17 Haziran 2021 Perşembe

Kuş bakışı kapitalizm tarihi

 Tarih boyunca şimdiye dek görülmüş en ilginç ve sözümona özgürleşimci olduğu iddia edilen bir toplumsal ve iktisadi örgütlenme biçimidir modern kapitalizm. Sözümona özgürleşimci, çünkü baskıcı yöntemlerle de rahatça uyum gösterebiliyor. Geleneksel zamanlardaki servet birikimlerini "kapital" olmaktan alıkoyan birçok sebebe karşın zaman zaman bu tür menkul sermaye birikimlerinin yol açtığı iktisadi faaliyetler bütününe finansal-ticari kapitalizm dense de modern kapitalizmin yeni bir iş örgütlenmesi olarak sınai faaliyetleri denetimi altına alan sermaye birikimi olarak düşünülebileceği de açık. Gündelik hayatlarımızı bu örgütlenme tarzına uyumlu hale getirmek handiyse hayatı sürdürmek için gerekli de üstelik.

Sosyal bilimler tarihinde en tartışmalı konulardan birini teşkil ediyor esasen modern kapitalizmin doğuşu meselesi. Sadece modern toplumların iktisadi örgütlenme biçimi olmaktan öte modernliğin gündelik hayatlarımıza bile nüfuz eden ilkelerinin kurumsallaşmasına yaptığı katkılar, yol açtığı siyasi, sosyal çalkantılarla birlikte neredeyse günümüzde karşılaştığımız birçok problemin kökeninde modern kapitalizmin yattığını söyleyen sosyologlar, tarihçiler ve hatta iktisatçılar var.

Karşılaştırmalı tarih

Türkçe'ye Modern Kapitalizmin Doğuşu adıyla çevrilen kitabında Henri Eugene Sée, genel bir kapitalizm tarihi yazmak yerine, sosyoloji ve iktisat disiplinleri tarafından toplanmış olan ve büyük ölçüde doğruluklarından emin olunan bazı tarihsel verileri derlemeyi tercih ediyor. Böylelikle herhangi bir siyasi ya da toplumsal görüşe bel bağlamadan ortaya kapitalizmin doğuşunu açıklayıcı bir sentez ve karşılaştırmalı tarih seçkisi çıkarmaya uğraşıyor. Kitabın en temel konusu tabii ki, ondokuzuncu yüzyılda (Sanayi Devrimi'yle birlikte) büyük sanayinin ve kapitalizmin galebe çaldığı ekonomik ve toplumsal gelişmeler bütünü. Bu gelişmelerin oluşum sürecini irdelerken Sée, mümkün mertebe somut olaylara başvurmayı tercih ediyor. Elbette somutluğa gösterilen bu özen bir tür sentezi amaçlayan ele aldığı konunun genelleme yapmaya çok uygun olması ve hatta genelleme yapılmazsa konunun muğlak kalma ihtimalinin bulunması dolayısıyla Sée'nin sık sık başvurmak zorunda kaldığı genellemeler dolayısıyla yer yer soyut ve muğlak bir anlatımın oluşmasına engel olamıyor. Bu tür muğlaklıklar büyük ölçüde genel tarihin dokusunu teşkil eden tekil olayların kitabın anlatımında sıkça gözardı edilişinden mütevellit.

Bugün tanıdığımız şekliyle kapitalist toplumun temel özelliklerinin şunlar olduğunu vurguluyor Sée: Uluslararası ticaretin genişlemesi, büyük sanayi ve büyük mali güçler. Modern kapitalizmi meydana getiren olayların bir bütün ortaya koyduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor Sée. Her ne kadar bazı geleneksel toplumlarda gerçekleştiği görülse de sermaye birikiminin tek başına kapitalizmin gelişmesine yetmediğini vurgulayan Sée, bu gelişimin tamamlanabilmesi açısından çalışma organizasyonlarının da dönüşümünün altını çiziyor. Ona göre çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki ilişkilerde görülen kapitalist dönüşüm hem sanayinin denetim altına alınmasını kolaylaştırmış, hem toplumsal sınıflarda hiç görülmedik hareketlenme ve değişimlere yol açmış hem de modern kapitalizmin zafer kortejinin oluşuma katkı sağlamıştır. Sée'ye kalırsa, kapitalist organizasyonun zaferi 19. yüzyıldan daha eski olmamış ve hatta hemen her yerde 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Avrupa Ortaçağ'ında görülen kapitalizmin ilk belirtilerinden deniz ticareti, sömürgecilik, ticari ve mali kapitalizmin yaygınlaşmasına, endüstriyel kapitalizmin kaynaklarından 19. Yüzyılda kapitalist rejimin ortaya çıkışı ve iktisadi değişimlerin toplumsal yansımalarına kadar modern kapitalizmin temel özelliklerinin oluştuğu süreci genel hatlarıyla özetleyen Sée, böylelikle kapitalizmin genel tarihini kuş bakışı da olsa serimlemeye imkan sağlıyor.

8 Haziran 2021 Salı

Her birey, bir dünya olmak arzusunda

 1970'lerden beri dünya çapında vuku bulan olaylar, değişimler, gelişmeler ya da kötüleşmeler insanlara yaşadıkları toplumların bir aşırılıklar toplumu olduğunu düşündürdü büyük ölçüde. Bu toplumları ya da daha iyi bir deyişle içinde yaşadığımız zamanı, bu zamanın ruhunu niteleyen şeyin nasıl ve ne olarak belirleneceğine ilişkindi bu konuda yürütülen çoğu tartışmaların özündeki mesele. Bu aşırılıklar toplumunu ya da modernliğin geldiği bu noktayı postmodernlik olarak niteleyenler olduğu gibi sosyolojik bakışa uygun kaçacak tarzda düşünümsel modernlik olarak niteleyenler de oldu. Modernlikten sonrayı ya da modernliğin ötesini çağrıştıran postmodernliğe nazaran modernin daha kavileşmesini çağrıştıran düşünümsel modernlik deyişinin bir nevi postmodernist teorilere yönelik polemik maksadıyla kullanıldığı aşikardı; ancak 'durum'u adlandırmada 'öte'yi, 'sonra'yı kullanmanın kendiliğinden 'bura'yı, 'olan'ı düşünmeye de yol açacağı söylenebilirdi.

Üstmodernlik

Üstmodernlik, genelde yaşayan en önemli Fransız antropoloğu ve etnoloğu kabul edilen Marc Augé'nin hayat sürdüğümüz 'aşırılıklar toplumu'nu, yani modernliğin geldiği son noktayı adlandırmak için kullandığı bir kavram. Türkçe'ye "Yer-Değiller: Bir Üst-Modernite Antropolojisine Giriş" adıyla çevrilmiş kitabında hali hazırda yaşamakta olduğumuz 'çağdaş dünya'nın antropolojisi için gerekli olduğunu düşündüğü yöntemi ve bu dünyanın nasıl bir gözlem alanı olarak 'nesne'leştirilebileceğini tartışıyor. Egzotik kültürleri incelemekten edinilen deneyimlerin bakışlarımızın merkezini kaydırmamızı öğrettiğini düşünen Augé, yine de kendisine bakmayı hâlâ öğrenemediğimiz bir dünyada yaşadığımızı, mekânı düşünmeyi yeniden öğrenmemiz gerektiğini ileri sürüyor.

Augé, üstmodernitenin asli şeklinin 'aşırılık' olduğunu ve bu aşırılık durumunun da şu üç önemli kategoride ele alınabileceğini savlıyor: "hadiselerin aşırı bolluğu", mekânsal aşırı bolluk", "atıfların bireyselleşmesi." Üst-modernitenin, "postmodernliğin bize ters yüzünden başka bir şey sunmadığı madalyonun ön yüzü" oluğunun söylenebileceğini ifade eden Augé, "hadiselerin aşırı bolluğu"nun esasen 'hızlanmış zaman' deneyimlerimizin temel sebebi olduğunu da vurguluyor. Üst-moderniteyi karakterize eden ikinci figürü mekânın aşırılığında, bir anlamda gezegenimizin daralmasıyla irtibatlı düşünmemizi öneren Augé, mekânsal parametrelerinin önemli ölçüde yer değiştirdiğini tespit ediyor. Augé, nasıl ki zamanın zekası, tarihsel yorumların önde gelen kiplerinin devrilmesinden bağımsız olarak, bizatihi şimdiki zmaanın hadiselerinin bolluğu tarafından karmaşıklaştırıldıysa mekânın zekasının da benzer şekilde meri ters yüz edişlerden bağımsız olarak şimdiki zamana has mekânsal aşırı bolluk tarafından karmaşıklaştırıldığını belirtiyor. Bu karmaşıklığa etnoloji geleneğinin zamanda ve mekânda konumlandırılmış bir kültür kavramıyla ilişkilendirerek kullandığı sosyolojik 'yer' kavramına karşıt bir kullanıma sahip 'yer-değiller'in çoğalmasını örnek veren Augé, 'yer değiller'i "kişilerin ve malların hızlandırılmış dolaşımı için gerekli kurulumlar (ekspres yollar, havalimanları, otoyol kavşakları) olduğu kadar, ulaşım araçlarının kendileri veya büyük alışveriş merkezleri ve hatta gezegenin mültecilerinin kapatıldığı transit kamplar' olarak tanımlıyor. Üstmodernitenin karakterize edici üçüncü figürünün 'ego' olarak da tavsif edilebilecek 'birey' figürü olduğuna vurgu yapan Augé, onun antropolojik tefekküre dahi sızdığını ifade ediyor.

Çağdaş toplumlarda hemen her bireyin bir dünya olmak istediğini, kendisine gelen malumatı kendisi için kendisinin yorumlamayı amaçladığını ifade eden Augé, 'atıfların bireyselleşmesi'ne yol açan bu duruma yapılacak vurgu ile birlikte 'tekillik olguları'nın ihmal edilmemesi gerektiğini de savlıyor. Hangi tekillikler? Sözgelimi nesnelerin tekilliği, grupların ve aidiyetlerin tekilliği, mekânların yeniden terkibi, "kültürün türdeşleşmesi/küreselleşmesi" gibi ifadelerle indirgenen ilişkilendirme, hızlandırma ve yerelsizleştirme usullerinin paradoksal karşı savını tesis eden her türden tekillik.

4 Haziran 2021 Cuma

İmaj ve klişeler kıskacında diaspora Türkleri

 Türkler ile Avrupalıların ilişkilerinin bin yılı aşkın bir süreye dayanan bir geçmişe sahip olduğu bilinir. Her ne kadar bu ilişkilerin hakim kipi sürtüşmeler, savaşlar ve çatışmalar şeklinde açığa çıkan askeri-siyasi gerilimlerle biçimlenmiş olsa da kimi zaman kültürel ve toplumsal bakımdan iki taraf için de önemli birçok gelişmenin yaşandığı da görülür.

Büyük ölçüde her iki tarafta birbirleri hakkında oluşan imajları temelde besleyen siyasi-askeri çatışmalar olagelmiştir. Türklerin Viyana önlerine kadar gelmelerini sağlayan askeri başarılarının Avrupa'da onlar hakkındaki birçok olumsuz kalıp yargıya, klişeye ve imaja sebebiyet verdiği de hiç kuşkusuzdur.

Türkleri ilişkilerin başladığı ilk dönemlerden itibaren İslami Doğu medeniyetinin bir parçası addeden ve böylelikle rahatça 'ötekiler' olarak kodlayan Avrupalıların onlar hakkında oluşturduğu olumsuz klişe ve imajların dil, din ve kültürel unsurları baz aldığı kadar bizatihi Avrupalıların kendilerini tanımlama süreçlerinde etkin birtakım zihinsel nakısalardan neşet ettiğini de söylemek mümkündür.

Klişelerin tahakkümü

İki yüzyılı aşkın bir süredir yaşanan Batılılaşma sürecine rağmen Türkiye ve Türkler hakkındaki olumsuz imaj ve klişelerin varlığının Avrupa'da korunuşu, Türkiye'nin Avrupa ile yakın ekonomik, siyasal ve diplomatik ilişki kurma girişimlerine rağmen bu klişelerin bir türlü tamamen ortadan kalkmayışı, Türkler ile Avrupalılar arasındaki gerilimin tarihsel derinliği kadar dil, din ve kültürel unsurlardaki farklılığın öneminin de zannedildiğinden fazla olduğunu işaret eder. Elbette hemen her Avrupalının Türkler hakkında olumsuz bir imaj taşıdığını ileri sürmek doğru değildir; ancak yine de olumsuz imajların etkisinden sıyrılmış Avrupalıların genele nazaran epey azınlıkta kaldığını da söylemek gereklidir.

1989 ila 1999 arasındaki on yıllık bir dönemde İngiltere'de yaşayan, sonrasında akademik çalışmalar dolayısıyla çeşitli Avrupa ülkelerinde gözlemler yapabilme imkânı bulan Prof. Dr. Talip Küçükcan'ın 'Diaspora Türkleri: Avrupa'da Türk İmajı ve İslamofobi' ismiyle yayınlanmış kitabı bir taraftan Avrupalıların gözüyle Türkleri değerlendiren söyleşi, okuma ve tartışmaları; bir taraftan da Avrupa'daki Türkler, Müslümanların temsili, İslamofobi, kültürel kimlik ve gençlik gibi konuları ele alan çalışmaları içeriyor.

Özellikle son on yılda siyasal bakımdan giderek yükselen popülizmin Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin ve Müslümanların hayatlarında ne tür zorlukların yaşanmasına sebebiyet verdiğini ortaya koyan eserinde Küçükcan, Avrupa'da doğup büyüyen dördüncü ve beşinci kuşak Türklerin bile yaşadıkları ülkenin vatandaşı sayılmalarına karşın hâlâ olumsuz imaj ve klişelere, birtakım eşitsizliklere kurban olabildiklerinin altını çiziyor.

Kitabın ilk iki bölümünde bu olumsuz imajların tarihsel serencamını ve Batılı aydınların zihinsel haritasındaki yerini açığa çıkarmaya uğraşan Küçükcan, kitabının üçüncü bölümünde Avrupa'da, yani diasporada bir Türk olarak sürdürülen hayatın niteliklerini serimlemeye çalışıyor. Kitabının dördüncü bölümünü Avrupa'da yer yer ırkçı ve faşist bir biçimde yükselen popülist dalgayla birlikte gündeme gelen İslamofobi ve İslam karşıtlığının Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki yansımalarını irdeleyen Küçükcan'ın kitabı sosyoloji, antropoloji, tarih ve siyaset bilimi gibi çeşitli disiplinlerin verimlerini kullanarak diaspora Türklerinin yaşadığı temel sorunları ve Avrupalıların benimsemeyi tercih ettiği zihniyet yapılarını çözümlüyor.