24 Mayıs 2023 Çarşamba

Türkiye'de düşünce ve siyaset denklemi

 Türkiye'nin son yüzyılı önemli ve büyük sosyal ve siyasal değişim ve çalkantılara konu olmuştur. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti yıkılmış, yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde cumhuriyet rejime altında tek partili bir hayat yaşanmış, ardından demokrasiyle tesmiye edilen çok partili döneme geçiş mümkün olmuş; bu süreçte birçok toplumsal ve siyasal arayış aydınlarımızın gündemine gelmiştir. Bir bakıma bu süreçte açığa çıkan toplumsal bunalımlar karşısında yeterince sorumluluk alarak siyasi gelişmelerin devamında ortaya çıkan bir figür olmamıştır. Aksine, bürokratik kökleri dolayısıyla Türk aydınlarının yaşanan gelişmeler içinde soğukkanlılıklarını koruyamayarak hem özne hem nesne olduklarını söyleyebiliriz. Belki bu açıdan Türkiye'deki yüzyıllık değişim sürecini kavramak bakımından aydınların konumu ya da durumu irdelenebilir.

İmparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinde ve devamında birçok süreklilik ve kopuş sorunu yaşadığımız muhakkaktır. Günümüzdeki birçok sorunun soy kütüğünde de bu 'kopuş'un bulunduğu vurgulanmalıdır. Bilhassa kültürel alanda travmatik boyutlarını idrak ettiğimiz bu kopuşun ve travmatik etkilerin rehabilite edilme, sürecin doğurduğu olumsuz etkilerin soğurulup içselleştirilmesi ameliyeleri toplumsal değişimin bir parçası olarak sürmektedir.

Fahri Yetim'in 'Türkiye'nin Değişim Süreci' adıyla yayınlanan kitabı düşünce ile bu toplumsal değişimin bağlarını soruşturuyor. Türkiye'de düşüncenin siyasal gelişmelere fazlasıyla angaje olmasına karşın kendine özgü bir seyir izleyerek siyasal hayatı derinden etkilediğini vurgulayan Yetim "modern Türkiye tarihindeki devrimsel gelişmelerin temelinde, (diğer dinamikler saklı tutulmak şartıyla) siyasal düşüncelerin etkileri yatar. Bundan dolayı II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesinin, bu dönemde yaşanan büyük değişime olan etkileri açısından siyasal, kültürel yönlerden de ele alınması gereklidir" diyor.

Girişi haricinde üz bölüme ayırdığı kitabında Yetim; Lütfi Fikri Bey, Yakup Kadri, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Erol Güngör gibi müelliflerin ilgili metinlerini de değerlendiriyor. İlk bölümde II. Meşrutiyet döneminin önemli aydınlarından sayılan Lütfi Fikri Bey'in düşünceleri ekseninde İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarda olduğu süreçte Türkiye'deki demokratik gelişme ortamına ışık tutarak Türk siyasetinin müzmin konularından birini teşkil eden muhalefet sorununu dönemin şartları altında inceliyor. Bu bölümde ayrıca Türk modernleşmesinin önemli izleklerinden biri addedilmesi gereken bilim zihniyetinin yapısı, temel nitelikleri ve etkileri de ele alınıyor. Felsefi boyuttan yoksun olmasıyla karakterize edilebilecek pozitivist bir anlayışın bu dönemde kültürel ve siyasal bir düzlemde öne çıktığını vurgulayan Yetim, yaşanan toplumsal, kültürel ve fikri değişimde onun önemli bir barometre niteliği taşıdığını, bu bilim zihniyetinin yeni Türkiye'nin ortaya çıkışında ve devamında başlı başına önemli bir belirleyici olduğunu düşünüyor.

En büyük kırılma

Kitabının ikinci bölümünde Yakup Kadri'nin Ankara, Nurettin Topçu'nun Yarınki Türkiye eserlerinde dile getirdikleri ütopyaları ele alarak Türkiye'nin modern dönemde yaşadığı en önemli kırılma olan Cumhuriyet devrimini ve Türk modernleşmesinin bilançosunu değerlendiriyor. Bölümde ayrıca Cumhuriyet dönemi Türk siyasi düşüncesinin sabit parametresi olarak algılanagelmiş Kemalizm etrafında bir tahlil denemesi de yer alıyor. Cumhuriyetle yaşanan kırılma ve kopuşun rehabilitasyonu ihtiyacını gündeme getiren Tanpınar'ın üç eserinden yaptığı çeşitli alıntılarla Cumhuriyet dönemini anlamlandırmaya çalışan Yetim eserinin son bölümünde çok partili hayat, darbeler ile Türk modernleşmesini bütüncül bir perspektifle ele alan Erol Güngör'e yer veriyor.

21 Mayıs 2023 Pazar

İslamcılığın 1980’li yılları -retrospektif-eleştirel bir bakış-

1980’ler bugün anlaşıldığı şekliyle İslamcılığın ana damar ifadesine kavuştuğu yıllardır. Bu yıllarda İslamcılık hem sağ hem soldan bağımsız, sağcılık ya da solculuğa hasredilemeyecek çağdaş bir İslami siyasi muhayyileye sahip çıkma iradesine bürünür. Yine de kısmen entelektüel-edebi nitelikleri, siyasi-toplumsal niteliklere baskın görünür.

Handiyse iç savaşa dönmüş sağ-sol kavgasının ardından 12 Eylül darbesinin rekreasyon yoluyla restore ettiği siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel düzenin bir biçimde kısmen dışında bırakılmış ya da hasbelkader dışında kalmış, yoksul ve alt-orta sınıf “taşralılar”ın (“Taşralı” çünkü İstanbul’da doğup büyüyüp yaşasa bile söz konusu düzenin taşrasında) ağırlıklı olarak içinde yer aldığı dindarların öncülük ettiği İslamcılık düşüncesinin bu yıllarda yaygınlık kazanmasının sebepleri arasında 12 Eylül öncesinde yaşanan iç savaşta İslamcıların büyük ölçüde çatışmaların mümkün mertebe dışında durmaya, teşkilatlanma ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermeye gösterdiği özen zikredilebilir. Başta İran devrimi olmak üzere Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrası başlayan Afgan cihadı, Lübnan ve Filistin’de yaşanan kanlı İsrail işgali, 1982’de Suriye’nin Hama şehrinde Hafız Esed’in kanlı katliamı sonrası gelişen tepkiler de iç gelişmelere destek veren olaylar silsilesine eklenebilir.

Seyyid Kutup ile Ebu’l Ala el-Mevdudi başta olmak üzere İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i İslami müelliflerinin tercüme eserleri yanında İran devrimi sonrasında artan ilgiyi karşılamak üzere yayın piyasasında Ali Şeriati, Murteza Mutahhari, Zehra Rahneverd, Abdülkerim Süruş, Beheşti gibi müelliflerin de kitapları çoğalır. İbn Teymiyye’nin külliyatının yanısıra Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Frutjof Schuon, Martin Lings gibi gelenekselci (tradisyonalist) müelliflerin eserlerini birbirinden farklı yayınevlerinin listelerinde görmek mümkündür. Bu yayınların çağdaş İslam düşüncesinin birbirine zıt uçlarını bir arada görmek bakımından ilginç olduğu vurgulanmalıdır. Hem Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin hem de gelenekçilerin eserlerine ulaşım kolaylaşmıştır. Bu tür tercüme eserler haricinde başta Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç olmak üzere, Rasim Özdenören, Ali Bulaç, İsmet Özel, Abdurrahman Dilipak, Yaşar Kaplan (Zeytin Refref), Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) gibi birçok yerli müellif de gençlerin okuma gündemlerine girerler. Bu isimler arasında ön plana çıkan elbette Ali Bulaç ve İsmet Özel’dir.

 

İslamcılığın görünümleri

12 Eylül sonrası çıkan edebiyat dergileri haricinde İslam, Kelime ve Girişim gibi dergiler de 1980’ler İslamcılığının temel karakteristiklerini belirlemek bakımından önemlidir. Bu dergilerde farklı cemaatlerin varlığı inkâr edilmez, ancak cemaat farklılıklarının tutuculuk seviyelerine varacak ölçüde birbirine karşı kullanılması da tasvip edilmez. Kelime ve Girişim dergilerinin ilkin Konya’da çıktıklarını da söylemek icap eder. Toplam 16 sayı yayınlanan Kelime ilk 12 sayısını Murad Kapkıner yönetiminde Konya’da sürdürürken, diğer dört sayısı ise Hikmet Zeyveli yönetiminde Bursa’dadır. İlk üç sayısı 1985’te Konya’da Dönüşüm adıyla yayınlanan Girişim dergisi de Arif Kingir ve daha sonra Hüseyin Okçu’nun sahipliğinde İstanbul’da Sıbgatullah Kaya, Mehmet Metiner, Bülent Sönmez gibi başlıca müelliflerin verdikleri katkılarla 1990’ın Eylül ayına dek yayınını sürdürmüştür.

Gerek Anadolu’da gerekse İstanbul’da kitabevleri İslamcıların sık sık uğradığı, güncel siyasal-kültürel meseleleri birbirleriyle tartıştıkları mekanları teşkil eder uzun bir süre. Gelenekten modernliğe, iktisadi konulardan bilime, Müslüman ülkelerde emperyalist faaliyetlerden emperyalistlerin yerel işbirlikçilerine kadar birçok kültürel ve siyasi mesele bu tartışma ve sohbetlerin temellerini atar. Kur’an-ı Kerim’in ve dini kaynakların nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğinden tutun da İslami yönetim biçimlerinin muhtemel ve meşru dayanaklarının nasıl ortaya çıkarılacağı, bu yönetim biçimlerine nasıl ulaşılacağı gibi konular sohbetlerin ana maddesini teşkil ederler. Ankara’da şehir efsanesine dönüşmüş bir rivayeti aktarmanın tam sırasıdır: Günün birinde, o sıralar 12 Eylül rejiminin TRT’sinde perşembe akşamları ‘İnanç Dünyası’ adlı bir programda sunuculuk yapan Asaf Demirbaş, Hacıbayram’da gençlerin sıklıkla uğradıkları kitabevlerinden birine girer. Kitaplara bakarken gençlerin birbirleriyle sohbet ettiklerini görür, ancak kendisini kimse tanımamıştır. Bu tanınmamazlığa gücenen Demirbaş “Gençler” der, “Ben TRT’de İnanç Dünyası diye bir program yapan Asaf Demirbaş’ım. Beni tanımadınız mı?” Bu sözleri işiten gençler, hemen Asaf Demirbaş’ı karşılarına oturturlar ve sorular peş peşe gelir. Bir nevi Demirbaş, gençler tarafından sorguya çekilmektedir.

Genellikle öğrenci evlerinde yapılan ve çoğu kez “muhakeme” olarak adlandırılan buluşmalarda ise öncelikle tefsir okunduğu ifade edilmelidir. Okunan tefsirler arasında Seyyid Kutup’un Fizilal-il Kur’an’ı ile Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili eserleri ilk sıralarda yer alır. Bu yıllardan itibaren sadece tefsir külliyatı değil, hadis, fıkıh, tasavvuf türünde addedilebilecek diğer İslami ilimlere ait külliyatlar da aşırı sayılmayacak bir hızla tercüme edilir ve okuma listelerine dahil olur.

 

Entelektüel çıkmazlar ve popüler kültüre teslim oluş

İran’da gerçekleşen devrimin bir nevi entelektüel teorisyeni olarak değerlendirilen Ali Şeriati’nin ve sosyolog kimliğiyle tanınan Ali Bulaç’ın etkisi ile bu yıllarda sosyoloji ve felsefeye artan ilgi entelektüel-edebi niteliklerle uyumlu bir yön arz etse de 1990’lı yıllarda asıl etkisini göstermeye başlayacak çeşitli tartışmaların da başlangıcını oluşturur. Sözgelimi Ali Bulaç’ın 1980’lerin başlarında kaleme aldığı İslam’ın Anlaşılması Üzerine adlı eseri hadislerin dinin temel kaynakları arasında sayılmaması gerektiğini iddia eden ve bu iddiasıyla da ‘mealcilik’ olarak adlandırılan bir eğilimi -üstü kapalı bir biçimde de olsa- eleştirir. Mealci eğilimin ilk yayın organı olan Kalem dergisinin 1989 yılında çıkmaya başladığını bu vesileyle hatırlayabiliriz. Yazarları arasında şimdilerde kendisine filozof diyen Dücane Cündioğlu’nun da olduğu bu derginin amaçladıklarına ulaşamasa da etkisini sonraki yıllarda sürdürdüğü söylenebilir. Diğer yandan özellikle Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin eserlerinin doğurduğu etkilerin önemli bir bölümünü 1990’lı yıllarda yaşanacak tarihselcilik tartışmalarının başlangıcına yerleştirebiliriz. Bu tartışmaların evrilerek 2010’lu yıllarda baş gösterecek deizm tartışmalarına uç verdiğini de geçerken zikretmeliyiz.

İslamcılar açısından 1980’lerin en gözde iki yazarı İsmet Özel, Ali Bulaç olarak gösterilebilir. Ali Bulaç 1990’larla birlikte fikri ve siyasi bakımlardan çizdiği zigzaglarla İslamcılar içindeki popüler etkinliğini giderek yitirir. Bu yıllarda yetişen Müslüman gençler üzerinde Bulaç’a nazaran daha kalıcı etkileri olduğu bilinen İsmet Özel ise “Türk=Müslüman” denklemini kurup içeriklendirdiği 2005’li yıllardan beri İslamcılıktan giderek uzaklaşan bir yörüngededir.

İlk kez 1985’te sahnelenen İbrahim Sadri ile Ulvi Alacakaptan’ın ortak prodüksiyonu olan İnsanlar ve Soytarılar oyunu ile birlikte İslamcılığın tiyatro, bant tiyatrosu, marş, sinema filmi vb. eserler (ya da sonraki adlandırılmalarıyla ezgi) yoluyla popüler kültürel alanda boy göstermeye başladığını, entelektüel-edebi niteliklerini koruyarak kendisine siyasi-toplumsal planda da bir yer aradığını söylemek icap eder. İlkin 1986’da yayınlanan Mute Destanı adlı bant tiyatrosunda bağlama eşliğinde söylenen 3 marşla başlayan İslami marşlar dönemi 1987’de çıkan ve Gün Batıdan Doğmadan adını taşıyan müstakil bir marş albümü ile devam etti. Def dışında hiçbir enstrümanın kullanılmadığı bu ilk albümü diğer albümler takip etti. Yeni albümlerle birlikte enstrümanlar yavaş yavaş çeşitleniyor ve hatta bu tür müzik yapan bazı isimler de belirginleşiyordu. İlk marşları seslendiren Taner Yüncüoğlu, Eşref Ziya Terzi, Ömer Karaoğlu gibi isimlere başta Abdülbaki Kömürcü, Aykut Kuşkaya ve Mesut Çakmak olmak üzere pek çok başka ismin de eklenişiyle giderek zenginleşen tarz özellikle 1990’lı yıllarda özel radyo ve televizyonların da artışından istifade ederek Müslümanların popüler alanda varoluşlarının neredeyse bir kanıtı haline dönüştü. Her ne kadar 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren (Refah Partisi’nin yükselişi ve 28 Şubat Süreci’nin gerçekleştiği yıllarda) “yeşil pop” olarak adlandırılıp küçümsense de marşlar birçok Müslüman gencin dimağının olgunlaştığı dönemlerde dinlemeye doyamadığı ezgiler olarak kayda geçti. Süreçte başta Necip Fazıl Kısakürek, Abdürrahim Karakoç ve Akif İnan olmak üzere birçok şairin şiirleri de bestelere kavuştu.

1990’lara kadar edebi-entelektüel nitelikleriyle öne çıkan İslamcılıkta siyasi-toplumsal niteliklerin de giderek önem ve öncelik kazanması süreci ile eşzamanlı olarak popüler alana hitap eden bu tarz müziğin yaygınlık kazanması bir yerde İslamcılığın toplumsal nüfuzunu işaretlemeye imkân tanıyorsa da başka bir açıdan kimilerine göre popüler kültüre teslim olup yozlaşmak anlamına da geliyordu. İsmet Özel’in “Bize yüzde 2.5 derler” yazısını hatırlayanlar bu çoğalışta kaybedişin izlerini arasalar da çoğalmazdan evvelki edebi-entelektüel niteliklere de gereğinden fazla değer biçildiği ortadaydı.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Epistemolojik kopuş

 Rene Descartes ile başladığı kabul edilen modern Fransız felsefesinde hemen her filozofun konumunun Descarets'a göre belirlenebileceğini kaydeder günümüz Fransız düşüncesinin önemli isimlerinden Alain Badiou. Gaston Bachelard'ın konumunun da bundan çok farklı olmadığını söylemek gerekir. Fransız felsefesinde bilgi teorisinden daha çok bilim felsefesini ifade eden epistemolojiye yoğunlaşan düşüncesi içinde Bachelard daha çok ünlü "epistemolojik kopuş" kavramı ile bilinir. Özellikle Althusser'in genç Marx ile olgun Marx arasındaki farklılığı açıklamak üzere başvurduğu kavram G. Canguilhem, M. Foucault vb. düşünürlerin de kavramsal repertuarında önemli bir yer tutar.

Epistemolojik kopuş kavramı ile bilimsel bilgi ve sıradan bilgi arasında varsayılan sürekliliği reddeden Bachelard için bilimsel bilgi, kendisinden önceki her türlü tasavvur ve bilgiden bir kopuşu işaret eder; lakin söylemek gerekir ki bilimsel bilgi ampirizmde ileri sürülen türden bir tabula rasa'yı varsaymaz. Bunun aksine bilim insanlarının kendilerini kuşatan bilgilerden kuşku duymaları, araştırmalarını el altında bulunan hazır cevaplara uygun olarak değil, soruların yönetilmesiyle yürütülmelidir.

Bilim felsefesini özü itibariyle bir bilim pedagojisi yapmak isteyen Bachelard, bilimin ilerlemesinin engelleyen irrasyonel tutumları da kanaatler, rasyonel eleştiriye girmemiş deneyimler, dolaysız gözlemler, baştan çıkarıcı bir rol üstlenen genel bilgiler, bizzat dil, filozofların genellemeye dönük iştihası, muhtelif özellikleri tek bir tözle açıklamayı tercih eden tözcülük, teorileştirmeye engel olan realizm ve ampirizm, cansız nesnelere hayatiyet atfeden animizm ile birlikte bilim insanlarının arzu ve güç istençleri olarak sıralar.

Tartışmacı akıl

Bachelard'ın edebiyat eleştirisinin de bilim pedagojisinin bir parçası olduğunu söylemek gerekir. Şiirsel metinleri çözümlerken özellikle Jung'u ve Fransız psikanalistleri kullanan Bachelard için temelde Descartes'a ve Kant'a atfedilebilecek türden değişmez bir akıl tasavvuru mümkün değildir; o, "tartışmacı akıl", "kendi kendiyle tartışan akıl" ve hatta sürrealist şairlerden etkilenerek geliştirdiği sürrasyonalist, kendisinden bile kurtulan akıl düşünür.

Düşlerin sanat ev edebiyatın gerçekleştirdiğini düşünen Bachelard'a kalırsa "felsefenin tek yapabileceği, şiir ile bilimi birbirini birbirini tamamlar hale getirmek, onları kusursuz karşıtlar olarak birleştirmektir." Aklın ilerlemesinin önündeki epistemolojik engelin irrasyonel olduğun ve bu irrasyonelin söze gelişini de en iyi şiirde gerçekleştiğini düşünen Bachelard, şiirleri analiz ederek irrasyoneli belirginleştirmeye, böylece bilimi de önündeki engellerden kurtarmaya uğraşır. Bilimi muhayyileden uzak tutacak bir araç olarak başvurduğu psikanaliz sayesinde Bachelard, "bilimsel düşüncenin bilinçaltı"ndan bile bahsedebilir.

Hemen hemen bütün kitapları Türkçe'leştirilmiş Bachelard; ateş, su, hava ve toprak olarak işaret edilebilecek anasır-ı erbaa etrafındaki hülya ve düşleri analiz eder. Mumun Alevi ismiyle çevrilmiş kitabında "Tüm imgeler arasında alev imgeleri şiirden bir işaret taşırlar. Alev karşısında hayal kuran herkes gücül bir şairdir." Kitapta Savaş Kılıç'ın Gaston Bachelard'ın entelektüel çabasının vüsatini özetleyen iyi bir metni de yer alıyor.

12 Mayıs 2023 Cuma

İslam dünyasındaki Heidegger algısı

 Yirminci yüzyılın önemli filozofları arasında yer alan Martin Heidegger'in düşüncelerinin etkisini sadece Avrupa ile sınırlı tutmamamız gerektiğini biliyoruz. Ancak, Heidegger'in çalışmalarının etkili yorumcularından birinin, Fred Dallmayr'ın deyişiyle "onun çalışmalarını yeni kavramlara -özellikle 'Batı-dışı bağlamlara- uyarlamak çok büyük bir dikkati gerektirir. Kökü olmayan bir evrenselliğin baştan çıkarıcılığından kaçmak için kültürler, dinler ve sosyal yapılar arasındaki farklılıklar dikkatle değerlendirilmelidir... Onun düşüncesi (bütün felsefe yapanlar gibi) hakikatin sonsuz boyutlarına yayılmış olsa da Heidegger asıl olarak Almanca yazan 'Batılı' bir filozoftur. Onun eserleri birer makine ve teçhizat sevkiyatı gibi 'Batı-dışı' dünyaya ihraç edilemez." Dallmayr'a göre Batılı birçok akademik kurumdaki Heidegger'in felsefesi üzerine yürütülen çalışmalar bir aşamadan sonra büyük ölçüde verimsizleşip tekrara düşüyordu; bu ya Heidegger'in bir müzeye ya da mabede kapatılmış olması ya da asıl olarak siyasal bakımlardan varlığını yok etmeye yönelik acımasız bir saldırıya uğramasıydı. Heidegger'in eserlerinin ruhunu tekrara düşme tehlikesinden kurtarabilecek ümidini Dallmayr'a veren bir dizide yayınlanmış İslam Dünyasında Heidegger adlı derleme kitap. Yine de Dallmayr "Batı-dışı bağlam"larda yaşayan insanları uyarmayı ihmal etmiyor: "... Heidegger'in eserleri ayrı bir meydan okumadır... burada iki tehlike ya da tahrik söz konusudur: onun eserlerini okumak ya sadece yapıcı ya da sadece yıkıcı veyahut da devrimci bir faaliyet olmaktadır." İlk seçenekte Heidegger'i saygın kültürel geleneklerin muhafızı olarak değerlendirip bu gelenekleri modernite ve küreselleşmenin amansız saldırılarına karşı koruduğu düşünüldüğünü belirten Dallmayr ikinci seçenekte de geçmişi paramparça eden Nietzsche'nin üst-insanının bir muştucusunu bulmak işten bile değildir. Dallmayr, her iki seçeneğin doğru taraflar yakalamalarına karşın, genel resmi göremediklerini belirtiyor. Çünkü Heidegger için geçmiş ve kültürel gelenekler, şimdiyi ve geleceği aydınlatabilmek için yeniden yorumlanması ve yenilenmesi gereken bir kaynaktırlar. Heidegger'in "Geçmiş geleceği daima pusuda bekler" sözünü aktaran Dallmayr, onun bir tutucu olmadığı gibi Batı modernitesinin gözü kapalı bir destekçisi de olmadığını vurguluyor.

Önyargıları yıkmak

Heidegger'in eserlerinin ve düşüncesinin Lahor, Tahran, İstanbul, Kahire, Tunus, Rabat gibi önemli kültür ve medeniyet şehirlerini barındıran İslam dünyasında etkisini ve gördüğü ilgiyi tartışan metinleri içeren kitapta Ahmed Ferid, Charles Malik, Abdurrahman Bedevi gibi İslam dünyasında Heidegger çalışmalarının öncüsü addedilebilecek düşünürlerin yaklaşımları ile birlikte varoluşçuluk, hermenötik, öte-dünya bilgisi, ontoloji, teoloji gibi önemli felsefi konular ve disiplinler değerlendirilmekle kalmıyor; bütün bunların yanısıra, Hasan Hanefi, Taha Abdurrahman, Daryuş Şayegan, Seyyid Hüseyin Nasr, Fethi Meskini gibi yorumcular da ele alınıyor.

İslam dünyasındaki farklı araştırma sahalarında görev yapan birçok akademisyen ile kimi fundemantalist düşünürlerin kendi tepkici, modernlik karşıtı ve dini ideolojik tercihleri bakımından Heidegger'e nasıl yaklaştıklarını tartışan makaleler kitabın amacını da ortaya çıkarıyor: Heidegger'in İslam dünyasında fundemantalist bir tarzda ve indirgemeci bir biçimde değerlendirildiğine dair ifade edilen bir önyargıyı yıkmak. Kitap, bunu tersine, İslam dünyasında Heidegger alımlanışının karmaşık ve çeşitli boyutları olduğunu gösteriyor ve bunlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları irdeleyen yazıları içeriyor.

Kaygı ve ölüm, metafizik ve hiçlik, şiir ve teori, İslam felsefesi ve Müslüman sufiler, Platon, Aristoteles, İbn Sina, Hölderlin ve Hafız gibi çeşitli perspektiflerden İslam dünyasındaki Heidegger algılarının ele alındığı kitapta bu algıların Pakistan'dan İran, Türkiye, Lübnan, Mısır, Tunus, Fas'a uzanan geniş bir coğrafyada Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca, Fransızca dillerini kapsayan ifadeleri serimlenmeye çalışılıyor.

Beş kısımdan oluşan kitabın ilk kısmında Zeynep Direk Heidegger'in Türkiye'de alımlanışını, Amir Nasri İran'da çağdaş sanat teorisini, Nadir el-Bizri Lübnan'da akademik felsefeyi, Syvain Camilleri ise Mısırlı düşünür Hasan Hanefi'nin ilk dönem yaptığı Fransızca çalışmaları irdeliyor.

3 Mayıs 2023 Çarşamba

Rousseau ve Mukavele-i İçtimaiyye

 Dönemindeki birçok sima gibi nevi şahsına münhasır, tek boyuta indirgeyerek bakılmaması gereken isimlerden biridir Ahmet Mithat Efendi. Osmanlı'nın son dönemlerinde hem basın-yayın kapitalizmi içinde bir girişimci olarak yer alır hem de ideallerinin peşinden koşan bir kişi olarak halka yönelik çalışmalar yapar. Ebuzziya Tevfik, Ahmet Mithat'ın okurlar için bilgi kaynağı olacak kitaplar -ki bu kitapların büyük kısmı romandır- önemini vurgular. Ahmet Mithat Efendi de "Ben edebi sayılabilecek hiçbir eser yazmadım...edebiyat yapmaya ne vaktim ne de kalemim müsait değildi. Bunun içindir ki haddimi hududumu bildim. Çizmeden yukarı çıkmadım ve edebiyatı Hamitlere Ekremlere bıraktım" şeklinde yazarak bu durumu kabullenir. Hatta nüfusun yüzde doksan dokuzunun kör cehaletten tamamen kurtarılamamış bir toplumda edebî eser vermenin karnını doyuramamış bir kimseye meyve ikram etmek kadar garip olduğunu iddia eder ve o devrin ediplerine, bilhassa şairlerine acıdığını söyler. Vâlâ Nureddin (Vâ-Nû) ile Ahmed Hamdi Tanpınar'ın ise Ahmed Mithat Efendi'yi olumsuz değerlendirdiğini vurgulamak gerekir. Tanpınar ünlü eseri 19. Yüzyılda Türk Edebiyatı'nda Namık Kemal ve onun çizgisindekiler için okuma bir mücadele iken Ahmet Mithat'ta dinlenme ve hülya mesabesine indiğini iddia eder.

Neden rağbet görmedi

Ahmet Mithat Efendi'nin Osmanlıcı, avam ve Abdülhamitçi gören Cumhuriyet elitlerinin kendi ideolojilerinin kurucu figürlerinden biri addettikleri Namık Kemal'i Ahmet Mithat Efendi'nin tam karşısına koyarak değerlendirdikleri, bu itibarla da Ahmet Mithat Efendi'ye rağbet etmedikleri söylenebilir. Ayrıca Servet-i Fünun edebiyatçılarıyla Ahmet Mithat Efendi arasındaki gerilimli ilişkinin de onun yeterince önemsenmemesinde bir rol oynadığı vurgulanabilir.

Hilmi Ziya Ülken'e göre Türk fikir hayatında Batı'nın felsefe problemleri üzerinde Ahmet Mithat Efendi ile birlikte düşünülmeye başlanmıştır. Bunda elbette onun Schopenhauer'ın kötümser felsefesini, Draper'in din ile ilmin çatıştığı yolundaki görüşlerini eleştirmesi ve Buchner'i savunan Bahâ Tevfik ve arkadaşlarına karşı çıkması etkindir. Bütün bunlara rağmen Orhan Okay Hoca Ahmet Mithat Efendi'nin aydınlanma düşüncesine bağlılıkta ve bilgiyi halka yaymada örnek bir düşünce adamı sayıldığına dikkat çeker.

Ahmet Mithat Efendi'nin John William Draper'den tercüme ettiği Nizâ-ı İlm ü Dîn adlı eser gibi Jean-Jacques Rousseau'dan da Mukavele-i İçtimaiyye adıyla yaptığı çeviri vurgulanmalı. Editörlüğünü Prof. Dr. Ali Utku'nun yaptığı Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisinin 79'uncu kitabı olarak yayınlanan eseri Hulusi Ertuğrul Umudum sadeleştirmiş ve yayına hazırlamış. Rousseau'nun orijinal metninin ismi Contrat Social ve buna Namık Kemal'in verdiği karşılık ise Şerait-i İçtimâ. Ahmet Mithat Efendi'nin Contrat Social'ın tefrikalar halinde çevirmesi ve çevirinin tamamlanmaması onun etkisini düşürmüştür elbette. Ama yine de Fransız İhtilali'ne yol açtığı öne sürülen bir metni Türkçe'ye kazandıran Ahmet Mithat Efendi'nin toplumsal, siyasal ve ekonomik bakımlardan da ülkenin gittiği yeri tespite muktedir olduğunu vurgulayalım.

Bir kötülük öğretmeni

 Yirminci yüzyılın iki büyük siyaset filozofu arasında addedilir Leo Strauss (diğeri Carl Schmitt'tir elbette.) Kendi siyaset felsefesini pozitivizm ve tarihselciliğin aynı anda eleştirisine dayandıran Strauss için siyaset felsefesi siyasi şeylerin evrensel doğasını araştırdığı için tarihsel, en iyi ve doğru siyasi yönetimin ölçütünü aradığı için de değerden bağımsız olamaz. Siyasi düşünce ile siyaset felsefesini birbirinden ayırt eden Strauss, "siyasi düşünce" terimi ile siyasi açıdan önemli bir zihni imaj, kavram, tür ya da siyasetin temelleri hakkında düşünürken zihinde bulunan herhangi bir şeyin anlaşılabileceğini kasteder. Strauss'un nitelemesiyle her siyaset felsefesi bir siyasi düşünce iken her siyasi düşünce siyaset felsefesi sayılmamalıdır. Siyaset felsefesini sadece siyasi düşünceden değil, siyaset teolojisinden de ayırt eden Strauss aynı şekilde siyaset felsefesi tarihini yorumlayarak ortaçağın ortalarına kadar gelişen klasik siyaset felsefesi ile modern siyaset felsefesini kesin çizgilerle birbirinden ayırır. Modern siyaset felsefesinin kurucusunun Machiavelli olduğunu belirten Strauss onun siyaset felsefesi geleneğinden kopmaya çalıştığını ve koptuğunu iddia eder. Siyaset felsefesinin ilk modernleşme dalgasını bu kopuş ve devamındaki dalgayla ilişkilendiren Strauss, Machiavelli'nin sadece siyaset felsefesinin özünü değil, ayrıca onun tavrını da köklü bir biçimde değiştirdiğine dikkat çekerek onun mücadelesinin propagandist özelliğinin göz önünde bulundurulmasının doğru olacağını vurgular.

Derin hakikat

Machiavelli Üzerine Düşünceler adıyla Türkçeleştirilen eserinde "Machiavelli antik dönem yazarlarının üstü örtük olarak ya da her tür tiksinti emaresiyle öğrettiği yoz bir öğretiyi açıkça ve muzaffer bir dille ileri sürmüştür. Antik yazarların karakterlerinin ağzından dile getirdiği sarsıcı şeyleri o kendi adını kullanarak dile getirmiştir. Sadece Machiavelli kötülük öğretisini bir kitapta ve kendi adını kullanarak ifade etme cesareti göstermiştir" ifadelerini kullanan Strauss, Machiavelli'yi "bir kötülük öğretmeni" olarak niteleyen görüşe meyilli olduğunu kitabının ilk cümlesinde ifade ederek "insan kendisini Machiavelli'nin etkisinden kurtaramadığı sürece onun düşüncesinin asıl karakterini göremez... Onun öğretisini şeytani, kendisini de şeytan olarak görmek zorunda kalsak bile, ki tam da bu nedenle, şeytanın düşmüş bir melek olduğun söyleyen derin teolojik hakikati aklımızdan çıkarmamalıyız" der.

Chicago Üniversitesi'nde verdiği dört konferansın genişletilmiş halini içeren kitabında Leo Strauss, Machiavelli'nin öğretisinin dindışı ve gayrı ahlaki olduğunu tereddüt etmeden ileri sürüyor ve bunun tam tersini iddia eden akademisyenlerin gösterdiği kanıtları yorumlama biçimlerini sorguluyor. Leo Strauss'a göre "Bu akademisyenler, Machiavelli'nin dinle ilgili yargısını, keza ahlakla ilgili yargısını yanlış yorumluyorlar, çünkü onlar Machiavelli'nin öğrencileri... Onun düşüncesinin kötücül karakterini görmüyorlar çünkü onlar Machiavellici geleneğin mirasçıları; çünkü onlar ya da onların öğretmenlerinin unutulmuş öğretmenleri Machiavelli tarafından yozlaştırılmışlar."

Birçok gazeteci ve politik yorumcunun Amerikan yeni muhafazakarlığına entelektüel ata olarak Leo Strauss'u gösterdiğine dikkat çekmeliyiz. Modern siyaset felsefesine karşı klasik siyaset felsefesini yeğleyen Leo Strauss'un Machiavelli hakkındaki düşüncelerinin bir bakıma onun modern siyaset felsefesi hakkındaki eleştirel düşünceleriyle de paralel olduğunu görmek gerekiyor.