1980’ler bugün anlaşıldığı
şekliyle İslamcılığın ana damar ifadesine kavuştuğu yıllardır. Bu yıllarda
İslamcılık hem sağ hem soldan bağımsız, sağcılık ya da solculuğa hasredilemeyecek
çağdaş bir İslami siyasi muhayyileye sahip çıkma iradesine bürünür. Yine de
kısmen entelektüel-edebi nitelikleri, siyasi-toplumsal niteliklere baskın
görünür.
Handiyse iç savaşa dönmüş sağ-sol
kavgasının ardından 12 Eylül darbesinin rekreasyon yoluyla restore ettiği
siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel düzenin bir biçimde kısmen dışında bırakılmış
ya da hasbelkader dışında kalmış, yoksul ve alt-orta sınıf “taşralılar”ın
(“Taşralı” çünkü İstanbul’da doğup büyüyüp yaşasa bile söz konusu düzenin
taşrasında) ağırlıklı olarak içinde yer aldığı dindarların öncülük ettiği
İslamcılık düşüncesinin bu yıllarda yaygınlık kazanmasının sebepleri arasında
12 Eylül öncesinde yaşanan iç savaşta İslamcıların büyük ölçüde çatışmaların mümkün
mertebe dışında durmaya, teşkilatlanma ve eğitim çalışmalarına ağırlık vermeye
gösterdiği özen zikredilebilir. Başta İran devrimi olmak üzere Sovyetler
Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrası başlayan Afgan cihadı, Lübnan ve
Filistin’de yaşanan kanlı İsrail işgali, 1982’de Suriye’nin Hama şehrinde Hafız
Esed’in kanlı katliamı sonrası gelişen tepkiler de iç gelişmelere destek veren
olaylar silsilesine eklenebilir.
Seyyid Kutup ile Ebu’l Ala
el-Mevdudi başta olmak üzere İhvan-ı Müslimin ve Cemaat-i İslami müelliflerinin
tercüme eserleri yanında İran devrimi sonrasında artan ilgiyi karşılamak üzere
yayın piyasasında Ali Şeriati, Murteza Mutahhari, Zehra Rahneverd, Abdülkerim
Süruş, Beheşti gibi müelliflerin de kitapları çoğalır. İbn Teymiyye’nin
külliyatının yanısıra Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr, Frutjof Schuon, Martin
Lings gibi gelenekselci (tradisyonalist) müelliflerin eserlerini birbirinden
farklı yayınevlerinin listelerinde görmek mümkündür. Bu yayınların çağdaş İslam
düşüncesinin birbirine zıt uçlarını bir arada görmek bakımından ilginç olduğu
vurgulanmalıdır. Hem Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin hem de
gelenekçilerin eserlerine ulaşım kolaylaşmıştır. Bu tür tercüme eserler
haricinde başta Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç olmak üzere, Rasim
Özdenören, Ali Bulaç, İsmet Özel, Abdurrahman Dilipak, Yaşar Kaplan (Zeytin
Refref), Yusuf Kerimoğlu (Hüsnü Aktaş) gibi birçok yerli müellif de gençlerin
okuma gündemlerine girerler. Bu isimler arasında ön plana çıkan elbette Ali
Bulaç ve İsmet Özel’dir.
İslamcılığın görünümleri
12 Eylül sonrası çıkan edebiyat
dergileri haricinde İslam, Kelime ve Girişim gibi dergiler de
1980’ler İslamcılığının temel karakteristiklerini belirlemek bakımından
önemlidir. Bu dergilerde farklı cemaatlerin varlığı inkâr edilmez, ancak cemaat
farklılıklarının tutuculuk seviyelerine varacak ölçüde birbirine karşı
kullanılması da tasvip edilmez. Kelime ve Girişim dergilerinin
ilkin Konya’da çıktıklarını da söylemek icap eder. Toplam 16 sayı yayınlanan Kelime
ilk 12 sayısını Murad Kapkıner yönetiminde Konya’da sürdürürken, diğer dört
sayısı ise Hikmet Zeyveli yönetiminde Bursa’dadır. İlk üç sayısı 1985’te Konya’da
Dönüşüm adıyla yayınlanan Girişim dergisi de Arif Kingir ve daha
sonra Hüseyin Okçu’nun sahipliğinde İstanbul’da Sıbgatullah Kaya, Mehmet
Metiner, Bülent Sönmez gibi başlıca müelliflerin verdikleri katkılarla 1990’ın
Eylül ayına dek yayınını sürdürmüştür.
Gerek Anadolu’da gerekse
İstanbul’da kitabevleri İslamcıların sık sık uğradığı, güncel siyasal-kültürel
meseleleri birbirleriyle tartıştıkları mekanları teşkil eder uzun bir süre.
Gelenekten modernliğe, iktisadi konulardan bilime, Müslüman ülkelerde emperyalist
faaliyetlerden emperyalistlerin yerel işbirlikçilerine kadar birçok kültürel ve
siyasi mesele bu tartışma ve sohbetlerin temellerini atar. Kur’an-ı Kerim’in ve
dini kaynakların nasıl okunması ve anlaşılması gerektiğinden tutun da İslami
yönetim biçimlerinin muhtemel ve meşru dayanaklarının nasıl ortaya
çıkarılacağı, bu yönetim biçimlerine nasıl ulaşılacağı gibi konular sohbetlerin
ana maddesini teşkil ederler. Ankara’da şehir efsanesine dönüşmüş bir rivayeti
aktarmanın tam sırasıdır: Günün birinde, o sıralar 12 Eylül rejiminin TRT’sinde
perşembe akşamları ‘İnanç Dünyası’ adlı bir programda sunuculuk yapan Asaf
Demirbaş, Hacıbayram’da gençlerin sıklıkla uğradıkları kitabevlerinden birine
girer. Kitaplara bakarken gençlerin birbirleriyle sohbet ettiklerini görür,
ancak kendisini kimse tanımamıştır. Bu tanınmamazlığa gücenen Demirbaş
“Gençler” der, “Ben TRT’de İnanç Dünyası diye bir program yapan Asaf
Demirbaş’ım. Beni tanımadınız mı?” Bu sözleri işiten gençler, hemen Asaf
Demirbaş’ı karşılarına oturturlar ve sorular peş peşe gelir. Bir nevi Demirbaş,
gençler tarafından sorguya çekilmektedir.
Genellikle öğrenci evlerinde
yapılan ve çoğu kez “muhakeme” olarak adlandırılan buluşmalarda ise öncelikle
tefsir okunduğu ifade edilmelidir. Okunan tefsirler arasında Seyyid Kutup’un Fizilal-il
Kur’an’ı ile Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili eserleri
ilk sıralarda yer alır. Bu yıllardan itibaren sadece tefsir külliyatı değil,
hadis, fıkıh, tasavvuf türünde addedilebilecek diğer İslami ilimlere ait
külliyatlar da aşırı sayılmayacak bir hızla tercüme edilir ve okuma listelerine
dahil olur.
Entelektüel çıkmazlar ve
popüler kültüre teslim oluş
İran’da gerçekleşen devrimin bir
nevi entelektüel teorisyeni olarak değerlendirilen Ali Şeriati’nin ve sosyolog
kimliğiyle tanınan Ali Bulaç’ın etkisi ile bu yıllarda sosyoloji ve felsefeye
artan ilgi entelektüel-edebi niteliklerle uyumlu bir yön arz etse de 1990’lı
yıllarda asıl etkisini göstermeye başlayacak çeşitli tartışmaların da
başlangıcını oluşturur. Sözgelimi Ali Bulaç’ın 1980’lerin başlarında kaleme
aldığı İslam’ın Anlaşılması Üzerine adlı eseri hadislerin dinin temel
kaynakları arasında sayılmaması gerektiğini iddia eden ve bu iddiasıyla da
‘mealcilik’ olarak adlandırılan bir eğilimi -üstü kapalı bir biçimde de olsa- eleştirir.
Mealci eğilimin ilk yayın organı olan Kalem dergisinin 1989 yılında
çıkmaya başladığını bu vesileyle hatırlayabiliriz. Yazarları arasında
şimdilerde kendisine filozof diyen Dücane Cündioğlu’nun da olduğu bu derginin
amaçladıklarına ulaşamasa da etkisini sonraki yıllarda sürdürdüğü söylenebilir.
Diğer yandan özellikle Fazlurrahman gibi İslam modernistlerinin eserlerinin
doğurduğu etkilerin önemli bir bölümünü 1990’lı yıllarda yaşanacak
tarihselcilik tartışmalarının başlangıcına yerleştirebiliriz. Bu tartışmaların
evrilerek 2010’lu yıllarda baş gösterecek deizm tartışmalarına uç verdiğini de
geçerken zikretmeliyiz.
İslamcılar açısından 1980’lerin
en gözde iki yazarı İsmet Özel, Ali Bulaç olarak gösterilebilir. Ali Bulaç
1990’larla birlikte fikri ve siyasi bakımlardan çizdiği zigzaglarla İslamcılar
içindeki popüler etkinliğini giderek yitirir. Bu yıllarda yetişen Müslüman
gençler üzerinde Bulaç’a nazaran daha kalıcı etkileri olduğu bilinen İsmet Özel
ise “Türk=Müslüman” denklemini kurup içeriklendirdiği 2005’li yıllardan beri
İslamcılıktan giderek uzaklaşan bir yörüngededir.
İlk kez 1985’te sahnelenen İbrahim
Sadri ile Ulvi Alacakaptan’ın ortak prodüksiyonu olan İnsanlar ve Soytarılar
oyunu ile birlikte İslamcılığın tiyatro, bant tiyatrosu, marş, sinema filmi vb.
eserler (ya da sonraki adlandırılmalarıyla ezgi) yoluyla popüler kültürel alanda
boy göstermeye başladığını, entelektüel-edebi niteliklerini koruyarak kendisine
siyasi-toplumsal planda da bir yer aradığını söylemek icap eder. İlkin 1986’da
yayınlanan Mute Destanı adlı bant tiyatrosunda bağlama eşliğinde
söylenen 3 marşla başlayan İslami marşlar dönemi 1987’de çıkan ve Gün Batıdan
Doğmadan adını taşıyan müstakil bir marş albümü ile devam etti. Def dışında
hiçbir enstrümanın kullanılmadığı bu ilk albümü diğer albümler takip etti. Yeni
albümlerle birlikte enstrümanlar yavaş yavaş çeşitleniyor ve hatta bu tür müzik
yapan bazı isimler de belirginleşiyordu. İlk marşları seslendiren Taner
Yüncüoğlu, Eşref Ziya Terzi, Ömer Karaoğlu gibi isimlere başta Abdülbaki
Kömürcü, Aykut Kuşkaya ve Mesut Çakmak olmak üzere pek çok başka ismin de
eklenişiyle giderek zenginleşen tarz özellikle 1990’lı yıllarda özel radyo ve
televizyonların da artışından istifade ederek Müslümanların popüler alanda
varoluşlarının neredeyse bir kanıtı haline dönüştü. Her ne kadar 1990’lı
yılların ikinci yarısından itibaren (Refah Partisi’nin yükselişi ve 28 Şubat Süreci’nin
gerçekleştiği yıllarda) “yeşil pop” olarak adlandırılıp küçümsense de marşlar
birçok Müslüman gencin dimağının olgunlaştığı dönemlerde dinlemeye doyamadığı
ezgiler olarak kayda geçti. Süreçte başta Necip Fazıl Kısakürek, Abdürrahim
Karakoç ve Akif İnan olmak üzere birçok şairin şiirleri de bestelere kavuştu.
1990’lara kadar edebi-entelektüel nitelikleriyle öne çıkan İslamcılıkta
siyasi-toplumsal niteliklerin de giderek önem ve öncelik kazanması süreci ile
eşzamanlı olarak popüler alana hitap eden bu tarz müziğin yaygınlık kazanması
bir yerde İslamcılığın toplumsal nüfuzunu işaretlemeye imkân tanıyorsa da başka
bir açıdan kimilerine göre popüler kültüre teslim olup yozlaşmak anlamına da geliyordu.
İsmet Özel’in “Bize yüzde 2.5 derler” yazısını hatırlayanlar bu çoğalışta
kaybedişin izlerini arasalar da çoğalmazdan evvelki edebi-entelektüel
niteliklere de gereğinden fazla değer biçildiği ortadaydı.