25 Nisan 2024 Perşembe

"Ülke içinde muhalif, uluslararası arenada Ortodoks!"

 Başta bilim sosyolojisi ve felsefesi olmak üzere toplumsal teorinin farklı alanlarında yazdığı makale ve eserlerle ondokuzuncu yüzyıldan günümüze Türk düşüncesinde etkili olmuş pozitivist anlayışın hegemonik statüsünü sarsan Hüsamettin Arslan, toplumca iki yüz-üç yüzyıldır içinde bulunduğumuz krizin bilhassa epistemolojik yanlarının diğer yanlara nazaran öncelikli sayılabileceğini savlamıştı. Özellikle 1980 sonrası Türk düşüncesinin serencamında yer edinen konulardaki çalışmalarının kendine özgü, sıra dışı nitelikleriyle ufuk açıcı olduğu bildiğimiz Arslan'ın Türkiye'de yazılmış ilk bilim sosyolojisi doktorası olan Epistemik Cemaat adlı eseri onun konvansiyonalist (gelenekçi-uzlaşımsalcı) düşüncesinin epistemolojik temellerini göstermesi bakımından ilgiye değerdir. Bu eserinde "evrensel bilgi"nin reddedildiğine şahit oluruz sözgelimi. Bu bilgiyi üreten bilim dahi olsa o tarihsel-toplumsal boyutları içinde ele alınmalıdır. Çünkü bilim adamı da bir toplumda ve bir tarihte o bilgiyi üretmiştir. Soyutlanmış değildir. Sosyolojisi bu sebeple yapılabilir, yapılmalıdır da.

Bir konuşmasında Türkiye'de Marksist, Weberist ya da Durkheimcı gibi "modern" geleneklerin olmadığını, çünkü onların toplumsal arka planı bulunmadığını savlayan Arslan, Müslümanlık ile İttihatçı geleneğin toplumsal anlamda en başat iki gelenek olduğunu öne sürmüştü. Aynı yazıda 12 Eylül'le beraber "halk"ın gündeme gelmeye başladığını belirten Arslan, aynı tarihlerde "aydınlar arasında bunalım edebiyatları"nın başladığına da işaret ediyor. Başka bir yazısında Türkiye'de entelektüel hayatın yoksul olduğunu, çünkü entelektüel ve akademisyenlerin genelde tek bir toplumsal kaynaktan geldiklerini söyleyen Arslan, ülkedeki entelektüel hayatın monopolist yapısını vurgulayarak modern epistemik cemaatin ana hatlarını belirliyor: "Ülkemizdeki entelektüel statükonun aktörleri, kendi toplumlarının mirası olan entelektüel statükoya, epistemik merkez adına karşı çıkarlar; onlar kendi toplumlarının marjinalleri, İngilizce, Almanca konuşan statükonun sözcüleridirler. Ülke içinde muhalif, uluslararası arenada ortodoksturlar. İçerde isyan, dışarda boyun eğme."

Entelektüel hiyerarşi

Yayınevi, yazar ve kitap etrafında şekillenen entelektüel hiyerarşide de toplumsal hiyerarşide olduğu gibi bir bölümleme yapmanın gerekli olduğunu ifade eden Arslan, bu hiyerarşide de bir burjuva, orta sınıf ve proleteryanın ayırt edilebileceğini öne sürüyor. Bu entelektüel sınıfsal yapıyı belirleyenin soyutluk derecesi olduğunu belirten Arslan kendi kurduğu yayınevi olan Paradigma Yayınevi'nin bu entelektüel hiyerarşide nerede yer aldığını belirleme sorusuna cevap vermek için yayımlanan kitaplara ve bu kitapların okuyucularına bakmanın elzem olduğunu belirterek Paradigma'dan yayınlanan ve yayınlanması yazı yazıldığı sıralar gündemde olan (bu kitapların birçoğu yayınlandı) kitapları sıralıyor: "Paradigma'nın yayımladığı kitapların tamamına bakıldığında, Kıta Avrupası geleneğine mensup filozof ve düşünürlerin kitaplarına ağırlık verdiği söylenebilir."

Asım Öz'ün hazırladığı Hüsamettin Arslan Kitabı adlı eserde Meçhul Metinler başlığını taşıyan ilk bölümde Arslan'ın seminer, konferans, sempozyum, televizyon programlarında yaptığı konuşmalar ile çeşitli dergilerde yayınlanmış makalelerden bir seçme yer alıyor. Hatıraları, dostluk ve düşünceleri içeren ikinci bölüme ise birçok yazı yer alıyor. Bu bölümde Aytekin Yılmaz'dan Yasin Aktay'a, Bengü Güngörmez Akosman'dan Halime Kökce'ye, Asım Öz'den Metin Önal Mengüşoğlu'na birçok ismin kaleme aldığı yazılar yer alıyor. Bu yazılarda Hüsamettin Arslan üzerine çeşitli düşünceler ve kavramlar, dostluklar ve hatıralar sunuluyor.


9 Nisan 2024 Salı

Arap-Acem rekabeti ve Şuubiyye

 Hz. Peygamber'in ölümünün ardından yaşanan ilk yüzyılda epey buhranlı ve ihtilaflarla dolu bir süreç yaşandı. Cemel vakasından Şiiliğin ve Hariciliğin tohumlarının saçıldığı Sıffin savaşına siyasi ayrılıkların yanı sıra, Mürcie'den Mutezile'ye birçok fikrî ihtilafın sökün ettiğine şahit olundu bu yüzyıl boyunca. Müslümanların henüz yeni tanıştıkları dinle kurdukları ilişki ve atalarından tevarüs ettikleri ve etkisini koruyan bağın hem itikadi hem de siyasi anlamda yaşayacakları kararsızlık ve savrulmaların en önemli sebebi olduğu iddia edilebilirdi. İktidarın İslam'la ilk tanışan ve yeni dinin kurucu unsuru olduğu söylenebilecek Arapların elinde bir ganimet pozisyonunda kalması İslam'a sonradan dahil olan gayrı Arap unsurların bu gecikmişliklerinin bedelini çok çeşitli yollarla sürekli ödeme mecburiyetiyle yüzleşmeleri Arap ve gayrı Arap unsurlar arasında bir çatışma ve ihtilafın da oluşmasının asıl sebeplerinden biriydi. İran'ın fethi sonrası özellikle Farsların bazen isyan faaliyetleriyle bazen de kültürel düzeyde yürüttükleri mücadeleyle yaşadıkları maddi mağlubiyetin tazmin etmeye çalıştılar. Bu kendiliğinden Araplar ile Farslar arasında bir mücadelenin şekillenmesini getirdi. Araplar ile Farslar arasındaki bu mücadelenin İslam tarih yazımını da etkilediğini yeri gelmişken belirtmek gerekir. Şii ve Sünni teolojiler açısından hassas tarihi hadiselerin ele alınışında ortaya çıkan farklılıklara biraz da bu açıdan bakmak gerekebilir.

Kitabında İslam tarihinin ilk dönemi sayılabilecek ve Emevi devletinin yıkılmasıyla sonuçlanan tarihi süreci Arap ve gayrı Arap unsurlar arasındaki ilişkiyi anlamak ve bu ilişkinin oluşturduğu problem ve sonuçları gözlemleyebilmek amacını güden Maşallah Nar, aynı sürecin Şuubiyye hareketi olarak isimlendirilen tarihi olgunun oluşum sürecine tekabül ettiğini belirterek Müslüman Araplar ile gayrı Arapların yaşadığı dönüşümü gözlemlemek ve detaylı bir şekilde kavramak bakımından İslam öncesi dönemin başlangıç noktası seçiyor.

CAHİLİYE NEDİR?

Kitabının giriş bölümünde Cahiliye ifadesini kavramsal bakımdan tartışan Nar, Arap kimliğiyle ilişkilendirilen asabiyenin (İbn Halduncu bu kavramı da detaylı bir çözümlemeye tabi tutuyor Nar) kabile ölçeğinde kazandığı işlevsel ve olumlu anlamlara nazaran kabile dışında ortak bir ulusal bilinç üretme yerine parçalayıcı bir faktör olduğu sonucuna ulaşıyor. Bu itibarla Şuubiyye'nin Arapların geçmişten tevarüs ettikleri ulusal bilincine gayrı Arap unsurların reaksiyonu olarak geliştiğine dair yaygın bir şekilde savlanan fikri de eleştiriyor.

Kitabının birinci ve ikinci bölümünde Şuubiyye hareketinin ortaya çıkmasında etkin unsur olan mevalilerin İslam öncesi dönemden Emevi idaresinin sonuna kadar hangi aşamalardan geçtiğini, mevalilerin Emevilere karşı muhalif bir grup olarak ortaya çıkmasının sebeplerini, yani mevali hoşnutsuzluğunun kökenlerini anlamaya çalışan bir analiz geliştiren Nar, özellikle Emevi idaresinin öncesi (dört halife dönemi) ve sonrası (Abbasiler dönemi) arasında, bu grubun toplumsal ve idari durumundaki farklılaşmayı vurguluyor. Mevali hoşnutsuzluğunun temel muharrikinin de ekonomik ilişkiler olduğunu belirten Nar, Haccac bin Yusuf dönemindeki uygulamalar üzerinde ayrıntılı bir şekilde duruyor.

Kitabının üçüncü, bu itibarla son bölümünde ise Nar, Şuubiyye hareketi üzerinde duruyor.

Muhalif bir hareket olarak Şuubiyye'nin nasıl bir karakter arz ettiğini soruşturan üslubuyla Nar, bu hareketin mensuplarının iddia ve dayanaklarını, bu hareketle ilgili tarihçilerin yaptıkları yorumları, hareketin klasik Arap-Acem rekabeti içindeki ifadesi ve anlamını irdeliyor. Bu minvalde Arapların ve Acemlerin İslam öncesi mirasla kurdukları ilişkiyi ve Sasani devlet geleneğinin Arap devlet geleneği üzerindeki etkilerini anlayabilmek maksadıyla Sasani ve Arap toplum karakterleri üzerinde de duruyor.

Maşallah Nar'ın kitabının değeri Şuubiyye hareketini sadece ideolojik bir hareket olarak yorumlamamasında yatıyor. Bu hareketi ekonomik ve sosyo-politik açıdan irdeleyen Nar, mevali meselesini de geniş bir tarihsel süreçte ele alıyor. Böylelikle çok katmanlı bir şekilde Şuubiye hareketini irdeleyen Nar, literatürde yerleşik çoğu basma kalıp yargıyı da eleştirme fırsatı ediniyor.

3 Nisan 2024 Çarşamba

Yeni bir biyoetik mümkün

 Biyoteknoloji; hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimlerinin yanı sıra makine mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği ve bilgisayar mühendisliği gibi mühendislik dallarından yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, özel bir kullanıma yönelik ürünleri oluşturmak ya da dönüştürmek için biyolojik sistemleri, canlı organizmaları ya da türevlerini kullanan uygulamaların tümüne verilen ad. Özellikle canlı klonlama (ki 5 Temmuz 1996'da Dolly isimli bir koyunun meme dokusundan bir hücre alındı, alınan bu hücre çekirdeği çıkartılmış bir yumurtaya aktarıldı ve elektrik şoku verilerek Dolly klonlandı), yapay organ ve doku üretimi, protein üretimi, bazı hormon, antikor, vitamin ve antibiyotiklerin üretimi gibi uygulamalarla bildiğimiz biyoteknoloji insan, hayvan ve bitki hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak ve değiştirmek amacı taşıyan bir disiplin. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden beri müthiş gelişme gösteren ve korkutucu bir hale gelen bu disiplinin beşerî varoluş, toplumsal yapı ve yönetim teknikleri üzerinde gerçekleştirmeye başladığı değişim hem bazılarının hayranlık duygularını kabartıyor hem de birçok ahlaki, etik, politik ve hukuki kaygı doğuruyor.

Alternatif biyopolitikalar

Özellikle maddi ve manevi varoluşumuza ilişkin olarak biyopolitikanın teknolojilerinin büyük ölçüde tehdit içermesi, biyopolitik teknolojilerin insani üremenin rasyonelleştirilmesinden tutun da bireysel sağlığın yönetimi, nöroloji, genetik araştırmaları, estetik müdahaleleri de içeren beden politikalarına kadar birçok alanda bu tehdidin sürekli güncellenmesi bilimsel özgürlük ile etik arasında kendiliğinden bir gerilimin doğmasına yol açmıştır. Böyle bir perspektiften biyopolitikanın alışılagelmiş beşeri varoluşun ve toplumsal sınırların nasıl belirleneceği noktasında bilimi denetleyen ve düzenleyen bir karar mekanizmasına da dönüşmektedir. Biyoteknolojik gelişmelerle mümkün hale dönüşen embriyonik kök hücre araştırmaları, klonlama, tüp bebek uygulamaları, embriyolar üzerinde yapılması mümkün genetik seleksiyon, taşıyıcı annelik uygulamaları dikkatle değerlendirilmesi gerekli uygulama alanları olarak belirmektedir.

Kitabının ana konusunu Batı'nın tarihselliğinden dolayı çatışan etik ve bilimin, bu çatışmalı durumunun yeniden gözden geçirilip biyoiktidarın birey ve toplum için olumlu biyopolitikalar oluşturma imkanının araştırılması olarak belirleyen Soner Tauscher, Batı'nın tarihselliğinden kaynaklanan travmalardan azade kılınmış bir şekilde biyoteknolojinin ortaya çıkardığı etik ikilemlere yönelik yeni bir etik tasavvuru araştırmayı hedefliyor. Alternatif biyopolitikaların arka planını oluşturacak böyle bir biyoetik tasavvurun ortaya çıkarılması için öncelikle Batı tarihselliğinde ve onun düşünce dünyasında yöneten-yönetilen ilişkilerini, birey-toplum-devlet bağlamında hukuk yapım süreçlerini ve bu süreçlere ahlakın/etiğin etkilerini irdeleyen Tauscher, yeni bir biyoetik anlayışın nüvesini barındırdığını savladığı İslam düşünce dünyasını ve tarihselliğini de ihmal etmiyor. Çalışmasında Batı ve İslam medeniyetlerinin tarihselliğinin kapsamlı bir mukayesesini yapmayan Tauscher, bunun yerine felsefi düşüncenin, kültürün, ekonominin ve etiğin etkisi altındaki yöneten-yönetilen ilişkilerindeki dönüşümleri bağlam odaklı tartışıyor.

Kitabının ilk iki bölümünde Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki sosyolojik, kültürel, iktisadi ve fikri farklılıkları göz önünde tutarak biyoteknolojik gelişmelerin çıkardığı yeni sorun alanlarına yönelik muhakkak kaynağını yerelden alan alternatif yaklaşımların önerilmesi gerektiğini düşünen Tauscher, İslam hukuk düşüncesinde bulunan makasıd ve maslahat fikrinin günümüz biyoetik sorunlarının çözümüne nasıl uyarlanabileceğini örnekliyor. Yerel tefekkürden yola çıkarak evrensel etiğe katkı sunabilecek etik temellendirmeler oluşturmaya çalışan Tauscher böylece alternatif biyopolitikaların imkanının araştırılmasını kitabının ana hedefine dönüştürüyor.

Biyoteknoloji, biyopolitika ve etiğin kesişim alanında tartışan Tauscher böylece belirlenebilecek bir sorumluluk etiğinin olumsuz sonuçlar doğuran ve beşerî varoluşumuzu tehdit eden biyoteknolojik gelişmeleri, bir anlamda bilimi sınırlayabilecek alternatif biyopolitikaların oluşturulması gerektiğini düşünüyor. Bu kapsamda doğa, insan ve devlet kavramları da tartışmanın içinde yer alıyor.