17 Aralık 2020 Perşembe

Hobbes'un siyasi fikirlerinin kemali

 Dünya tarihinde bazı yüzyılları diğerlerine nazaran ayrıcalıklı kılan önemli gelişmeler yaşanır. O ayrıcalıklı yüzyıllardan biri sayabiliriz bir bakıma 17. yüzyılı. Öncelikle Avrupa tarihinin en kanlı savaşlarından biri sayabileceğimiz 30 yıl savaşları 1618-1648 yılları arasında bu yüzyılda yaşanmıştır ve Avrupa nüfusunun handiyse yüzde 25 ila yüzde 40’ına mal olmuştur. Katolik Avrupa ile Protestan Avrupa’nın kapıştığı bu savaştan başka Fransa ile İspanya arasında ayrı bir savaşın da yaşandığı, sonradan Hollanda ismini alacak Dutch Cumhuriyeti’nin en görkemli günlerini yaşadığı, Osmanlı Devleti karşısında kurulan Kutsal İttifak’la 1683’te başladığı savaşın 1699’daki Karlofça anlaşmasıyla son bulduğu çağdır bu.

Bu savaş ve krizlerin arasında Rene Descartes, Galileo Galilei, Johannes Kepler, Pierre Fermat, Blaise Pascal, Robert Boyle, Cristiaan Huygens, Isaac Newton, Thomas Hobbes, Leibniz, Spinoza, Campanella, Francis Bacon gibi filozof ve bilim adamları da bu yüzyılda yaşar. Sanayi Devrimi ve Aydınlanma Düşüncesi’ne giden değişimlerin hem faili hem de tanığıdır bütün bu isimler. Bir anlamda 17. yüzyıl, birçok bakımdan modern dünyanın maddi ve fikri temellerinin atıldığı bir yüzyıl olarak düşünülebilir.

Fikir bolluğu

Bu yüzyılda yer alan olaylar dizisi arasında İngiliz İç Savaşı belki de en ilginç olanlardandır. İrlanda ve İskoçya’nın da bu iç savaşta Presbiteryen papazlar, Anababtistler, Beşinci Monarşistler, Quakers, Adamites gibi dini gruplaşmalar kadar Kral I. Charles’ın şahsıyla özdeşleştirdikleri monarşiye meydan okuyan “demokratik centilmenler”i, lordları, gentry’i de rol oynayanlar arasında zikretmek gerekli. Büyük çapta üç kez gerçekleşen çatışmaların sona ermesiyle önce iç savaşta parlamento adına önemli vazifeler üstlenmiş ve zaferler kazanmış askeri deha Cromwel’in Lord Protectorluğu ve sonra II. Charles’ın sürgünden dönerek taç giymesiyle başlayan Restorasyon dönemiyle birlikte etkileri Kıta Avrupası’na dek uzanacak bir görüşler, fikirler, çözümler bolluğunun da yaşandığını tahmin edebiliriz.

Kaos, yozlaşma

Avrupa’da gelişen modern siyasi fikirler arasında toplumsal sözleşmeciliğin en etkili ismi olarak bildiğimiz ve bu itibarla da liberalizmin handiyse kurucu babası sayabileceğimiz Thomas Hobbes’un Behemoth’u İngiliz İç Savaşı’na ilişkin gözlem ve değerlendirmeler eşliğinde bütün taraflara eşit duran liberal tutumun parlak bir örneğini sergiliyor. Bir anlamda Hobbes’un Kitab-ı Mukaddes’ten alarak diğer önemli eserinde başlık olarak kullandığı Leviathan deyişi “devlet, meşru hükümdar” olarak yorumlanabilirse yine bir Kitab-ı Mukaddes mitolojisinin önemli canavarlarından olan Behemoth da sivil uyumsuzluk, isyan, devrim vb. anlamlara yorulabilir. Esasen Behemoth’a hukuksuzluk, kaos ya da yozlaşma demekte de beis yoktur.

Leviathan’ı bütünlüyor

John Locke, Jean-Jacques Rousseau, G. W. F. Hegel gibi pek çok düşünürü etkileyen, gerek liberal gerekse muhafazakar düşüncelerin gelişimine etkisi büyük Hobbes’un Behemoth’unun yine İngiliz İç Savaşı’na dayalı değerlendirmeler ışığında kaleme alınmış Leviathan’ı bütünleyen, handiyse onu kemale erdiren, böylelikle de Hobbes’un siyasal fikirlerini bir nihayete vardıran bir niteliği olduğunu öne sürebiliriz. Hobbes’un Behemoth’da ortaya koyduğu çerçeve birçok bakımdan modern ve demokratik bir çerçeve kabul edilebilir mi peki? Bu soruya verilebilecek tüm cevapların şimdiden tartışmalı olduğunu belirtelim. Esere yazdığı önsözle kitabı okumaya girişecek okura önemli biçimde yardımcı olan Abdullah Yılmaz’ın dilinin kitabın okunaklılığını artırdığını da eklemeli.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Gücün mantığı, semantiği, metafiziği

 Modern düşünce ve hayatta birçok farklı alan ve disiplinde sık sık kullanılan, anlamı epey muğlak, buna rağmen açıklayıcı gücünün yüksek olduğu düşünülen kavramlar arasında “iktidar”ın yeri belki de eşsizdir. Hukuktan sosyolojiye, siyasetten sanata bazen eleştiri bazen de savunma maksadıyla başvurulan, zaman zaman baskı ve şiddetle zaman zamansa özgürlük ve yeterlilikle ilişkilendirilen bu kavramla ifade edilmeye çalışılan çeşitli durumlarda paylaşılan ortak olguyu aydınlatmak ise epey güç görülür.

Türkiye’de büyük ölçüde baskı ve şiddet formlarıyla ilişkilendirilerek düşünülen kavramın sadece bunlara hasredilmesinin onun işleyişindeki mekaniği kavramada bize epey zorluk çıkardığı ve hatta iktidarı sadece “baskı” ve “şiddet” formlarıyla ilişkili düşünmeye yönelik yoğun bir baskı ve şiddete maruz kalmamızın bu tarz düşünmelere de kendiliğinden bir tür iktidar sağladığı göz önünde tutulursa kavramın hangi hallerde nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin formel belirlemelerin önem kazanmaya başladığı görüşüne de haklılık payı verilmelidir. Siyasal alanda iktidar olunup muktedir olunamayan, yani bir anlamda gelinen konumun asli öznesi payesine bir türlü kavuşulamayan durumların da bu tür güçlüklerle boğuşulmasını neredeyse zorunlu kıldığı öne sürülebilir.

İktidar nedir?

Sahiden iktidar nedir? Hangi durumlarda bu iktidar baskı ve şiddetle zorunlu bir ilişki içindedir, hangi durumlarda baskıya ve şiddete başvurmadan da iktidarlar tesis edilebilir? Bu sorular kavramın atıfta bulunduğu “ilişki tarzı”nın bütün form ve içeriği aydınlığa kavuşturulamadan cevaplandırılamaz elbette. Türkçe’ye “İktidar Nedir?” başlığıyla çevrilmiş kitabında Byung-Chul Han, kavramın çerçevelediği “güç”ün mantığını, semantiğini, metafiziğini, politika ve etiğini tartışarak onun ortaya çıkabileceği farklı formlar içerisinde nasıl şekillendiğini göstermeye ve böylelikle içeriğini belirginleştirmeye uğraşıyor.

Genellikle iktidarın bir kişinin başkasını kendi iradesine rağmen belli bir tarzda davranmaya zorlayan güç olarak anlaşıldığına dikkat çeken Han, bu fikrin iktidar kavramındaki karmaşıklığı açıklamaya yetmediğini belirterek iktidarın oluşmasının illaki herhangi bir direnci kırmaya veya itaat etmeye zorlamakla sınırlı olmadığına işaret ederek “İktidar ne kadar güçlüyse, o kadar sessiz ve derinden etki eder. Özellikle kendine işaret etmek zorunda kaldığı yerde, zaten zayıflamıştır” ifadelerini kullanıyor.

Kavramın mantığını tartışırken iktidarın diyalektiğinin çoklu yapısının dikkate alınması gerektiğini vurgulayan Han, onun özgürlüğü dışladığı görüşünü de eleştiriyor: “Mutlak iktidara ulaşmak isteyen şiddetten değil başkalarının özgürlüğünden yararlanmak zorunda kalacaktır. Bu tür bir iktidar, özgürlük ve teslimiyetin birleştiği anda elde edilir.”

Köle-efendi diyalektiği

Weber ve Luhmann’ın iktidar teorilerini tartıştığı “İktidarın Mantığı” başlıklı bölümde iktidarın bir ilişki olduğunun altını çizen Han, “İktidar, ancak taraflardan biri, olası ölüm korkusundan ya da rakibinin fiziksel üstünlüğünün farkındalığıyla diğerine teslim olduktan sonra ortaya çıkar. Gerçek anlamda iktidarı oluşturan şey, taraflardan birinin ölümüne mücadelesi değil, bu mücadelenin hiç yaşanmamasıdır” ifadelerini kullanır. Han’ın bu analizinde Hegel’in Tinin Fenomenolojisi kitabında resmettiği “köle-efendi diyalektiği”nin yoğun bir etkisi olduğu da açıktır.

Kitabının diğer bölümlerinde de iktidarın anlamla, ahlakla, din ve metafizikle ilişkilerini Hegel, Heidegger, Nietzsche, Foucault, Bataille gibi düşünürlere başvurarak tartışan Byung-Chul Han, kitabında böylelikle kavram etrafında geliştirilmiş felsefi, sosyolojik ve siyasi analizleri derli toplu bir halde sunma imkanı da buluyor.

4 Aralık 2020 Cuma

Kuşçubaşı Eşref ‘kült'ünün çözümlemesi

 Yakın tarihimizde etrafında birçok efsane bulunan, hayatı çeşitli çarpıtmalarla olduğundan başka gösterilmiş, bütün tanınmışlığına rağmen gerçekliği karanlıkta kalmış birçok isim vardır. Onlar arasında en ilginci ise elbette Kurtlar Vadisi vb. mafyatik dizilerle sık sık gündemimize getirilen Kuşçubaşı Eşref’tir.

Balkan Savaşları’ndan Milli Mücadele’ye dek birçok önemli vakada ismine bir şekilde rastlamamız istenen bir kişilik Kuşçubaşı eşref. Özellikle Cemal Kutay’ın aktarımlarıyla bize ulaşan anılarında önemli manipülasyonlara girişen, başarılı hadiselerden kendine övünç payı devşirirken, başarısız olduğu ya da kaldığı hadiselerde ise susmayı tercih eden bir kişilik.

Yakın tarihimize damga vuran gayrınizami harp örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu ve ilk başkanı olduğu yolundaki aslı astarı bulunmayan rivayetten, bizatihi Teşkilat’ın gayrınizami harp örgütü olmaktan çok istihbarat örgütü olarak değerlendirilmesine varan telakkiler uyarınca onun istihbarat tarihimizin de önemli isimleri arasında sayılması gerektiği kanaatine kadar birçok yanlış bilgi, duyum ve kanaat Kuşçubaşı Eşref’in hayat hikayesinin etrafında yankılanıp durur sürekli.

Yakın tarihimize ilişkin popüler tarihçiliklerin genelde yakın durduğu tarihsel kişilikleri kahraman ya da hain olarak değerlendirmeye dayalı diyalektiğin hakkında sık sık işletildiği bir kişiliktir ayrıca Kuşçubaşı Eşref. Onun hakkında bilmediklerimizin bildiklerimiz arasında devede kulak mesabesinde kalması bir yana, bilmemiz istenen şeylerin çoğunun da bizzat kendisi tarafından aktarılması Kuşçubaşı Eşref’le ilgili çalışmaların yüzleşmesi gereken zorlukların en başında geliyor. Merkezinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın yer aldığı hayat hikayesinin önceki ve sonraki evrelerinin tarihsel gerçeklikle uyuşmayacak kadar çarpıtılmış olduğu Kuçubaşı Eşref’in lakabından eğitim hayatına, ailece Hicaz’a sürgün edilmelerinden Çakırcalı Mehmet efe ile çarpışmalarına, Balkan Savaşları’ndan Yemen’de ve Milli Mücadele’de aldığı görevlere kadar hayatının birçok noktasında birçok hayalin bulunduğu ileri sürülebiliyor bu yüzden.

Popüler tarih alanında Cemal Kutay’ın, entelektüel ve akademik hayatta da Philip H. Stoddard’ın yol açtığı Kuşçubaşı Eşref “kült”ünü onun gerçek hayat hikayesini ortaya çıkarıp psikotarihsel çözümlemesini yaparak eleştiriyor Polat Safi, Eşref: Kuşçubaşı’nın Alternatif Biyografisi adlı kitabında. Son derece zahmetli ve birçok zorlukla iç içe bu işi yaparken kitabında kullandığı dilin son derece akıcı ve rahat okunurluğu gözetici olması ise kitabın önemlice bir meziyeti.

Çalışmasının ilk bölümünde Kuşçubaşı Eşref’in personasını inşa etmesini mümkün kılan yazma ve yayımlama faaliyetleriyle ilişkisini tartışan Safi, ikinci bölümde de Eşref’in kendi hayat hikayesiyle ilgili anlattıklarıyla gerçekte yaşanan tarihi olayları mukayese ederek Eşref’in kendisine oluşturmaya çalıştığı persona ile gerçek hayat hikayesi arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor. Kitabının üçüncü bölümünü Eşref’in ego-dokümanlarına dayanarak ondaki narsisizmin gelişimini, evrelerini ve tezahürlerini ortaya çıkarmaya uğraşıyor.

Bunu yaparken Polat Safi’nin hedeflediği karşımızda sanki mitolojik bir kahraman varmış gibi resmedilen bir Kuşçubaşı Eşref portresinin yerine, bir hainin portresini geçirmek değil; bu iki tutumun da aksine Polat Safi, Kuşçubaşı Eşref’in bütün zaaflarıyla nasıl da bizim gibi bir insan olduğunu göstermeye çalışıyor. 

14 Kasım 2020 Cumartesi

Bir tefekkür biçimi olarak Anadoluculuk

 Yirminci yüzyıl Türk düşünce hayatında etkin olduğunu varsayabileceğimiz birçok ismin boğuşmak zorunda kaldığı meselelerin başlıcası belki de beka sorunudur. Yüzyılın başlangıcından itibaren Osmanlı devletinin yıkılmaya yüz tuttuğunun görüldüğü emareler çoklaşmış, devletin yıkılmasını engellemeye dönük fikri çabalar arasında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi kimi fikir akımları belirmiştir. Bu akımların temelde Osmanlı’nın yıkılmasını amaçlayan Batı’ya karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiği hususunda ortaya çıktığını vurgulayabiliriz. Ayrıca Garpçı olarak adlandırılan bir akım da tedavüldedir. Ancak bu akımın da “Batı’nın beşinci kolu” olarak değil, aksine “Batı’ya rağmen Batıcılık” diyebileceğimiz bir tutum izlediğini söylemeliyiz. Bu akım da temelde Osmanlı devletinin ayakta kalabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğine ilişkin birtakım öneriler içeren bir muhtevayı haizdir; lakin Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi diğer akımlar özellikle Garpçı akımın önerilerinin Osmanlı toplumunu bir arada tutmayı sağlayacak öneriler olmaktan uzak, devletin yıkımını hızlandırıcı olduğunu savunmaktadırlar. İlginç olan bütün bu akımların içinden çıktıkları Osmanlı toplumunun temel niteliğinin ne olması gerektiği noktasında aralarında önemli anlaşmazlıklar bulunduğudur. Osmanlıcılık, Osmanlı devleti içindeki bütün etnisitelerin ‘Osmanlı’ üst şemsiyesi altında toplandığı bir kimlik öngörürken İslamcılık Müslüman unsurların, Türkçülük ise bütün Türklerin birliğini amaçlamaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Osmanlı devletinin yenilmesiyle birlikte kendiliğinden Osmanlıcılığın bir çözüm yolu olmadığı görüldü; “elde kalan son vatan parçası” Anadolu idi ve Anadolu da Kurtuluş Savaşı yaşamak zorunda kaldı. Bunun bir anlamda İslamcılığın ve Türkçülüğün tartışma gündeminden geri çekilmesini kolaylaştıran bir etmen olduğunu vurgulayabiliriz. Bütün Türklerin ya da bütün Müslümanların “birliği” imgesi idealde ne kadar benimseniyor olursa olsun realitede kaybetmişti. İlkin 1924 yılında çıkmaya başlayan ve imtiyaz sahipliğini Mehmed Halid Bayrı, mesul müdürlüğünü ise Haydar Necip’in yaptığı Anadolu dergisi kaybettiği net olarak ortaya çıkan bu fikir akımlarına karşı Anadolu’yu Türk kültür ve medeniyetinin esas kaynağı kabul eden bir anlayış ortaya koymaya çalıştı. Mükrimin Halil Yinanç ile Hilmi Ziya Ülken, Mehmed Halid Bayrı ve Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu gibi isimlerin öncülük ettiği bu anlayış doğrultusunda çıkarılan dergide Anadolu’yu daha çok edebiyat, folklor, kültür, iktisat ve coğrafya açısından ele alıp inceleyen makalelerin yer aldığını görüyoruz.

Anadoluculuğu “elde kalan son vatan parçası” olması hasebiyle Anadolu’nun muhafazasını önceleyen, Osmanlı’nın son dönemlerinde epey hırpalanmış Türk devletinin ihyasını mesnet edinen ve bunu yaparken de “vatan ve millet” kavramlarını yeniden tarif etmeye çalışan bir tefekkür biçimi olarak tasvir eden Mustafa Alican ile Bahattin Çatma, bu tefekkürün iki farklı versiyonunu bize zikrediyor: Bunlardan ilkini oluşturan Mavi Anadoluculuk, Anadolu’nun antik çağlara kadar uzanan tarihini kendine referans edinirken ikincisi 1071 Malazgirt Zaferi’yle başlayan bir geleneğe tesanüt eden bir anlayış. Alican ile Çatma’nın derlediği “Kayıp Ülkenin İzinde” adlı kitapta yer verilen edip ve mütefekkirlerin tamamının bu anlayışı şu ya da bu şekilde taşıdığını, derleyenlerin ifadeleriyle “temsil gücü yüksek” ve “etkisi bariz” isimler olduğunu söyleyebiliriz: Mükrimin Halil Yinanç, Hilmi Ziya Ülken, Mehmed Halid Bayrı, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Nureddin Topçu, Remzi Oğuz Arık, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Emin Erişirgil, Refik Halit Karay, Ahmed Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek. Kitap böylelikle bir tür fikri haritalandırma işlemini de gerçekleştirmeye çalışıyor. 

4 Kasım 2020 Çarşamba

Hangisi doğru: İtaat mi etmemek mi?

 Dünyanın ve hayatın gidişatında birçok aksaklık, yanlış ve hata görse de birçok kişi genelde normal addedilen akışa uymaya kendini bir noktadan sonra şartlandırma eğilimine giriyor. Bu eğilime rahatça konformizm diyebiliyoruz. Bu konformizmin bir yanında “umutsuzluk” varsa, diğer yanında da muhakkak kişinin akışa uymazsa kaybedebileceklerine değgin taşıdığı kuşkular bulunuyor. Akışa boyun eğmek şeklinde kendini gösteren bu tavrın yaşadığımız hayatlardaki birçok olumsuzluğa göz yummayı da beraberinde getirdiği vurgulanmalı. Sadece toplumsal değil, bireysel bakımlardan da karşılaştığımız birçok olumsuzluğa göz yumduğumuz bir gerçek aslında. Katlanılamaz bir gerçekliği bizim için katlanılabilir kılan birtakım gerekçeler, lüksler ya da bahaneler icat ediyor ve o katlanılamazlıkla mücadele etme ya da en azından o katlanılamaz durumun bize dayattığına itaat etmeme gibi bizi rahatlığımızdan edecek “yanlış” pozisyonlara düşmemeye gayret gösteriyoruz.

İtaat sorun mudur?

“İtaat etmemeyi” değil, “itaat”i sorun addeden bir kitap Fransız felsefeci Frédéric Gros’un kitabı. Kitabında temelde “eleştirel demokrasi” fikrini savunduğunu iddia eden Gros, demokrasinin sadece iyi sayılabilecek birtakım yargılama ve usul uygulamaları, özgürlüklerin savunulması, çoğulculuğun kabulü, çoğunlukçu düzenlemelere saygı vb’den müteşekkil bir kurumsal yapıdan ibaret olmadığını; bunlarla birlikte, aynı zamanda “herkesin kalbinde yer alan ahlaki bir gerilimi, politikayı yeniden sorgulama zorunluluğunu, halk hareketini, özellikle içrek kendiliğe ters düşen basit bir ‘imaj kaygısı’ olmadan, evrensel bir adalet ilkesini içeren politik kendilikten yola çıkarak, dünyanın seyrini anlama manasını da” içerdiğini savunuyor. Kamusal kendiliği sahip olageldiğimiz politik mahremiyetimiz sayan Gros, bu mahremiyeti de yargı gücü, düşünme yetisi ve eleştiri kabiliyeti olarak içeriklendiriyor. Toplumsal konformizmleri, göreneksel kanaat ve kanıtları, basmakalıplaşmış düşünceleri reddetmemize imkân sağlayan bu politik mahremiyetin kolektif destek bulamadıkça “verimsiz” olmaktan kurtulamayacağının altını çizen Gros, aynı zamanda bu mahremiyetin yer almadığı itaatsizlik hareketlerinin de kolayca araçsallaştırılabileceğine, tek elden yönlendirilebileceğine dikkat çekiyor.

Kitabı boyunca “boyun eğme, rıza gösterme, konformizm” arasındaki farklılıkları aydınlatmaya, direniş ve vicdani ret hakkı ile başkaldırı arasında anlamlı bir ayrım ortaya koymaya çalışan Gros, Sokrates ve Kant’tan beri başkaldırının düşüncenin felsefi yönetimi ve onun zamansız ezoterizmi olduğunu da ileri sürüyor. Sokrates’in “kendinden şüphe etme”ye çağıran sözünü, Kant’ın “Bilmeye cüret et!” diye buyuran maksimini alıntılayan Gros, “uzmanların aldıkları kararlar sabit ve anonim istatistiksel verilerin birer sonucu olmakla gurur duymaya başladıkları an itaatsizlik bir insanlık bildirgesidir” demeyi de ihmal etmiyor.

Küresel boyutlara ulaşmış yoksullaşma ile modern zamanlara kadar kendisi sayesinde doğanın tehlikelerinden korunduğumuz teknolojiden artık tamamen doğayı kendisinden korumamız icap eden bir teknoloji çağında bulunuşumuz gibi fenomenlerden hareketle “itaat sorunsalı”nı tartışmaya açan Frédéric Gros, Diogenes’ten Thoreau’ya, Antigone’dan La Boétie’ye, Foucault’dan Arendt’e, Kant’tan Dostoyevski’ye geniş bir skala içinde itaatsizliğin felsefi köklerini irdeliyor.

2 Kasım 2020 Pazartesi

ASIM'IN KARA HABERİ

 

Rahmetli M. Asım Gültekin'i hemen hepimiz daha çok 'beyaz haberler'iyle bilirdik, merhum Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam adlı şiirindeki “beyaz haberlerim var kardeşlerim” dizesinden mülhem; önce Yeni Şafak'taki köşesinde, sonra Gerçek Hayat dergisinde yazmıştı beyaz haberlerini Asım. Nerede hangi etkinlik varsa, kim nasıl bir güzel işe imza atmışsa bunu muhakkak ilk olarak Asım'dan, onun beyaz haberler’inden okur ya da işitirdik. 1985'lerden sonra ortaya çıkan, birçoğumuzun ilk gençlik yıllarında sürurla dinlediği ve 1990'larla birlikte 'yeşil pop' diyerek küçümsemeye başladığı marşlara yönelik yoğun ilgisiyle de tanınırdı Asım; başta Ömer Karaoğlu ile Eşref Ziya Terzi olmak üzere bu janrı icra edenlerin Müslüman muhitlerde hak ettikleri takdiri görebilmeleri ve yine hak ettikleri konumlarda olabilmeleri için verdiği mücadeleyle bu janrı severek dinleyenlere olduğu kadar, sonradan sevmese de ilk gençliklerinde hep bu marşlarla büyümüşlere de efsanevi bir kişilik olarak göründü.

Ayrıca merkezde ya da taşrada, her nerede olurlarsa olsunlar fanzin ya da dergi her ne çıkarırlarsa çıkarsınlar; söyleşi, konferans, etkinlik, sergi, okuma halkası vb’nden hangi yararlı işlere imza atan olursa olsun hep Asım’ın verdiği destek ve öğütlerle yol kat etti bir yerde. Gençlerin kitap okuması için gösterdiği gayretle de bildik Asım’ı. Gerçek bir muallimdi Asım, bağlısı olduğumuz davanın değerlerini asla bıkmadan usanmadan, gocunmadan gocundurmadan savunur, yaşatmaya uğraşırdı. Muallimdi dedik, ki zaten 2008'de de "Yılın Öğretmeni" ödülünü almıştı. Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Mehmed Akif Ersoy gibi önemli isimleri hatırlardan asla çıkarmamamız gerektiğiyle ilgili her türlü faaliyette mutlaka onun da tuzu biberi olurdu, işin bir ucundan muhakkak o da tutardı.

Benim için böyleydi en azından. Sözgelimi 2002'de dünya gözüyle ilk kez Sezai Karakoç'u görmüşsem bu Asım sayesindedir; Cağaloğlu'ndaki Diriliş gazetesinin bulunduğu büroya çıkan merdivenleri biraz da onun zoruyla adımlamışımdır. Aynı gün İz yayıncılıkta Osman Bayrakdar, merhum Ahmet Şişman, Mustafa Ruhi Şirin ve İlhan Kutluer'le tanışmışsam Asım sayesindedir. Yine o gün rahmetli Mahmut Balcı'nın Cağaloğlu'nda Defne Han'da bulunan yayınevine uğramış, kendisiyle hasbihal etmiş, dertleri ve sıkıntıları kadar projelerini, hedeflediklerini de dinlemiştik... Asım, bildiğimiz Asım, her zamanki yol açıcı önerileriyle Mahmut abiye kısmen de olsa ışık olmuş, ışık tutmuştu.

Müslümanlar arasında iyiliklerin, güzelliklerin yayılması onun en büyük muradıydı. Bu yüzden Müslümanların ayrıştığı noktalara değil; üzerinde uzlaştığı, birleştiği noktalara dikkat eder, onları gürbüzleştirmeye, geliştirmeye uğraş verirdi. Çirkinlikleri değil, güzellikleri konuşmayı severdi Asım, elinden geldiğince dili döndüğünce hepimizi hayra teşvik eder, şerrden uzak kılmaya çalışırdı. Öyle ki handiyse "İttihad-ı İslam" idealinin yürüyen bir örneği gibiydi, kolay kolay başkası hakkında olumsuz bir söz duymazdınız Asım'dan; dedikodularla, söylentilerle vakit kaybetmezdi. Nerede ne yapılması gerektiğini kendine has o sağlam içgörüsüyle bulur, çıkarır ve yapardı.

Asım'ın beklenmedik ölümü sonrası dostlarının onunla ilgili düzenledikleri çeşitli etkinliklere dair Hakan Arslanbenzer "İnsanlar çok güzel andı Asım Gültekin'i. Ama son zamanında yalnızdı da hiçbirimizin haberi yoktu. Hepimiz Asım'ın bizden daha samimi arkadaşları var sanıyorduk. Halbuki yoktu. Bizdik hepsi. Bizim samimiyetimiz de bu kadarmış. Allah rahmet etsin. Allah çocuklarının yolunu açsın" şeklinde gayet yerinde bir mesaj yazdı sosyal medyada. Hakan'ın duasına iştirak ediyoruz elbette, mesajının işaret ettikleriyle birlikte. Ama Hakan'ın ifade ettiklerine birkaç ekleme de yapmak gerekiyor. Çünkü Asım'ın yalnızlığı sırf dostlarının samimiyeti ile alakalı da değildi, çünkü dışavurumcu bir kişilik değildi Asım; her ne kadar müthiş enerjik ve yapıcı biri ise de kendisiyle, içinde bulunduğu ruh halleriyle ilgili konuşmayı pek sevmezdi. Dostları, yani biz bir şekilde bunu sezecek donanıma sahip değildik. Ancak benzeri bir şeyi aramızdan herhangi biri yaşıyorsa bunu sezen biriydi Asım. Asım'ın gidişiyle belki biz Asım'dan daha yalnız kaldık. Uzaklarda da olsa her daim halimizi hatırımızı soran, yakına geldiğinde geldiğinden haberdar eden, size özel projeler üreten, bu projeleri yürürlüğe koymanıza elinden gelen bütün yardımları yapan bir dost. Başladığınız işi tamamlamak için ihtiyaç duyduğunuz ne varsa -teşvik başta olmak üzere- onu size temin için bütün gayretiyle uğraşan bir dost… Böyle bir dostu kaybetmenin başkalarını bilmem ama bana maliyeti büyük.

Diğer yandan Asım, Müslümanların, gençlerin, yazar çizer tayfanın sıkıntısı ile ilgilenmeyi, kendi sıkıntılarıyla ilgilenilmesine yeğ tutardı. Herhangi bir kişiye hiç mi kırılmaz, küsmez insan? Asım kimseye küsmezdi, kırılmazdı kolayına. Küsse, kırılsa bile en son o küsülen, kırılan kişinin haberi olurdu bundan, haberdar olduğunda da bu küslükle kırgınlıkla ilgili Asım’dan kendisiyle ilgili tek bir olumsuz sözün dahi sadır olmadığını hayret içinde fark ederdi. Mü’mindi çünkü Asım, kolayına kırılmazdı Müslüman kardeşlerine, aleyhlerinde kötü söz sarf etmekten -bazen onlar hak etse de- hep geri dururdu. Asım’ın cehdi mü’minliği içreydi, mü’minliği dolayısıylaydı. Bütün çabası, gayreti daha yaşanabilir bir hayat, ülke ve dünya özlemiyle yüklüydü. Maalesef bu özlem, gerçekleşebilmek için belki, aramızdan bir kurban seçti.

En son, pandemi öncesi bir sürpriz yapmış, Sabah Namazı Platformu dolayısıyla Aksaray’a giderken bir gün önce Konya’ya uğramıştı. Konya’ya uğramasının bahanesi hazırdı aslında, bir önceki gelişinde yeterincde gezemediği Rampalı Çarşı’daki sahaflarda vakit geçirmek istiyordu bu kez. Birlikteydik. Bir sahafta epey bir müddet oyalandı. Birçok kitap buldu. Hafızamızı tazeleyen birçok kitap gösterdi bize ayrıca. Sahaftan  zar zor çıkarabildik Asım’ı. Çıkmamak için elinden gelen çabayı da sarf etti aslında. Sahafın raflarını sistematik bir şekilde tarıyordu çünkü ve henüz taramadığı bazı raflar kalmıştı, onlara da bakmak muradındaydı. Ama vakit gecikmişti. Hüseyin beyle birlikte zor bela ikna ettik Asım’I ve Mehmet Bakırcı hocanın evine yaptığımız kısa süreli bir nezaket ziyaretinin ardından Hüseyin beyin ikramına birlikte konuk olduk. Bu sohbetin dünya gözüyle Asım’ı son görüşüm olduğuna hâlâ inanamadığımı da söylemek zorunda hissediyorum kendimi.

Beni bağışla, bu vefasızı bağışla kardeşim…

ŞİİR OKUMA GÜNLÜĞÜ

 

Şiirin Meşruiyeti

Şimdilerde fark ediyorum ki günümüz şiirinin en önemli sorunlarından biri 'meşruiyet.' Meşruiyet her ne kadar ilk bakışta çok sık kullanıldığı bağlamlardan da anlaşılacağı üzere son derece etik-politik bir kavram olarak dursa da kişinin yaptığı işi en azından kendi nezdinde haklılaştırma girişimine ilişkin olarak da yorumlanabilir. Şiir sözkonusu olunca, kişinin yazdığı şiiri sırf kendisi nezdinde haklılaştırmasının ise -en azından yazılan metinler kamuya açık olarak paylaşıldığı ölçüde- yeterli olmadığı/olmayacağı açıktır. Şiirine bir haklılık payı, bir gerekçe icat edebilmelidir şair. İcat ettiği bu gerekçe ya da haklılık payının ise elbette şiir sanatına, şiir yazdığı gelenek içinde şairin yer aldığı pozisyona dair kimileyin üstü örtük kimileyinse açık imaları olacaktır. Bütün bunları hesap eden, göz önüne alan her türlü çabayı meşruiyet arayışı olarak niteleyebiliriz bu yüzden. Günümüz şiirinde meşruiyetin bir sorun olması elbette salt kendi başına günümüzde yazılan şiirden kaynaklı değildir, şiirin yazıldığı ortamın da bunda kabahatleri vardır belki. İçinde bulunduğumuz ortamın siyasi, iktisadi, kültürel vb. her türlü olumsuzluğunun ilk yansımasını çoğu kez yazılan şiirde görüyorsak bu en azından şiirin egemen söyleme boyun eğdiğine dair bizi bir şüpheye sürüklemeli. Yazılmakta olan şiirin meşruiyetini bu açıdan da bir sorun olarak kabul edip tartışmak gerekli.

Şiir üzerine yapılacak her düşünme çabasının ya toplumda kimlerin şiir okuduğunun sorulmasıyla başladığını yahut bu soruyla bittiğini savlayan Meksikalı şair Octavio Paz belki de meşruiyet sorununun en özlü ifadesini bulmuştu. Önceden çoğu şairimiz toplumun ana yönelimlerini, fikriyatını, duygularını terennüm etmekle kendini haklı görüyor, mutlu addediyordu (bu şairlerimizi majör addediyoruz); şimdilerde ise şairlerimizin en çok kaçındıkları şey bu. Bu kaçınmanın şairlerimizi aradıkları mükemmel şiire götürdüğünü söylemek ise mümkün değil. Yine bazı şairlerimiz kendi öznelliklerini diğer insanlara duyurmanın en ehven yolu olarak şiiri görüyorlardı (bunları da minör addediyoruz); yeni teknoloji çağında şiirin artık 'en ehven yol' olma niteliğinden çok şey kaybettiğini söyleyebiliyoruz şimdilerde.

Öte yandan, gerek şiirin gerekse şairin öteden beri toplumlar nezdinde hep "gayrımeşru" addedildiklerini ileri sürmekle halledilemeyecek bir sorun şiirin meşruiyeti. Birileri para kazanıp zengin olmakla, başka birileri ev geçindirmekle, başka birileri siyasetle, başka birileri felsefe ile, başka birileri futbol, basketbol türü sporlar ile, hatta daha da başka birileri kumarla, içkiyle ve diğer sayabileceğimiz kötülüklerle (görüldüğü gibi öykü ve romanı saymıyorum, çünkü neticede bir şair öykü veya roman yazsa bile şairliğinden pek bir şey kaybetmez ve evvel emirde onu şair kabul etmek gerekir- tıpkı Attila İlhan gibi) uğraşarak kendilerine gayet korunaklı sığınaklar icat ederken şairlerin, Alman eleştirmen Hoffmanstahl'ın deyişiyle varlıktaki titreşimleri ölçen sismografların, sığınak inşa işinde yeterince başarılı olamadıkları ortada. "İnşa ettikleri sığınakları bile berhava etmede beceriklilikleri malumdur şairlerin" denerek savunulamayacak bir durumda buluyor şairler çoğu kez kendilerini. Şiir, kendi meşruiyetini tahrip ederek kendine bir meşruiyet alanı oluşturuyor da denebilir elbette; bu deyiş ne kadar paradoksal görünürse görünsün şiir alanında egemen söyleme direnmenin bir şeklinin de bu olduğu iddia edilebilir. (Bunu iddia eden yok mu? Çok! Ama en azından bu iddia sahiplerinin, henüz iddialarının tüm vüsatine hâkim olamadıklarını da kaydetmeli.)

Çünkü şairler yenildiklerinin farkında, ancak bu yenilgilerini de son kertede şiire tahvil etmenin yollarını arıyorlar- asıl sıkıntı da bu arayıştan doğuyor. Şiir alanındaki biçimci arayışların büyük bir bölümünün bu yenilgiyi kabullenme ve yenilginin sorumlusu olarak şiiri gösterme çabasından doğduğunu düşünüyorum.  "Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer" iştiyakı yok günümüz şiirinde. Yenilik arayanların yenilgilerinde bulunabilecek bir ironiyle de kendimizi tatmin edemeyiz bu kertede. Bütün bu sebeplerle meşruiyet meselesinin tekrar ve tekrar düşünmeleri gerekli şairlerin. Yaptıkları işin/yazdıkları metinlerin nasıl olursa olsun bir tür haklılaştırmaya ihtiyaç duyduğunu unutmamalılar. (8 Mart 2018)

 

Sıkı şiir/Sapa şiir

1990’lardan günümüze türsel, biçimsel, özsel farklılıkları bir yana yazılan ve şiir olma haysiyetine sahip çıkan şiirlerde iki temel yönelim tespit etmek mümkün bana kalırsa. İlk yönelimi temsil eden şiirler genelde pek riske girmeden sözün iyisini, güzelini, doğrusunu iyi, güzel ve doğru bir tarzda dile getirme endişesini taşıyan şiirler. Sözgelimi Ömer Erdem, Cevdet Karal, Ahmet Murat, Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, Osman Özbahçe, İbrahim Tenekeci, Ali Emre, Hayriye Ünal sıkı şiirleri yazanların başında geliyor. Sapa şiirlerle ise arayışa önem veren, yenilik kaygısını hemence duyuran, riske girmeyi göze alan, dilin imkanlarını bu bakımdan zorlayan şiirleri kastediyorum. Bunların başında elbette Serkan Işın, Ömer Şişman, Murat Üstübal, Bülent Keçeli gibi isimler geliyor. Bu iki yönelim arasında yaptığım ayrım elbette kesin değil. Sözgelimi Hayriye Ünal, Hakan Şarkdemir gibi isimlerin de zaman zaman biçimsel bazı yenilikleri şiirlerinde denediklerini, hatta “görsel şiir” falan yazdıklarını falan görüyoruz. Bunun tersine Serkan Işın’ın, Ömer Şişman’ın ve hatta Bülent Keçeli’nin de bazı şiirleriyle “sıkı şiir” addettiğim kategoriye girebilecek olduğunu vurgulamak mümkün. Bu iki yönelimde de iyi şiirler yazıldığını söylemem elzem bu arada. Hangisi tercih edilmeli sorusuna benim cevabım belli gerçi, yine de vurgulayayım: Kişinin hayata bakışı daha çok belirgindir tercihlerinde. Arayışa yatkın taraflarımız çoksa da arayışlarımızın bile aidiyetlerimizden çıktığı besbelli. O yüzden bu iki yönelim arasında ayrım çizgisini biçimsel ya da özsel unsurlara yaslanmaksızın, sadece toplamda oluşturdukları etki bağlamında çektiğim anlaşılırsa aslında kasdım da hedefine ulaşır. (11 Mart 2019)

Bülent Keçeli vefat etmiş

Kötü haber. Bugün saat 11’de uzunca bir süredir hasta olduğunu bildiğim şair arkadaşım Bülent Keçeli vefat etmiş. Sanırım 1997’de Mehmet Akif Kuruçay kardeşim tanıştırmıştı beni Bülent’le. Bülent o sıralar Rampalı Çarşı’da bir sahaf dükkanında çalışıyordu. Sıkça şiir konuşuyorduk onunla. Turgut Uyar, Edip Cansever, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu sohbetlerimizin başlıca konusuydu. Bir gün nereden bulduysa Mavera dergisinin Cahit Zarifoğlu’nun vefatına binaen yayınladığı özel sayıyı gösterdi bana, birkaç yazı etrafındaki bazı eleştirilerini ve görüşlerini paylaştı. Hangi yazılardı, nelerdi o görüşler, unutmuşum doğrusu.

Şiir hakkındaki mütalaalarımızı mutlaka bir dergi arzusu da kaplıyordu tabii. Hatta birlikte çıkarmayı tasarladığımız derginin ismi bile hazırdı: Büyük Saat. Bu fikirden ilk vazgeçen ben olduğum için dergi çıkmadı, ama Bülent başka bir Murat’la, Murat Üstübal’la azımsanamayacak bir periyoda sahip Ücra Şiir dergisini çıkardı ve kendi şairlik kumaşını sergileme imkânı buldu. Aramızda bazı tartışma konuları vardı tabii ki, ama bu tartışma konuları yaşama stiline, dünya görüşlerimize dair falan değildi; tamamen şiirin konularına ilişkin bir anlaşmazlıktı. Benim pek imge ve imagism taraftarı olmayışımdan mütevellitti çokluk, tabii biraz da her daim “mu’teriz” oluşumdan. Bülent’in şiirlerinde kendine has pürüzlü bir dili, dolaylı bir anlatımı vardı. Çok kez şiire dair görüşlerini eleştirsem de şair oluşunu inkâr etmeyeceğim türden bir şairdi Bülent.

Bülent’in en iyi kitabının Gen Tecrübeleri olduğunu söyleyebilirim. Şu dizeler de Bülent’in: “gönlümü ezberlemeyenler vardır onlar derinden ağırlanır/giydiğim elbiseden sıkılanlar geniştir ikinci el ne demekse/bana bu şehri kaale edenler lazım savunulmasak burada”

Allah rahmet eylesin. (20 Mart 2020)