21 Eylül 2021 Salı

Asayişin üç aracı: Kasame, nezir ve kefalet

 Osmanlı toplumunun şehirli, köylü ve konargöçer topluluklardan mürekkep olduğu söylenebilir. Bu üç büyük parçanın aynı zamanda Müslim ve gayrımüslim olarak iki büyük grupta tasnif edilmesi mümkündür. Müslüman ahalinin ayrıca ehli örf ya da askerî olarak tabir edilen, devlete vergi vermeyen bir grup ile vergi mükellefi addedilmiş şehirli ve köylü reaya sınıflarından oluştuğu bilinmektedir. Şehirlerdeki esnaf sayılmazsa devletin asıl vergi kaynağı toprağı işleyenlerdir. Devletin asli geliri toprak vergisiyle oluşmakta, her çift sahibi reaya ve tımar sahibi olarak toprak işleyenler devletin temel vergi mükellefi ve birimi olarak görülebilir. Bu anlamda köylü nüfusun Osmanlı toplumunda devleti ve orduyu besleyen en önemli grup olduğu tespit edilebilir. Kırsaldan şehirlere göç Osmanlı devleti açısından ölümcül sonuçlara yol açabilecek bir durumu oluşturur. Toprak işleyen çift sahiplerinin şehirlere göç etmesi, ekonomik anlamda gıda kıtlığı, vergi gelirlerinin düşmesi ve ekonominin zayıflaması anlamlarına gelir. Devlet bu sebeple kendini yerleşiklerin yerlerinden ayrılmamaları veya bulundukları şehirden başka şehirlere göç etmemeleri için sürekli tedbir almak zorunda hisseder. Askeri zümreler ile vergiden muaf olanlar haricinde Osmanlı şehir toplumunda esnaf ve meslek grupları da vergi yoluyla ya da vakıflar kurarak devlete kaynak sağlıyordu.

Bu toplum yapısında devlet için en sorunlu grupların seyyar, konargöçer ve toprağa bağlı olmadıkları için kolaylıkla kontrol altına alınmaları mümkün olmayan gruplar olduğunu vurgulamak gerekir. Yörük, Kürt ve Türkmen konargöçer aşiretlerin Osmanlı iktidarlarını en çok uğraştıran gruplar olduğu belirtilmeli. Bu aşiret ve gruplar göçebe oldukları için devletin kolayca ulaşamayacağı yerlerde yaşar; vergi, asker verme ve diğer bazı tekalifleri yerine getirme konusunda isteksiz davranırlardı.

İskan meselesi

Konargöçerler sadece vergi ve asker vermekten kaçınmalarıyla değil göçleri esnasında meskûn ahaliyi rahatsız etmeleriyle de tepki topluyorlardı. Yüksek sayıda insan ve hayvan nüfusuna sahip bu grupların göçleri esnasında yerleşik ahalinin ekin ve tarlalarının tahribi sebebiyle yerleşik ahaliyle aralarında çıkan niza ve çatışmalar önemli meseleler arasındaydı. Aşiret, devlet ve yerleşik ahali arasındaki ilişki ve çatışmalar Osmanlı klasik döneminden devletin dağılma sürecine girdiği dönemlere kadar değişik yoğunluklarda seyretmiştir. Hatta Cumhuriyet döneminde bile özellikle orta Toroslarda yerleşik ahali ile çeşitli konargöçer gruplar arasında bu türden çatışmalara rastlanmıştır.

Osmanlı devletinin 600 yıllık tarihinin büyük bir bölümünde konargöçer cemaatleri iskân ettirmekle uğraştığı, bu cemaatlerin fırsat buldukları an iskân ettirildikleri yerlerden firar ettikleri bilinir. İskân meselesi zaman zaman da büyük dramlara, ölümlere, mal ve zaman kaybına sebebiyet verir.

Osmanlı toplumunda asayişi bozan ikinci grubun Osmanlı resmî belge dilinde eşkıya olarak nitelenen grupların oluşturduğu kuşkusuzdur. Bu belgelerde sadece bugün kullandığımız anlamıyla değil, 'emirlere karşı çıkan, vergi vermeyen, iskân ettirildikleri yerlerden firar eden gruplar' anlamına da geliyordu. Bu sebeple sözgelimi önceden eşkıya tabir olunan bir grup verilen görevi kabul ettiklerinde pekâlâ 'muteber devlet görevlisi' sınıfına dahil olabiliyordu. 17. yüzyıldan itibaren başıbozuk olarak tabir edilen kişilerin, leventlerin, Celalî artıklarının, eşkıyalığa soyunan suhtelerin (medrese talebesi), kısaca asayişi bozan ve "mechulu'l-ahval" denen tüm riskli ve muzir grupların tamamına birden eşkıya denmiş; bunların engellenmesi ve bertaraf edilmeleri için devlet kendini çeşitli tedbirler almaya mecbur hissetmiştir.

Osmanlı devlet adamlarının toplum düzeninin amacını beldelerin asayişi ve reayanın rahatının sağlanması olarak belirlediğine dikkat çeken Ekrem Akman, Kolektif Bilincin Dinsel Referansları adlı kitabında bu amaç için geliştirilen en önemli fıkhi araçları temsil eden kasame, nezir ve kefalet sistemlerini irdeliyor. Herhangi bir yerde meskun olan kişilerin mekana karşı sorumluluklarını ifade eden kasame, kolektif cezalandırma yöntemi olarak kullanılan nezir ve herkesin herkesten sorumlu olduğu toplumsal bir gözetleme ve sorumluluk yükleme mekanizması haline getirilen kefalet sistemlerinin asayişi sağlarken devletin tebaasını nasıl kendisinin stratejik ortağı haline dönüştürdüğünü de ortaya çıkarıyor.

12 Eylül 2021 Pazar

A'dan Z'ye akılların birliği tezi

 Özellikle Batı'da kaleme alınan yaygın felsefe tarihlerinde İslam felsefesine son derece kısıtlı yer verildiğini görürüz. Farabi, İbn Sina, Gazzali ve İbn Rüşd gibi son derece iyi bilinen birkaç ismi tekrarlamaktan öteye geçmeyen bu düşünce tarihlerinde sık sık karşımıza da aynı görüş çıkar: Antik Grek'ten felsefe eserlerinin çevrilmesiyle başlayan, Farabi ve İbn Sina gibi ustalar yetiştiren İslam felsefesini Gazzali'nin Tehafüt'ü engellemiş, gelişimini durdurmuştur. İbn Rüşd'den sonra da bir daha İslam dünyasında filozof çıktığı görülmemiştir. Haddi zatında İslam felsefesi, Grek felsefi mirasının modern dönemlere geçmesinde bir aracı rolünden öte de bir rol oynamamıştır. Buraya kadar kısmen karikatürize ederek aktardığımız klişeleşecek kadar yaygın bu görüşlerin geçerliliği elbette tartışma konusudur.

'Aktarmacılık' indirgemesi

Klasik dönemde İslam dünyasındaki filozofların Grek mirasın sadece Batı'ya aktarılmasıyla sınırlı bir rol oynadıkları görüşü sözgelimi kolayca eleştirilebilir ve çürütülebilir. Müslüman filozofların genelde ilk muallim sayageldiği Aristoteles'in şarihleri arasında İbn Rüşd'ün tuttuğu yeri göz önüne alırsak ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılabilir. Daha 14. yüzyıldan itibaren Latin dünyada en önemli/en iyi şarih olarak anılmaya başlanan İbn Rüşd'ün etkisi gerek Aristoteles'in anlaşılma ve yorumlanma tarzlarında gerekse kendisine has felsefesiyle zannedildiğinden daha büyüktür. Ha keza İbn Sina'nın bir filozof olarak etkileri de Martin Heidegger'in existentine kadar uzanır. Müslüman filozofların kendilerinden sonra gelen felsefeye yaptıkları etkilerin/katkıların sadece bir "aktarmacılık" olarak adlandırılması bile gerçeği örtmeye çalışmaktan başkaca bir anlam taşımaz.

İbn Rüşd'ün Aristoteles'in De Anima'sına farklı hacimlerde yazdığı üç şerhinde, ama bilhassa De Anima'nın Büyük Şerhi'nde savunduğu akılların birliği ve müşterekliği tezini Thomas Aquinas'ın eleştirileri bağlamında ele alan çalışması Akılların Birliği'nde Mehmet Ata Az, Aristoteles'in akıl teorisini benimsedikleri açık olan bu iki filozofun aklın mahiyeti, gerçekliği, aksamı ve işlerliği gibi konulardaki farklılaşmasının sebeplerini soruşturuyor. Bu soruşturma İslam felsefesi hakkındaki yaygın klişelerin de nasıl çürütülebileceğini göstermesi açısından ilgiye değer.

Kitabında Mehmet Ata Az, Aquinas'ın kendi akıl teorisini temellendirirken İbn Rüşd'den büyük ölçüde etkilendiğini belirterek onun bahsi geçen konuda İbn Rüşd'e yönelttiği eleştirilerin ise sadece felsefi kaygılarla değil, bazı teolojik çekincelerle yapıldığının da belirlenebileceğini; bu eleştirilere rağmen, İbn Rüşd'ün ileri sürdüğü akılların birliği tezinin rasyonel ve tutarlı argümanlar üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Az, ayrıca Thomas Aquinas'ın İbn Rüşd'ü eleştirdiği eserin bir tercümesine de yer veriyor.

1 Eylül 2021 Çarşamba

Hilmi Ziya Ülken'in düşünsel evreni

 Cumhuriyet dönemi Türk düşünce hayatının en velut ismi kim diye sorulsa verilebilecek cevapların hemen başında gelir Hilmi Ziya Ülken. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji disiplinleri başta olmak üzere birbirinden epey farklı birçok alanda kalem oynatan Hilmi Ziya Ülken'in hem Türkçe hem de Fransızca kitaplar yazdığını da biliyoruz. Sadece bilimsel denebilecek alanlarla kalemini sınırlamayan Ülken'in şiir, roman, drama, deneme gibi edebî türlerde eserler verip tercümeler yaptığını, bunların yanı sıra birçok derginin çıkışına da önayak olduğunu vurgulamalı.

Derginin 1918'de ilk çıkarıcısı olması ve Anadolu fikrini programlaştırması hasebiyle Anadolu Mecmuası çevresinde Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşan Anadoluculuk akımının da kurucu ismi sayabileceğimiz Hilmi Ziya Ülken 1901'de doğup 1974'te vefat etmiş bir filozof. Ancak daha 17 yaşındayken, yani 1918'de başlayan yazı hayatını ölene kadar sürdürmüş bir kişi de. 70 kitap, 7 monografi, 9 gazetede ve 90 dergide yayınlanmış makaleler ile bibliyografyasında tam tamına 1344 yayın kaydedilen Ülken'in bu kadar velut ömründe geride yayımlanamadan bıraktığı bazı eserlerinin de olduğu, Prof. Dr. Ali Utku'nun çabalarıyla yayınlanan Hakimiyet, Anadolu Hayali ve Anadolu Köklerini arayış kitaplarının geride kalan eserlerden bazılarını belgelediğini belirtebiliriz.

İçinde bulunduğumuz yılın Hilmi Ziya Ülken'in 120. yılı olması münasebetiyle yılda iki kez yayınlanan ve baş editörlüğünü Prof. Dr. Mustafa Günay'ın yaptığı hakemli bir felsefe dergisi olan Özne Bahar 2021 tarihini taşıyan 34. sayısını tamamen Hilmi Ziya Ülken'e ayırdı. Editörlüğünü Prof. Dr. Ali Utku'nun yaptığı sayıda Ülken'in düşünce dünyası çeşitli veçheleriyle ele alınıyor.

Ahlak ile başladı

Sayıya yazdığı sunuş yazısında, Ülken'in felsefeye cemiyet meselesi dolayısıyla girdiğini ve uğraştığı felsefi meselelerin başına action ve ahlak meselesini koyduğunu ifade ettiğini vurgulayan Utku, onun düşüncesinin tarihsel koşullara fazlasıyla bağlı olduğunu, buna rağmen Ülken'in pratik felsefeyi öne alarak felsefeye ahlaktan başladığını ve bütün bir beşeri bilimler kadrosuna açık, uzun ve dolambaçlı bir disiplinlerarası yolu kat ettiğini belirtiyor.

Dergide farklı odaklarla sistematik bakışı mümkün kılacak genel başlıklar altında toparlanan makaleler Hilmi Ziya Ülken'in bıraktığı zengin entelektüel mirasın boyutları hakkında epey bilgilendirici nitelikler taşıyor. "Kronoloji, Hatırat, Portre, Aydın Kimliği", "Felsefe Tarihi", "Bilgi ve Bilim Felsefesi", "Varlık Felsefesi", "İnsan Felsefesi", "Ahlak Felsefesi", "Siyaset Felsefesi", "Anadoluculuk", "Sosyoloji", "Edebiyat, Dil ve Tercüme" dergide yer alan genel başlıklardan bazıları.

Muhafazakarlık izi

Dergideki makaleler içinde Hilmi Ziya Ülken'in Nietzsche'sini soruşturan Sadık Erol Er'in, Ülken ile Spinoza'yı felsefi tarihin orta yerlerinde sayan Yakup Kalın'ın, aynı şekilde Hilmi Ziya Ülken'i Spinoza ile Freud arasında değerlendiren Ersun Çıplak'ın, Ülken'in düşüncesinde muhafazakarlığın izlerini ortaya çıkaran Armağan Öztürk'ün makaleleri dikkat çekici. Dergide yer alan diğer makalelerin de en az bunlar kadar değerli olduğunu söylemem icap ediyor.

İnsanı hayvandan ayıran akıl mı ahlak mı?

 Türkçede aklilik ya da makuliyet şeklinde karşıladığımız rasyonalitenin akıl yürütme tarzlarımıza içkin önemlice bir kıstas ya da tercih sebebi olduğu ileri sürülebilir pekâlâ. Çoğu kez zor bazı tercihleri (özellikle menfaat ya da çıkarlarımızla ilişkili olanları) içerdikleri rasyonaliteye göre yaparız. Peki ama rasyonalite dediğimiz şey beşerî fikir ve davranışların tek bir grup kıstas ya da standart yoluyla değerlendirilip yargılanmasına izin veren evrensel (modern zamanlarda 'evrensel' dendiğinde genelde Avrupamerkezci) bir olgu mudur; yoksa kültüre, tarihe dayalı olduğu; rasyonel ve irrasyonel gibi kategorilerin kültürel bir yapı olduğu, toplumlara ve bireylere göre farklılıklar arz ettiği şeklinde ifade bulan görüş mü doğrudur?

Kolay kolay sayabileceğimiz bu iki kutbu (bir yanda 'evrensel bir rasyonalite' varsaymak ile diğer yanda her toplumda ya da kültürde o toplumun ya da kültürün ihtiyaçlarına uygun farklı, ancak 'evrensel' anlamdaki rasyonelliğe zıt bir rasyonalite) rasyonaliteye içkin müphemlik ya da ikirciklilik sayan İngiliz Düşünce Tarihçisi ve felsefeci G. E. R Lloyd Türkçeye 'Rasyonalitenin Farklı Yüzleri' adıyla çevrilen eserinde bu müphemlik ya da ikircikliliğe bir çözüm önerisinde bulunarak birbirimizi ve dünyamızı anlamak için kullandığımız bazı ortak temel varsayımları sorguluyor. Antik ve modern dönemi kıyaslayan Lloyd bununla yetinmiyor, aynı zamanda antik Çin'i de sorgulamasında başvurabileceği tezat bir örnek olarak seçiyor.

Rasyonalite ve kesinlik

Milattan önce 3. yüzyılda yaşamış Çinli filozof Xunzi'nin insanları, hayvanlardan Aristoteles gibi 'akıl sahibi' olmaları itibariyle değil, ahlak sahibi olmaları hasebiyle ayırdığına işaret eden Lloyd, rasyonel olarak adlandırılan şeylerin heterojen yapısını araştırıyor. Antik Çin'deki kavram ve pratikleri antik Grek mirasını değerlendirmede önemlice bir mukayese malzemesi olarak kullanan Lloyd'un her şeye karşın yine de öznel değerlendirmelere dayalı rasyonellikler çokluğu arasındaki eşölçülemezlik durumu olarak niteleyebileceğimiz rölativizme karşı evrenselci tezin daha güçlü kaldığı tespitini yapıyor. Rasyonel kavramından emin olmamız gerektiğini söyleyen Lloyd, yine de bu kavramın kendinden emin hallerinde elimizde kayıp giden çok şeyin de olabileceği, bu kavramın kesinlik iddiasının tehlikeleri konularında da uyarıyor.

İnsanlar olarak her birimizin olağanüstü sayabileceğimiz bilişsel yeteneklerle donatıldığını belirten Lloyd, yine de zaman zaman kavramsal araçlarımızı yeterince bilgelikle kullanma konusunda kuşkuya kapılmamız gerektiğini düşünüyor. "Hoşgörüsüzlüğü hoş görme"deki tezata dikkat çeken Lloyd'un rasyonalitede içerilen rasyonel/irrasyonel unsurları inceleyişi empati yeteneğimiz de güçlendirecek nitelikte.