18 Kasım 2022 Cuma

Soyut aklın sınırları

 İslam dünyasının önde gelen düşünürleri arasında sayılan Faslı dil, mantık ve Ahlak filozofu Taha Abdurrahman, çağdaş Arap entelektüellerin İslam düşünce geleneğiyle ilişki kurma noktasında yaşadıkları başarısızlıkların ve İslam dünyasındaki fikri ve yapısal sorunların temelinde modernliğe yönelik taklitçi tutumun yattığına dikkat çeker. Batı düşüncesini taklit etmenin bedeli Müslümanlar için ağırdır; çünkü onlar bu yolla hem geleneklerine yabancılaşırlar hem de çarpık bir Müslüman benlik tasavvuru üretirler. Dahası Taha Abdurrahman'a göre günümüzde Müslümanların karşılaştığı sorunların tamamı İslam'dan değil dış güçler ve etkenlerden kaynaklanmaktadır; özellikle bu sorunların ortaya çıkışında Müslümanların Batı'nın baskın bilgi biçimlerine bağımlılığı inkâr edilemez.

Taha Abdurrahman Türkçeye Dini Amel ve Aklın Yenilenmesi ismiyle çevrilen kitabında dini akıl ve amelin nasıl yenileneceğine ilişkin düşüncelerinin felsefi ve metodolojik ilkelerini ortaya koyarken amaçladığının da son 50 yıldır yaşanan İslami uyanışa fikri bir dayanak sağlamak olduğunu kaydediyor. Dini uyanışın teyakkuza geçirilebilmesi için gereken bütünlük ve yenilenme şartlarının ortaya çıkarılmasına katkı sağlamayı amaçlayan Taha Abdurrahman'a göre İslami uyanışta bütünlüğü temin etmenin yolu iman tecrübesinin derinlerine dalarak son noktaya gidebilmekten geçiyor. Bu yolculuktan nasiplenen kişinin ahlaki yüceliklerle donanacağına ya da dürüstlüğe gönül vereceğine kani Abdurrahman. İslami uyanışın yenilenmesinin ise derin iman tecrübesinin en yetkin akli yöntemler kullanılarak çerçevelenmesini, düzenlenmesini ve kurulmasını elverişli duruma getirmekten geçtiğini belirten Taha Abdurrahman, İslami uyanışa muhalefet edenlerin karşılarında yetkin ve kendileriyle yüzleşebilen kişiler bulamadıkları için bu uyanışa musallat olduklarını düşünüyor.

Yeni akıl kavramı

Manevi tecrübenin akli bilgiyle asla çelişmediğini, aksine bu bilgiyi zenginleştirdiğini ve derinleştirdiğini ifade eden bakış açısıyla Taha Abdurrahman, İslam dünyasındaki çarpık akıl anlayışlarını eleştiriyor. İslam düşünce geleneğinden yararlanarak yeni bir akıl teklifinde bulunan Abdurrahman, bu yeni akıl kavramıyla hem İslam geleneğindeki çeşitli eksikleri gideren hem de modern akılcılık anlayışlarını ve bilhassa araçsal aklı aşan farklı bir öznellik geliştiriyor. Her biri üç ayrı bölüm içeren üç kısımdan oluşan kitabında soyut akıl, rehberlik edilmiş akıl ve desteklenmiş akıl kavramları ile modernliği ve modernliğin ruhunu tartışacak kapsamlı bir ahlaki-akli eylem teorisi geliştiren Abdurrahman'ın kendi projesini üzerine bina ettiği vukufların sadece günümüz Müslümanlarının durumlarının eleştirisiyle ilgilenmediğini, aynı zamanda onun eleştirilerinin kapsamına bilhassa Batılı-modern fikri geleneklerin de girdiğini görmek gerekiyor. Bilgi ile eylemi, ilim ile ameli iç içe geçiren bir epistemoloji çerçevesinde kelam, fıkıh, felsefe, mantık ve tasavvufun da aralarında olduğu pek çok disiplinin söz dağarından yararlanan Abdurrahman kitabının birinci kısmında soyut aklı ve onun sınırlarını tartışıyor. Soyut aklın özlerden bir öz değil, fiillerden bir fiil olup kimisi özel kimisi genel birtakım sınırları bulunduğu ilkelerine dayanan Abdurrahman, soyut aklın özel sınırlarını İslami düşünce sistemindeki teori geleneğine yoğunlaşarak izah ederken soyut aklın mantıki, olgusal ve felsefi anlamdaki genel sınırlarını da bilimsel pratiğe temas ederek açıklıyor. Kitabının ikinci kısmında rehberlik edilmiş aklı ve sorunlarını, üçüncü kısımda ise desteklenmiş aklı ve yetkinliklerini ele alan Taha Abdurrahman böylelikle derece derece aklın olduğunu ve en olgun akılcılığın ise canlı iman tecrübesini esas aldığını savlıyor.

12 Kasım 2022 Cumartesi

Küreselleşme sürecinin felsefi söylemi

 Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sanat ve edebiyattan şehirleşme ve mimariye felsefe ve dinden sosyoloji, siyaset ve ahlaka kadar hemen hemen bütün beşerî faaliyet alanlarında etkili olan bir tartışmaydı postmodernizm ve elbette onun türevi sayılabilecek diğer tartışmalar. Felsefede ilkin bir talep üzerine "son derece gelişmiş toplumlarda bilginin durumunu ortaya koymak" amacıyla Fransız filozof Jean-François Lyotard'ın hazırladığı ve 1979'da yayınlanan raporda işaret edilen postmodernite ya da postmodern durum deyişi bu toplumlarda ortaya çıkan meşruiyet krizini niteleme girişimi olarak görülebilir. Lyotard aşırı bilgisayarlaştırılmış toplumlarda toplumsal bilginin meşruiyeti probleminin oluştuğunu; bu toplumlarda her türlü bilginin geçerli sayılmayıp ancak bilgisayar diline aktarılan bilginin geçerli kabul edileceğini ileri sürmüştü. Lyotard'ın tasvir ettiği şekliyle postmodern durum modernist dönemde etkinlik kazanmış meta-anlatıların inanırlılıklarının olmadığı bir dönemi ifade ediyordu. Eşitlik, adalet, hümanizm, ilerleme, özgürlük vb. kelimelerle işaret edilen meta-anlatıların (bir bakıma üst bir bakıma büyük anlatılardır bunlar) çevresinde, onlara dayanarak geliştirilen kapsamlı kitle ideolojilerinin de postmodern durumda eski önemlerinin kalmayacağını öngören Lyotard belki bu bakımdan sosyalizmin 1989'daki çöküşünü önceden haber vermiş sayılabilirdi.

Kavşaklar ve seçenekler

Felsefe ve sosyolojide postmodernist söylemin ikinci dönemiyle Wittgenstein ve Heidegger, Foucault, Lyotard, Richard Rorty, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Roland Barthes,Pierre Bourdieu gibi isimlerin eserlerinde ön plana çıktığını söylemek mümkün. Batılı hümanizme, Avrupamerkezcilikle malul dünya algısına ve daha genel anlamda aydınlanma ve modernlik düşüncesine yönelik köklü eleştiriler geliştiren bu isimlerin "dil oyunları, söylem, ideoloji, doxa, habitus" vb. kavramları kullanarak bu eleştirilerini dile getirdikleri görülür. Postmodernizmin özellikle Nietzsche ve Heidegger gibi iki Alman düşünürü kök sayan yaklaşımlarıyla 1960'lardan sonraki Fransız felsefesinin önemli isimleri arasında yer alan Lyotard, Foucault, Derrida, Deleuze gibi isimlerin önayak olduğu ve modern özne tasavvurlarının kapsamlı bir eleştirisinin gerçekleştiği bir mecra olduğu iddia edilebilir. Bu eleştirileri dile getirenlerin önemli bir kısmının geçmişlerinde Cezayir tecrübesinin bulunduğunu da eklemek gerekir. Buradan yola çıkarak Fransız işgali altındaki Cezayir tecrübeleri modernliğin kavramsal iddialarının geçerliliğini nihai kertede çürütmüş addedebiliriz.

Postmodernizmin küreselleşmeyle aynı zamanlarda geliştiğini hatırlatarak onu bir anlamda küreselleşme sürecinin felsefi ya da siyasi söylemi addedebileceğimizi söyleyen Prof. Dr. Yasin Aktay, Postmodern Kavşakta Din ve Sivil Toplum adlı eserinde din sosyolojisi, modernizm, postmodernizm, sekülerleşme ve sivil toplum tartışmaları etrafında yazdığı makaleleri bir araya getirerek kavşakların genelde farklı seçenekler sunduğunu, modernitenin aksine postmodernitenin farklı yol ve güzergahlardan gidilebileceğine dair açık alanlar bıraktığını vurguluyor ve ekliyor: "Görecelik postmodernitenin sadece keşfettiği bir hakikattir, bu hakikat, insanın insanlığını, faniliğini, sınırlarını, yani aslında yerini ona öğreten bir etki de yapıyor. İnsanı tanrılaştıran ve bütün hakikatlerin tek ölçüsü haline getiren modernizmin hümanizminin, bizi alıştırdığı kesinlik duygusunun kendisinde bir maraz olduğunu bugün anlamaya bu sayede daha fazla yaklaşmış bulunuyoruz."

Gerçek hayat ve felsefe aynı şey!

 Yirminci yüzyılın en çok tanınan Fransız filozofu olan Jean Paul Sartre, bu ününü elbette sırf felsefi görüşleriyle değil edebi, siyasal, kamusal etkinlikleriyle de pekiştirmiştir. Varoluşçuluk dendiğinde ilk akla gelen isim olmasının dışında oyun yazarı ve romancılığının yanısıra aktif siyasi hayatı ve "kamusal entelektüel" olarak Bernhard-Henry Levy'nin deyimiyle "kamuoyuyla birlikte felsefe yapması" ile bilinen Sartre bir bakıma varoluşçuluğun papası sayılır. İnsan için varoluşun özden önce geldiğini ileri süren varoluşçuluk tanımıyla varoluşçuluğu bir hümanizma olarak sunan Sartre fenomenolojiye getirdiği yeni soluk ve Marksist felsefeyle ilginç ilişkisi sebebiyle de dikkat çekti. İdeolojik açıdan Sartre'ın Marksistlerle uyuşmazlık içinde olduğunu belirten Simone de Beauvoir onun Marksistler tarafından idealizmle ve gençleri Marksizm'den soğutmakla suçlandığını da ekler.

Yazdıklarını yaşadı

Sartre'ın yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan edebi kişiliğine uygun bir biçimde bireysel tecrübelerinden evrensel sonuçlara ulaşmaya çalışan bir filozof niteliği taşıdığı da söylenebilir. Varoluşçuluğunun ruhuna uygun bir tarzda felsefesi ile hayatını korumaya çalışmaz, lakin gerçek hayat ile felsefenin aynı şey olduğunu düşünür. Bir bakıma Sartre geleneksel anlamda akademik bir filozof olmaktan öteye geçer; Marksist, solcu, yazar, aydın, anarşist, eylemci vb. sıfatların hemen hepsini ihtiva eden bir tutum benimser.

Yılda iki kez yayınlanan Özne dergisinin Bahar 2022 tarihini taşıyan 36. Kitabının dosya konusunu Sartre ve onun temsil ettiği Varoluşçuluk oluşturuyor. Dergide Sartre'ın ihmal edildiği ve hak ettiği felsefi değeri görmediği düşünüldüğü için Sartre'ın konu edinildiği belirtiliyor. Romanları hâlâ ilgi görmesine karşın Sartre'ın felsefi düşüncesini ele alan çalışmaların azlığı vurgulanarak onun bu bakımdan önemli bir haksızlığa uğradığı da ifade ediliyor. Sartre ve onun düşünceleri olmadan yirminci yüzyılın anlaşılmasının epey zor olacağının belirtilerek içinde bulunduğumuz yüzyılla geride bıraktığımız yüzyıl arasındaki felsefi hattın mahiyetine ilişkin yapılacak yorumların eğer Sartre düşüncesini ihmal ederlerse eksik kalacağı vurgulanan sunuş yazısında Sartre'ın yaşadığımız dünyaya söyleyecek sözünün hâlâ kaldığına da işaret ediliyor. Ali Osman Erdoğan ile Sadık Erol Er'in birlikte yazdığı sunuş yazısında Sartre düşüncesinin 1970'lerde postyapısalcılığın ortaya çıkışıyla birlikte etkisini kaybettiği noktasında felsefe tarihçilerinin mutabık oldukları vurgulanarak o zaman dan bu yana Sartre'ın argümanlarının eski moda ve hatta esrarengiz göründüğü belirtiliyor. Dergide hem bu algıyı yerle bir etmek hem de Sartre'ın düşüncelerinin hak ettiği ilgiyi görmesi için hazırlanan kapsamlı dosyada salt onun felsefi eserleri değil sinema, edebiyat ve siyaset meseleleriyle ilgisi de ele alınıyor.

Dergide Sartre'ın Augustinus, Kant, Marx, Nietzsche, Heidegger, Brecht, Camus, Fanon, Foucault, Deleuze ve Lacan'la etkileşimlerini ele alan ve genelde çeşitli yazarlardan tercüme edilen makalelerin yanı sıra Özgür Taburoğlu, Ali Osman Gündoğan, Hüseyin Aydoğdu, Uğur Köksal Odabaş, Seçil Özdemir gibi isimlerin de makaleleri yer alıyor.