29 Kasım 2017 Çarşamba

Klişe söylem ve gerçek arasında tefekkür dünyamız

Türk kültür hayatında sık sık dile getirilen klişe düşüncelerden biridir güncel olgu ve olaylara dair tefekkürümüzün eksik olduğu; çünkü toplum olarak tarih boyunca düşünme konusunda müşkülpesentlik ettiğimiz. Bu sebeple de bir düşünme geleneği oluşturamadığımız ileri sürülür bu klişe çerçevesinde. Her klişede olduğu gibi bunda da doğru yanlar olduğunu söyleyebiliriz elbette ama donuklaştırılmış, neredeyse herhangi bir işe yaramaz, bu klişeyi dile getirirken amaçladıklarımıza dair herhangi bir yardım sunmayan bir ‘doğru’dur bu. Yani, aslında ‘yanlış’ olarak değerlendirilmesi, yanlış yanlar barındır-ması daha çok muhtemel bir içeriği dile getirmiş olmaktan başka bir şey yapmayız bu ‘klişe’yi defaatle tekrarlayarak. Bir tefekkür dünyamızın, geleneği-mizin ve birikimimizin aslında olmadığı gibi kısır tespitleri söylemekten öteye gitmez bu klişenin dile getirilişindeki asıl saikler. Böylelikle, bu klişeleri bel bağlayan söylemlerimizi de bazen bile isteye, çoğu kez bilmeden budadığımızı, etkinliğini azalttığımızı fark edemeyiz. Böyle bir klişeyi dile getir-mekle kendi ‘saf’, ‘farklı’ ve ‘yeni’ söylemimize alan açmaya çabalarken, aslında onun dayanması gerekli mesnet noktalarını yok etmişizdir. Fikri farklı-lıkların, dönüşümlerin kendini ibraz edip doğrulanmayı talep edeceği bir mercidir halbuki fikri gelenek ve alışkanlıklar. Bu türden bir fikri gelenek ve alışkanlıkların olmadığını ısrarla ileri sürmek ise en baştan doğruluk ve farklılık talebimizi bozguna uğratır.
Görmemize engel ne?
Klasik tefekkür dünyamızı, geleneğimizi yok sayan bu tür klişe düşüncelere karşı üzerimize düşenin bu klişeleri dile getirenlerin ısrarcılığına karşı başka bir ısrarlı tutumu sahiplenmek olduğu izahtan varestedir. Bu ikinci tutum klasik düşünce dünyamızın tıkanmış olduğu ileri sürülen atardamarlarının canlılığını işaret eden, bu geleneğin var olan sorunlarımızın çözümüne katkı sunacak unsurlarındaki hayatiyeti ortaya çıkartan bir bakış açısını ısrarla işlemeyi, gündeme getirmeyi gerektirir. Tekrara düşmeden ya da tekrarlardaki farklılıkları özenle analiz etmemize yol açacak bir dikkatle fikri meselelerimizi tartışmayı gerektiren böylesi bir tutum hem klasik tefekkür dünyamızın süregelen devamlılığını açığa çıkaracak hem de böylelikle bu devamlılık içinde değişen, farklılaşan unsurların birikimini görebilmemiz kolaylaşacak.
İslam felsefesi alanında velud çalışmalarıyla tanıdığımız bir akademisyen-müellif Prof. Dr. İlhan Kutluer. Felsefî Gök Kubbemiz Kutluer’in klasik tefekkür dünyamızı anlamaya çalışan önceki çalışmalarının bir devamı ve açılımı niteliğinde.  Prof. Dr. Kutluer, kitabında dile getirdiği gözlemlere dayanarak  klasik tefekkür dünyamız üzerine farklı bakış açılarından yapılmış araştırmaların diyalojik okumalara imkân verecek şekilde anlamlı birikimler oluşturduğunu savlıyor. Ele aldığı meseleler çerçevesinde Müslüman entelektüel geleneğin ana akımlarına, kelam ve tasavvuf disiplinlerine de eğilen Kutluer, bu meselelere bakarken felsefî bir tutumu öne çıkarıyor. Felsefi Gökkubbemiz’i rasat eden bakışıyla Prof. Dr. Kutluer’in kitabı tefekkür dünya-mızda ihmal edilmemesi gerekli bir birikimi vurguluyor.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Geleneği ve arayışlarıyla İslam düşüncesi

Hemen hemen bütün yaygın düşünce tarihi kitaplarında, düşünce tarihi yazımlarında sadece ihmal edilen değil, neredeyse bile isteye görülmeyen, yok sayılan, azımsanan, çarpıtılan, eksik ve eğri büğrü aktarılan bir büyük düşünce geleneğini temsil eder İslam düşüncesi. Batı kaynaklı binlerce sayfalık felsefe tarihlerinde en fazla 5-10 sayfada anlatılır İslam felsefesi ve sadece Kindi, Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Bacce, İbn Rüşd, Muhyiddin Arabi vb. isimlere yer verilir. 8. yüzyıldan başlar anlatılar ve 12. yüzyılda sonlanır her nedense. Sonra? Sonrası yoktur. Ne Selçuklular vardır, ne Osmanlılar bu tarihlerde; sanki onların bir düşüncesi, dünyaya dair bir yorumlama çerçevesi, bu çerçevenin menteşelerini oluşturan büyük düşünürleri yoktur.
Sadece Batı kaynaklı felsefe tarihlerinde karşılaşmayız bu ilginç yok saymayla. Türkiye’deki müelliflerin kaleme aldığı tarihlerde de benzeri vurgular ön plandadır. Avrupa merkezci bakışın ve neredeyse self oryantalizmin hegemonyasında ele alınır toplumumuza ve medeniyetimize dair düşüncelerin tarihini yazma girişimi. 12. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar geçen süre bu bakış açılarında modern zamanlarda her nasılsa sirayet etmiş bir marazla, hep bir yenilgi psikozuyla “yokluklar abidesi” olarak irdelenir neredeyse: “Bizim ya da Türkçe’nin ya da Osmanlı’nın ya da Selçuklu’nun bir felsefe geleneği yoktur. Varsa bile bunlar özgün değildir. İslam’da felsefe Gazali ile bitmiştir” vb. oryantalist sakızlar habire çiğnenir durur.
Tarihi ve kültürel hafızamızı dokuyan iplikleri, bu hafızanın dokusundaki örgüleri bir bıçak darbesiyle kesip atan, zedeleyen, dağıtan bıçak darbelerini neredeyse övgüyle bile karşılarız. Öyle ki, kimine göre, Osmanlı’da “şiir, felsefenin yerini tutmuştur.” İlk bakışta oryantalist ve Avrupa merkezci meydan okumalara karşı çok tutarlı cevaplar öneriyor görünen bu tür kaçamak değerlendirme şekilleri düşünce tarihi alanında epey özgün bir geleneği, kendimizi anlamaktan, yorumlamaktan vazgeçmenin; hatta neredeyse inkar etmenin başka bir formuna dönüşür. Üç  yıl önce İlmi Etüdler Dereği’nin Konya Büyükşehir Belediyesi’yle işbirliği içinde Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Doç. Dr. Lütfi Sunar’ın danışmanlığında başlanan proje geçtiğimiz günlerde ilk önemli meyvesini verdi ve bu proje kapsamında hazırlanan üç ciltlik İslam Düşünce Atlası Yrd. Doç. Dr. İbrahim Halil Üçer editörlüğünde 200’ü aşkın bilim adamının katkılarıyla yayınlandı.
Kavramsal haritalar
Tarihi ve kültürel hafızaya süreklilik kazandıracak dönemlendirme teklifi ve önerdiği kapsamlı ilişkiler mantığıyla İslam düşünce tarihine yepyeni ve farklı bir bakış açısı sunan İslam Düşünce Atlası, 14 asırlık İslam düşünce tarihinin yeniden dönemlendirilmesi ve fikir tarihinin mekanlar bağlamında yeniden değerlendirilmesi fikrini mesnet alarak 8-11. yüzyılları Klasik, 12-14. yüzyılları Yenilenme, 17.-18. yüzyılları Muhasebe ve günümüze kadar olan dönemi de Arayışlar Dönemi olarak tasnif ediyor. Kavramsal haritalar içeren, eserlerin ve müelliflerin etkileşimi ve devamlılığını gözeten, İslam düşüncesi geleneğinin kendine özgü ritmini günümüze bitiştiren bu bakış açısı İslam Düşünce Atlası’nın düşünce dünyamıza yaptığı belki en önemli katkı olacak. Başka hangi felsefe tarihinde sözgelimi İbn Sina ile Nurettin Topçu arasındaki fikri ve tarihsel devamlılığı ya da İbni Arabi ile Sezai Karakoç bağlantılarını imaen de olsa bir arada bulabiliriz ki? Günümüzün genç düşünürleri kendilerini bu geleneğe nasıl eklemleyecekleri sorusunu nasıl cevaplayabilirler eğer bu geleneği Avrupa merkezci-oryantalist bakışların önerdiği gibi yaşayan, canlı bir gelenek olarak düşünmek yerine belli yüzyıllar arasında ortaya çıkmış ve devamı kesilmiş, tozlanmış, arkeolojik bir araştırma nesnesine indirgenmiş olarak kabul edersek?
İslam Düşüncesi Atlası, önerdiği dönemlendirme ve kapsamlı ilişkiler mantığıyla düşünce tarihi yazımında yüzleşmemiz gereken birçok sorunu da böylelikle bertaraf etmemize imkan tanıyor.

Kaynak: http://www.star.com.tr/acik-gorus/gelenegi-ve-arayislariyla-islam-dusuncesi-haber-1276524/

17 Kasım 2017 Cuma

‘Ümit veren’ yegane kuşağın 100 yıllık öyküsü

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en önemli ve yaygın gençlik örgütlenmesi Milli Türk Talebe Birliği’dir. 4 Aralık 1916’da kurulan ve İttihat ve Terakki Fırkası’nın gençlik örgütlenmesi olan Türk Talebe Birliği’ne kadar uzanan MTTB’nin hikayesinin başka bir açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin de hikayesine uygun biçimlendiğini söyleyebiliriz. Cumhuriyetle birlikte Milli Türk Talebe Birliği adını alan örgütlenme geçtiğimiz yıl kuruluşunun 100. yılında Birlik Vakfı’nın düzenlediği bir sempozyumla ele alındı. 100. yılında MTTB adıyla Mahmut Hakkı Akın ve Serkan Yorgancılar’ın editörlüğünde hazırlanan kitap bu sempozyuma sunulan bildirilerden oluşuyor.
Cumhuriyet’in kuruluşundan 1960’lı yıllara dek CHP’nin bir gençlik örgütlenmesi olarak algılayabileceğimiz ve hatta 27 Mayıs darbesine de arka çıkan yönetimlere sahip MTTB’nin hikayesini ilgi çekici kılan olay ise 1965’teki kongrede yönetime Rasim Cinisli başkanlığında genel olarak sağ görüşlü, milliyetçi, muhafazakar ve dindar bir yönetimin seçilmiş olmasıdır. Böylelikle MTTB üniversite okumak için Anadolu’dan büyükşehirlere gelen dini hassasiyetlere sahip öğrenciler için önemli bir örgütlenme imkanını teşkil etmiştir.
Kısakürek etkisi
1965-1980 yılları arasında Necip Fazıl Kısakürek’in etkisi altında olan MTTB, Necip Fazıl Kısakürek için elbette çok farklı bir anlama sahiptir. Bir yerde Kısakürek’in 1943’te yayınlamaya başladığı Büyük Doğu dergisi etrafında biçimlendirdiği davası, mücadelesi ve fikriyatının hedefi ve ürününü MTTB gençliği oluşturmuştur denebilir. Öyle ki, 1975’te yayınlanan Babıali kitabında kendini yakın bulduğu tüm siyasi oluşum ve partileri eleştirirken bu eleştiriden MTTB’yi istisna tutmuş, MTTB gençliğinden ümitli olduğunu, geleceğe dair ümit veren yegane örgütlenmenin de MTTB olduğunu belirtmiştir.
Rasim Cinisli, İsmail Kahraman ve Burhanettin Kayhan’ın genel başkanlık yaptığı dönemlerde, yani 1965-1970 arasında MTTB sağcı, milliyetçi ve kısmen İslamcı bir pozisyondadır. 1971’deki genel kongreyle açılan 50. döneminden itibaren MTTB’nin 12 Eylül darbesi sonrası kapatılacağı döneme kadar İslamcı bir ruhu koruduğu ve 1916’dan 1975’e kadar ambleminde yer alan bozkurtu, Kur’an-ı Kerim’i simgeleyen kitap figürüyle değiştirdiği de bilinmektedir.
Celalettin Yanık, Muhammed Özmen, Onur Türkölmez, Hakan Savaş, Ertuğrul Meşe, Abdülazim Şimşek, Serkan Yorgancılar, Kurtuluş Kayalı, Mahmut Hakkı Akın’ın bildirilerini ihtiva eden sempozyum kitabı özellikle 1990’lı yıllardan itibaren siyaset, akademi, medya ve bürokraside etkili olmaya başlayan bir kuşağın hikayesinin sosyolojik değerlendirmelerine yer veriyor. Halit Refiğ, Metin Erksan ve Yücel Çakmaklı’nın katıldığı 1973’te MTTB Sinema Kulübü tarafından düzenlenen Milli Sinema Açık Oturumu’nu o döneme flashback yaparak değerlendiren Kurtuluş Kayalı hocanın bildirisi de ayrıca dikkat çekiyor.

10 Kasım 2017 Cuma

İmam Maturidi’nin mezhep eleştirileri

Son dönemlerde İslam dünyasında yaşanan şiddetli çatışma ve fikri ayrılıklarının bir yansıması olarak inancımıza müteallik konularda da yoğun bir tartış-ma ortamı içine sokulduğumuz görülüyor. Siyasi düzeyde Sünni-Şii mezhep çatışması doğurmaya yönelik kışkırtmalardan tutun da DEAŞ ve ona benzer bazı terör örgütlerinin kanlı terör eylemlerini sözümona katı Selefi öncüllerle yorumlama, meşrulaştırma hamleleriyle İslam’ı sadece kendilerinin temsil ettiğini iddia etmelerine varan bir fikri kargaşa bu.
Siyasi ve toplumsal hayatımızdaki keşmekeşle birlikte düşünce dünyamızda da bu ilk keşmekeşle etkileşim içinde başka bir keşmekeş yaşandığını söylememiz gerekiyor. İslam düşünce tarihinde Mutezile, Eş’arilik ve Maturidiliğin ortaya çıkmasına sebebiyet veren siyasi kaosları, yorum keşmekeşini hatırlatıyor bir yandan da bu durum. Ehli Sünnet kelamının iki büyük imamından biri olan Maturidi’nin ve onun kelami yaklaşımının o dönemde yaşanan birçok meseleyi çözüme kavuşturduğunu biliyoruz.
Tasavvuf nasıl değerlendirilmeli?
Mutezili kelamcıların adl-i ilahi, hüsn-kubh, beşeri irade vb. konularda yer yer İslam akaidini de çelişkiler ve paradokslar içine sokarak dile getirdiği görüşleri eleştiren ve onlara tam zıt bir şekilde İslam akidesini savunan Eşariliğin oluşturduğu tartışma bağlamına İmam Maturidi’nin yaptığı fikri müda-hale bu tartışma konularının ve tartışmanın nihai çözüm yolunu da işaretliyordu bir yerde.
Diğer yandan günümüzde özellikle Hz. Peygamber’in bize kadar ulaşan uygulama ve sözlerinin dini açıdan bağlayıcılığının olmadığını iddia etmeye varan bazı görüşlerin, yerli yersiz şekillerde bol bol kullanılan tekfir söylemlerinin, tasavvuf anlayışlarının dini yönden nasıl değerlendirilmesi gerektiğine yönelik tartışmaların Türkiye’de son 30 yılda kendine önemli bir alan kazandığına da şahidiz. Buna karşın gerek İslam düşünce tarihinde gerekse Türk toplumunun dini anlama tarzlarında etkisi büyük olan İmam Maturidi ve Maturidilik hakkındaki bilgilerimiz, yakın zamanlara kadar kısıtlı ve yetersizdi. Eşari ile birlikte Ehli sünnet kelamının iki büyük ustasından biri addedilen İmam Maturidi’nin eserlerinin bile son 10 yılda günümüz Türkçe’sine kazandırılmaya başlandığını biliyoruz.
Ehl-i Sünnet inancını sistemleştiren ve geliştirdiği yapı içinde akıl ve insanın özgürlüğüne değer veren bu itikadi mezhebin ve kurucusunun yeterince tanınmamasını ciddi bir eksiklik addedebiliriz. İmam Maturidi’nin kelamda gerek Mutezili anlayışları gerekse Eşari yaklaşımları eleştirerek meseleleri ele alma şeklinde gösterdiği dirayet bugün yaşadığımız birçok fikri soruna da bir çözüm arama yolunda önemli bir örneklik teşkil ediyor.
Eserinde İmam Maturidi’nin hayatını ve kelami görüşlerini genel okur için özet mahiyetinde anlatan Sıddık Korkmaz, onun farklı mezheplerin görüş ve düşünceleri ile ilgili eleştirilerini de daha detaylı ve bağlamı da gözeten bir şekilde bize aktarıyor.

3 Kasım 2017 Cuma

Hermenötiğin tanımına ulaşmak imkansız mı?

Türk düşünce hayatının son 25 yılında en ilgi çekici, yeni ve gözde konularından biridir hermenötik. Bunda elbette son dönem İslam modernistleri arasında önemli bir yer kaplayan Fazlurrahman’ın Kur’an-ı Kerim’in tefsiri konusunda geleneksel yöntemleri eleştirerek önerdiği “bütüncül metod” ve “tarihselci” yaklaşımların da önemli bir etkisi var olsa da hermenötik yaklaşımlara yönelik ilginin asıl saiki sanırım Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1980’lerin sonuna dek sosyal bilimlerde etkili olmuş pozitivist yaklaşımların o zamandan bu yana çözülüşü ve itibar kaybıdır.
Fazlurrahman’ın “bütüncül tefsir metodu” ile Hıristiyan reformistlerin, özellikle Luther, Melanchion ve Flacius gibi Protestan düşünürlerin kutsal metinleri kendi içlerinde tutarlılık ve süreklilik arz eden metinler olarak ele alıp bu metinlerdeki her bir cümle ya da pasajı metinlerin bütünselliği perspektifinden anlama ve açıklama, böylelikle yorumlama gayretleri arasında bir yakınlık elbette vardır. Bu yakınlık özellikle Fazlurrahman’ın düşüncelerine yakınlığı ile temayüz eden Ankara İlahiyat çevresinde açık bir etkiye kavuşmuş, “bütüncüllük” aksiyomatiği hermenötik ilgilerle de eş zamanlı okunmaya çalışılmıştır.
Anlayıcı sosyoloji
Diğer yandan özellikle Durkheim-Ziya Gökalp etkisiyle büyük ölçüde Fransız sosyal bilimler düşüncesinin, 1960’lardan sonra da nicelliğe ve ölçümlemeye önem veren Amerikan sosyal bilimlerinin gölgesi altında serpilen Türkiye’deki sosyal bilimler geleneğinin 1903-1905 arasında Dilthey ve Rickert’in katkısıyla Almanya’da gelişen yöntem tartışmaları (“methodenstreit”) neticesinde gelişen Max Weber’in “anlayıcı sosyoloji”siyle simgeleyebileceğimiz Alman sosyal bilimler geleneğine yabancı oluşu bilinir. 1980’lerin sonundan bugüne bu yaklaşımların etkisinin kırılması ve Alman sosyal bilimler geleneğinin Türkiye’deki etkisini artırması da hermenötik yaklaşımları yaygınlaştırmıştır.
Türkiye’de hermenötik düşüncenin itibar kazanmasında Doğan Özlem, Yasin Aktay, Erol Göka gibi sosyal bilimciler kadar etkin bir role sahip isimlerin arasında gelir Burhaneddin Tatar hoca. Gadamer, Hirsch, İbn Hazm gibi düşünürler üzerine yaptığı çalışmalardan yakinen bildiğimiz Burhaneddin Tatar modern hermenötik yaklaşımları ele aldığı kitabında hermenötiğin belirli bir tanımına ulaşmanın imkansızlığını savlayarak bu yaklaşımların tarihini, temel kavram ve sorunlarını ele alıyor. Böylelikle hermenötik yaklaşımları araştırmaya girişecek olanlar için gerçekten önemli bir rehber ve el kitabı da sunuyor. 3 Derste Hermenötik, özellikle son yirmi beş yılda Türk düşüncesinde etkinleşen sorunların, belirsizleşen konu ve yaklaşımların izlerini daha sarih bir zeminde sürmek isteyenlerin sık sık başvurabileceği bir kitap.