okulu’ndan Foucault ve postmodern düşünürlere kadar pek çok düşünür ve felsefi eğilim üzerinde derin etkilere yol açtı.
Özgün yaklaşım
Habermas’ın deyişiyle yirminci yüzyılda ortaya çıkmasına karşın, analitik felsefe ve yapısalcılıkta olduğu bir sonrası çıkmayan bir yaklaşımdır fenomenoloji. Bilindiği gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında hem post-analitik hem de postyapısalcı yaklaşımlardan bahsedilebilmişti; ancak fenomenoloji için böylesi bir post- önekinin kullanılabileceği bir durum sözkonusu değildir. Bu açıdan da son derece özgün bir yaklaşımı temsil eden fenomenolojik yaklaşımın evvel emirde bir yöntem tasarlanmış olması onun başka bazı yaklaşımlarla da melezlenmesine imkân vermiştir. Sözgelimi hermenötik alanda Ricoeur, fenomenolojik hermenötiğe örnek gösterilirken sosyolojide de Alfred Schutz ön plana çıkar. Türkçe’ye daha önce doğrudan Edmund Husserl’in fenomenolojisi ile ilgili yazdığı Edmund Husserl’in Fenomenolojisi adlı kitabı çevrilmiş olan Dan Zahavi, ‘Fenomenoloji: İlk Temeller’ adıyla çevrilmiş bu kitabında daha yalın bir dil kullanarak fenomenolojik yaklaşımı ana başlıklarıyla okura sunmayı hedefliyor. Zahavi, bir yandan Husserl, Heidegger ve Merleau-Ponty gibi öne çıkan fenomenologların çalışmalarına aşinalık sağlamayı hedefleyen bakış açısıyla onların çalışmalarını çözümlerken diğer yandan da fenomenolojiyi teşkil eden ana kavramsal çerçeveyi de açığa çıkarmaya uğraşıyor. Zahavi, fenomenolojinin farklı alanlardaki kullanımlarını irdelemeyi de ihmal etmediği kitabında böylelikle Husserl’in girift felsefi dilinin karmaşıklaştırdığı düşünülen fenomenolojiye nüfuz etmeyi kolaylaştıran bir bakış açısı tutturuyor.

Tanpınar için şiraze adam: İnönü

Genelde 1946’da çok partili hayata geçişle birlikte başladığı addedilen Türkiye’nin demokratikleşme tarihinin en kara lekesini teşkil eder 27 Mayıs 1960 tarihi. Gerek darbe öncesi yürütülen darbeci provokasyon, kumpas ve kampanyalar, gerek darbe sonrası kurulan sözümona Yassıada mahkemesi gerekse de bu darbeye kimileyin açık açık kimileyin ise el altından destekçi olup alkış tutan ulusal ve uluslararası çevrelerin kimliği Türkiye’nin demokratikleşme çabasını Soğuk Savaş kalıpları içinde şekillendirmeye dönük bir gayreti de dışa vurur. Darbeci Milli Birlik Komitesi’nin doğrudan Adnan Menderes hükümetini ve Demokrat Parti’yi hedef alan girişimleri yanında Türk ordusunda da kapsamlı bir tasfiyeyi gerçekleştirdiği görülür. Darbe sonrasında ordudan 275 general ve 7 bin subay emekliye sevk edilir. Darbenin gerek ulusal gerekse uluslararası konjonktürde tuttuğu yere ilişkin yapılan değerlendirmelerde Türkiye’nin kapitalist Batı’ya ve NATO eksenine eklemlenmesi amacı genelde öne çıkarılan bir husustur. Diğer taraftan darbeyi yurt içinde kışkırtan kesimlerin siyasi, askeri, üniversiter, medyatik ve sivil topluma değgin bağlantıları şimdiye kadar birçok çözümlemeye konu edilmiştir, ancak çeşitli edebi figürlerin bu darbeye tuttukları alkışların sebebi fazlaca çözümlenmemiştir.
‘Niye girdim bu tekkeye?’
Darbecilerin tahsisat-ı mestureden yararlanmaları karşılığında Menderes hükümetine destek verdiğini düşündükleri Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Seyfi Orhon gibi isimleri yargılamasının yanısıra genelde Kemalist sayabileceğimiz Attila İlhan, Cemal Süreya gibi bazı edebi elitlerin de darbecileri şakşakladıkları görülür. Bu elit isimler arasında yer alan bir isim ise epey ilgi çekicidir: Ahmet Hamdi Tanpınar. Darbenin hemen ardından (18 gün sonra) Cumhuriyet gazetesinde yazdığı Suçüstü adlı bir makaleyle darbeye ve darbecilere desteğini ayan beyan bir şekilde ortaya döken Tanpınar’ın üslubu da bir hayli dikkate değerdir. Tek partili yıllarda, yani 1943-46 yılları arasında CHP’den mebusluk yapan Tanpınar’ın bu mebusluk yıllarına dair arkadaşı Samet Ağaoğlu’na söylediği “Bak Samet. Ben Büyük Millet Meclisi’ne değil, bir tekkeye girmişim meğer! Postnişin bir şeyh, çevresinde derece derece rütbeli şeyhler, sonra yine derece derece rütbeli müritler. Şeyh ve yanındakiler koridorların ortasında, başları dimdik, gözleri dört yana fırıl fırıl dönerek dolaşıyorlar. Müritler de yine derecelerine göre duvar diplerine yakın sıralar hâlinde. Benim gibi yeniler ise duvarlara hemen hemen sürünerek, başları eğik yürüyorlar, daha çok kaş göz işaretleri ile konuşmağa çalışıyorlar. Niye girdim bu tekkeye? Niye girdim?” sözleri hatırlanırsa Suçüstü adlı yazısında ifade ettiği sözler daha bir garipsenir.
‘Ordu imdadımıza yetişti’
Demokrat Parti’ye, onun önde gelen isimlerine, yani Celal Bayar ve Adnan Menderes’e “Kaçmak üzere iken ve suçüstü… Ağzı köpüklü Adnan Menderes, kin çıkını ve anayasa hırsızı Celal Bayar” gibi ifadeler eşliğinde çoğu asparagas, darbecilerin imali suçlamalarla yüklenen Tanpınar, sözümona “iyi niyetlerine hayran olduğu” darbeci Cemal Gürsel ve hempasına da ‘medyun’luğunu dile getirir. Ona kalırsa “son devirleri kıstırılmış bir yaban domuzu sürüsünün savletleriyle” geçen Demokrat Parti idaresine karşı “ordu imdadımıza yetişmeseydi, Türk milletinin beli bir daha doğrulmazdı.”
Demokrat Parti’nin devlet idaresinin “Augias’ın ahırları”na döndüğü, onların Bektaş ağa, Muslu, Patrona, Kabakçı vb’lerinin devamı olduğu, bu yanlarıyla Osmanlı tarihinin en kötü taraflarının Demokrat Parti devrinde nüksettiği gibi belirlemelere imza atan Tanpınar, “Sakıt idare korkunun ve suçun birbirine kenetlediği bir intifa çetesiydi. Çete kanunlarıyla yaşadılar ve hüküm sürdüler…” ifadelerini de kullanır. Tanpınar’ın yazısı boyunca Demokrat Parti’ye yönelik olarak sıraladığı suçlamalar incelenirse görülecektir ki bu suçlamaların kısm-ı ekserisi günümüzde de olduğu gibi AK Parti’ye yöneltilmeye çalışılmaktadır. Sözgelimi Tanpınar, yazısının bir yerinde 2012-2013 yıllarından itibaren tekrarlanagelen “toplumsal kutuplaşma” tartışmalarını hatırlatacak şekilde “milletimiz nerede ise bu kundakçıların yüzünden birbirine kin ve gayzın parmaklıkları arasından diş gıcırdatacak hale gelmişti” der. Yine “polis devleti”, “Türkiye’yi bir Ortaçağ memleketi haline çevirmek”, “ağaç düşmanlığı”, “imar çılgınlığı”, “cehalet”, “istibdat”, “hapse atılan gazeteciler” gibi suçlamaları da peşi sıra zikreder. Bütün bu suçlamaların günümüzde de olduğu gibi sürdürülmesinin CHP’de en keskin ifadesine kavuşan darbeci zihniyete yaslı muhalefetin o kadar kolaylıkla geride bırakılmadığını işaret eder.
Samet Ağaoğlu’na mebusluğu dönemiyle ilgili söylediği sözleri andırır şekilde “Tekbirli, tehlilli, kurbanlı kalabalıklar önünde ağızları köpüre köpüre verdikleri nutuklarla” ülkeyi Ortaçağ’a geri götürdüğünü iddia ettiği Demokrat Parti’ye, yine başta Celal Bayar ve Adnan Menderes’e kızgınlığının başka bir veçhesini de Suçüstü yazısını takip eden Yakın Tarihimiz Üstüne Dikkatler başlıklı 21 Temmuz’da Cumhuriyet’te yayınlanmış başka bir yazıda görürüz: “Başvekil, iktidar mevkiini muhafaza için Cumhruiyet Meclisi’ne ‘Siz isterseniz Hilafet’i de iade edersiniz’ tavizini veren adamdır. Biçare bilmiyordu ki bir Millet Meclisi’nin dahi salahiyetleri mahduttur.”
Aynı yazıda Adnan Menderes’i Çakıcı Efe’den Abdülhamid’e, Hitler’den Kazıklı Voyvoda’ya kadar birçok kötü örneğe benzeten Tanpınar’ın aslında ağzındaki bakla şudur: “Celal Bayar-Adnan Menderes çetesi İsmet Paşa’da düşman yerine örnek görselerdi, Türkiye şimdi başka bir Türkiye olurdu.” Tanpınar’ın bu “İsmet Paşa” övgüsünün bir benzerine Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarının ardından 20 Eylül 1961’de Günlükler’inde tuttuğu bir notta yine tesadüf ederiz: “Adnan Bey’in ve bir iki gün evvel iki arkadaşının gazetelerdeki resimleri… Zavallı budala. Kaç defa İsmet Paşa kendisine fırsat vermişti. Başında bu kadar sevilen adamdı ki bu sevgi yüzünden aziz olabilirdi. Meğer bütün bu adamlar, bu iş, aç tahtakuruları, yer solucanları, kurtlar, yılanlar gibi bekliyormuş. Politika. Halk Partisi’nin en menfur adamı bile bunların yanında ister istemez evliya kalır. Bu demektir ki her şey rejimde, sistem ve şirazededir. İsmet Paşa şiraze adamdı.”
İkircikli tutum
İsmet İnönü’yü sistemin “şirazesi” addeden Tanpınar’ın, 27 Mayıs darbesine giden yolda üretilen asparagas haberlere inanması ve darbeye ilişkin bütün fikir ve övgülerini bu haberler eşliğinde örmesi kadar doğal bir şey olamaz belki. Ordu, üniversite, basın ve aydınlardan mürettep Kemalist mankurtlaşmanın dört ayağından sonuncusu olan aydınlar arasında Tanpınar’ın tuttuğu ikircikli yeri tebellür ettiren nokta belki de onun İnönü sevgisidir. Bu sevgi onun nefretlerinde bile haddi aşmasına sebebiyet verir ve darbe şakşakçılığı yaftası boynunda asılı kalır. Adalete inandığını ifade ederek Nemesis’i tanrıların en büyüğü addeden Tanpınar için Nemesis kılıcını indirir ve “darbe şakşakçısı bir Tanpınar” hafızamıza kazınır.