30 Temmuz 2020 Perşembe

Ahlak felsefesi temelli modernite eleştirisi

Kökleri 19. yüzyıla kadar uzanan İslam dünyasındaki modernleşme çabalarının çoğu kez istenen sonuçları doğurmaması, özellikle Arap dünyasında 1968 Arap-İsrail savaşı ertesi yeni bir dalga oluşturmuştu. Nahda denen bu uyanış hareketinin sonuçlarından önemli bir bölümü de düşünmede yenilenmeyi konu edinmekteydi. Muhammed Arkun, Muhammed Abid el-Cabiri, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi vb. isimlerini de içeren ve özellikle Mısır, Cezayir ve Fas gibi Kuzey Afrika ülkelerinin entelektüel hayatına yön veren genel akım, İslami mirasın kapsamlı bir restorasyonunu amaçlarken, bu restorasyonu kimileyin milliyetçilik, Marksizm, sekülerizm, liberalizm vb. siyasal programlarla karışık bir şekilde ya tarihselci ya yapısalcı ya da post-yapısalcı bir bakışla ele almayı da getirdi. Özellikle az önce zikrettiğimiz isimlerde görüldüğü kadarıyla klasik İslami mirasın yenilenmesini hedefleyen çalışmalarda ilk başvurulan yordamın modernlikten ödünç alınan eleştirel aparatların kapsamlı ve titiz kullanımı, ama gerek sınanma ve doğrulanma, gerekse eleştiriye tabi tutulma gibi onların klasik İslami mirasın özellikleriyle uyumuna dikkat etmeyi gerektiren bir yol haritasına sahip olmamasının da kendi içinde başka birçok problem barındırdığı görülüyordu.
Özgün bir eleştiri
Daha önce Türkçe’ye İslam Hukukuna Giriş, İmkansız Devlet, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek adlarıyla çevrilmiş kitaplarından bildiğimiz Lübnanlı Hıristiyan İslam Hukuku araştırmacısı Wael B. Hallaq üç unsurdan mürettep projesinin son parçasını teşkil eden Modernitenin Reformu’nda Faslı düşünür Abdurrahman Taha’nın düşüncelerine yoğunlaşıyor.
Hallaq’ın ilk adımını İmkansız Devlet’te attığı projesi İslam araştırmasını Batılı entelektüeller ve okura sadece bir nesne olarak değil, eşit bir konuşmacı ve kendi sesine sahip aktif bir özne olarak konumlamaya dayanır. Hallaq bu ilk adımı tamamlayıcı ikinci bir adım olarak Edward Said’in ünlü eseri Şarkiyatçılık’ın titiz bir okunuşuna dayanarak, yani ilk adımda içerilen İslam’ı ve söylemlerini gerek Batılı gerekse küresel düzeyde tartışma gündemine eşit bir katılımcı kılmaya, İslam’ın ve İslam geleneğinin eleştirel bir yapı olarak konumlandırmaya çalışır. Üçüncü adım ise İslam ve İslam geleneğinde içerilen eleştirel potansiyelin hedefine moderniteyi konumlandırmaktır. Böylelikle Hallaq, özgün ve “özel bir modernite eleştirisi” ürettiğini düşünür.
Hallaq’ın projesinin temel iddiası tarihin geçip gitmiş, feshedilmiş kurum ve fikirlerden ibaret olmadığına dayanarak onu bir ahlak felsefesi inşasında kullanılabilecek önemli ve zengin bir kaynağa dönüştürmek. Bu proje ve kaynak aracılığıyla Hallaq şu soruları gündeme getirmeye fırsat bulur: Özneler olarak biz kimiz? Ne tür özneleriz? Bu sorular önemlidir, çünkü modernliğin oluşturduğu çevre felaketleri, zengin-fakir uçurumu, ailenin ve hatta toplumun yok edilmesi, bireysel benliklerin parçalanması, ciddi zihinsel hastalıkların ortaya çıkması bize bu soruları sordurur.

Nitelik sorgusu
Hallaq’ın kendi projesiyle Nahda sonrası Arap dünyasındaki fikri yönelimleri kapsamlı bir şekilde yapıbozuma uğratarak temelde ahlak felsefesi diyebileceğimiz bir alanda konumlanmayı tercih eden yoğun bir modernite eleştirisi içerek Abdurrahman Taha ile kesiştiği nokta Hallaq’ın sunumuyla “modern öznenin niteliğini ve dolayısıyla bizzat modernitenin niteliğini sorgulamak”tır. Kitapla son adımını attığı projesinin temel iddiasını da şöyle açıklar Hallaq: Her şeyin suçunu devlete, şirketlere, ordulara, endüstrilere ve ‘sistemlere’ atamayız; bizim bütün bu yapılara nispet ettiğimiz problemlerin derin sebepleri, son tahlilde, bizim kendi öznel yapımızda yatar, bireysel insani özneler olarak kendi mahiyetlerimizde yatar. Hallaq’ın bu sözleri onun ve Taha’nın modernite eleştirisinin temelde “ahlak felsefesi”ne yaslı olduğunu da göstermektedir.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Barbarlık, siyaset ve Hamlet

Leo Strauss’la birlikte yirminci yüzyılın önde gelen iki siyaset felsefecisinden biridir Carl Schmitt. 1933 yılında üye olduğu Hitler’in partisi ve Nazizm ile ilişkisini İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar sürdüren Schmitt’in çağdaş siyaset felsefesine birçok katkısı oldu. Sözgelimi ‘siyasal’ı tanımlarken başvurduğu dost-düşman ayrımından egemeni ‘olağanüstü hal’in ne olduğunu tespit edebilen olarak nitelemesine, liberal kibre yönelik kapsamlı eleştirilerinden politik romantizm kavrayışına, nomos anlayışından siyasal ilahiyata kadar birçok kapsamlı tartışma konusu ve formülleştirmelere Schmitt’in eserlerinde sıklıkla rastlanır.
1945 yılında savaşın sona ermesiyle, Amerikan kuvvetleri tarafından ele geçirilen Carl Schmitt’in bir toplama kampında bir yıldan fazla tutsak tutulduktan sonra 1946 yılında serbest bırakıldığını biliyoruz. Savaş sonrası yıllarda siyaset felsefesi görece pek dikkate alınmayan Carl Schmitt’in Soğuk Savaş’ın bitmeye yüz tuttuğu yıllardan itibaren entelektüel bakımdan tekrar gündemleştiğine şahit oluruz. Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte liberalizmin ve kapitalizmin zaferinin ilan edildiği, “tarihin sonu”nun yaşandığının iddia edildiği bir dönemde siyasal açıdan dünyanın gidişatına muhalif olanların ilk başvurduğu kaynaklardan birinin Schmitt oluşu pek şaşırtıcı değildir.
Hamlet ve siyaset
Schmitt’in 30 Ekim 1955’te Düsseldorf’ta katıldığı bir konferansta yaptığı sunuma dayanan ve Türkçeye ‘Hamlet ya da Hekuba: Zamanın Oyuna Baskını’ adıyla çevrilen eserde Schmitt, Shakespeare’in ünlü Hamlet oyununu siyaset yanı ağır basan siyaset-edebiyat ilişkisi ekseninde yorumluyor. Shakespeare’in sunduğu Hamlet karakterinin Mary Stuart’ın oğlu Kral James ile ilgili olduğu kanaatini taşıdığını belirten Schmitt, Hamlet’i mitleştiren ilk kişilerin 18. Yüzyılın ünlü Alman yazarları Lessing, Herder ve Goethe olduğuna da kanidir. Ona göre Goethe’nin yorumunda Hamlet, çok ağır bir görev üstlenen Werther haline gelir ve kendi mahvına koşar. 20. Yüzyılda ise Freud’un tüm nevrotik rahatsızlıkların ya anneye ya da babaya bağlı olmasından dolayı bütün nevrotiklerin ya Oedipus ya da Hamlet olduğunu söylediğine de dikkat çeken Schmitt, eserinin Giriş bölümünü tamamen Hamlet’e yönelik okuma metodlarına ayırıyor. Prens Hamlet’in babasının amcası tarafından öldürülmesinde Kraliçe Gertrud’un bir payının olup olmadığı sorusunun motivasyonunda Carl Schmitt, Kraliçe Tabusu, İntikamcı Figür bölümleriyle Hamlet’in Avrupa’nın Katoliklik ile Protestanlık arasındaki dinsel bölünmesinin oluşturduğu çatlağa yerleştirmeyi seçer. Bu çatlaktaki bir kültürel mit üretimidir bir yerde Shakespeare’in Hamlet’i. Avrupa ruhunun Rönesanstan bir mitlerden ve mitolojiden kendini ayırt etmeye çaba sarf ettiğini kaydeden Schmitt, buna karşın, edebiyatın da üç büyük sembolik figüre vücut verdiğini ifade eder: Donkişot, Hamlet ve Faust. Her üçünün de birçok ortaklık paylaştığını belirten Schmitt, Hamlet’in Avrupa’nın yazgısını belirleyen kırılmanın tam ortasında yer aldığını tasrih eder.
Tahtın varisi
Schmitt’in okumasında iki ayrı ek de yer alır. Bu eklerden ilkinde Schmitt “Tahtın varisi Hamlet” konusunu işler. Bu konu önemlidir, çünkü eğer tahtın varisi Hamlet ise oyun salt bir intikam oyunu değildir, aynı zamanda bir veraset oyunudur da. Hamlet varisi olduğu tahtı amcasından geri alabilmek için de mücadele etmektedir. İkinci ek ise eserinin önsözünde Hamlet yorumu için temel ögeleri edindiği uzmanlardan biri addettiği Walter Benjamin’in ünlü doktora tezi Alman Yas Oyununun Kökeni’ne bir cevap üretmeye çalışan Schmitt, Shakespeare’in dramalarının 1588-1688 arasında gerçekleşen İngiliz Devrimi’nin ilk evresine ait olduğunu, Shakespeare’in İngiltere’sinin kıta Avrupası’na nazaran hâlâ barbar ve devlet-öncesi kaldığını vurgular. Walter Benjamin’in Alman barok yas oyunu ile İngiliz draması arasındaki ayrımı yabana atmış göründüğünü iddia eden Schmitt, Hamlet’i yorumlamak için kritik nitelikte olanın barbarlık ve siyaset olduğunu vurgular.

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Hem sivil hem askeri kanadın tehdidi sürüyor

17-25 Aralık 2014’te polis-yargı darbesiyle amaçladıklarını elde edemeyen FETÖ’nün askeri kanadının kalkıştığı bir darbe girişimini yaşamıştık bundan yaklaşık dört yıl önce. Bu mel’un darbe girişimi ve akabinde Türk halkının bu girişime gösterdiği hiçbir övgüye sığmayacak denli şanlı direniş hakkında şimdiye dek birçok farklı yoruma konu olsa da şu kesin ki darbe girişiminin arkasında FETÖ’nün yer aldığı kesindi.
15 Temmuz’daki darbe girişiminden bugüne adli merciler tarafından derinleştirilen soruşturmalar, hazırlanan iddianameler, devam eden ya da sonuçlanan davalar da ortaya koydu ki FETÖ hem askeri hem de sivil bir kanadı bulunan bir terör örgütüdür, birilerinin iddia ettiği gibi bir fikir kulübü değil. Hatta 15 Temmuz’u bu açıdan bir askeri darbe girişiminden öte düpedüz Türk milleti ve devletinin varlığına karşı düzenlenmiş bir terör saldırısı addetmede de bir beis yok. Genelkurmay Çatı Davası’nı irdelediği FETÖ’nün Askeri Kanadı adlı kitabında konuya bu açıdan yaklaşan Mert Hüseyin Akgün 251 vatandaşımızın şehit edildiği, 2 bin 193 vatandaşın da yaralandığı o meş’um olaylara yol açan girişimin Türk demokrasisine yönelik önceki askeri darbelerden farklı olduğunu belirtiyor. Önceki emir komuta zinciri içinde ya da dışındaki dokuz müdahale devlet içi yasa dışı bir politik mücadele ürünü olarak addedilebilirken, 15 Temmuz’da ordunun, yurtdışı merkezli bir terör örgütü olan FETÖ tarafından iktidarı devirip devleti ele geçirmek maksadıyla araçsallaştırıldığını ifade eden Akgün, bu darbe girişiminin hedefinin sadece mevcut siyasi iktidarı değiştirmek değil, aynı zamanda bizatihi devletin kendisi olduğunu da kaydediyor.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı bir iddianamede FETÖ “anayasal düzeni yıkarak yerine totaliter bir cemaat oligarşisi-zümre hakimiyetine dayanan devlet düzeni kurmayı amaçlayan” bir terör örgütü olarak niteleniyor. 15 Temmuz’da bu terör örgütünün giriştiği eyleme birtakım başka devletlerin örgütün sivil kanadına mensup isimleri himaye ederek destek vermesi elbette 15 Temmuz’da yaşadıklarımızın aynı zamanda üstü örtülü bir işgal girişimi olduğunu da düşünmemize yol açmıştı.
Darbeciler yargılanıyor
Türkiye’de 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e dek hemen bütün askeri müdahaleler, dışardan destekli askeri cuntalar tarafından kotarılırken 15 Temmuz’da ilk kez yurt dışından yönetilen bir terör örgütü marifetiyle girişilen askeri bir darbeye maruz kaldık. Yani daha doğrudan söylemek gerekirse 15 Temmuz’da ülke dışardan destekli bir askeri darbe girişimi yaşamadı, bu kez sözkonusu olan doğrudan dışarıdan gelen bir askeri darbe teşebbüsü, yani bir tür işgal girişimiydi. Bu durumun altını bütün netliğiyle çizen Akgün kitabında FETÖ terör örgütünün üst düzey kadrolarının tamamının sivillerden oluştuğunu vurgulayarak, FETÖ’den gelen tehdidin henüz tamamen izale edilemediğine de dikkat çekiyor.
15 Temmuz’da yaşananların ardından ilan edilen olağanüstü hal döneminde ordudan ihraç edilen askeri personel sayısı 15 bine yakınken, 15 Temmuz’daki girişime katılan personel sayısının 5 bin 761 subay ve astsubay olarak belirlendiğine işaret eden Akgün, FETÖ’nün darbe girişiminde askeri hücrelerinin tamamını kullanmadığını, OHAL’deki kapsamlı tasfiyenin bile silahlı kuvvetlerdeki FETÖ unsurlarını tamamıyla ortadan kaldıramadığını belirtiyor. Halen FETÖ’nün askeri kanadına yönelik devam edegelen operasyonların FETÖ’nün sivil kanadı haricinde askeri kanadından gelen tehdidin de sürdüğüne işaret ettiğini yazan Akgün, Genelkurmay Çatı Davası’nın Türkiye’yi darbeci askerlerin iktidarları yargıladığı bir ülke olmaktan darbecilerin yargılandığı bir devlet konumuna yükselttiğine vurgu yapıyor. Kitabında mahkeme safahatında ortaya çıkan ayrıntılara derinlemesine yer veren Akgün, bu soruşturma ve davaların Türkiye’ye kazandırdıklarına da değiniyor. 

9 Temmuz 2020 Perşembe

Amerikan Yahudiliğinin tarihi safhaları

Tarihteki en eski topluluklardan biridir Yahudiler. Tarih boyunca dağınık halde, sürgün hayatı sürdüren bu halkın üyeleriyle ilgili hemen her zaman bir kuşku, bir tereddüt, bazen bir nefret duygusu da hakim olmuştur yaşadıkları bölgelerdeki diğer halklara. Bu sebeple de tarih boyunca pogrom, holokost benzeri birçok felaket de yaşamışlardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı esnasında Hitler Almanya’sında başlarına gelen felaket sonrasında kurulan İsrail devletiyle de benzeri eziyetlerin bu kez Yahudiler eliyle Müslümanlara yöneltildiğini görürüz. İsrail’in bu şiddetine en büyük desteği veren, açıktan destek vermese de tamamen görmezden gelen ABD’deki Yahudi lobisinin gücü bu ülkedeki seçimleri bile etkileyecek boyutta addedilir. Birçok komplo teorisine konu edilen birçok Yahudi ailenin genel olarak dünyanın ve ABD’nin gerek siyasetine gerekse ekonomisine hakim olduğu düşünülür.

Amerika’da yıllarca Diyanet
İşleri Başkanlığı adına din hizmetleri görevinde bulunan İsmail Başaran’ın Amerikan Yahudiliği başlıklı kitabı İsrail’den fazla Yahudi’nin yaşadığı ABD’deki (buradaki Yahudi nüfusu yedi milyon kadardır; İsrail’deki Yahudi nüfus ise 2020 istatistiklerine göre 6 milyon 772 bindir) Yahudiliğin tarihsel gelişimini, buradaki Yahudi grupları, öne çıkan Yahudi kurumları irdeliyor.
Yaygın kanaatlere göre ilk kez 1654 yılında Amerika kıtasına ayak basan Yahudiler, ABD’nin toplumsal yapısında “Amerikan çoğulculuğu” olarak bilinen yapının sınır ve boyutlarını belirlemede önemli bir etken olmuştur. Yeni Dünya ve hatta Yeni Babil olarak nitelenen ABD’nin başlangıcından beri farklı dini ve etnik gruplara ev sahipliği yaptığı biliniyor. ABD’deki en temel grup Hıristiyanlarken, etnik farklılıkların da buna karşın Amerikan kültüründe önemsendiği ileri sürülebilir. Özellikle İngiltere’de gördükleri birtakım eziyetler sonrası “mesihi bir yolculukla” Amerika’ya göçen püriten Hıristiyanların Tanrı’nın ahitleştiği “gerçek Yahudiler”in kendileri olduğunu, bu açıdan “hakikat”e de sadece kendilerinin sahip olduğunu düşünmeleri sebebiyle diğer inanç sahiplerine hor görüyle yaklaşıp dışlamaları, Yahudileri “dünyanın aşağılık ve rezil insanları” olarak addetmeleri Yahudilerin “Amerikan çoğulculuğu” içinde kendilerine bir yer bulabilmeleri için epey bir zaman ve çaba gerektirir.
Güvenli sığınak
Hıristiyan Avrupa toplumlarında dışlanan ve birçok eziyete, pogroma, felakete katlanmak zorunda kalan Yahudilerin “tarihi bir fırsat” addederek göçtükleri Amerika’da yirminci yüzyılın ortalarında ABD’yi -Protestan Hıristiyanlığının hegemonyasına rağmen- dünya Yahudilerinin en kalabalık ve tartışmasız en önemli merkezi haline getirebilmeleri onların ABD’yi salt “güvenli bir sığınak” olarak düşünmediklerini de ortaya çıkarır; aslında ABD’de yaşayan birçok Yahudi için ABD “gerçek bir ev”dir de.
Kitabında Amerikan Yahudiliğini üç önemli başlık altında inceleyen ismail Başaran, ABD’deki Yahudi cemaatinin oluşumunun tarihi safahatını, ortaya çıkan farklı anlayış ve grupları ve onların oluşturduğu öne çıkan Yahudi kurumlarını işliyor. Bu konuları ele alırken doğrudan Amerikan Yahudiliği alanında uzmanlaşmış kişilerin çalışmalarını birincil kaynak olarak kullanan Başaran, olabildiği kadarıyla orijinal eserlere atıfta bulunuyor.

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-9

Nima Yuşiç’in şiirleri

“her şeyde ve her yerde

geçişi o güneşin benden

bilmem ki yavaşlığımdan mı

yoksa hızımdan?

beni ışıtmıyor, tamam

ama başkalarının da güneşi o

ırmağın kıyısında”

Özellikle modern şiirimizde kökleri Ahmet Haşim’in o ünlü Piyale önsözüne dek uzanan bir anlayış vardır: Şiirde ‘musiki’nin önemli olduğunu vurgulamaya bayılır bu anlayış. Ahmet Haşim neyse de çoğu kez şiirde vezin savunmalarının temelinde de bu yatar. Garip şiirinin yıktığı ‘şairane’liğin bir bileşenidir gerçi vezin yoluyla şiirin ihtiyaç duyduğu musikiye ulaşma kaygısı. Sözkonusu ‘musiki’ anlayışı Garipçilerin öncelikle karşı çıktığı şairaneliğe mahsus ‘eda’ ve ‘ahenk’in oluşumundaki ilk müsebbiptir.

Modern İran şiirinin kurucu ismi sayılan Nima Yuşiç’ten bazı şiirleri derleyerek Türkçeleştiren M. Bülent Kılıç’ın hazırladığı Ey İnsanlar adlı kitapta rastladığım Ferudun Moşiri’nin yazdığı bir yazıdaki şu sözleri tam da bu bakımdan ilgimi çekti doğrusu: “Şiiri doğal bir dille yazmalıyız; doğal bir dille ve konuşma diline yakın yazmalıyız. Müziğin gücünden çok fazla yararlanmamalıyız.”

Ahmed Şamlu, Furuğ Ferruhzad, Sohrap Sipehri gibi modern İran şiiri içinde uluslararası çapta popülerleşmiş birçok ismi de etkilediğini bildiğimiz Nima Yuşiç’in bu görüşlerini ne zaman ifade ettiğini merak ediyorum aynı şekilde. Hayat hikayesinden 1920 ila 1960 yılları arasında şiir yazdığını çıkarsadığım Yuşiç’in ilk şiirleriyle birlikte klasik tarzda yazılan İran şiiriyle arasındaki mesafeyi açtığı düşünülüyor. Hatta bu sebeple epey de eleştiri almış 1923’lerde Yuşiç. Ama yine de bana kalırsa aruz veznini kıran, ya da dizeler arasında bölüştüren Yuşiç’in modern İran şiirinin oluşumuna katkısı belki de Mehmed Akif’in Türk şiirine katkısı gibidir. Otobiyografisinden aktaracağım şu sözler durumu bütün sarahatiyle ortaya koyuyor diğer yandan: “Benim özgür şiirimde kafiyenin ve veznin başka bir işlevi var. Dizelerin kısalıp uzaması bir fantezi ve oyun değil. Ben ölçüsüz şiirin de bir ölçüsü olması gerektiğine inanıyorum. Her sözcüğüm bir başka sözcüğüme şaşmaz bir kaideyle bağlıdır. Ve serbest şiir benim için öteki şiirden daha zordur.”

Kılıç’ın hazırladığı kitap çevremizdeki ülkelerde üretilen edebiyat verimlerinden bigâne kalmamamız gerektiğini tekrar hatırlattı bana.

Şiirin toplumsal bir işlevi var mıdır?

“Ülkemizde edebiyatın, hatta bazı ölçülerde toplumun birçok sorunları açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya sorunlardan şiirde vazgeçilirdi.” Böyle yazmış Turgut Uyar, Korkulu Ustalık’ta bir araya getirilen yazılarından birinde. Şiirin toplumumuzun tarihsel bir anında salt ‘sanat’ olmaktan öte bir anlam ve işlev kazandığını ortaya koyuyor elbette onun bu sözleri. Uyar’ın yaptığı bu belirlemeyi İsmet Özel’in koştuğu o şartla, yani ‘Türkiye’yi anlamak için şiire başvurma’ gerekliliği ile birlikte düşünmek elbette mümkün. Lakin Uyar’ın sözlerini sarf ederken kullandığı geçmiş sigası da bize çok şey anlatıyor. En azından İsmet Özel’e nazaran Turgut Uyar açısından toplumsal sorunları -en azından bir kısmını- şiir yoluyla konuşmanın günümüz için bir gereklilik olmadığını belirtmeliyim.

Toplumun kendi sorunlarını tarihin bir anında şiir yoluyla tartışmak zorunda kalışı, bu sorunlar şiir yoluyla ister çözülsün ister çözülmesin, onun yani şiirin önem ve işlevini her ne kadar gösteriyor olsa da toplumca karşılaştığımız sorunları düşünüp tartışmanın bu şeklinin geçerliliğinin de kalmamış olduğunu gösteriyor bu geçmiş sigası. Bugün sorunlarımızı şiir yoluyla tartışmanın bir anlamı, önemi ve işlevi yok bana kalırsa. Üstelik bir zamanlar sorunları şiir yoluyla tartışmanın toplumsal düşünce açısından bir nevi çocukluk evresi olarak algılanması bile mümkün. Böyle algılayanlar da olmuş üstelik. Sözgelimi bu açıdan Descartes’in Usul Hakkında Nutuk’unu yazılışından yaklaşık 200 yıl sonra Türkçe’ye kazandıran İbrahim Ethem’in bu kitaba yazdığı önsöz okunursa, onun şiir yoluyla düşünmeyi bir ‘çocukluk’ olarak gördüğünü de söylememiz garipsenmeyecek. Dahası sorunları şiir yoluyla düşünüp tartışmanın modern zamanlarda bize bir avantaj kazandırmadığı, aksine bu sorunları daha da çözümsüz bıraktığı ortada. Eğer bazı toplumsal sorunlar şiir yoluyla tartışılıp çözümlenebiliyor olsaydı, o sorunlar hâlâ devam ediyor olamazdı.

Elbette İbrahim Ethem’in düşünme açısından şiiri toplumların çocukluk evrelerine ait sayarak felsefe yoluyla sorunları tartışmanın daha gelişkin bir toplum olmanın emaresi olarak betimleyen yaklaşımı da ayrıca eleştirilebilir. İbrahim Ethem, bu yaklaşımıyla on dokuzuncu yüzyılın pozitivist anlayışının bir takipçisi neticede. Aynı zamanda bu yaklaşım büyük ölçüde klasik oryantalizmin ve Avrupamerkezci tezlerin silik bir yansıması şeklinde de görülebilir.

Herhangi bir toplumsal sorunun çözümünde öncelikli olanın şiir, felsefe, siyaset, iktisat ya da başka bir fikri kalıp olmadığı görülmeli bence. Bir toplumsal sorunun çözümünde gerekli olan ilk şeyin o sorunu çözme iradesi olduğunu söylemeliyim. Bu irade çoğu kez suiistimal edilerek başka bazı çıkarların hizmetine sunuluyor esasen. Sözgelimi Türkiye’de sosyalizmin popülerleştirilmesinde Nazım Hikmet’in, Büyük Doğu fikriyatı bakımından Necip Fazıl Kısakürek’in bayraklaştırılmasına da bu veçheden bakmalı. Şiir toplumsal düşüncelerin yaygınlaştırılması, geniş yığınların bu düşüncelere bağlanması için başvurulan bir enstrümana dönüştürülüyor. Dahası şiir bütün bu vetire içinde bir meşrulaştırma mekanizması olarak işlev görüyor çoğu kez. Bu pek şiirin hayrına bir durum olmasa gerek. (5 Mayıs 2018)

Sadık Koç’un iki kitabı

1981 doğumlu genç bir şair Sadık Koç. İkinci şiir kitabı Topraktan Ayrılalı geçtiğimiz aylarda yayınlandı. Dergâh, Fayrap, İtibar, Kertenkele, Aşkar, Temmuz gibi dergilerde hem şiirlerini hem de yazılarını gördüğümüz Koç’un ilk şiir kitabı Yara Bandı da 2014’te yayınlanmıştı. İki kitapta toplam 37 şiiri yer alıyor Koç’un.
İlk kitabı Yara Bandı’nda kısmen retorik sayabileceğimiz, doğrudan söyleyişe dayalı şiirleri yer alıyordu Koç’un. Koç, ikinci kitabında da aynı tutumunu sürdürüyor. Şiirine gündelik hayat parçalarını bu doğrudan söyleyişle dahil ederek yazıyor Koç. Avantajı da dezavantajı da burada aslında. Teknik bakımdan aynı tutumu sürdürmenin bir alışkanlığa dönüşmesi, kişinin kendisini çoğaltması gibi bir tehlikesi var çünkü bunun. Yine de nispeten başarılı saymak mümkün Koç’u şiirde.  Diğer yandan Koç’un şiirlerinin kompozisyon bakımından tümleşik bir yanı da var. Çarpıcı, diğerlerinden hemence ayırt edilebilecek dizeler çekip çıkarmak bu yüzden güç bu şiirlerden. Peki bu iyi mi kötü mü? Şimdilik bunun kararını vermek zor. Şimdilik halkçı-memleketçi tavrıyla şiirini kotarıyor Koç, ya sonra? (17 Nisan 2020)

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ-8

Mustafa Karasoy’un ilk kitabı
1980 doğumlu bir şair Mustafa Karasoy. İlk ve şimdilik tek şiir kitabı uzun bir isme sahip: Gün Ağarırken Terk Edilecek Siperler İçin Kazı Çalışmaları. Kitapta on beş şiir yer alıyor. Kitapla aynı ismi taşıyan şiir on beş bölümlü ve handiyse kitabın yarısını oluşturuyor. Bu şiiri ben ile sen arasında geçen upuzun bir diyalog olarak okumak mümkün, ki zaten “ben bunları söyleyerek sana/söyleyerek bunları ve diğerlerini/borçlarımı ödermiş gibi yapıyorum/badem çiçekleri açıyor badem çiçekleri yeniden” dizeleri de aynı şiirden. “Sevinmeyi bilmeyen” bir öznenin üzgünlüklerini, hatalarını, hayretlerini, öfkelerini, düşmanlık ve marifetlerini sayıp döktüğü bir şiir aynı zamanda bu. Karasoy’un zamanın geçişine karşı yaraları üstüne döktüğü tuzlar olarak da okunabilir kitaptaki şiirler.  Neticede şükretmeyi bilen bir şair Karasoy. (17 Haziran 2018)

Şiir ile hakikat arasında ne tür bir bağ var?
“Misyon, şiirin modern ve kurucu vasfını zedeler. Çünkü şöyle olur, iletişime indirgenen dil, nesnesini meta kılar. Metanın dili muhatapla klişe aracılığıyla anlaşılabildiği için hazır dilleri (kalıplar, konuşma dilleri, gündelik dil, deforme edilmiş olsa bile deyimler) asıl kabul eder. “Şiir dili” denebilecek özel dili yaratma işi metalaşma sürecinde hep “doğallıkla” ertelenir.”
Bu cümleleri Hayriye Ünal’ın Salim Nacar’ın sorduğu “Bizim bağlı olduğumuzu iddia ettiğimiz hakikatle yaptığımız sanat arasında bir ilişki var mıdır? Varsa bu ilişki nedir? Yoksa biz ne yapıyoruz” sorusuna verdiği uzun cevaptan aldım. Ünal’ın şiir dili ile gündelik dili ayırt etmesine katıldığımı belirtmeliyim öncelikle (en azından şimdilik, birazdan zikredeceğim düşüncelere bir tutamak olması için katılıyorum, ancak kökeninde Mallarme’cı bu ayrımın pek işe yarar olmadığını da düşünüyorum); ancak “gündelik dili”, “normal dili” hep bir “hazır dil” olarak kavrayışının ise yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu gayet açık bir durum: Gündelik dil ancak biz konuşmaya karar verdiğimiz an bizim için “hazır” (presented-sunulmuş) bir hale dönüşür. Diğer türlü dil, gramer kitapları ve sözlüklerde gömülüdür. Bir “konuşma” ise hemen her zaman bir bağlam gerektirir, yani tarihsel-toplumsal bir vasatta gerçekleşir. O bağlamda konuşmaya karar veririz yani. Asla durup dururken hazır bir konuşma dili bize sunulmaz. Konuşmayı ve konuşacağımız kelimeleri, konuşmayı sürdüreceğimiz yol ve kipleri seçeriz yani. (Bu noktayı daha fazla vurgulamamın bir anlamı yok aslında. Mihail Bahtin’in heteroglassia kavramını bilenler ne demek istediğimi anlayacaklardır.)
Ve üstelik Ünal’ın bahsettiği “metalaşma” tehlikesi “şiir dili” diyerek ayrıksılaştırılan bir dilde yazılmış şiirlerde bile mümkündür. Metalaşma tehlikesi olarak koyutlanan tehlike Kant estetiğinin “amaçlı amaçsızlık” olarak kavradığı beğeni düzeyini zedelemesi sebebiyle bir tehlikedir. “Şiir dili” denerek ayrıksılaştırılmış bir dilde yazılan hemen her şiirde sonuçta muhatapların “beğeni”si de kazanılmaya çalışılır, en azından şair yazdığı bu şiirle kendisine bunu kanıtlama, o hazzı yaşamak ister. Bu nokta en iletişime kapalı, en metalaşmaya direnen şiirde bile önümüze çıkan o ‘tehlike’yi bize hatırlatır. Kabul edilsin edilmesin, şiir yazmak da bir “iş”tir. Bu “iş”in başarılı yapılabilmesi farklıdır, doğrudan bir amaç gözeterek üstünkörü yapılabilmesi farklı. Bütün üstünkörülüklerin sonuçta bir amaç için yapılmış olması, şiirde düzgünlüğün bir amaç gözetmeden yapılabileceğini ortaya koymaz evvel emirde. Şiirin kendini aşan bir mesajı var mı yok mu? Şiir karşılığında haz alınan bir estetik obje mi değil mi? Sorun burada düğümleniyor aslında. Eğer şiiri bir estetik nesne olarak görmeyeceksek haklı Hayriye Ünal. Ama şiir neticede estetik bir hazzı yaşatabildiği için şiirdir. Velev ki “şiir dili” ile yazılmış olsun. Bu haz orada durdukça metalaşma hemen her zaman olacaktır. Çünkü başkasına “iletilen” bir fikir, bir mesaj, Ünal gibi söyleyelim bir misyon olmayabilir; ama bu şiirin bize hiçbir şey iletmediğini göstermez.
Hayriye Ünal’ın şiir dili-gündelik dil diye yaptığı ayrımın Mallarme’daki karşılığı tam olarak saf dil ile brüt dil ayrımıdır. En saf haliyle bile bir arzuyu taşımayan bir dilin düşünülemeyeceğine kaniyim. Bir arzu, hemen her zaman bir ileti’dir, bir mesajdır, bir misyondur. Çığlık şeklinde dahi dışa vurulmuş olsa bile her dilin kökünde bir arzu vardır. Elbette şiirde kullanılan dilin gündelik dilden farklılaşmaları olacaktır, en azından herhangi bir şiirde kullanılan dilin ‘çapaklar’, ‘fazlalıklar’ içeren bir dil, deyim yerindeyse brüt dil olması kabul edilemez bir durumdur; ancak bundan şiirin tamamen dilin özselliğini ön plana geçirerek yazılması gerektiği, şiirin ancak o zaman şiir olacağı sonucunu çıkarmanın acele verilmiş bir karar olduğunu da belirtmeliyim.
Elbette Hayriye Ünal’ın cümleleri temelde ‘ideolojik şiir’ yazdığını söyleyenleri hedefliyor, onların şiirlerinin şiir olmadığını vurgulama ihtiyacı hissediyor Ünal. Bu noktada onunla hemfikir olduğumu belirtmeme gerek var mı? Ancak, bunu yaparken “şiir dili” vb. birtakım kurmacalar da icat ediyor. Asıl itirazım bunlara. Bu kurmacaların taşıdığı arzu ideolojik şiirlerin şiir olmadığını ispatlamayı amaçlıyor. Bu ispat için bu kurmacalara gerek yok oysa. (17 Temmuz 2018)

Mehmet Aycı’nın yazısı
Edebiyat Ortamı dergisinin Mart-Nisan 2020 sayısının bir eki Ali Sali’nin hazırladığı Şiir Yıllığı. Bu yıllıkta benim de bir şiirim yer alıyor. Ama asıl üzerinde durmak istediğim Mehmet Aycı’nın yazdığı yazı. Yazısında Aycı, şimdiye dek hep ıskalanan, ısrarla görmezden gelinen konulardaki hakşinaslığını konuşturmuş resmen. İkinci Yeni şairlerinin şairliğinin de İsmet Özel’in İsmet Özel’liğinin de 90’lı yıllarda şiir yazmaya başlayan kuşakla birlikte tebellür ettiğini, birilerinin bu yıllarda şiir yazan çeşitli şairlere yönelik yersiz töhmetler içeren saldırılarının aslında doğrudan şiire yapılmış sayabileceğimizi vurguluyor. Günümüz şiir ortamında geçerli şiir anlayışlarının tamamı elbette 90’lı yıllarda ifade bulan görüşler. Günümüzde şiir yazıp tutarlı bir şekilde 90'lı yıllarda dile getirilen görüşlerle hesaplaşamayanların öncelikle kendilerini var kılan koşulları dinamitlediğini de söylemeli. Aşılacaksa buyursunlar aşsınlar, aşamıyorlarsa en azından edeplice susmayı bilsinler. (12 Mart 2020)