28 Mayıs 2022 Cumartesi

Tüm yönleriyle mistik gelenek

 İslam medeniyetinde manevi, fikri, sosyal, kültürel ve sanatsal bakımlardan ağırlığı yüksek bir eğilimdir tasavvuf ya da Batı'da bilindiği şekliyle sufizm. Kökleri Hz. Peygamber dönemindeki Ashab-ı Suffa'ya kadar uzatılan sufi eğilimin esasen İslami olmayıp başka kültürlerden etkilenmelerle oluştuğuna dair rakip entelektüel akımlar tarafından dile getirilen çeşitli iddialar mevcutsa da tarihsel bakımdan bu iddiaları çürütücü nitelikler taşıyan örnekler de bulmak mümkündür.

Türkçeye Sufizm: İslam'ın Mistik Geleneğine Giriş adıyla çevrilen kitabında Carl W. Ernst, Amerika'da hem manevi arayış içinde olanlar hem de farklı sosyal disiplinler içinden gelenlerin yoğun ilgi gösterdiği tasavvufu konu ediniyor. Klasik oryantalist ezberlerin dışına çıkarak sufizmin hem geleneksel Asya ve Afrika'daki anavatanında bin yılı aşkın bir süredir hem de özellikle yirminci yüzyıl ortalarından bu yana Amerika ve Avrupa'da önemlileşen dini, kültürel, siyasal ve toplumsal rollerini ana hatlarıyla ortaya çıkarmaya uğraşan Ernst, böylelikle sufizm dendiğinde hem Amerikalı ve Avrupalıların zihinlerinde dini bir kategori olarak şekillenen çeşitli tasavvurları hem de sufizm sempatizanları ile modernizm, fundemantalizm ve oryantalizm arasındaki çekişmeli tasavvurları sorguluyor.

Sahte sufizm

Oryantalistlerin sufizm ile dini pratik ve uygulamaların bütünü için tanımlayıcı bir terim olarak ilgilendiklerini belirten Ernst, Müslüman mistiklerin ise geleneksel olarak belirli ahlaki ve manevi idealleri dile getirmek üzere normarif bir şekilde kullandıkları bir kavram olduğuna dikkat çekiyor. Modern dönemde, kendi perspektiflerini meşrulaştırmak isteyen modern sufi liderlerin İslami uygulamaları ve kimliği önemsemeyenlerin sufizm olarak sunageldikleri şeylere "sahte sufizm" dediklerinin altını çizen Ernst, ayrıca sufizmi İslam'ın çarpıtılması olarak kavrayıp kınayan selefi eğilimler ile onu Orta Çağ'dan kalma batıl bir inanç olarak gören ve karşı çıkan seküler modernistlere de değiniyor.

Kitabında sufizm kavramını yalnızca kendilerini sufi olarak tanımlayan veya başkaları tarafından böyle tanımlanan kişileri değil, aynı zamanda genel olarak sufilerle bağlantılı bütün tarihi gelenekleri, metinleri, eserleri ve uygulamaları kapsayacak şekilde kullanan Ernst, sufizm ile İslam arasındaki uygun ilişkinin ne olduğuna dair karar vermekten de bilinçli bir şekilde kaçınıyor.

Eski moda oryantalizmin birtakım siyasi tutum, istifham ve önyargılarla tartışma gündemine taşıdığı mülahazaları eleştiren Ernst, bununla birlikte, sufizm gibi bir geleneği herhangi bir mistifikasyona başvurmadan dini araştırma bakımından incelemenin, sempati ile değerlendirmenin de mümkün olabileceğini söylüyor. Kitabında yoruma dayalı tasviri benimseyen Ernst, böylelikle hem sufizmi tasvir etmede hem de onu çevreleyen tartışmalı konuları işaret etmede elverişli bir tutum sergiliyor.

Pakistanlı kavvali sanatçısı Nusret Fatih Ali Han'dan, Amerika'da birçok çevirisiyle en çok satan şair olarak ünlenen Mevlâna Celaleddin Rumi'ye kadar sufizmin Batılı popüler kültürdeki yerine de değinen Ernst soyut felsefi doktrinleri açıklamaktan ziyade sufizm uygulamalarına ve öğretilerine katılımın anlamı üzerinde duruyor. Ernst'in kitabı sufizmi geçmişin geleneksel bir fenomeni olarak ele almak yerine onun çağdaş önemini kavramayı kolaylaştırmak amacıyla mevcut tezahürlerini irdeliyor.

24 Mayıs 2022 Salı

Modern Avrupa'nın siyasal ve toplumsal temelleri

 Modern zamanlarda Fransızların tarihi düşmanı olarak Almanlar bilinir. Özellikle Fransız Devrimi sonrası Napolyon'un Prusya üzerine seferleri ve İkinci Dünya Savaşı'nda Fransa'yı işgal eden Nazi Almanyası bu görüşün temel mesnet noktaları arasında sayılır. Fransızların İkinci Dünya Savaşı'nda büyük yararlıklar göstermiş ve 1958'de kurulan Beşinci Fransa Cumhuriyeti'nin ilk başkanlığını üstlenmiş ünlü asker ve siyasetçisi Charles De Gaulle ise 1962'de "Bizim en büyük kalıtsal düşmanımız Almanya değil, İngiltere idi. Yüz Yıl Savaşları'ndan Fashoda'ya kadar, bizimle mücadele etmeden geçmeyen bir an yok gibidir...bizim iyiliğimizi istemeye doğal olarak eğilimi yoktur" diyerek modern zamanlar öncesi bu tarihi düşmanlığı hatırlatır.

Ortaçağ'ın sonlarına yakın bir dönemde, 1337'de başladığı ve ancak 116 yıl sonra Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiği yıl olan 1453'ün güzünde sona erdiği kabul edilen bir dizi İngiliz-Fransız Savaşları'na ondokuzuncu yüzyıl tarihçiliğinin taktığı bir genel addır Yüz Yıl Savaşı. Bu savaşın ne zaman ve nerede başladığı kadar ne zaman ve nerede sona erdiği de kolay kolay kestirilmez aslında. Savaşı oluşturan "muharebeler soyağacı"nın kökleri çok sayıdadır; bu köklerin bazıları Fransa'da Gaskonya, Normandiya ve Fransa'nın başka yörelerinde olduğu kadar İngiltere ve İskoçya'da da takip edilebilir. Bu savaşın bir kez ivmelenmesiyle İberya yarımadasında, Papalıkta, Hollanda'da ve Galler'deki bunalım ve savaşlardan enerji devşirdiği de görülür. Savaşın başladığı tarihin belirsizliği katmerlidir üstelik. Bazen 1066'daki Hastings muharebesine, yani İngiltere ile Normandiya düklüğünün birleşmesine; bazen de Aquitaneineli Eleanor'un kısa bir süre sonra İngiltere Kralı olacak II. Henry ile evlenip Angevin İmparatorluğu adıyla bilinen devletin kurulduğu 1152 tarihi bu muharebeler soyağacının başlangıcı olarak seçilir. Başlangıcı öncesinde ve bitişi sonrasında da İngiltere ile Fransa arasında birçok muharebenin yaşandığı bu savaşın öyküsel bir anlatımı sunmayan David Green, Türkçeye 'Yüz yıl Savaşları Bir Halk Tarihi' başlığıyla Mete Tunçay'ın çevirdiği kitabında çatışmaların İngiltere ve Fransa halklarını yeniden tanımlayan bir mücadelede yer alan gruplar ve bireylerin etkisini ortaya koymaya çalışıyor. Savaşın insan kayıplarını kurumsal bir değişim bağlamında göstermeye uğraşan Green Fransa ile İngiltere'yi yeni bir gelişim aşamasına, yeni bir çağa sokacak bir mücadele bağlamında resmediyor Yüz Yıl Savaşları'nı.

'Bir taht kalmadı'

İngiltere ile Fransa'nın 1904'teki Entende Cordiale'ye kadar bütün Avrupa savaşlarında birbirlerinin gırtlağına sarıldığını söyleyen Green bununla birlikte Yüz Yıl Savaşları'nı takip eden muharebelerin Napolyon çağına kadar farklı ve yoğunluklarının da öncekilerden düşük olduğunu belirtiyor. İngiliz monarkların 1801'e kadar Fransa'nın meşru hükümdarı olduklarını iddia edebileceklerini ifade eden Green 1789'daki Fransız Devrimi sonrası Fransa tahtının 1801'deki ilgasına dikkat çekerek "artık üstünde hak iddia edebilecekleri bir taht da kalmamıştı" ifadesini kullanıyor.

15 Mayıs 2022 Pazar

Modernleşmeye ne karşı, ne taraf

 Sosyal bilimcilerin Batı Avrupa'da 19. yüzyılın başlarından itibaren yaşanan bir dizi tarihi değişimi tanımlamak üzere kullandıkları 'modernleşme' gerek bir kavram olarak gerekse bir süreç olarak neleri kapsayıp neleri dışarıda bıraktığına ilişkin tartışmalar gerek sosyolojide gerekse ilgili diğer disiplinlerde bu disiplinlerin kuruluşundan itibaren gelişen bütün akıl yürütmelerine bir şekilde sirayet eden bir konudur. Rönesans ve Reform hareketlerine ve bu hareketlerle birlikte sanatta, felsefede, mimaride ve hayatta oluşan değişimlere dek kökleri uzatılan modernleşme sürecinin Hıristiyan dünyasını etkilediği; Galileo, Hobbes, Newton, Leibniz, Descartes vb. bilim adamı ve felsefecilerin önayak olduğu zihniyet dönüşümünün modernleşme sürecine yol açtığı iddia edilebilir. Rönesans ve Aydınlanma'nın modernleşmenin felsefesini belirlediği, sanayileşme ve kapitalizmin ise onun kurumsallaşmasına yol açtığı bu iddialara eklenebilir. Genellikle Avrupamerkezcilikle malul modernleşme tasavvurlarında dünyanın Avrupa ve Kuzey Amerika harici bölgelerinden modernleşmeye ilişkin olumlu katkılardan pek bahsedilmez, Avrupa harici toplumların insanlık tarihine yapmış oldukları katkıların önemi göz ardı edilir. En sarih şekilde Max Weber'de görebileceğimiz üzere, Avrupa modernliğin temel dinamiklerinin kendi özgül şartları ve bağlamı içinde Avrupa'da olup bittiğini iddia eder.

Her ne kadar ister Avrupa'ya tahsis edilsin isterse de başka kültürlerin katkılarda bulunduğu bir süreç olarak tasvir edilsin modernleşme; özellikle Avrupa ile kültürel, siyasi ve askeri ilişkileri bulunan ya da zorla bu ilişkiler içine sokulan toplumların Batılılaş(tırıl)ması/Avrupalılaş(tırıl)ması dolayısıyla farklı yorumlamalara da müsait bir kavrama dönüşmüştür. Batı Avrupa'da yaşanan değişimlerden diğer toplumların etkilenmemesinin mümkün olmadığı, bu değişimlerden etkilenen toplumların başında da Osmanlı toplumunun geldiği iyi bilinir. Osmanlı'da ilk başlarda modernleşmeye karşın derin bir mesafe oluşmuş ve hatta Osmanlı toplumu modernleşmeyi kendine karşı yapılmış bir şey olarak algılamıştır. Osmanlı'da meydana gelen Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri ilk başlardaki derin mesafenin kaybolduğu ve modernleşmeye teşne bakışların meşruiyet devşirerek etkinliklerini artırdığı dönemler olarak kaydedilebilir. Cumhuriyet ile birlikte "muasır medeniyetler seviyesine yükselme" ulaşılması gereken esaslı bir hedef olarak benimsenir.

Merkez-çevre farklılaşması

Modern Türk düşüncesi içinde Hilmi Ziya Ülken, Peyami Safa, İdris Küçükömer, Niyazi Berkes, Şerif Mardin, Mümtaz Turhan, Erol Güngör gibi isimlerin Türkiye'nin Batılılaşması ya da Türk modernleşmesi olarak niteleyebileceğimiz değişim ve dönüşümleri farklı bakış açılarıyla ele aldığını biliyoruz. Sözgelimi Hilmi Ziya Ülken, Türk modernleşmesini Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyetin tarihsel ardışıklığı aracılığıyla yorumlarken Berkes ise sekülerleşme-çağdaşlaşma ikileminde ele almayı seçer. Şerif Mardin'in analizlerinde merkez-çevre farklılaşması, Mümtaz Turhan'da kültür değişmeleri birer perspektif olarak etkinken Erol Güngör'de modernleşme süreci bir 'medeniyet meselesi' olarak irdelenir.

Modern Türk düşüncesinin önemli isimlerinden biri sayabileceğimiz Nurettin Topçu'nun modernleşmeye dair görüşlerini tartışan Serkan Yorgancılar, doktora tezini temel alan kitabı Türk Modernleşmesi ve Nurettin Topçu'da onun bir karşıtlık ya da taraftarlık hissiyatına kapılmadan modernleşmeyi ele aldığını ileri sürüyor. Topçu'nun 1939'da çıkarmaya başladığı Hareket dergisinin ilk sayısının ilk sayfasında Rönesans üzerine bir yazı kaleme aldığını belirten Yorgancılar, sembolik değeri epey yüksek bu yazıyla birlikte Topçu'nun Türk toplumunda bir dönüşümün zorunlu olduğu kanaatinde olduğunu, bu dönüşümün usul ve esasları hakkındaki görüşleriyle Türk düşünce dünyasındaki diğer isimlerden ayrıştığını işaret ediyor.

7 Mayıs 2022 Cumartesi

Akıl dışı, akıl karşıtı değildir

 Tarihi boyunca felsefi düşüncenin en önemsediği beşerî yeti belki de akıldır. Özellikle Descartes'in "Düşünüyorum o halde varım" cümlesiyle açıldığı varsayılan modern felsefi çağda akla yüklenen düşünme ve bilme görevlerinin onu neredeyse her türlü yaşama ve düşünme çabasının yargılanacağı yegâne merci haline dönüştürdüğü bile söylenebilir. Descartes'çı cogitodan "şeylerin düzeni" ile "fikirlerin düzeni" arasında ayniyet vazeden Spinoza'ya ya da "Akli olan gerçektir gerçek olan aklidir" sözüyle akıl ve gerçeklik arasında bir anlamda bir köprü başka bir anlamda ise önemlice bir bağlılaşım kurarak modern politik yaklaşımların pek çoğunu etkileyen Hegel'e kadar modern felsefenin birçok önemli durağında güvenilir bir kılavuz rolü üstlenir. Hatta Descartes'ten Hegel'e akıl, düşünme faaliyeti üzerindeki tahakkümünü pekiştirir.

20. yüzyılda iki büyük savaşın yaşattığı büyük acılar, akıl sayesinde ulaşıldığı ileri sürülen teknolojik gelişmelerin gerek doğada gerekse insanda oluşturduğu tahribat, anlam kayıpları ve çok çeşitli bunalımlar dünyanın akılla kavranılabilir/açıklanabilir oluşuna ilişkin önemli kuşkuların doğmasına da sebebiyet verdi. Kimi zaman dünyanın akla uygun olmadığı, aklın dünyayı olduğu gibi kavramada yetersiz kalacağı ve üstelik kendi başına bir varlığının olup olmadığının da kuşkulu olduğu şeklinde birçok görüş bu minvalde dile getirildi. Sözgelimi Hegel'in akıl sayesinde ve vasıtasıyla dünyayı anlayabileceğimiz ve onu tüm bilinmezlikleriyle birlikte bilişsel ufkumuza dahil edebileceğimizi ileri sürdüğünü biliyoruz. Buna karşın "Akıl dünyaya nasıl geldi? Akılsız bir şekilde, rastlantı sonucu, kazara" diye yazan Nietzsche'nin aklı "bedenin kendisine el olsun diye" oluşturduğu bir organ olarak tasavvur ettiğini de biliyoruz.

Duyguların işlevi

Akıldışının Aynasında ismini taşıyan kitabında Nietzsche, Heidegger ve Foucault'nun felsefeleri üzerinden aklı ve akıl dışını tartışan Fahrettin Taşkın, akıl dışı derken aklın karşıtlarını değil, akla tahvil edilemeyecek, akılla sınırları çizilemeyecek olanı kastettiğini de tasrih ediyor. Akla güvenilmeyen yerlerde filozofların daha üstten bir kavrayış imkânı olduğunu savlayarak başka yetileri öne sürdüklerini hatırlatan Taşkın, duyguların işlevini öne süren Kierkegaard'ı, kör istencin dünyanın gerçeğini açıklayabileceğini savlayan Schopenhauer'ı, aklın kavrayış gücünün yetersizleştiği yerlerde şiiri ve "özlü düşünme"yi öne çıkaran Heidegger'i işaret ediyor. Öncelikle Descartes'ten Hegel'e felsefede anlaşıldığı şekliyle akıl düşüncesinin ana hatlarıyla genel bir taslağını çıkarmaya gayret eden Taşkın Nietzsche, Heidegger ve Foucault'nun akıl ve akıl dışı hakkındaki görüşlerini birbirini takip eden bölümler boyunca tartışıyor. Bu tartışmalar esnasında akıl dışının bazı görünümlerini Nietzsche ile Foucault'da epistemoloji, Heidegger'de ontoloji ile ilişkilerinde belirginleştirmeye çalışan Taşkın, beden, ruh, duyum, duygu, istenç, bilinç ve akıl gibi insanın mahiyetine dair söz konusu edilebilecek diğer birçok yeti ve kavramı da tartışmaları esnasında motif olarak seçiyor.

Aklın akıl dışıyla kurduğu muhataralı ilişkileri, aklın modern iktidarını ve bu iktidara dair sergilenen entelektüel muhalefeti ele alan çalışmasında Taşkın ele aldığı üç filozofun perspektifiyle bakılırsa "aklın duyguyla ve böylece dünyayla bakımından sadece dışarıda, dünyanın temellerinde "kapanmaz bir yarığın" olduğu değil... aklın da kendi temelleri bakımından bu yarıktan münezzeh" olamayacağını vurguluyor. Foucault ve Nietzsche'ye dayanarak duygunun düşünceye indirgenemeyeceğini belirten Taşkın, nedensellik ve akıl arasındaki ilişkileri de ele alarak akıldışının hatlarını belirginleştiriyor.

Bir Sakarya gazisinin anıları

 Almanlarla müttefik olan Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkıp Sevr Anlaşması imzalanınca Anadolu'nun parçalanması ve çeşitli devletlerce işgali üzerine başlatılan Kurtuluş Savaşı'nın en şiddetli aşamalarından birini teşkil eder Sakarya Meydan Muharebesi. Ancak bu muhabereye ilişkin yazılmış hatıraların yeterli sayıda basılmadığını da söyleyebiliriz. Hatırat kayıtlarının yeterince gün yüzüne çıkmadığı bu meydan muharebesinin üçüncü ve dördüncü safhalarına katılan, Yunan mevzilerine yapılan taarruza bizatihi iştirak eden ve 13 Eylül 1921'de Yunanlıların düzenlediği Kartaltepe taarruzunda birkaç yerinden yaralanıp gazilik rütbesini alan Musa Kazım Sakarya'nın hatıraları bu bakımdan son derece önemli olsa gerektir. Sakarya Savaşı'nın canlı şahidi olarak yaşananları meydan muharebesinden ayrıntılarıyla aktarırken zafere olan inancını da sürekli okura aktarmaktadır. Sakarya soyadını yaralandığı bu savaşa atfen alan Musa Kazım Sakarya'nın hatıratı onun eğitim hayatını, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı süresince yaşadıklarını içerirken ayrıca askerliği sonrasında yaşadıklarına da yer verildiği görülmektedir. Askerlik sonrası Sivas'ta yaşadıkları, Sivas Belediyesi'ndeki tahsildarlık görevi, aile hayatına ilişkin konular bu dönemdeki hatıralarına ilişkindir. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemine dair olan bu hatıraların genel toplumsal değişim ve dönüşümü örnekleyecek türden olmadığını belirtmek gerekir.

78 yaşında yazmaya başladığı hatıratın gerekçesini kendisinden sonra ardında kalan torunlarına ebedi bir hatıra bırakmak olarak ifade eden Musa Kazım Sakarya'nın Sivas'ta yatılı okuduğu Darulmuallimin'den bir "onbeşli" olarak 1916'da herhangi bir tebligat almadan gönüllü olarak İstanbul'a gidişi ile başlayan askerlik hayatına dair yazdıkları Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı anıları ilgi çekici birçok husus içermektedir. Kendisine verilen görevleri bihakkın yerine getirdiğine ilişkin taşıdığı inancı komutanlarınca kendisine yapılan övgülerin aktarımında görülmektedir.

Savaşın canlı şahidi

Osmanlı'nın askeri okullarında eğitim gören, daha sonra düzenli ordunun bir neferi olarak Sakarya Savaşı'na katılan Musa Kazım Sakarya'nın kendi çocukluğundan evlatlarının sünnetine kadar yaşadığı olayların önemli bir bölümünü aktardığı hatırat özellikle Sakarya Meydan Muharebesi ile ilgili içerdiği detaylı bilgilerle de ilgi çekicidir. İçinde birçok kişi ve olayın geçtiği hatıratta Musa Kazım Sakarya'nın özellikle tarihlendirmelerde son derece titiz davrandığı ve hafızasının da son derece berrak olduğu görülmektedir. Hatıratta Sakarya'nın bizzat gördüğü başta Enver Paşa, Sultan Reşad ve Alman İmparatoru II. Wilhelm olmak üzere bugün haklarında yeterince bilgimiz olmayan birçok rütbeli ve rütbesiz askerin de ismi geçmektedir. Musa Kazım Sakarya'nın başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Kazım Orbay, Rauf Bey vb. vatan müdafaası için mücadele eden komutanlardan da sitayişle söz ettiğini belirtmek gerekir.

Polatlı yakınlarındaki teğmen rütbesiyle katıldığı Kartaltepe Muharebesi'nde aldığı yaralardan ötürü altıncı dereceden harp malulü olan ve ayrıca İstiklal Madalyası'na da sahip Musa Kazım Sakarya'nın hatıralarını yayına torununun kızı Tuğba Aydeniz hazırlamış. Hatıratlarda ayrıca metin içinde Musa Kazım Sakarya'nın İstihkam Zabit Namzetleri Mektebi'nden aldığı şehadetname, cephede aldığı yaraların akabindeki tedavileri içeren bir tablo ve Sakarya Savaşında bulunduğu mevziyi gösteren kendinin çizdiği bir şekil de bulunuyor.

Aydınlanma hakkında her şey

 18. yüzyıl Avrupa'da entelektüellerin dini dogmaları, toplumsal hiyerarşileri ve mutlakiyetçi yönetim biçimlerini sorguladığı, eşitlikçiliği ve serbest düşünceyi yüksek sesle savunduğu bir dönem olarak kayda geçer. Bu döneme sık sık Aydınlanma dönemi ya da çağı denir. Peki ama Aydınlanma nedir? Aydınlanma süreci hem tarihsel olarak hem de kavramsal olarak neleri içerir? Avrupa'da Martin Luther'in 95 teziyle başlayan reformasyon süreci ve din savaşlarının sonlanarak yerini insanların barış içinde bir arada yaşayabilmenin yolunu dinsel olanın dışında aramaya başladığı süreç başta olmak üzere modern bilimsel devrimle mümkün hale gelen ve metafizik zeminleri sorgulanabilir hale dönüştüren süreç ve dini ritüellere atfedilen değerlerin artık gündelik insan faaliyetlerine atfedilmeye başladığı sürecin örtüştüğü Aydınlanma çağının nasıl anlaşılması gerektiği önemli bir tartışma konusu. Aydınlanma sürecinin hangi unsurları içerdiği, bu unsurlardan hangisinin ötekiler üstünde belirleyici bir öneme sahip olduğu gibi hususlara sahip birçok tartışma gündemdedir.

1783 yılının Aralık ayında Johann Friedrich Zollner adlı bir ilahiyatçının Berlinische Monatsshrift adlı dergide yayınlanan yazısında yer alan "Aydınlanma Nedir?" sorusu ile başlayan "Almanlararası" bir tartışma Aydınlanma Nedir? adıyla Kant, Erhard, Hamann, Herder, Lessing, Mendelssohn, Riem, Schiller, Wieland isimlerinden makaleler içeren derlemede yer verilen tartışma. Bu tartışmanın yaklaşık farklı biçimlerde on yıl boyunca sürdüğünü ifade etmek gerekir.

Aydınlanma nedir?

Aydınlanma nedir sorusuna verilen cevaplar arasında en gözdesi konumunda görünen ve en çok ilgi çeken Immanuel Kant'ın yazdığı yazıdır elbette. Kant'ın "Aydınlanma Nedir? Sorusunun Cevabı" başlığını taşıyan ve sözkonusu dergide 1784 Aralık'ında yayınlanan yazısı etrafında Fransız postyapısalcılarının (başta Michel Foucault'un) yaptıkları yorumlarla yeniden güncellenip artık Avrupa'nın hemen bütün entelektüel mahfillerine konu olan tartışmanın çeşitlendiğini söylememiz mümkün. Kant'ın Aydınlanma'yı insanın kendi suçuyla düştüğü ergin olmayıştan çıkışı ve kurtuluşu olarak değerlendirdiğini biliyoruz. Kant'a göre "ergin olmayış", kendi aklını başkasının kılavuzluğu olmaksızın kullanamamaya işaret eder doğrudan. Kant'ın eleştirel felsefesinin en veciz özeti sayılabilecek yazıda Kant, aklın kamusal ve özel kullanımlarını da ayırıyor. Hamann'ın Kant'a yönelttiği eleştiri ise Kant'ın aydınlanmayı diyalektik olmaktan çok estetik bir biçimde, onu açıklamak yerine yorumlamayı tercih ederek düşündüğü savına yaslanarak onun kullandığı ve insana atfettiği "kendi suçu" ifadesini temel hata sayıyor.

Aydınlanmanın her halükârda olumlu anılabilir bir süreç olmadığı, kimileyin bazı yıkıcı etkiler taşıdığı da ileri sürülebilir. Bilhassa onun gelenek ve cemaatlerin önemini görmezden gelerek dinlere yönelik aşırılıklar içeren eleştirileriyle günümüzdeki birçok köktenci yaklaşımın oluşmasına zemin sağladığı iddia edilebilir. Yıkıcı etkiler konusunda başka bir iddia ise elbette aydınlanmacı fikirlerin kapitalizm ve sömürgecilik ile ilişkileridir. Kitaba yazdığı takdim yazısında Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil özellikle Immanuel Kant'ın yazısının çözümleyip onun yazısının ışığında "Aydınlanma Nedir?" sorusuna yeni bir dizi cevap önerme işinin Türk toplumunun geleceği bakımından elzem bir hale dönüştüğünü belirtiyor.