30 Eylül 2022 Cuma

Heidegger'in egzistansiyel tasavvuru

 Günümüz felsefe dünyasında isimleri anılmadan, kendilerine bir şekilde atıf yapılmadan felsefe yapılamayacağını bildiğimiz bazı isimler vardır. Sokrates, Platon, Aristoteles vb. felsefenin klasik isimleri dışında Descartes'le başladığı kabul edilen modern dönemlerde Kant, Hegel, Nietzsche, Wittgenstein gibi felsefenin bu tarz isimleri arasında ismini sık sık duyabileceğimiz isimlerin başında gelir Martin Heidegger. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Jean Paul Sartre dolayısıyla bütün dünyada felsefe ve sanatta yaygınlaşan varoluşçu akımın fikirlerini dayandırdığı isimlerden biridir Heidegger. Yine bu savaş öncesinde 1933'te Nazi partisine üye olmasından tutun da teknoloji karşıtlığına ilişkin ilgi çekici düşünceleri ileri sürmesine kadar birçok veçheden ilgi uyandırır Heidegger. Onun düşüncesinin başlıca konusunu ise Varlık meselesi teşkil eder. Etkisi beşeri bilimlerden edebiyata, psikiyatri ve hermenötikten teolojiye birçok alanda izlenebilecek Heidegger'in bu etkisi Gadamer'den Sartre'a, Merleau-Ponty'den Levinas, Foucault ve Derrida'ya pek çok kıta felsefecisi üzerinde kalıcılaşmış bile sayılabilir.

İlk kez 1927'de yayınlanan ve felsefe tarihinin önemli eserleri arasında sayılan Varlık ve Zaman adlı kitabıyla Martin Heidegger'in eski Yunan'dan kendisine kadar gelen Batı felsefe geleneğini varlık sorusunu unutmakla itham ederek varlık meselesini yeni bir ışık altında tartışmayı amaçlar. Unutulan varlığın anlamını zamanın ufkunda açığa çıkarmayı hedefleyen bir proje olarak görebileceğimiz bu eserinde Heidegger bunu yapabilmek için öncelikle Dasein analitiğini geliştirir. Dasein analitiğinde dünya kavramının merkezi bir öneme sahip olduğu söylenmelidir. Bu analitikte dünya kavramı Dasein'in varoluşuna anlam vermek bakımından öne çıkar.

Kökensel birlikli yapı

Heidegger, hem bir yandan Parmenides'ten Descartes yoluyla modern zamanlara kadar ulaşan dünya tasavvurları geleneğini eleştirir hem de bu geleneğin uzlaşmaz bir şekilde iki ayrı varolan olarak ele aldığı ben ile dünyanın kökensel olarak birlikli bir yapı içinde olduğunu ileri sürer.

Heidegger'in tasavvurunda dünyayı dünya yapan şeyi, Varlık ve Zaman'daki dünya kavramına Heidegger'in Dünyası adını taşıyan çalışmasında derinliğine nüfuz etmeye çalışan Özkan Gözel şunları söylüyor: "Dünya, içerdiği şeylerin toplamı coğrafi bir mahal olarak epistemolojik bir ilginin konusu olmanın öncesinde ve ötesinde, Dasein'ı Daein yapan temel ontolojik belirlenimi ifade eder... dünya-da-olma, fırlatılmışlık ile ölüm arasında varolan Dasein'ın özsel varlık karakterini oluşturur." Heidegger'in varlık ve Zaman'da özne ve nesne dikotomisini aşmaya çalışarak ne nesnel olan ne de öznel sayılması gereken bir egzistansiyel tasavvur geliştirdiğini işaret eden Gözel kitabında Varlık ve Zaman kitabında geliştirdiği dünya kavramına ve dünya-da-olma'nın anlamına odaklanarak filozofun dünyasına nüfuz etmeyi deniyor. Varlık ve Zaman'dan seçtiği bölümlerin ayrıntılı bir şerhini hedefleyen Gözel eserdeki dünyasallık mevzusunun tüm boyutlarını ele alma gibi bir amaç taşımıyor yine de. Ancak seçilen ve ayrıntılı olarak şerh edilen kısımların taşıdığı merkezilik dolayısıyla Varlık ve Zaman'a iyi bir giriş hüviyeti sergilediğini vurgulayabiliriz.

Kitabında ayrıca Heidegger'in dünya tasavvurundaki değişimleri takip edebilmesi için Françoise Dastur'un makalesine de yer veriyor Gözel. Yine kitapta ek olarak Heidegger'in Dasein'a ilişkin kullandığı "ölüme-doğru-varlık" kavramının ve ölümlülüğün dünya-da-olma ile ilişkisi sebebiyle Gözel'in daha önce yayınladığı başka bir makalesi daha yer alıyor.

‘Hacı'nın statüsü mercek altında

 Toplumsal sermaye kavramı söz konusu olduğunda din onun önemli kaynaklarından biri olarak görülebilir. Toplumsal sermayenin esaslı göstergelerinden olan itibar, statü vb. durumların dinî referanslarla girdiği etkileşim, ilgi ve irtibatların neticesinde ortaya çıkan bazı söylemlerin geleneksel yapılarla modern yapılar arasında görülen farklılaşmalarla toplumsal sermayenin işlerselliğini farklılaştırdığı da bilinir.

Geleneksel bir toplumda dindarlığın ürettiği itibar mekanizmaları veya modern toplumlardaki statü kalıplarını din sosyolojisi çerçevesinde ele almayı amaçlayan herhangi bir çalışmanın evvel emirde toplumsal yapı ve din alanlarında gelenekselliğin, modernliğin ve yerelliğin yansımalarını değerlendirmesi icap eder.

"Hacı" kategorisinin Türkiye'de toplumsal yapı ve din ilişkisini serimlemede önemli göstergelerden biri olarak dinsel itibar kadrosu içinde yer aldığını belirten Fatma Çakmak, Din, Statü, İtibar başlığını taşıyan çalışmasında hacı statüsünün nasıl bir toplumsal sermaye biçimi kapsamında itibara kaynaklık ettiğini ve bu itibarın hangi algıları somutlaştırdığını çeşitli yerel ve modern unsurların ürettiği şartları göz ardı etmeden ele almaya uğraşıyor. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişin oluşturduğu kopma ve sürekliliklerin hacı olmayı seküler bir hayat düzeni bakımından saygınlığın form ve temsilleri arasında farklı konumlandırdığını ifade eden Çakmak, hacılığın gelenekselliğin izlerini taşıyan, aynı zamanda modern olana da işaret eden dinî statülerin melez bir yansımasına dönüştürdüğünü söylüyor. Çalışmasının bağlamını hacı statüsünün toplumsal yapı-din içerisindeki itibarını ortaya koyarak bu itibarın dönüşümü ve statü aşınmalarını incelemek olarak seçen Çakmak, istatistiki veriler yerine, hacı tipolojisini, deneyimsel bir perspektifle çözümlemeyi seçiyor.

Kutsallık arayışı

Giriş ve Sonuç ve Değerlendirme dahil beş bölümden oluşan kitabının ilk bölümünde Hacı ve Kutsallık arayışı olarak İslam'daki hac ve hacılığın hikmet ve menasık olarak niteliklerini irdeleyen ikinci bölümde hacı kategorisi dolayısıyla dinsel itibarın tezahürünü ele alıyor. İslam geleneğinde hacca ve hacılığa atfedilen önem ve itibarın Türkiye'nin toplumsal geleneğinde de onu geçmişten bu yana seçkin bir temsil kategorisine dönüştürdüğüne dikkat çeken Çakmak modernleşmenin getirdiği gündelik hayat pratikleri içerisinde hacı tipolojisinin toplumun geneline hâkim bir otoriteden çok "kanaat önderi" tarzında halk dindarlığının taşıyıcı ve karakteristik bir unsuru olarak bahsedilebileceğini belirtiyor. Hacıyı toplumsal anlamda dini bir otorite veya kültürel bir öge olarak gören zihniyet dünyası ile onu kendi halinde bir kanaat önderi olarak gören zihniyet dünyasının dindarlığın farklı parametreleri tarafından biçimlendiğini vurgulayan Çakmak, böylelikle geleneksel dünyadan modern dünyaya dinî zihniyet üzerindeki değişimin hacı tipolojisi bakımından şekillenişine de ışık düşürüyor.

Türkiye'de mevcut toplumsal ortamda hacılık gibi son derece yaygın bir dinsel statünün ideal manada temsil edilebilmesine ilişkin dini duyarlılığa yeterince alan açılabildiğini söylemek mümkün değil. Sözgelimi Şanlıurfa gibi geleneksel dini bir kültürden beslenen ve şahıs merkezli nüfuz yapılarının (bu yapılar arasında dini kanaat önderliği, etnik ve feodal alışkanlıkların etkili olduğu ağalık sayılabilir) etkili olduğu toplumsal şartlarda hacı olmak geçmişe nazaran daha dar ve hatta öznel bir sıfat olarak kalır. İzmir ve Ankara gibi şehirlerde ise hacının itibarı, kişisel olarak sergilenen ve dini olanın aksine görülen olumsuzluklardan daha çok etkilenir. Deyim yerindeyse dinî anlayışlar hacının nüfuz ve itibarını doğrudan etkiler, kişisel yorumlara açık görülen bir temsil alanı hacılığın etrafında şekillenir. Din sosyolojisi alanında yazdığı doktora tezine dayanan eserinde Çakmak Weber'den Bourdieu'ya Gofman'dan Foucault'ya kadar uzanan bir entelektüel spektrumu hacılık özelinde dini temsil ve tipolojileri anlamak üzere işe koşuyor.


14 Eylül 2022 Çarşamba

Aklı kalbin emrine verin

 Gündelik hayatımızda sık kullanılan deyişlerdendir akl-ı selim. Kimileyin gerçeğe uymayan sözler söyleyenler akl-ı selime davet edilir; kimileyinse acele, celadetli ve hırçın davrananlara akl-ı selimle davranmalarının elzem olduğu söylenerek mutedil bir çizgiye çekilmeye çalışılır. Kur'an-ı Kerim'in Şuara Suresi'nin 87 ila 89. ayetleri ise insanların diriltileceği günde onlara fayda sağlayacak yegâne şeyin kalb-i selim olduğu bildirilir. Hatta ünlü divan şairi Bağdatlı Ruhi'nin söz konusu ayetlere atıf yaparak "Yevme la yenfeu'da senden kalb-i selim isterler" dizesini kurduğunu da biliriz.

Akıl ile vahyin ilgisi, ilişkisi literatürde sıkça tartışılır; aynı şekilde vahiy ile kalb arasındaki ilişkinin de söz konusu edildiğini biliriz. Lakin yaşadığımız hayatlara ilişkin geliştirdiğimiz duygu, düşünce ve tavırlarda akıl, vahiy ve kalb arasındaki öncelik-sonralık sıralaması (yani bir yerde hiyerarşi) kadar bu üçlünün birbiriyle olumlu ya da olumsuz ilişkileri konu edinilmez. Esasen klasik İslam ilimleri arasında sayılagelen tasavvufun temelde fikri bir yönelim olmaktan çok, doğrudan davranışlara ilişkin olduğu göz ardı edilir. Deyim yerindeyse tasavvuf, teorize etmektense pratik yolları gösteren, doğru davranışın, kişinin öz yönetiminin nasıl olması gerektiğinin bu yollarla olabileceğini örnekleyen bir disiplin.

Hazreti Peygamberin hayatının yalnız Müslümanlar için değil, bütün insanlar için bir örnek olduğunu söyleyen ve geçtiğimiz hafta vefat etmiş Ö. Tuğrul İnançer'in ölümünden önce yayınlanan son kitabı olan Kalb-i Selim, "aşk, akıl ve vahiy" arasındaki ilişkileri akıcı bir dil ile anlatıyor.

Bekabillah hedefi

Yanlış anlaşılan, bu yanlış anlamalar sonrası verilen içeriklerle hayata yanlış aksettirilen birçok dinî kavramın aslında ne olduğunu, neyi içerip neleri içermediğini vurgulayan üslubuyla İnançer, Müslüman sufilerin Batı mistisizmi veya Hint mistisizminde görüldüğü üzere Nirvana'ya ulaşmak, yani 'fenafillah' değil, 'bekabillah' hedefinde olduğunu belirtir.

Kitabında kalbin maraz ve hastalıklarına karşı müminin göstermesi gerekli doğru davranışları konu edinen İnançer, kalbin aslında mahluk ile Halik'in irtibatının odaklandığı nokta olduğunu ifade ediyor. Vahyin Hz. Peygamber'in kalbine nüzulünü hatırlatarak onun ayrıca idrak ve anlama merkezi olduğunu, düşünme ve tefekkür etme melekesinin kalpte bulunduğunu vurguluyor. Merhamet, muhabbet, hidayet gibi olumlu duyguların ve onların tecellisinin ilkin kalpte görüldüğüne dikkat çeken İnançer, bununla birlikte Kur'an-ı Kerim'in münafıklardan bahsederken kullandığı söyleyişlerden yola çıkarak taş gibi olmuş, hatta taşlaşmış kimi kalplerin yakalandıkları hastalıklar sebebiyle bu duruma geldiğini belirtiyor.

Kalbi hastalığa uğratan, nurunu zulmete çeviren, inceliğini yok eden davranışları ele alan İnançer onların zaman zaman şeytanın desiseleri zaman zamansa nefsin hevesleri sebebiyle cazip göründüğünü, kalbin manevi işlevlerini körelttiğini düşünüyor. İnançer, aklı kalbin emrine vermenin gerekli olduğunu belirtirken aşkın da akla akıl ile veda etmenin bir hali olduğunun altını çiziyor: "Akıl pist gibidir, lazımdır. Ama akla bağlı kalırsan hiçbir zaman uçamazsın. Bunu anlamak aşktır."

Kalbin hastalığa kapılmasına sebep olan kibir, benlik, gurur, ucb, haset ve gıybet gibi tehlikelere karşı yapılması gereken doğru davranış biçimlerini ayetler, hadis-i şerifler, hikâye, kıssa, mesel ve menkıbelerle okurla sohbet edercesine anlatan İnançer susuzluğu gidermenin yolunun çeşme seyretmek olmayıp su içmek olduğunu da hatırlatıyor.

7 Eylül 2022 Çarşamba

Şehzadenin vehimleri ömrünü yedi

 Altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde uzmanları haricinde tarih meraklılarının yaygın olarak bildiği padişahlara nazaran saltanat ailesinden olmalarına karşın şehzadeler pek bilinmez. Bilinen şehzade sayısı da sayılabilecek kadar azdır. Sözgelimi Fetret Devri'nde saltanat mücadelesi içinde yer almış Süleyman Çelebi, İsa Çelebi ve Musa Çelebi, ağabeyi II. Bayezid'e karşı saltanat mücadelesi vermiş, hazin hikayesiyle birçok trajediye konu olmuş Cem Sultan, babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından Ereğli'de boğdurulmuş Şehzade Mustafa çok bilinir. Buna rağmen şehzadelerin Osmanlı tarihyazımı söz konusu olunca "kardeş katli" dolayısıyla ele alınmaları haricinde kamuoyu tarafından pek üzerinde durulmaz.

Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşamış, Birinci Meşrutiyeti ilan eden Sultan Abdülaziz'im oğlu Yusuf İzzeddin de özellikle Sultan II. Abdülhamid, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar uzanan ilginç hayatı ve ölümüyle pek tanınmaz. Doğumu şehzadelerin çocuk sahibi olma yasağından dolayı uzunca bir süre gizlenen, ancak babası Abdülaziz'in tahta oturmasıyla kamuoyuna duyurulabilen bir şehzadedir Yusuf İzzeddin Efendi. Sultan Abdülmecid'in Tanzimat politikaları sebebiyle kardeşi Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin'in doğmasına izin verdiği, en azından III. Mehmed döneminden beri uygulanan yasağın hilafına bu olayı görmezden geldiği söylenir. Abdülaziz tahta geçince ağabeyi Abdülmecid tarafından kendisine gösterilen bu hoşgörüyü kardeşi Şehzade Mehmed Murad'ın 1861'de doğan oğlu Selahaddin Efendi için gösterdiği ve Sultan Abdülaziz döneminden itibaren şehzadelerin çocuk sahibi olmalarına izin verilerek yüzyıllardır uygulanan yasağın fiilen ortadan kalktığını söyleyebiliriz.

Vehimlerle dolu hayat

10 yılı aşkın bir süre boyunca Yusuf İzzeddin Efendi ile ilgili çalışan Prof. Dr. Ali Akyıldız, kitabında birinci el kaynaklara dayanarak şehzadenin hayat serüvenini irdeliyor. Arşiv belgeleri ile yerli ve yabancı basını mukayeseli bir şekilde ele alarak Yusuf İzzeddin'in olağan olmayan şartlarda başlayan, ancak babası Sultan Abdülaziz'in tahta oturmasıyla birlikte handiyse bir masala dönüşen ikbal dönemini, yani doğumu, eğitimi, askeriyeye intisabı, hassa müşirliğiyle sonuçlanan yer yer muhteşem yer yer trajikomik askeri kariyeri ve babasının onu veliaht ilan etme çabalarını; bir ihtilalle devrilen babası Abdülaziz sonrasında V. Murad'ın kısa, II. Abdülhamid'in uzun iktidarındaki tedbir yıllarını, II. Abdülhamid'in tahttan indirilip İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte yıldızının yeniden parlaması, veliaht olarak taht sırasını beklerken siyasi geleceğini öğrenmek uğruna cifircilerle kurduğu irtibatlar, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkileri, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerini ve kansere yakalandığı ya da veliahtlıktan ıskat edildiği vehimleriyle kendisine hayatı zehir ettiği, önüne gelen devlet adamı ve doktordan hasta olmadığına ya da veliahtlıktan indirilmediğine ilişkin teminat mektubu aldığı, tedavi için Viyana'ya gittiğini anlatan Akyıldız, kitabının son bölümlerinde de onun intiharı ve terekesini kaleme alıyor.

Öldürüldüğü ya da intihar ettiği yolunda çeşitli tartışmalar bulunan Yusuf İzzeddin'in tahta çıkmasına yardım etmesi karşılığında Rus Çarı II. Aleksandır'a iş birliği önerip önermediğinden, Çanakkale savaş alanlarını teftişi sonrasında "Türklüğün yere serildiği" iddiasıyla Enver Paşa'yı yaralayıp yaralamadığı gibi ilginç sorulara da cevaplar veren Ali Akyıldız, onun İttihatçılarla ilişkilerinin boyutlarını da kapsamlı bir şekilde ele alıyor.

Kant ve akla dayalı etik öğretisi

 Immanuel Kant'ın ilkin 1781 yılında yayınlanan Salt Aklın Eleştirisi ile modern felsefede önemli bir dönüm noktasını temsil ettiği düşünülür. David Hume'a ait olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğu önermesinin kanıtlanamaz olduğu fikrinden yola çıkarak saf aklın mümkün olamayacağına dair ürettiği şüpheci bakışa çözüm getirdiği bu eseriyle Kant, salt akıl sayesinde neleri bilip neleri bilemeyeceğimize ilişkin çeşitli ayrımlar yaparak Leibniz-Woolf'çu rasyonalist metafizik görüşleri felsefeden elemişti. Kant'a göre, aklın erişebileceği yegâne alan fenomen alanıydı ve onun zıddına numen alanı, salt aklın erişiminin dışındaydı.

Kant'ın yazdığı Pratik Aklın Eleştirisi ise Salt Aklın Eleştirisi'nin hariçte bıraktığı Tanrı, özgürlük, ölümsüzlük gibi duyulur alanın dışında kalan idelere giden yolu açar. Kant'ın ahlak alanında yazdığı iki önemli eserden biri olarak görünen Pratik Aklın Eleştirisi, esasen onun ahlak konusundaki diğer eserine, yani 1785'te yayımlanan Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi'ne dayanır. Kant'ın belirlediği şekilde salt akıl, bilmemizin nesneleriyle, yani duyusallık ve onu anlamanın kategorileriyle hemhalken pratik akıl iradenin (istemenin) sebeplerini araştırır.

Ödev ahlakı

Kantçı ahlak dendiğinde anlaşılan ödev ahlakının temelde otonomi ilkesi ve koşulsuz buyruğa dayandığını biliyoruz. Otonomi ilkesi evrensel bir ahlak yasasının varlığını kabul ederek bu yasanın içimizde bulunan iradeyle gerçekleştiğini vurgular. Elbette bu yasaya uymak bir zorunluluk içermez, ama ona uymak bir ödev olarak addedilebilir. Kant, ödevi ise yapmayı üstlendiğimiz buyruk olarak niteliyor. Bu buyruğun başkası tarafından değil, bizzat kendimiz tarafından, kendi vicdanımız tarafından verildiğini de vurguluyor Kant. O'na göre insan kendi ödevini kendisi oluşturur.

Kant'ın 1775'ten başlayarak tahmine göre 1785 yılına kadar verdiği etik derslerini içeren kitabı onun kendi etiğini ilk kez derli toplu serimleyişini de simgeliyor. Bir görüşe göre Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi bu derslerde düzeltilmesi gereken önemli noktalar olduğunu ve hatta Kant ahlakında önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmesi gerektiğini addederken, Gerd Gerhardt, bu görüşü kuşkulu buluyor. Kant'ın başlangıçta akla dayalı bir etik anlayışından yana olduğunu söyleyen Gerhard 1760'lı yılların ilk yarısında İngilizlerin (bilhassa Hutcheson'un) etkisiyle duyguya dayalı bir etiğe yöneldiğini, ancak altmışlı yılların ortasından itibaren akla dayalı saf bir etikle ilgili kendi görüşünü sürekli geliştirdiğini vurguluyor. Hem Salt Aklın Eleştirisi'nin hem de Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi'nin Kant ahlakında bir sistemleştirmeye elverdikçe oldukça özgül aşamalar olduğundan kuşku duyulamayacağını ama buna rağmen Kant ahlakı açısından devrimci bir dönüşüm anlamına gelmediklerini de belirtiyor.

Kant'ın ahlak felsefesine giriş için oldukça uygun bir eser olan Etik Üzerine Dersler'de Kantçı ahlakın otonomi ilkesi ve koşulsuz buyruğa ilişkin açık bir anlayış bulunamayacağını söyleyen Gerhardt, buna karşın somut şekilde sergilenen hayatla ilgili gözlemleri Kant'ın açık seçik ayırt ederek kavranılabilir hale getirdiğini ve ahlak açısından derğerlendirdiğini ifade ediyor. Kant'ın akla dayalı etik öğretisini sergilediği eserde Kant kibir, kıskançlık, cinsellik, intihar, insan-hayvan ilişkisi ve benzeri birçok konuyu detaylıca ele alıyor. Birçok gözlem ve örnekle zenginleştirdiği anlatımında Kant, Pratik Aklın Eleştirisi ile nihai şeklini vereceği "ödev ahlakı"ndan farklı olarak Tanrı'ya inancı gerçek ahlaklılığın bir sonucu olarak değil, bu ahlakın saiki olarak görüyor.