Şiirin
Meşruiyeti
Şimdilerde
fark ediyorum ki günümüz şiirinin en önemli sorunlarından biri 'meşruiyet.' Meşruiyet
her ne kadar ilk bakışta çok sık kullanıldığı bağlamlardan da anlaşılacağı
üzere son derece etik-politik bir kavram olarak dursa da kişinin yaptığı işi en
azından kendi nezdinde haklılaştırma girişimine ilişkin olarak da
yorumlanabilir. Şiir sözkonusu olunca, kişinin yazdığı şiiri
sırf kendisi nezdinde haklılaştırmasının ise -en azından yazılan metinler
kamuya açık olarak paylaşıldığı ölçüde- yeterli olmadığı/olmayacağı açıktır. Şiirine bir haklılık payı, bir gerekçe icat
edebilmelidir şair. İcat ettiği bu gerekçe ya da
haklılık payının ise elbette şiir sanatına, şiir yazdığı gelenek içinde şairin yer aldığı pozisyona dair kimileyin üstü örtük kimileyinse
açık imaları olacaktır. Bütün bunları
hesap eden, göz önüne alan her türlü çabayı meşruiyet arayışı olarak niteleyebiliriz bu yüzden. Günümüz şiirinde meşruiyetin bir sorun olması elbette salt kendi başına günümüzde yazılan
şiirden kaynaklı değildir, şiirin yazıldığı ortamın da bunda kabahatleri vardır
belki. İçinde bulunduğumuz ortamın siyasi, iktisadi,
kültürel vb. her türlü olumsuzluğunun ilk yansımasını çoğu kez
yazılan şiirde görüyorsak bu
en azından şiirin egemen söyleme boyun eğdiğine dair bizi bir şüpheye sürüklemeli. Yazılmakta
olan şiirin meşruiyetini bu açıdan da bir sorun olarak kabul edip
tartışmak gerekli.
Şiir üzerine yapılacak her düşünme çabasının ya toplumda kimlerin şiir okuduğunun sorulmasıyla başladığını
yahut bu soruyla bittiğini savlayan Meksikalı şair Octavio Paz belki de
meşruiyet sorununun en özlü ifadesini
bulmuştu. Önceden çoğu
şairimiz toplumun ana yönelimlerini, fikriyatını, duygularını
terennüm etmekle kendini haklı görüyor, mutlu
addediyordu (bu şairlerimizi majör addediyoruz); şimdilerde ise
şairlerimizin en çok kaçındıkları
şey bu. Bu kaçınmanın şairlerimizi aradıkları mükemmel şiire götürdüğünü söylemek ise mümkün değil.
Yine bazı şairlerimiz kendi öznelliklerini diğer insanlara duyurmanın
en ehven yolu olarak şiiri görüyorlardı
(bunları da minör addediyoruz); yeni teknoloji çağında şiirin artık 'en ehven yol' olma niteliğinden çok şey kaybettiğini söyleyebiliyoruz şimdilerde.
Öte yandan,
gerek şiirin gerekse şairin öteden beri toplumlar nezdinde hep
"gayrımeşru" addedildiklerini ileri sürmekle
halledilemeyecek bir sorun şiirin meşruiyeti. Birileri para kazanıp zengin
olmakla, başka birileri ev geçindirmekle, başka birileri siyasetle,
başka birileri felsefe ile, başka birileri futbol, basketbol türü sporlar ile, hatta daha da başka birileri
kumarla, içkiyle ve diğer sayabileceğimiz kötülüklerle (görüldüğü gibi öykü ve romanı
saymıyorum, çünkü neticede
bir şair öykü veya roman
yazsa bile şairliğinden pek bir şey kaybetmez ve evvel emirde onu şair kabul
etmek gerekir- tıpkı Attila İlhan gibi) uğraşarak kendilerine gayet korunaklı
sığınaklar icat ederken şairlerin, Alman eleştirmen Hoffmanstahl'ın deyişiyle
varlıktaki titreşimleri ölçen
sismografların, sığınak inşa işinde yeterince başarılı olamadıkları ortada.
"İnşa ettikleri sığınakları bile berhava etmede beceriklilikleri malumdur
şairlerin" denerek savunulamayacak bir durumda buluyor şairler çoğu kez kendilerini. Şiir, kendi meşruiyetini tahrip ederek kendine
bir meşruiyet alanı oluşturuyor da denebilir elbette; bu deyiş ne kadar
paradoksal görünürse görünsün şiir alanında egemen söyleme direnmenin bir şeklinin de bu
olduğu iddia edilebilir. (Bunu iddia eden yok mu? Çok! Ama en
azından bu iddia sahiplerinin, henüz iddialarının tüm vüsatine hâkim olamadıklarını da kaydetmeli.)
Çünkü şairler yenildiklerinin farkında, ancak bu yenilgilerini de son
kertede şiire tahvil etmenin yollarını arıyorlar- asıl sıkıntı da bu arayıştan
doğuyor. Şiir alanındaki biçimci arayışların büyük bir bölümünün bu
yenilgiyi kabullenme ve yenilginin sorumlusu olarak şiiri gösterme çabasından doğduğunu düşünüyorum. "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer" iştiyakı yok günümüz şiirinde.
Yenilik arayanların yenilgilerinde bulunabilecek bir ironiyle de kendimizi
tatmin edemeyiz bu kertede. Bütün bu sebeplerle meşruiyet meselesinin tekrar ve
tekrar düşünmeleri
gerekli şairlerin. Yaptıkları işin/yazdıkları metinlerin nasıl olursa olsun bir
tür haklılaştırmaya ihtiyaç duyduğunu unutmamalılar. (8 Mart 2018)
Sıkı şiir/Sapa şiir
1990’lardan
günümüze türsel, biçimsel, özsel farklılıkları bir yana yazılan ve şiir olma
haysiyetine sahip çıkan şiirlerde iki temel yönelim tespit etmek mümkün bana
kalırsa. İlk yönelimi temsil eden şiirler genelde pek riske girmeden sözün
iyisini, güzelini, doğrusunu iyi, güzel ve doğru bir tarzda dile getirme
endişesini taşıyan şiirler. Sözgelimi Ömer Erdem, Cevdet Karal, Ahmet Murat,
Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Osman Özbahçe, İbrahim Tenekeci, Ali Emre,
Hayriye Ünal sıkı şiirleri yazanların başında geliyor. Sapa şiirlerle ise
arayışa önem veren, yenilik kaygısını hemence duyuran, riske girmeyi göze alan,
dilin imkanlarını bu bakımdan zorlayan şiirleri kastediyorum. Bunların başında
elbette Serkan Işın, Ömer Şişman, Murat Üstübal, Bülent Keçeli gibi isimler
geliyor. Bu iki yönelim arasında yaptığım ayrım elbette kesin değil. Sözgelimi
Hayriye Ünal, Hakan Şarkdemir gibi isimlerin de zaman zaman biçimsel bazı
yenilikleri şiirlerinde denediklerini, hatta “görsel şiir” falan yazdıklarını
falan görüyoruz. Bunun tersine Serkan Işın’ın, Ömer Şişman’ın ve hatta Bülent
Keçeli’nin de bazı şiirleriyle “sıkı şiir” addettiğim kategoriye girebilecek
olduğunu vurgulamak mümkün. Bu iki yönelimde de iyi şiirler yazıldığını
söylemem elzem bu arada. Hangisi tercih edilmeli sorusuna benim cevabım belli
gerçi, yine de vurgulayayım: Kişinin hayata bakışı daha çok belirgindir
tercihlerinde. Arayışa yatkın taraflarımız çoksa da arayışlarımızın bile
aidiyetlerimizden çıktığı besbelli. O yüzden bu iki yönelim arasında ayrım
çizgisini biçimsel ya da özsel unsurlara yaslanmaksızın, sadece toplamda oluşturdukları
etki bağlamında çektiğim anlaşılırsa aslında kasdım da hedefine ulaşır. (11
Mart 2019)
Bülent
Keçeli vefat etmiş
Kötü haber.
Bugün saat 11’de uzunca bir süredir hasta olduğunu bildiğim şair arkadaşım Bülent
Keçeli vefat etmiş. Sanırım 1997’de Mehmet Akif Kuruçay kardeşim tanıştırmıştı
beni Bülent’le. Bülent o sıralar Rampalı Çarşı’da bir sahaf dükkanında
çalışıyordu. Sıkça şiir konuşuyorduk onunla. Turgut Uyar, Edip Cansever, İsmet
Özel ve Cahit Zarifoğlu sohbetlerimizin başlıca konusuydu. Bir gün nereden
bulduysa Mavera dergisinin Cahit Zarifoğlu’nun vefatına binaen yayınladığı özel
sayıyı gösterdi bana, birkaç yazı etrafındaki bazı eleştirilerini ve
görüşlerini paylaştı. Hangi yazılardı, nelerdi o görüşler, unutmuşum doğrusu.
Şiir
hakkındaki mütalaalarımızı mutlaka bir dergi arzusu da kaplıyordu tabii. Hatta
birlikte çıkarmayı tasarladığımız derginin ismi bile hazırdı: Büyük Saat. Bu
fikirden ilk vazgeçen ben olduğum için dergi çıkmadı, ama Bülent başka bir
Murat’la, Murat Üstübal’la azımsanamayacak bir periyoda sahip Ücra Şiir
dergisini çıkardı ve kendi şairlik kumaşını sergileme imkânı buldu. Aramızda
bazı tartışma konuları vardı tabii ki, ama bu tartışma konuları yaşama stiline,
dünya görüşlerimize dair falan değildi; tamamen şiirin konularına ilişkin bir
anlaşmazlıktı. Benim pek imge ve imagism taraftarı olmayışımdan mütevellitti
çokluk, tabii biraz da her daim “mu’teriz” oluşumdan. Bülent’in şiirlerinde
kendine has pürüzlü bir dili, dolaylı bir anlatımı vardı. Çok kez şiire dair
görüşlerini eleştirsem de şair oluşunu inkâr etmeyeceğim türden bir şairdi
Bülent.
Bülent’in
en iyi kitabının Gen Tecrübeleri olduğunu söyleyebilirim. Şu
dizeler de Bülent’in: “gönlümü ezberlemeyenler vardır onlar derinden ağırlanır/giydiğim
elbiseden sıkılanlar geniştir ikinci el ne demekse/bana bu şehri kaale edenler
lazım savunulmasak burada”
Allah
rahmet eylesin. (20 Mart 2020)