23 Aralık 2021 Perşembe

Deleuze'ün Bergson yorumu

 Ondokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başlarında yoğun bir pozitivist-Aydınlanmacı etkiye maruz kalan Türk kültürü ve düşünce hayatında Fransız filozoflardan Henri Bergson, argümanlarında, dönemin pozitivist paradigmasının dışladığı çeşitli meselelerin yer aldığı, dünyanın işleyişine ve toplumların yapısına dair sosyolojik, psikolojik ve politik değinilere pozitivizmin dışında kalan bir bakış açısıyla bakmayı mümkün kılan bir figür olarak dikkat çeker. Bergson'u Türkiye'ye tanıtan, ilk çevirileri yapan isimler genelde başta Dergâh dergisi olmak üzere muhafazakâr sayılan bir çevrede yer alır; hatta Bergsonculuk muhafazakâr ideolojinin terminolojisini oluşturan, onun handiyse mütemmim cüzü olarak değerlendirilebilecek bir muhtevayı haiz kılınır.

Mustafa Şekip Tunç, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Suphi Ethem, Rıza Tevfik, Mehmet Emin Erişirgil gibi Türk düşünce hayatının belli bir döneminde (Osmanlı devletinin son demlerinden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan dönem) önemli isimlerin Bergson'un fikirlerine dair yaptıkları tanıtım, tercüme, kullanım vb. faaliyetlerin Türkiye'de alternatif sayılabilecek bir modernleşme fikriyatının temellerini de attığı görülür. Öyle ki Bergsonculuk sayesinde Türk düşünce hayatında yeni ve başka ufukların açıldığını, determinist, materyalist, pozitivist, sosyolojist olarak nitelendirebileceğimiz görüşlere spiritualist, irrasyonalist, antientellektüalist ve Entüisyonist yaklaşımlar gibi genelde bilimdışı addedilen bakış açıları da dahil olmuştur. Bergsonculuğun Türkiye'de felsefenin ve metafiziğin anlamını ve kapsamını yeniden ele alıp sınırlarını genişlettiği, bilimlerden ayrı bir de felsefenin var olduğu ve bu felsefenin de kendisine has bir konusunun ve yönteminin bulunduğu fikrini ön plana çıkarmaya çalıştığı vurgusunu da bu söylenenlere eklemek gereklidir.

Bergson etkisi

Sadece düşünce hayatında değil; şiir, roman, tiyatro gibi edebiyat eserlerinde de kalıcı etkilere sahip Bergson'un ve Bergsonculuğun günümüz Fransız felsefecilerinden Gilles Deleuze'ün metinlerinde önemli bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Deleuze'ün felsefe tarihçiliğinin önemli bir aşamasında yer tutar Bergson. Spinoza ve Nietszche ile birlikte Bergson, Deleuze'ün fikriyatının ve kavramsal çerçevesinin şekillenmesinde etkindir. Ayrıntılı bir sunuş yazısıyla birlikte Bergsonculuk adıyla Türkçeye Hakan Yücefer tarafından kazandırılan metni de Bergson ve Bergsonculuğun Deleuze'ün düşüncelerindeki yerini gösteren metinlerden birisi. (Yeri gelmişken söylemeli: Spinoza, Bergson ve Nietszche'yi belirgin bir fikri hatta birlikte okuma tasarımı Deleuze'den yaklaşık yarım yüzyıl önce Namdar Rahmi Karatay ile Naci Fikret'in başını çektiği Konya Enerjetizm Okulu'na ait. Gerçi gerek Namdar Rahmi ve gerekse Naci Fikret hayatlarında epey sıkıntıya düşmüş ve hatta felsefi tasavvurlarını bütün boyutlarıyla sergileme ve geliştirme imkanına bir türlü kavuşamamışlardır.)

Deleuze, felsefeyi hayatın içine çekme girişiminin temel fikirlerini Spinoza ve Nietszche kadar ve hatta onlardan fazla Bergson'dan edinir. Bergson'un temel addedebileceğimiz eserlerinde geliştirdiği kavramları ve problemleri temellük ederek kendi yaklaşımına uygun hale getiren Deleuze'ün teşebbüsü felsefe tarihinin ve tarihçiliğinin felsefeden bağımsız olmadığının da başka bir kanıtıdır. Eserde Deleuze, Bergson'un süre-zaman, zekâ-sezgi karşıtlaştırmalarını ve yaratıcı evrim, hayat hamlesi gibi kavramlarını onun bu kavramları serimlediği Şuurun Doğrudan Doğruya Verimleri, Madde ve Hafıza, Düşünce ve Devingen, Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı, Yaratıcı Tekâmül gibi eserlerin önemli pasajlarını seçerek yorumluyor. Deleuze'ün her ne kadar yorumlarında eserlerin tamamını konu edinmese de bir bütünlüğe ulaşabildiğini vurgulamalı.

Hilafetin ilgası ve sonrası

 Batı'nın siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel bakımdan üstünlüğünü kabul ettirdiği 19 ila 20. yüzyıllarda Batılı olmayan halklar arasında gözlemlenebilecek iki eğilim vardır: Ya Batılı güçlerin tahakkümünü bertaraf etmeye yönelik sık sık kendini gösteren bir direniş vardır ya da Batı'nın askeri tekniğini, siyasi kurumlarını, iktisadi teşkilatlarını, hatta kültürel-manevi veçhesini herhangi bir zorlama veya güç olmadan iradi bir şekilde kabul edilişi. İlk tavrın Batı'yı müstevli ve mütecaviz gördüğü, ikincisinin ise onu yerli addettiği hiç kuşkusuzdur. Türkiye'nin Batılılaşma serüveninde bu iki eğilimin de farklı ton ve renklerde temsilcilerinin olduğunu rahatça görebiliriz. Türk modernleşmesinin tarihindeki birçok tartışma da bu temel etrafında yorumlanabilir esasen. Batı ile diğer medeniyetler arasında yaşanan çatışmanın ilk elden bir medeniyetler savaşı olduğu kuşkusuzdur. Geniş coğrafyası, farklı renk, ırk ve kültürlerden oluşsa da temel olarak paylaştıkları ortaklıkları epey fazla olan büyük insan kütlesi bulunan İslam dünyası son üç yüzyıldır bu anlamda Batı ile kapışan en önemli medeniyet dairesidir. Bu üç yüzyılda İslam dünyasında ortaya çıkan eğilimleri yorumlayabilmek belki de sadece askeri, siyasi ve ekonomik açılardan değil, kültürel ve manevi açılardan da olay ve gelişmeleri değerlendirmekten geçiyor. 3 Mart 1924'te TBMM tarafından çıkarılan kanunla ilga edilen hilafet meselesi de böyle olayların belki en önemlilerinden biridir.

Laikliğin başlangıcı

Hulagu Han'ın 1258'de Bağdat'ı zapt ederek Abbasi hilafetini sona erdirmesinden Panislamist bir politikayı yürüten II. Abdülhamid Han'a dek halifelik büyük ölçüde Memluk ve Osmanlı sultanlarının taşıdığı atıl bir unvan olarak görülebilir. Ancak halifeliğin gerek taşıdığı dini anlam gerekse Osmanlı coğrafyasında 20. yüzyılın ilk yıllarından TBMM'ce 1924'te ilgasına dek süren çeyrek asırda üzerine bina edilen uluslararası politikada edindiği kuvvetli araçsal nitelik sebebiyle epey tartışıldığını da belirtmeli. Müslümanların dini-siyasi birliğini simgeleştiren halifeliğin taşıdığı bu sembolik anlam dolayısıyla ilgasının da beraberinde birçok tartışmayı doğurduğu biliniyor.

Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı'nı kaybetmesinin akabinde verilen Millî Mücadele ile bağımsızlığına kavuşan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş döneminde ilkin 1922'de tamamen sembolik bir biçimde Abdülmecit'e tevdi edilen hilafet makamının 1924'te ilgası dolayısıyla gerek TBMM'de gerekse Mısır, Hindistan ve Arabistan gibi İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde yürütülen fikir tartışmaları, siyasi teşebbüsler, kongreler vb. pek çok faaliyetin de var olduğunu biliyoruz. Türkiye'de laikliğin başlangıç aşaması olarak görülebilecek hilafetin ilgası kararı uluslararası arenada birbirinden epey farklı çevrelerde bu farklılıklara uygun çeşitli tepkilere de yol açtı.

Yirminci yüzyılın önemli tarihçileri arasında yer alan Arnold Toynbee'nin 1927'de kaleme aldığı Hilafetin İlgası adlı kitap halifeliğin kaldırılması kararını uluslararası bir zeminde irdeliyor. Çin'den Kuzey Afrika'ya farklı bölgelerdeki Müslümanların bu kararı nasıl karşıladıklarını da ele alan Toynbee, karara gösterilen bütün tepkileri kuşatacak bir bakış açısıyla hilafetin nasıl bir problem alanı teşkil ettiğini de gözler önüne seriyor.

Uzunca bir müddet İngiliz istihbarat teşkilatında da çalıştığını bildiğimiz Toynbee, halifeliğin tarihsel serencamını, dini ve siyasi anlamını, II. Abdülhamid Han'ın ihyasını, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında hilafetin Osmanlı devleti ve Hindistan Müslümanları bakımından anlamını bütün boyutlarıyla tartışıyor. Tarihsel bir perspektifle Batılı güçlerin askeri, siyasi ve ekonomik güçleriyle dünyada oluşturduğu etkilerin zemininde meseleyi ele alan Toynbee, hilafetin ilgasının Batı'ya yönelik İslam dünyasında gelişen Herodyan ve Zealot reaksiyonlar bakımından anlamını da soruşturmasına dahil ediyor. Osmanlı hanedanı ile birlikte tarihe karışanın sadece Osmanlı saltanatı ve hilafeti olmadığının altını çizen Toynbee, bunlarla birlikte İslam Hukuku'nun geleneksel icra organlarının da aynı akıbeti paylaştığını vurguluyor.

Mevlana'yı tanımayan ya da yanlış tanıyanlar buraya!

 Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ifadesiyle ansızın bastıran kar fırtınalarının sona erdirdiğini düşünebileceğimiz Anadolu'daki Selçuklu rönesansının zirvesini teşkil eder 13. Yüzyıl ve bilhassa Sultan 1. Alaeddin Keykubad dönemi. 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğan ve babası Bahaüddin Veled ile birlikte epey uzun bir maceradan sonra 1228'de geldiği Konya'da 1273'te vefat eden Mevlâna Celaleddin Rumi, "Anadolu irfanı"nın en önemli ilmeği ve en tanınan ismidir handiyse. Divan-ı Kebir, Mesnevi-i Manevi, Mecalis-ü Seb'a, Fihimafih gibi eserleriyle bilinen Hz. Mevlana'nın ölümünün ardından oğlu Veled Sultan'ın kurumlaştırdığı Mevlevilik, Anadolu'da ortaya çıkan sufi hareketlerin en ünlülerinden biri ve Anadolu kültürünü olduğu kadar sanatı ve siyasetini de derinden etkilemiş bir tarikattır.

Hakkında yanlış bilinenler

Hz. Mevlana'nın hayatı, eserleri ve yolu hakkında doğru, açık ve anlaşılır olma hedefiyle yazılmış makaleleri bir araya getiren Mevlana Celaleddin Rumi Hakk'a Daveti başlıklı kitabın hedef kitlesinin Hz. Mevlana hakkında hiçbir şey bilmeyip öğrenmek isteyenler kadar yanlış şeyler bilenlerden oluştuğunu vurgulamalı.

Kitabın Hz. Mevlana'nın hayatını konu edinen ilk bölümünde onun yaşadığı dönem, içinde bulunduğu kültürel ortam, çağdaşı olduğu alim ve sufiler, üstad ve rehber seçtikleri, hemdemleri ve yakın çevresindekiler ele alınıyor. Vefatı ve oluşturduğu etkilerin yanısıra eserlerinin içeriğine ilişkin makalelerin de olduğu ilk bölümde Mevlevilik ile Mevlana'nın dünya kültürüne yaptığı katkı da ele alınıyor.

İkinci bölümde Mesnevi-i Manevi ile Divan-ı Kebir'i tanıtıcı bilgilere yer veren makalelerde ayrıca en çok tanınan ve okunan bu eserlerdeki bazı bölümlerin şerhi de yer alıyor. Özellikle pandemi dolayısıyla sağlığın güzelliğini gençliğin güzelliğiyle birlikte zikreden bir beyitin şerhinin ilgi çekici olduğunu vurgulamalı. Hz. Mevlana'nın yolunu, İslam ve tasavvuf anlayışı ele alan üçüncü bölümdeki makalelerde ise İslam hakkındaki bilgilerden tasavvufun gelişimine dair bilgiler yer alırken ayrıca seyr ü süluk, nefs, ruh, mürid, mürşid, velayet, çile, tevhid gibi tasavvufun özünü anlatmaya dönük olarak kullanılan kavramlar gerek diğer mutasavvıfların gerekse Hz. Mevlana'nın eserlerinden yapılan iktibaslarla anlatılıyor.

Mevlevilik kültürü

Ahmet Hamdi Tanpınar, Nureddin Topçu, Sezai Karakoç, Mehmed Kaplan gibi yazarların Mevlana ve Mevlevilik kültürü ile ilgili eserlerinden Albert Einstein, Sigrid Hunke gibi Batılı bilim adamlarından da alıntıların olduğu kitapta birçok ayet ve hadis de özellikle bölüm başlarında zikrediliyor. Bu alıntıların kendilerini takip eden başlıklarda anlatılan konuyla da yakın bir uyum göstermesine dikkat edilmiş.

Mustafa Kara ile Hülya Küçük'ün ortaklaşa hazırladığı ve Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından basılan kitapta makaleleriyle yer alan isimlerden bazıları ise şöyle: Yakup Şafak, Selman Karadağ, Sezai Küçük, Süleyman Gökbulut, Adnan Karaismailoğlu, Bilal Kuşpınar, Mahmut Erol Kılıç, Mutluhan Taş.

10 yıl sonra Arap Baharı'nı nasıl okumalı?

 Tam 10 yıl önce 17 Aralık 2011'de Tunus'un görece küçük bir şehrinde kendini yakan gösterici ile başladığı kabul edilen ve bir dizi devrim ile karşı devrime sahne olan Arap Baharı sürecinin teorik açıdan nasıl ele alınacağı halen sosyal bilimciler arasındaki önemli bir tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Avrupa'da 1848'de yaşanan ve Halkların Baharı olarak adlandırılan toplumsal hareketlere, Sovyetler Birliği'nin Çekoslavakya'yı işgal etmesiyle sonuçlanan Doğu Avrupa ülkelerindeki toplumsal hareketlenmeleri adlandırmak için kullanılan Prag Baharı'nı hatırlatmayı amaçlayan Arap Baharı adlandırmasından, bu süreçlere katılan halklar, dönüşen rejimler, sürece müdahil olan uluslararası güçler vb. birçok bilinmeyene kadar epey unsurun bu tartışmalar esnasında gündeme getirildiğini biliyoruz. Başta Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Yemen, Bahreyn ve Ürdün'de yaşanan birçok çeşitli toplumsal hareketlenmelere ve bu hareketlilikleri bastırma girişimlerine tanık olduğumuz süreç içinde hareketlenmelerin oraya çıkış şeklinden zamanlamasına, ayaklanmaların vuku bulduğu ülkelerdeki rejimlerin antidemokratik ve otoriter niteliklerinden vuku bulan devrimlerin bastırılmasına kadar birçok ayrıntının sosyal bilimler açısından önemli bir laboratuvar işlevi gördüğüne hiç kuşku yok.

Dördüncü dalga

Sözgelimi bazı uzmanlar dünya demokrasi tarihinde Arap Baharını Huntington'ın tasnif ettiği üç demokrasi dalgasının bir uzantısı ya da dördüncü bir demokrasi dalgası olarak kabul etme eğilimindeyken Fukuyama'nın teorik önderliğini yaptığı önemlice bir grup da Arap Baharı'nı 18. ve 19. yüzyılda Avrupa'da gerçekleşen devrimlerin bir benzeri ve onlarla ilişkili olarak yorumlamaya meyillidirler. Birbirine zıt bu yorumlama perspektiflerinden hangisi benimsenirse benimsensin Arap Baharı'nın oluşturduğu zorluklar halen sürüyor. Esasen bu durumun bizatihi kendisi bile Arap Baharı'nın sonuçları itibariyle tamamlanmış bir devrim olmadığını, farklı tazyik ve operasyonlarla zaman zaman kesintiye uğramış görünse de bir şekilde yol almaya devam eden zinde bir devrim süreci olduğunu da hatırlatıyor.

Arap Baharı'nda bazı müstebit rejimlerin başı kabul edilen diktatörler (sözgelimi Gaddafi ve Hüsnü Mübarek) devrilmiş olsa da Tunus dahil hemen hiçbir ülkede sistematik ve yapısal bir dönüşümün de henüz vuku bulmadığını tespit etmek mümkün. Peki ama sadece Arap dünyasında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da değil, hemen bütün dünyada büyük etkiler uyandırmış bu devrimler ve karşı devrimler silsilesini teorik bakımdan tutarlı ve yeknesak bir şekilde açıklamak mümkün mü? Tek bir teorik çerçeve Arap Baharı'nın etkili olduğu ülkeler arasındaki farklı bütün toplumsal, siyasal, kültürel ve dini farklılıkları açıklama konusunda tüketici olabilir mi? Arap Baharı neticede İslamcı hareketlerin başarısızlığının bir örneği olarak mı okunmalı? Arap Baharı'nı durdurmayı amaçlayan entrikalara karşı İslamcı hareketlerin yeterli bir karşı entrika planlayamamış olmalarının sebepleri nasıl sıralanabilir?

30 yıldır yayınlanan 3 aylık düşünce-siyaset ve sosyal bilim dergisi Tezkire'nin 75 ile 76. Sayıları birleştiren ana konu "Arap Devrimleri" başlıklı dosya konusu. Editörlüğünü geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Maşallah Nar'ın yaptığı dosyada yedi çalışma yer alıyor.

12 Aralık 2021 Pazar

Tin bilimleri hakkında her şey

 Bugün genelde sosyal bilimler olarak adlandırılan disiplinler demetinin adlandırılmasından yöntemlerine, nesne alanlarından ürettikleri bilgilerin anlam ve değerine kadar birçok tartışma Aydınlanma sonrası felsefe ve bilim düşüncelerini doğrudan etkilemiştir. Fiziksel doğaya dayalı bilimler demetinin (başta fizik, mekanik, kimya ve biyoloji olmak üzere doğayı konu edinen bilgi çeşitleri) sanayi devrimiyle birlikte sergiledikleri büyük "başarı" diğer gerçeklik alanlarının da benzeri yöntemlerle soruşturulup soruşturulamayacağı sorusunu, dahası pozitivizme yol açan gelişmeleri getirmişti. Almanya'da ondokuzuncu yüzyılda vuku bulan tarih(selcilik) tartışmasının akabinde başta tarih olmak üzere toplumu, insanı, psikolojiyi doğa bilimlerine özgü yöntemlerle araştırıp araştıramayacağımızdan toplumu konu edinen sosyolojinin, insanı konu edinen antropolojinin, psikolojinin, siyasal özneleri ve kurumları konu edinen disiplinlerin doğa bilimleri tarzında bir bilgiyi üretip üretemeyecekleri ya da doğa bilimlerine "bilim" dediğimiz gibi sosyolojiye, psikolojiye, antropolojiye bilim denip denemeyeceği bu tartışmaların özünü oluşturdu. Tarihselcilik tartışmalarından 1905'te Almanya'da vuku bulan methodenstreit'a (yöntem tartışması) kadarki süreçte genellikle tin bilimleri, beşerî bilimler, insan bilimleri, anlam bilimleri, kültür bilimleri, nomotetik-ideografik bilimler şeklinde farklı isimler altında toparlanan ve sosyoloji, psikoloji, antropoloji, din bilimleri, tarih bilimleri vb. disiplinleri barındıran bir bilgi çeşidinin ayırt edilebileceği sık sık öne sürüldü.

Opus magnum

Dikkat edilirse "sosyal bilimler" deyişi Almanya dışındaki ülkelerde daha yaygınken Almanya'da tin, anlam, insan, nomotetik-ideografik vb. bilimleri deyişi üzerlerinde genel geçer bir anlaşma olmasa da daha yaygındır.

Windelband (ki nomotetik-ideografik bilimler deyişi ona özgüdür) ve Rickert'e nazaran sözkonusu disiplinlere "tin bilimleri" demeyi tercih eden Wilhelm Dilthey'in opus magnumu (şaheseri) sayılır Tarihsel Dünyanın Tin Bilimlerinde Kurulumu. Türkçeye Arslan Topakkaya tarafından çevrilen eserinde Dilthey, 1905'teki methodenstreit'a atıfla "son zamanlarda doğa ve tin bilimleri üzerine özellikle tarih hakkında oldukça ilginç tartışmalar meydana gelmiştir" diyerek tin bilimlerinin özünü ortaya çıkarıp onlarla doğa bilimleri arasındaki sınırı oluşturmaya uğraşıyor.

Tin bilimlerinin özsel konusunu "yaşam, ifade ve anlam bağlamları"nın oluşturduğunu belirten Dilthey, doğa bilimleri ile tin bilimleri arasındaki farklılığı ise doğrudan burada arayarak şunları vurguluyor: "...yaşamın kendisi ve derinliklerinin aydınlatılması hakkında başvuracağımız şey anlama olgusudur... Yaşantı, ifade ve anlam arasındaki ilişki her yerdedir ve kendine ait bir yönteme sahiptir... Tin Bilimleri temelini yaşantı ifade ve anlam arasındaki bu ilişkiden alır... Bu grup bilimlerin kendileriyle icraatta bulunduğu baskın kavramlar doğa bilimlerinde cari kavramlardan farklıdır."

18. yüzyılı tin bilimlerinin yeni çağının başlangıç eşiği sayan Dilthey'e göre Voltaire'den Montesquieu'ya, Hume ve Gibbon'dan Kant'a, Herder'e ve Fichte'ye giden yolda doğa bilimlerinin hemen yanı başında tin bilimleri de yerini alır. Tin bilimlerinin temaşa yeri addettiği Almanya'da 18. yüzyıldan kendi zamanına dek süregelen tartışmaları hermenötik, tarihselcilik vb. hususlara da değinerek özetleyen ve tin bilimlerinin hareket noktasını hayat ve anlama, hayata içkin olan gerçeklik, amaç ve ilişkinin tespiti olarak seçen Dilthey "Tin Bilimlerine Giriş" kitabında dile getirdiği tin bilimlerinin doğa bilimlerinden bağımsız olduğu iddiasını öne sürüyor. Doğa bilimleri ile tin bilimleri arasında var olduğunu varsaydığı karşıtlığı görünür kılmaya çalışan Dilthey, tin bilimlerinin kurulumunun yaşantı ve anlamadan hareketle anlaşılmak zorunda olduğunun da altını çiziyor.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Futbolun din ve savaş ile ilişkisi

 Modern toplumlarda sporun, daha doğrusu futbolun tuttuğu yer gerek bu toplumların içinde bulundukları hali gerekse tarihlerini tartışmak bakımından ilginç bir çerçeve sağlar. Portekiz'in ünlü otoriter başkanı Antonioni de Oliveira Salazar'a sık sık atfedilen sözün, yani "Portekiz halkına üç f ile hükmedebildim: Futbol, fado ve fiesta" sözünün bu çerçeve içinde edindiği yer, futbolun modern toplumların siyasal, kültürel, ekonomik ve tarihi şekillenişi bakımından üzerinde mutlaka durulması gerekli bir içeriği haizdir.

Türkiye'de futbolun birkaç önemli istisna haricinde sosyo-ekonomik, tarihi, dini ve yapısal boyutlarıyla akademik anlamda ciddiye alınıp bir bütün olarak analiz edildiğini pek görmeyiz. Yaygın medyada genelde bazı spor yorumcularının ve eski hakemlerin reyting kaygısıyla polemiklerine futbolu, futbolcuları, oynanan maçları konu edindiğini görürüz.

İnsanlığın bilinen tarihi boyunca eylediği ve eylendiği faaliyetler olarak din, harp ve oyun arasındaki ilişkileri futbol üzerinden analiz edip değerlendiren eski futbolcu ve tarih akademisyeni Ferdi Ertekin, Din Harp Futbol adlı kitabıyla Türk düşünce hayatında üzerinde pek durulmayan çeşitli önemli ayrıntıları ve tarihi bağlantıları yorumlama fırsatı ediniyor.

Savaş terimleri ve spor

Askerî terimlerle futbol terimleri arasındaki bağlantıdan (sözgelimi top, goal, kale, kaleci, takım, bek vb.) hareketle harp sanatındaki teknik dönüşümlere ve yenilenmelere karşı Ertekin, askeri alanda kullanılan, ancak değişen teknolojik süreçte askeri bakımdan elverişsizleşen savaş aletlerinin muharebe alanından oyun alanına intikal ettiklerini vurguluyor. Sözgelimi, at, ok, kale ve top gibi teknolojinin gelişmesiyle birlikte muharebe alanını terk etmek zorunda klan birçok unsur bugün oyun alanında yaşamayı sürdürüyor.

Beden eğitiminin harbe hazırlık aşamasından koparılarak sporun doğduğu Antik Yunan tecrübesini dışarıda bırakan bir bakış açısıyla Ertekin, sporun tarih boyunca dini bir ritüelin parçası yahut harbe hazırlık için bir araç rolü edindiğine dikkat çekiyor.

Oyun ve sporun din ve harp için bir araç olmaktan çıkıp bugünkü yapısına erişmesinin büyük ölçüde sekülerleşme ile gerçekleştiğini ifade eden Ertekin, Eliade, Carl Schmitt ve Max Weber'in düşüncelerinden hareketle sekülerleşme, futbol ve din arasındaki ilişki, bağlantı ve çatışmaları irdeliyor.

Huizinga'nın geliştirdiği homo ludens kavramı eşliğinde ibadet ile oyun arasındaki bağlantılara dikkat çeken Ertekin, Osmanlı toplumsal ve dini hayatında önemli bir yer tutmuş iki tekkeyi bu bakımdan örnek gösteriyor: Pehlivanlar Tekkesi ve Okçular Tekkesi.

Ülkelerin politik, kültürel ve askeri tarihi ile futbol sistemleri ve anlayışları arasında kaçınılmaz bir ilişki olduğunu vurgulayan Ertekin, Osmanlı devletinden cumhuriyete miras kalan parlamentarizm, siyasi partiler, üniversite, basın, mali ve idari örgütlenme unsurlarının yanı sıra futbolun da bulunduğunu kaydediyor. II. Abdülhamid'in saltanatı zamanında kurulmuş Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin bugün Türk futbolunun üç büyükleri olarak Anadolu'da da taraftar edinebildiklerini belirten Ertekin bunun uzun yıllar boyunca İstanbul'un payitaht olmasıyla bir ilgisinin olup olmadığını da soruyor. Homo sapiens'in homo ludens'e dönüşümünün büyük ölçüde 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde futbol aracılığıyla gerçekleştiğini vurgulayan Ertekin'in kitabı "düşman"dan (harp) "rakip"e (oyun) gelişen bu dönüşümün ontolojik, siyasi, ekonomik, tarihi, kültürel, dini yapısını çözümlemeye gayret ediyor.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Kopernikçi devrim ve Kant

 Çağdaş felsefede bütün düşünmesini varlık sorusunu yeniden hatırlatmaya adayan Alman filozof Martin Heidegger, özellikle Varlık ve Zaman'da geliştirdiği çözümlemeyle kendisinden sonraki hemen bütün önemli düşünme şekillerini şöyle ya da böyle etkilemiştir. Heidegger'in vaat ettiği, ama asla yazmadığı Varlık ve Zaman'ın ikinci cildi yerine özellikle 1935'lerden sonraki meşhur metinlerinde daha şairane sayılabilecek bir düşünmeye yöneldiği, hatta meşhur Kehre'sini ("Dönüş") takip eden bu metinlerin toplamının Varlık ve Zaman'ın vaat ediliş ikinci cildi olabileceği yargısı Heidegger yorumcuları arasında yaygındır.

Varlık ve Zaman'ın yayınlanmasının hemen akabine denk gelen bir dönemde, yani 1927-28 güz döneminde Freiburg üniversitesinde verilmiş derslere dayanan Kant ve Metafizik Problem kitabı Varlık ve Zaman'da ele alınan konuların Kant'ın temel eseri dolayısıyla geliştirilmesi olarak görülebilir. Kitapta ayrıca Heidegger'in yeni Kantçı olarak bilinen Ernst Cassirer'le tartışmaları da yer alıyor. 1929'da gerçekleşen meşhur Davos Toplantısı'nda Kant kitabına ilişin Cassirer'in eleştirilerini cevaplıyor.

Platon'dan bu yana bütün bir felsefe tarihinin varlığın unutulmuşluğu çerçevesinde okunabileceğini savlayan Heidegger'in, Varlık ve Zaman'ın yazım sürecinde üzerinde durduğu önemli filozofların biri de elbette Immanuel Kant olarak görünür. Genellikle klasik metafiziğin çelişki ve çatışmalarını konu edinerek numenleri, yani 'kendinde şeyler'i ne akılla ne de deneyle bilebileceğimizi savlayan Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi adlı temel kitabında ileri sürdüğü savların metafizik düşünmeye önemli kısıtlar getirerek onun etkinliğini azalttığını söyleyebiliriz.

Ontoloji problemi

Heidegger, Kant'ın kitabını "metafiziğin temellendirilişi" olarak yorumlamaya ve böylelikle metafizik problemini bir temel ontoloji problemi olarak ele almaya gayret ediyor. Salt Aklın Eleştirisi'ni metafiziğin açıkça bir temellendirilişi okumayı yeğleyen Heidegger böylelikle özellikle Yeni-Kantçılığın Salt Aklın Eleştirisi'ni epistemolojinin kurucu metni haline dönüştürme hamlesini eleştirme fırsatı da ediniyor. Heidegger'e kalırsa Salt Aklın Eleştirisi, matematiksel-doğa bilimsel bilişin teorisi olmadığı gibi bir epistemoloji de değildir. Kant'ın prensiplerden hareket eden a priori biliş yetimize 'salt akıl' dediğini hatırlatan Heidegger, yine Kant'ın sözleriyle bu aklın "bir şeyi haddizatında a priori olarak bilmenin prensiplerini içeren" akıl olarak niteliyor. Salt Aklın Eleştirisi'ni bir "deneyim teorisi" ya da "pozitif bilimler teorisi" olarak yorumlamanın Kant'ın bu kitabında amaçladığını ilkece yanlış anlamakla mümkün olacağını savunan Heidegger, bu kitapla ontolojinin bir bütün olarak metafiziğin temel parçası olmak bakımından gerekçelendirildiğini ve ilk kez ontolojinin kendine taşındığını ileri sürüyor.

Varlık sorusu

"Aklın kendisi dışındaki hiçbir şeyi verili almayan bir sistem içinde düşünmek suretiyle kendini ona yavaş yavaş dahil eden kararlı bir okuru" talep eden Kant'ı takip eden Heidegger, kendi varlık sorusunu formüle ediş tarzıyla Kant'ın temel eserinde gerçekleştirdiği Kopernikçi devrimi yorumluyor.

Kitap bu haliyle epey teknik-felsefi bir dile sahip olmakla birlikte modernliğimizin remzi olan temel tartışma konularının birçoğunu da içermesi bakımından önemli. Modern epistemolojilerin skolastik metafizik anlayışları eleyen bir esin kaynağı olarak gördükleri Salt Aklın Eleştirisi'nin esasen metafiziğin elenmesinden çok onun temellendirilmesini amaçlayan bir kitap olduğunu vurgulayan bakış açısıyla Heidegger'in yorumu bizatihi varolanlara ilişkin soruyu ele alma tarzlarımızı da sorgulamamızı gerektiriyor.

9 Ekim 2021 Cumartesi

Coğrafya sadece kader değildir

 Sık sık 16. yüzyılın Müslüman düşünürleri arasında yer alan ve ilm-i umran'a bir giriş olarak yazdığı şaheseri Mukaddime ile iyi bilinen İbn Haldun'a atfedilen "Coğrafya kaderdir" sözü insan yaşamının değişmez sabiteleri arasında bulunan mekânın özelliklerinin onun tüm faaliyetlerini etkileyen önemli bir unsur olduğunu vurgular. Gerçi coğrafya da bir şekilde mekânın siyasi, kültürel, dini ya da ekonomik çeşitli faktörlerin yardımıyla yapılır, üretilir; ama mekânın kendi düzeninin bu üretimi bir şekilde belirlediğini ileri sürmek de mümkündür. Sözgelimi büyük ölçüde dağlık bir arazi yapısına sahip bir ülkede ekonominin tarımsal faaliyetlere dayandırılması işin doğası gereği imkânsız görünür. Ya da 20. yüzyılın başlarında sıkça telaffuz edilen ve çoğu kez çeşitli ırkçı söylemlere meze de olmuş ünlü tezi hatırlamalı. Bu teze göre orta enlem kuşağında bulunan toplumların enerjilerini de tropikal bölgelerde yaşayan toplumların rehavetini de iklime (yani bulundukları coğrafyanın çevresel etkisine) bağlayabiliriz.

Beşerî hayatın şekillenmesinde yapısal özellikler ve zaman (tarih) kadar mekânın (coğrafya) da etkisinin bulunduğunu kabullenebiliriz elbette, tabii ki beşerî hayatın şekillenmesindeki asli gücü çevresel etkenlere indirgemedikçe.

Bilgi güç mü?

Küreselleşen, hiç olmadığı kadar girift, aşırı nüfuslu, gittikçe daha rekabetçi ve tehlikeli bir hale dönüşen dünyada bilginin güç olduğu düşüncesiyle gezegen ve onun hassas doğal muhitleri, başka insanlar ve kültürler, siyasi düzenler ve ekonomiler, sınırlar, tutumlar ve tutkularla ilgili ne kadar çok şey bilirsek bu dünyada karşılaşılabilecek tehlikelere karşı o kadar hazır olunacağını ileri süren bir kitap Harm De Blij'in "Coğrafya Neden Önemlidir" adıyla Türkçeleştirilmiş kitabı. Bir yerde ABD'li karar vericilerin coğrafya bilgilerinin yetersizliği sebebiyle Vietnam'da, Irak'ta ve Afganistan'da birçok olumsuzluk yaşadığına işaret eden Blij, kitabının baskın mesajını "demokratik bir toplum olarak, kararları sadece Amerika'yı değil, tüm dünyayı etkileyen hükümet temsilcilerini seçen Amerikalıların, zaten küçük ve fonksiyonel olarak daha da küçülen gezegenimizi tanıma sorumluluğunu özellikle vurgulamak" olarak özetliyor.

İngilizce'de ikinci baskısı 2012'de yapılmış olan kitabında Çin'in yükselen gücünden Avrupa Birliği'nin istikrarsız yapısına Kuzey Kore'nin nükleer arzularından Arap Baharı sürecinin devrimci umutlarına, tehlikeli bir düşman olarak Rusya'dan başta açlık ve susuzluk olmak üzere çeşitli felaket tehlikeleriyle yüz yüze kalan Afrika'ya kadar birçok jeo-stratejik meseleyi coğrafyanın mekânsal bakış açısıyla çözümlemeye uğraşıyor. Coğrafyanın "mekânsal" şemsiyesinin altında süreçleri, sistemleri, davranışları ve mekânsal boyut içeren başka birçok olguyu analiz eden bir disiplin olarak niteleyen Blij, fiziki coğrafyanın yanı sıra beşerî bir coğrafyanın da olduğunu hatırlatıyor. Bir disiplin olarak coğrafyanın ve coğrafi bilgilerin neleri içerdiği kadar neden önemli olduğunu da vurgulamaya adanmış bir kitap Harm De Blij'in kitabı. Coğrafi cehaletin giderilmesine ilişkin ciddiye alınması gerekli bir kaygısı bulunan kitaptaki bazı çözümlemelerin ve doğrudan Blij'in Amerikan bakış açısının ise tartışmalı kaldığı gayet açık.

21 Eylül 2021 Salı

Asayişin üç aracı: Kasame, nezir ve kefalet

 Osmanlı toplumunun şehirli, köylü ve konargöçer topluluklardan mürekkep olduğu söylenebilir. Bu üç büyük parçanın aynı zamanda Müslim ve gayrımüslim olarak iki büyük grupta tasnif edilmesi mümkündür. Müslüman ahalinin ayrıca ehli örf ya da askerî olarak tabir edilen, devlete vergi vermeyen bir grup ile vergi mükellefi addedilmiş şehirli ve köylü reaya sınıflarından oluştuğu bilinmektedir. Şehirlerdeki esnaf sayılmazsa devletin asıl vergi kaynağı toprağı işleyenlerdir. Devletin asli geliri toprak vergisiyle oluşmakta, her çift sahibi reaya ve tımar sahibi olarak toprak işleyenler devletin temel vergi mükellefi ve birimi olarak görülebilir. Bu anlamda köylü nüfusun Osmanlı toplumunda devleti ve orduyu besleyen en önemli grup olduğu tespit edilebilir. Kırsaldan şehirlere göç Osmanlı devleti açısından ölümcül sonuçlara yol açabilecek bir durumu oluşturur. Toprak işleyen çift sahiplerinin şehirlere göç etmesi, ekonomik anlamda gıda kıtlığı, vergi gelirlerinin düşmesi ve ekonominin zayıflaması anlamlarına gelir. Devlet bu sebeple kendini yerleşiklerin yerlerinden ayrılmamaları veya bulundukları şehirden başka şehirlere göç etmemeleri için sürekli tedbir almak zorunda hisseder. Askeri zümreler ile vergiden muaf olanlar haricinde Osmanlı şehir toplumunda esnaf ve meslek grupları da vergi yoluyla ya da vakıflar kurarak devlete kaynak sağlıyordu.

Bu toplum yapısında devlet için en sorunlu grupların seyyar, konargöçer ve toprağa bağlı olmadıkları için kolaylıkla kontrol altına alınmaları mümkün olmayan gruplar olduğunu vurgulamak gerekir. Yörük, Kürt ve Türkmen konargöçer aşiretlerin Osmanlı iktidarlarını en çok uğraştıran gruplar olduğu belirtilmeli. Bu aşiret ve gruplar göçebe oldukları için devletin kolayca ulaşamayacağı yerlerde yaşar; vergi, asker verme ve diğer bazı tekalifleri yerine getirme konusunda isteksiz davranırlardı.

İskan meselesi

Konargöçerler sadece vergi ve asker vermekten kaçınmalarıyla değil göçleri esnasında meskûn ahaliyi rahatsız etmeleriyle de tepki topluyorlardı. Yüksek sayıda insan ve hayvan nüfusuna sahip bu grupların göçleri esnasında yerleşik ahalinin ekin ve tarlalarının tahribi sebebiyle yerleşik ahaliyle aralarında çıkan niza ve çatışmalar önemli meseleler arasındaydı. Aşiret, devlet ve yerleşik ahali arasındaki ilişki ve çatışmalar Osmanlı klasik döneminden devletin dağılma sürecine girdiği dönemlere kadar değişik yoğunluklarda seyretmiştir. Hatta Cumhuriyet döneminde bile özellikle orta Toroslarda yerleşik ahali ile çeşitli konargöçer gruplar arasında bu türden çatışmalara rastlanmıştır.

Osmanlı devletinin 600 yıllık tarihinin büyük bir bölümünde konargöçer cemaatleri iskân ettirmekle uğraştığı, bu cemaatlerin fırsat buldukları an iskân ettirildikleri yerlerden firar ettikleri bilinir. İskân meselesi zaman zaman da büyük dramlara, ölümlere, mal ve zaman kaybına sebebiyet verir.

Osmanlı toplumunda asayişi bozan ikinci grubun Osmanlı resmî belge dilinde eşkıya olarak nitelenen grupların oluşturduğu kuşkusuzdur. Bu belgelerde sadece bugün kullandığımız anlamıyla değil, 'emirlere karşı çıkan, vergi vermeyen, iskân ettirildikleri yerlerden firar eden gruplar' anlamına da geliyordu. Bu sebeple sözgelimi önceden eşkıya tabir olunan bir grup verilen görevi kabul ettiklerinde pekâlâ 'muteber devlet görevlisi' sınıfına dahil olabiliyordu. 17. yüzyıldan itibaren başıbozuk olarak tabir edilen kişilerin, leventlerin, Celalî artıklarının, eşkıyalığa soyunan suhtelerin (medrese talebesi), kısaca asayişi bozan ve "mechulu'l-ahval" denen tüm riskli ve muzir grupların tamamına birden eşkıya denmiş; bunların engellenmesi ve bertaraf edilmeleri için devlet kendini çeşitli tedbirler almaya mecbur hissetmiştir.

Osmanlı devlet adamlarının toplum düzeninin amacını beldelerin asayişi ve reayanın rahatının sağlanması olarak belirlediğine dikkat çeken Ekrem Akman, Kolektif Bilincin Dinsel Referansları adlı kitabında bu amaç için geliştirilen en önemli fıkhi araçları temsil eden kasame, nezir ve kefalet sistemlerini irdeliyor. Herhangi bir yerde meskun olan kişilerin mekana karşı sorumluluklarını ifade eden kasame, kolektif cezalandırma yöntemi olarak kullanılan nezir ve herkesin herkesten sorumlu olduğu toplumsal bir gözetleme ve sorumluluk yükleme mekanizması haline getirilen kefalet sistemlerinin asayişi sağlarken devletin tebaasını nasıl kendisinin stratejik ortağı haline dönüştürdüğünü de ortaya çıkarıyor.

12 Eylül 2021 Pazar

A'dan Z'ye akılların birliği tezi

 Özellikle Batı'da kaleme alınan yaygın felsefe tarihlerinde İslam felsefesine son derece kısıtlı yer verildiğini görürüz. Farabi, İbn Sina, Gazzali ve İbn Rüşd gibi son derece iyi bilinen birkaç ismi tekrarlamaktan öteye geçmeyen bu düşünce tarihlerinde sık sık karşımıza da aynı görüş çıkar: Antik Grek'ten felsefe eserlerinin çevrilmesiyle başlayan, Farabi ve İbn Sina gibi ustalar yetiştiren İslam felsefesini Gazzali'nin Tehafüt'ü engellemiş, gelişimini durdurmuştur. İbn Rüşd'den sonra da bir daha İslam dünyasında filozof çıktığı görülmemiştir. Haddi zatında İslam felsefesi, Grek felsefi mirasının modern dönemlere geçmesinde bir aracı rolünden öte de bir rol oynamamıştır. Buraya kadar kısmen karikatürize ederek aktardığımız klişeleşecek kadar yaygın bu görüşlerin geçerliliği elbette tartışma konusudur.

'Aktarmacılık' indirgemesi

Klasik dönemde İslam dünyasındaki filozofların Grek mirasın sadece Batı'ya aktarılmasıyla sınırlı bir rol oynadıkları görüşü sözgelimi kolayca eleştirilebilir ve çürütülebilir. Müslüman filozofların genelde ilk muallim sayageldiği Aristoteles'in şarihleri arasında İbn Rüşd'ün tuttuğu yeri göz önüne alırsak ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılabilir. Daha 14. yüzyıldan itibaren Latin dünyada en önemli/en iyi şarih olarak anılmaya başlanan İbn Rüşd'ün etkisi gerek Aristoteles'in anlaşılma ve yorumlanma tarzlarında gerekse kendisine has felsefesiyle zannedildiğinden daha büyüktür. Ha keza İbn Sina'nın bir filozof olarak etkileri de Martin Heidegger'in existentine kadar uzanır. Müslüman filozofların kendilerinden sonra gelen felsefeye yaptıkları etkilerin/katkıların sadece bir "aktarmacılık" olarak adlandırılması bile gerçeği örtmeye çalışmaktan başkaca bir anlam taşımaz.

İbn Rüşd'ün Aristoteles'in De Anima'sına farklı hacimlerde yazdığı üç şerhinde, ama bilhassa De Anima'nın Büyük Şerhi'nde savunduğu akılların birliği ve müşterekliği tezini Thomas Aquinas'ın eleştirileri bağlamında ele alan çalışması Akılların Birliği'nde Mehmet Ata Az, Aristoteles'in akıl teorisini benimsedikleri açık olan bu iki filozofun aklın mahiyeti, gerçekliği, aksamı ve işlerliği gibi konulardaki farklılaşmasının sebeplerini soruşturuyor. Bu soruşturma İslam felsefesi hakkındaki yaygın klişelerin de nasıl çürütülebileceğini göstermesi açısından ilgiye değer.

Kitabında Mehmet Ata Az, Aquinas'ın kendi akıl teorisini temellendirirken İbn Rüşd'den büyük ölçüde etkilendiğini belirterek onun bahsi geçen konuda İbn Rüşd'e yönelttiği eleştirilerin ise sadece felsefi kaygılarla değil, bazı teolojik çekincelerle yapıldığının da belirlenebileceğini; bu eleştirilere rağmen, İbn Rüşd'ün ileri sürdüğü akılların birliği tezinin rasyonel ve tutarlı argümanlar üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Az, ayrıca Thomas Aquinas'ın İbn Rüşd'ü eleştirdiği eserin bir tercümesine de yer veriyor.

1 Eylül 2021 Çarşamba

Hilmi Ziya Ülken'in düşünsel evreni

 Cumhuriyet dönemi Türk düşünce hayatının en velut ismi kim diye sorulsa verilebilecek cevapların hemen başında gelir Hilmi Ziya Ülken. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji disiplinleri başta olmak üzere birbirinden epey farklı birçok alanda kalem oynatan Hilmi Ziya Ülken'in hem Türkçe hem de Fransızca kitaplar yazdığını da biliyoruz. Sadece bilimsel denebilecek alanlarla kalemini sınırlamayan Ülken'in şiir, roman, drama, deneme gibi edebî türlerde eserler verip tercümeler yaptığını, bunların yanı sıra birçok derginin çıkışına da önayak olduğunu vurgulamalı.

Derginin 1918'de ilk çıkarıcısı olması ve Anadolu fikrini programlaştırması hasebiyle Anadolu Mecmuası çevresinde Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşan Anadoluculuk akımının da kurucu ismi sayabileceğimiz Hilmi Ziya Ülken 1901'de doğup 1974'te vefat etmiş bir filozof. Ancak daha 17 yaşındayken, yani 1918'de başlayan yazı hayatını ölene kadar sürdürmüş bir kişi de. 70 kitap, 7 monografi, 9 gazetede ve 90 dergide yayınlanmış makaleler ile bibliyografyasında tam tamına 1344 yayın kaydedilen Ülken'in bu kadar velut ömründe geride yayımlanamadan bıraktığı bazı eserlerinin de olduğu, Prof. Dr. Ali Utku'nun çabalarıyla yayınlanan Hakimiyet, Anadolu Hayali ve Anadolu Köklerini arayış kitaplarının geride kalan eserlerden bazılarını belgelediğini belirtebiliriz.

İçinde bulunduğumuz yılın Hilmi Ziya Ülken'in 120. yılı olması münasebetiyle yılda iki kez yayınlanan ve baş editörlüğünü Prof. Dr. Mustafa Günay'ın yaptığı hakemli bir felsefe dergisi olan Özne Bahar 2021 tarihini taşıyan 34. sayısını tamamen Hilmi Ziya Ülken'e ayırdı. Editörlüğünü Prof. Dr. Ali Utku'nun yaptığı sayıda Ülken'in düşünce dünyası çeşitli veçheleriyle ele alınıyor.

Ahlak ile başladı

Sayıya yazdığı sunuş yazısında, Ülken'in felsefeye cemiyet meselesi dolayısıyla girdiğini ve uğraştığı felsefi meselelerin başına action ve ahlak meselesini koyduğunu ifade ettiğini vurgulayan Utku, onun düşüncesinin tarihsel koşullara fazlasıyla bağlı olduğunu, buna rağmen Ülken'in pratik felsefeyi öne alarak felsefeye ahlaktan başladığını ve bütün bir beşeri bilimler kadrosuna açık, uzun ve dolambaçlı bir disiplinlerarası yolu kat ettiğini belirtiyor.

Dergide farklı odaklarla sistematik bakışı mümkün kılacak genel başlıklar altında toparlanan makaleler Hilmi Ziya Ülken'in bıraktığı zengin entelektüel mirasın boyutları hakkında epey bilgilendirici nitelikler taşıyor. "Kronoloji, Hatırat, Portre, Aydın Kimliği", "Felsefe Tarihi", "Bilgi ve Bilim Felsefesi", "Varlık Felsefesi", "İnsan Felsefesi", "Ahlak Felsefesi", "Siyaset Felsefesi", "Anadoluculuk", "Sosyoloji", "Edebiyat, Dil ve Tercüme" dergide yer alan genel başlıklardan bazıları.

Muhafazakarlık izi

Dergideki makaleler içinde Hilmi Ziya Ülken'in Nietzsche'sini soruşturan Sadık Erol Er'in, Ülken ile Spinoza'yı felsefi tarihin orta yerlerinde sayan Yakup Kalın'ın, aynı şekilde Hilmi Ziya Ülken'i Spinoza ile Freud arasında değerlendiren Ersun Çıplak'ın, Ülken'in düşüncesinde muhafazakarlığın izlerini ortaya çıkaran Armağan Öztürk'ün makaleleri dikkat çekici. Dergide yer alan diğer makalelerin de en az bunlar kadar değerli olduğunu söylemem icap ediyor.

İnsanı hayvandan ayıran akıl mı ahlak mı?

 Türkçede aklilik ya da makuliyet şeklinde karşıladığımız rasyonalitenin akıl yürütme tarzlarımıza içkin önemlice bir kıstas ya da tercih sebebi olduğu ileri sürülebilir pekâlâ. Çoğu kez zor bazı tercihleri (özellikle menfaat ya da çıkarlarımızla ilişkili olanları) içerdikleri rasyonaliteye göre yaparız. Peki ama rasyonalite dediğimiz şey beşerî fikir ve davranışların tek bir grup kıstas ya da standart yoluyla değerlendirilip yargılanmasına izin veren evrensel (modern zamanlarda 'evrensel' dendiğinde genelde Avrupamerkezci) bir olgu mudur; yoksa kültüre, tarihe dayalı olduğu; rasyonel ve irrasyonel gibi kategorilerin kültürel bir yapı olduğu, toplumlara ve bireylere göre farklılıklar arz ettiği şeklinde ifade bulan görüş mü doğrudur?

Kolay kolay sayabileceğimiz bu iki kutbu (bir yanda 'evrensel bir rasyonalite' varsaymak ile diğer yanda her toplumda ya da kültürde o toplumun ya da kültürün ihtiyaçlarına uygun farklı, ancak 'evrensel' anlamdaki rasyonelliğe zıt bir rasyonalite) rasyonaliteye içkin müphemlik ya da ikirciklilik sayan İngiliz Düşünce Tarihçisi ve felsefeci G. E. R Lloyd Türkçeye 'Rasyonalitenin Farklı Yüzleri' adıyla çevrilen eserinde bu müphemlik ya da ikircikliliğe bir çözüm önerisinde bulunarak birbirimizi ve dünyamızı anlamak için kullandığımız bazı ortak temel varsayımları sorguluyor. Antik ve modern dönemi kıyaslayan Lloyd bununla yetinmiyor, aynı zamanda antik Çin'i de sorgulamasında başvurabileceği tezat bir örnek olarak seçiyor.

Rasyonalite ve kesinlik

Milattan önce 3. yüzyılda yaşamış Çinli filozof Xunzi'nin insanları, hayvanlardan Aristoteles gibi 'akıl sahibi' olmaları itibariyle değil, ahlak sahibi olmaları hasebiyle ayırdığına işaret eden Lloyd, rasyonel olarak adlandırılan şeylerin heterojen yapısını araştırıyor. Antik Çin'deki kavram ve pratikleri antik Grek mirasını değerlendirmede önemlice bir mukayese malzemesi olarak kullanan Lloyd'un her şeye karşın yine de öznel değerlendirmelere dayalı rasyonellikler çokluğu arasındaki eşölçülemezlik durumu olarak niteleyebileceğimiz rölativizme karşı evrenselci tezin daha güçlü kaldığı tespitini yapıyor. Rasyonel kavramından emin olmamız gerektiğini söyleyen Lloyd, yine de bu kavramın kendinden emin hallerinde elimizde kayıp giden çok şeyin de olabileceği, bu kavramın kesinlik iddiasının tehlikeleri konularında da uyarıyor.

İnsanlar olarak her birimizin olağanüstü sayabileceğimiz bilişsel yeteneklerle donatıldığını belirten Lloyd, yine de zaman zaman kavramsal araçlarımızı yeterince bilgelikle kullanma konusunda kuşkuya kapılmamız gerektiğini düşünüyor. "Hoşgörüsüzlüğü hoş görme"deki tezata dikkat çeken Lloyd'un rasyonalitede içerilen rasyonel/irrasyonel unsurları inceleyişi empati yeteneğimiz de güçlendirecek nitelikte.

17 Ağustos 2021 Salı

Zihnî varlık sorguda

 Felsefe tarihinde ilk kez Farabi, İbn Sina, Ebu'l Berekat el-Bağdadi ve Fahreddin er-Razi gibi düşünürler tarafından önceki felsefi mirastan da yararlanarak oluşturulup tarihsel bazı kritik dönemeçlerde geliştirilen 'zihnî varlık' kavramı felsefe ve bilimin birçok alanında hüküm süren sorunsallıklara işaret eder. Zihnî varlık kavramı temelde ontolojik bir soruna işaret etmekle birlikte mantık, epistemoloji, psikoloji, zihin felsefesi ve hatta eskatoloji gibi birçok alanla irtibatlı bir meseleler yumağını ortaya çıkarır. Zihnî varlık sorununun gerek mahiyeti gerekse doğasından dolayı birbirinden çok farklı sayabileceğimiz alanları ve bu alanlardaki çeşitli sorunları içermede güçlü bir imkân ve yetenek sergilediği vurgulanabilir.

Aslında zihni varlık kavramına götüren düşünme biçimi çok basit bazı sorularla başlıyor: Dış dünyada yer alan herhangi bir nesnenin oradaki varlığı dışında zihinde de bir varlığı olabilir mi? Eğer dış dünyadaki nesnelerin zihinde de bir varlığı bulunuyorsa, zihindeki varlıkla dış dünyadaki varlığın varlık tarzları aynı mıdır? Eğer aynı değillerse, yani sözgelimi ateşin dış dünyadaki ısıtma, yakma, aydınlatma gibi özellikleri zihindeki ateşte bulunamayabilirse (ki bulunamaz) bu zihindeki varlık ile dış dünyadaki varlık arasındaki mahiyet farklarından mı kaynaklanır? Eğer öyleyse bu durumda bir nesneyi bildiğimizi nasıl iddia edebiliriz? Böyle bir durumda bilgi ve algı sayabileceklerimiz nedir? Herhangi bir nesnenin zihnimiz üstünde herhangi bir etkisi olmadan o nesneyi algılamadan ya da bilmeden söz açabilir miyiz? Doğruluk dediğimiz şey zihinde tasavvur edilen ile dış dünyadaki gerçeklik arasındaki uyum ve uygunluktan mı ibaret? Eğer öyleyse dış dünyada herhangi bir varlığı olmayan "yok" ya da "imkânsız" gibi nesneler hakkında nasıl doğru yargılarda bulunabiliriz? Dahası zihnî varlık alanı harici varlık alanının bir yansıması mıdır? Eğer durum böyleyse, zihnin soyutlamalar dışında gerçekliğe bağlı kalmaksızın varsayarak ürettiklerini nasıl yorumlamalı?

Kavramın icadı

Bu sorularla kısmen ortaya çıkan İslam felsefesindeki zihnî varlık sorununu irdeleyen metinlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir kitap Varlık ve Zihin. İki ana bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde antik Grek'te İslam dünyasına uzanan süreçte zihnî varlık kavramının ya da bu kavrama ilişkin ima ve içerimlerin izi sürülerek İslam felsefecilerinin bu kavramı ilk kez nasıl icat ettikleri gösterilmeye çalışılıyor. Kitaptaki metinleri derleyen Ömer Mahir Alper'in kitaba yazdığı bu yazı meseleyi hemen hemen bütün boyutlarıyla kavramayı kolaylaştırıyor. Kitabın asıl gövdesini oluşturan ve zihni varlık kavramının temel çerçevesini çizen İbn Sina'dan başlayarak sön dönem Osmanlı filozoflarından Mustafa Şevket Efendi'ye kadarki 38 filozofa ve onların 60 Arapça metninin Türkçe tercümesine yer verilen eserde kavramın ve görüşün farklı felsefi ekoller içerisindeki yansımalarının ve gelişiminin gösterilebilmesi amacıyla sadece "felasife"nin eserleriyle sınırlı kalınmamış; İbn Arabi'den Kadı Beyzavi'ye, Şemsüddin es-Semerkandi'den Abdürrezzak el-Lahici'ye birçok farklı ekolden müellifin metinlerine kitapta yer verilmiş. Ayrıca, Kara Seydi el-Hamidi, Taşköprizade, İsmail Gelenbevi gibi Osmanlı müelliflerinin konuya dair yazdıkları müstakil metinler Türkçeleştirilmiş.

Epey zorlu bir işin, bir kavramın bir gelenekte geçirdiği dönüşümün bütün boyutlarıyla ortaya konulması işinin önemli bir aşamasını başarı ile tamamladığını söylemek gerekiyor Ömer Mahir Alper'in.

Varoluşun dünyaya aidiyeti ve orada köklenişi

 Çağdaş felsefenin etkin akımlarından birini oluşturur fenomenoloji ve fenomenolojik araştırmalar. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya'sında fenomenolojik araştırmaları Edmund Husserl başlatmışsa da bu araştırmaların Max Scheler, Nicolai Hartmann, Martin Heidegger, Eugen Fink, Jean Paul Sartre, Emmanuel Levinas, Merleau-Ponty, Gabriel Marcel gibi önemli Almanca ve Fransızca yazan filozofları olduğu kadar başka dilde yazan felsefecileri de etkilediği söylenebilir. Sözgelimi 20. yüzyılın en önemli Çek filozofu sayılan Jan Patocka bunlardandır. Nasyonal Sosyalizm'in yükseldiği bir dönemde, 1932 ve 1933 tarihlerinde Berlin ve Freiburg'da (ki o sıralar Martin Heidegger rektördür) Husserl ile çalışan Patocka'nın 40 yıl sonra Vaclav Havel ve Çekoslavak insan hakları ve muhalefet hareketi ile 77 Bildirge'sini imzalayanlar üzerinde ciddi bir etkiye sahip olduğunun görüleceğini ifade edebiliriz. O, Ocak 1977'de yayınlanan Bildirge'nin sözcülüğünü üstlenmiş ve polis sorgusunun ardından 67 yaşında vefat etmiştir. Bildirgenin 242 imzacı ve üç sözcüsü vardır: Patocka, Havel ve Hayek. Böylelikle Patocka salt bir filozof olarak değil siyasi bir figür olarak da ele alınabilir.

Patocka'nın dönemleri

Patocka'nın farklı dönemlere ait metinlerinden oluşan ve Türkçe'ye Sorunsallıkta Yaşamak adıyla çevrilen kitap onun felsefesinin ana hatlarını görebilmek bakımından önemli. Kitaba yazdığı Sunuş yazısında Emre Şan, Patocka'nın felsefi girişiminin Husserl'in ve Heidegger'in izinde fenomenolojik bir girişim olduğunu vurguluyor. Şan'a göre Patocka, Husserl ve Heidegger'in fenomenolojilerindeki öznellik ve biçimselleşmeden kurtulmuş bir şekilde varoluşun dünyaya aidiyetini ve dünyada köklenişini düşünmeye çalışarak insan varoluşunu özel bir anlamda hareket olarak tanımlar. Patocka'nın felsefesinin ikinci kaynağını tarih felsefesi olarak belirleyen Şan, onun son kaynağının da antik Yunan felsefesi olduğunu vurguluyor. Patocka'nın Aristoteles okuyuşunun ona Husserl ve Heidegger'de devam ettiğini düşündüğü öznelci yanları aşma noktasında yardımcı olduğunu varsayabiliriz.

Ruh ve toplum

Kitaptaki Giriş yazısında Patocka'nın muhalif faaliyetlerinin yalnızca zamanının siyasi olaylarına bir tepki olmadığını, aynı zamanda felsefesinin özünde de yer aldığını vurgulayan Eric Manton, Patocka'nın felsefi kariyerinin başından beri içinden geçtiği siyasi olayları yazdığına işaret eder. Onun bu siyasi olaylar hakkında yazarken siyaset bilimi olarak nitelendirilebilecek bir bağlamdan ziyade siyasal olanı ontolojinin ve fenomenolojinin perspektifinden anlamaya, insanın tarihselliğini ve varlığın sorunsallığını düşünmeye, bireyin toplumdaki ve insanın özgürlüğündeki rolüne, bütün bunların varoluşsal bağlamına yoğunlaştığına değinen Manton, Patocka'nın ruhun toplumla ilişkili olduğu klasik siyaset felsefesiyle hemfikir olduğunu belirtir.

1933'ten 1975'e dek farklı dönemlerde kaleme alınmış ya da seminer olarak sunulmuş altı metne yer verilen Sorunsallıkta Yaşamak, felsefeyi kahramanlık ve "otantik kişi"yi bir muhalif olarak niteleyen Patocka'nın Türkçeye çevrilmiş tek eseri.

6 Ağustos 2021 Cuma

'Beni sohbet halkalarından yapmışlar'

 1980 sonrası Türkiye'deki dini-kültürel hayatın şekillenişine katkı vermiş birçok isim vardır elbette. Ama dergi ve kitap yayıncılığından tutun da sohbet ve okuma halkalarının oluşumuna, başta Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören vb. isimlerin eserlerinin geniş çevrelerce okunması ve yorumlanmasından tutun da bu isimler arasında evvelce vefat etmişlerin çeşitli etkinliklerle anılmasına, Yunus Emre ve Eşrefoğlu Divanı'ndan Muhammediye'ye kadar klasik kültürümüzün demirbaşı sayılabilecek eserlerin yeni bir bakış açısıyla okunmasına, İslami marşlardan Sabah Namazı Platformu'na kadar birçok etkinlikte mutlaka yer alan bir isim düşünmek gerekirse akla gelecek ilk isimdi M. Asım Gültekin. En son ana kadar Rasim Özdenören'in "gönüllü sekreterliği"ni de yapıyordu, öyle ki ölümüyle birlikte Özdenören "Sağ kolum koptu sandım. Tanımayanlar inanmayabilir. Onunla ben ağabey kardeşten, baba oğuldan daha fazla bir yakınlıktaydık. Onu ivazsız tavizsiz severdim" demişti. Aynı zamanda edebiyat öğretmeni de olan Gültekin 2008'de yılın öğretmeni seçilmişti, lakin bana kalırsa o özellikle 1990'lı yıllardan bu yana bütün yılların öğretmeni olarak anılsa yeriydi. Sadece bir öğretmen saymak yersiz olurdu Gültekin'i, o bir dava adamıydı nereden bakarsanız bakın; iyilik ve güzellikleri yaygınlaştırmaya kötülüklerin sesini ise kısmaya çabalardı sürekli. Müslümansa ilkin kişinin güzelliği vurgulanmalıydı, hataları nasılsa konuşulurdu.

Belki de bu açıdan haksızlıklara karşı ilk ses yükseltenlerdi, nerede hangi coğrafyada bir Müslüman varsa Gültekin orasıyla mutlaka ilgiliydi. Moğolistan'dan Endülüs'e, Edirne'den Kars'a gerek İslam coğrafyasının gerekse Türkiye coğrafyasının hemen her yeriyle ilgili mutlaka yapılması gerekenin niteliğiyle ilgili kendine has bir görüşü ve tutumu olurdu. Hemence meşrep ve anlayış farklılıklarını öne çıkaranlara karşı o 'öz'ü, Müslüman oluşu önemseyen tavrı gösterirdi her zaman.

Yorulup bıkmazdı

Geniş bir çevre ve merakı vardı Gültekin'in; müzikten edebiyata, dergilerden kitaplara, sohbetlerden projelere, dilden vakıf ve derneklere kadar uzanan bu ilgi içinde çoğu kez yorulup bıkacağını düşünmeniz ise doğrusu abesti. Her daim gülümser bir yüzle çıkagelirdi, yeni bir proje olurdu mutlaka sadağında.

Geçen yıl 22 Temmuz'da vefat etti M. Asım Gültekin, ne kadar çok sevildiğini ardından yazılan yazılarla sosyal medya mesajlarıyla gördük. Son zamanlarında kısmen Hüseyin Rahmi Göktaş'ın geliştirdiği 'kök ses teorisi'ne dayalı, ama tamamen kendi yöntem ve bilgi kaynaklarıyla (kütüphanesinde üç yüzden fazla Türkçeye dair sözlük olduğunu biliyorduk) işlediği etimoloji dersleri ve yazılarıyla dikkat çekti. 1990'lı yıllardan 2010'lara kadar sürdürdüğü 'Beyaz Haberler'le başlattığı geleneği etimoloji çalışmalarıyla sürdürdü de denebilir.

Yaşarken sadece iki kitabı yayınlandı M. Asım Gültekin'in: Alışmak Ölümüne Karlı ve Birden Bine. Ama ardında yüzlerce dergi ve gazete yazısı da bırakmıştı. Geride bıraktığı dergi yazılarından bir kısmı geçtiğimiz aylarda kitaplaştı: Uçtun Yine Deli Gönül. Kitapta başta Genç dergisi olmak üzere çeşitli dergilerde Gültekin'in yayınladığı ve Müslümanların güncel hayatındaki çeşitli konulara dair görüş ve fikirlerini içeren yazılar kadar ölümünün ardından onun hakkında yazılan, birbirinden güzel şahitlikler içeren yazıların bir kısmı yer alıyor. Bu şahitlik yazılarını yazanların arasında Rasim Özdenören'den Mürsel Sönmez'e, Suavi Kemal Yazgıç'tan İbrahim Tenekeci'ye, Taner Yüncüoğlu'ndan Bünyamin Yılmaz'a kadar isimler M. Asım Gültekin'in tam da Mehmet Akif Ersoy'un bahsettiği Asımlardan olduğunun altını çizen satırlara imza atıyorlar.

Bir yazısının başlığı seçtiği "Beni sohbet halkalarından yapmışlar" cümlesini doğrulayan bu şahitlikleri okumak kitaptaki yazıları okumak kadar önemli ve gerekli. M. Asım Gültekin'in oğlu İbrahim Gültekin'in yazısını da içeren kitap Gültekin'in dostlarına bıraktığı yazıların derlenmesinden oluşan borç mirasının bir kısmını bu haliyle eda eyliyor. 50'den fazla derginin çıkarılmasına öncülük etmiş, birçok kişi ve kurumun gelişiminde önemli katkıları olan M. Asım Gültekin'in hatırasını içeren bu kitabın sırf bu yüzden bile önemli olduğu vurgulanabilir.

Hume'un nedensellik eleştirisi ve Alman idealizmi

 1781'de Immanuel Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi'ni yayınlamasıyla başladığı 1833'te G. W. F. Hegel'in ölümüyle sonlandığı kabul edilen yaklaşık yarım asırlık bir sürede Alman idealizmi modern felsefe tarihindeki en önemli döneme damga vurdu. Başta Kant, Fichte, Schelling ve Hegel olmak üzere bu dönemde yaşayan önemli filozofların ve onların ileri sürdüğü düşüncelerin günümüzdeki birçok tartışmaya da önemli ölçüde esin verdiği, etkileri beşerî bilimlerde hâlâ hissedilen bu dönem birçok bakımdan Aydınlanma düşüncesi ve 1789'daki Fransız devriminin Avrupa'da oluşturduğu siyasal iklim bakımından da irdelenmeyi hak ediyor.

Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi'nde genelde aklın yanlış kullanımlarını içeren metafizik varsayımları yazdığı kabul edilir; Kant böylece aklın sınırlarını bize göstermiştir. Kant'ın da önceden bağlısı olduğu Wolff-Leibniz sisteminin aklın yanlış kullanımlarını içeren metafizik bir sistem olduğu, Kant'ın aklın dogmatik kullanımını içeren bu uykudan David Hume sayesinde kurtulduğu ve bu kitabı yazdığı sık sık tekrar edilir. Birçok bakımdan bu görüş doğru ise de (ki Kant'ın kendi yazdıkları da 'dogmatik uyku'dan uyanmasına müsebbibin David Hume olduğunu teyit eder) Kant'ın amaçlarının tamamını kuşatamaz. Esasen Kant hem aklın metafizik amaçlardaki yanlış kullanımlarını, bir anlamda aklın antinomilerini eleştirir; hem de doğrudan David Hume'un akla dayalı bilgi imkanını eleyen ampirizminin eleştirilerine karşı rasyonalizmi savunur.

Kant'tan sonra

Hume'un ampirisizmine karşı savunulabilir bir felsefi program olarak Alman idealizminin başlamasına, Alman İdealizmini Anlamak adıyla Türkçe'ye çevrilmiş kitabında Will Dudley'in sunduğu öncelikli neden Hume'un nedensellik eleştirisi. Çünkü bu eleştirinin doğrudan şüpheciliğe ve determinizme dair bazı sonuçları vardır. Dudley, Kant'ın Hume'un deneyciliğinin sorunlarıyla başa çıkma çabasının, yani dogmatik uykusundan sert bir şekilde uyanmasının sebebinin Hume'a karşı rasyonel bilginin, ahlaki failliğin ve siyasi özgürlüğün imkanını korumayı mümkün kılacak bir cevap bulma arayışı olduğunu vurguluyor. Şu satırlar Dudley'e ait: "Felsefe Hume'un şu iddialarını çürütmek zorundaydı: Akıl insan davranışını yönlendirmeye ve harekete geçirmeye muktedir değildir, dolayısıyla insan özgür değildir. Asıl gayesi özgürlüğü ve ahlakiliği savunarak Aydınlanmanın ve modernliğin imkanlarını muhafaza etmek olan Kant'ın akıl "eleştiri"sinin içeriğini belirleyen proje buydu."

Özgür ve rasyonel

Kant'tan sonraki bütün Alman idealistlerinin düşünmelerinin özünü bu projenin Kant'tan daha titiz ve başarılı bir şekilde gerçekleştirmeye dayandığını kaydediyor Dudley: Özgür ve rasyonel bir yaşamın anlamını belirlemek. Bir yandan Marx ve Kierkegaard'a, bir yandan fenomenoloji ve varoluşçuluğa, bir yandan da eleştirel teori ve postyapısalcılığa giden birçok patikaya esin kaynağı olan Alman idealizmini yorumlarken Marx'ın söyledikleri bu bakımdan son derece önemli. Siyasal devrimi Fransızlara kaptıran Almanların buna karşı önemlice bir felsefi devrime kapı açtıklarını vurgulayan Marx'ın tespiti, Fransız siyasi devriminin amaçladığı 'eşitlik, özgürlük, kardeşlik" şiarlarıyla Alman felsefi devriminin programı addedilebilecek Alman idealizminin erişmeye çalıştığı özgürlük ve rasyonellik arasında önemli bir mutabakat görülebilir.

20 Temmuz 2021 Salı

Modern kapitalizmin kanlı kuruluşu

 Modern kapitalizmin ortaya çıkışında İngiltere'de gerçekleştiği bilinen buhar ya da sanayi devrimi kadar dünyada meta ağlarını kuran ticaretin de önemi büyüktür. Dünya ticaretinin kurucu unsurları arasında sömürgeciliğin payı da zannedildiğinden büyüktür. Bugün yüzde doksanı gemilerle gerçekleştirilen dünya ticaretini yönlendiren en önemli şirketlerin tamamı çokuluslu şirketler olarak anılır. Bu çokuluslu şirketlerin kendilerine rol model seçtikleri ilk uluslararası şirketlerin, sözgelimi İngiliz, Fransız, Hollanda, Portekiz, İspanyol, Danimarka Doğu Hindistan Şirketlerinin en temelde politik güce dayalı olarak emperyal amaçlara uygun biçimlendirildikleri söylenebilir.

1600-1874 yılları arasında faal olduğunu bildiğimiz İngiliz Doğu Hindistan Şirketi kâr elde etme amacıyla uluslararası ticaret yaparak gelir, kâr ve hisse senedi getirisi kazanan çok uluslu şirketlerin ilki sayılır. Geleneksel lonca sisteminden şirket modeline geçişi kendisiyle sembolleştirebileceğimiz bu şirket gerek organizasyon yapısı, gerek hisse sistemi, gerekse hukuki altyapısı ve devletle ilişkileri bakımından günümüz çok uluslu şirketlerine öncü addedilir. Şirket ticaretinin yanısıra benimsediği askerî faaliyetler ile de Büyük Britanya Emperyal Sömürge Sistemi'nin merkezindedir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin 1600-1657 yılları arasını kapsayan kuruluş döneminde Hollandalılardan örnek alarak geliştirdiği şirket hisse sistemi ile şirkete sermaye yatıran ortaklar, yatırdıkları sermaye oranında kâr elde ederken şirket de faaliyetlerini uzun vadede planlayabileceği bir mali desteğe sahip kılınır. "Ayrık Hisse Sistemi", "Birleşik Hisse sistemi" ve "Şirket Hissesi" diyebileceğimiz aşamalardan geçen bu hisse sistemi 1874'te günümüzdekine benzer bir yapıya kavuşturulur. 1657 ila 1757 yılları arasındaki 100 yıllık süreçte şirketin faaliyet gösterdiği Doğu Hindistan bölgesinde etkinliğini, kârlılığını ve gelirlerini muazzam derecelerde artırarak istikrarlı bir ticari ve finansal başarı sağladığını görürüz. 1757'den 1874'e dek de şirket hem ticari hem de siyasi bir güç olarak İngiliz sömürgeciliğinin merkezine yerleşir.

Sömürü ve yatırım

Bütün bu süreçte Amerika Birleşik Devletleri'nin ve Büyük Britanya'nın kuruluşuna, Çin'in ve Babür İmparatorluğu'nun yıkılışına sebep olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'ni incelediği kitabında Taha İ. Özel, İngilizce'deki exploit kelimesinin iki anlamı olduğuna işaret ediyor. Bu anlamların ilki sömürmek iken ikincisi ise yatırım yapmaktır. İlk bakışta birbirine tamamen zıt düşünülebilecek bu iki anlamın Batılıların düşünce yapısını kavramamızda bize yardımcı olabileceğini savlayan Özel'e göre, Batılılar sömürgeleştirdikleri toplumlara, kendi zanlarınca yatırım ve iyilik yaptıklarını iddia etmektedirler. Sözgelimi bu düşünceye samimi olarak inanan İngilizler Hindistan'a matematiği ve İngilizce'yi öğrettiklerini, moderniteyi bir ihraç metaı addederek belli bir bedel karşılığında bu toplumlara sattıklarını düşünmektedirler.

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler için savaşan, binlerce farklı etnik kökene ve dine mensup İngiliz, Hint, Kanada ve Avustralya askerlerinin 250 yıl boyunca İngiltere için faaliyet gösteren ve 150 yıl boyunca da bu ülkeleri sömürgeleştiren İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin 1857'de İngiliz Kraliyeti'ne devrettiği askerler olduğuna dikkat çeken Özel, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin attığı temeller üstünde kurulan İngiliz-Hint Ordusu'nun Rusya, Osmanlı, Fransa ve Avusturya'ya karşı ikinci bir cephe oluşturduğunu da belirtiyor. Modern tarihi gelişmeleri İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin getirdikleriyle de yorumlamayı deneyen Taha İ. Özel'in kitabı günümüz küresel ticaretinin ve modern kapitalizmin kanlı kuruluşunun perde arkasını da aydınlatıyor.

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Göçün nedeni ve sonucu kadar yeri de önemli

 İnsanlık tarihi bir yerde insanların, insan topluluklarının yer değiştirme, yaşadıkları bölgelerden çıkarak başka bölgelere göç etme tarihi olarak da okunabilir. Yanardağ patlamaları, depremler, sel felaketleri, iklim değişiklikleri, kıtlıklar, geçim darlığı, savaşlar, fetihler, işgaller vb. doğal, sosyal, iktisadi ve siyasi etkenler sebebiyle gerçekleşen bu tür yer değiştirme ve göçlerin insanları ve dahası insan topluluklarını yer değiştirmeye, yaşadıkları bölgeleri terk etmeye zorlaması ile meydana gelen göçler bu sebeplerin çeşitliliğinden de anlaşılabileceği üzere kimileyin daha iyi bir yerde daha iyi bir yaşam sürdürme umuduna dayanır kimileyin de zorunlu bir seçenek olarak karşımıza çıkar. Sürgün, mülteci, göçmen vb. toplumsal tiplemelerin oluşmasına yol açan, aynı bölgede yaşayan insanların bir kısmını yerli bir kısmını yabancı addetmemize sebep veren, kimilerinin kendi rızalarıyla kimilerininse zorla hayata başladığı bölge ve yöreyi değiştirmesi şeklinde kavrayabileceğimiz göç olgusu sosyal ve siyasi olduğu kadar kültürel alışveriş, değişim ve farklılaşmanın da ana unsurlarındandır.

Göçün bileşenleri

Esasen ne günümüz İngilizleri İngiltere'ye, ne Malezyalılar Malezya'ya ne de başka bir millet kendi adıyla anılan topraklara en asli anlamda ait sayılabilir. Fetihler, savaşlar, gelişen ulaşım imkanları, geçim meseleleri kadar köle ticareti, sürgün ve tahliye sonucu meydana gelen zorunlu yer değiştirmeleri de göçün ilginç bileşenleri arasında sayılır. Göç, belki de dünya nüfusunun birbirinden çok farklı sebeplerle yüzyıllar boyunca tekrar tekrar farklı coğrafyalara dağılması olarak kavranabilir. Göçün hikayesinin sadece göç eden insanları değil göç ettikleri yerleri ve buralardaki etkileri de anlattığını düşünen Thomas Sowell, Türkçe'ye Göçler ve Kültürler adıyla çevrile kitabında birbirlerinden epey farklı mülteci grupların öykülerini irdeliyor.

Mevsimlik göçlerden kalıcı yer değiştirmelerine mahalli boyutlardaki göçlerden küresel ölçekteki yer değiştirmelerine "toplumsal göç"ün hemen her türünü ele alan ve tarihi zamanın ruhunun tumturaklı rüzgarlarına karşı gerçekliğe atılmış önemli bir çapa olarak değerlendiren Sowell, çeşitli ırki ve etnik grupların bilinen tarihlerinden ortaya çıkan en açık olgulardan birinin farklı meslekler, sanayiler, gelir düzeyleri ve eğitim durumları olduğunu, bunun bir istisna addedilmemesi gerektiğini çarpıcı bir biçimde vurguluyor. Üstelik bu farklılıkların sadece bir nesilde değil, nesiller boyunca sürdüğüne de işaret eden Sowell, göçmen grupların geçmişinde hiçbir şeyin dengeli ya da tesadüfi olmadığını söyleme ihtiyacı hissediyor.

İki düzine ülkede yarım düzine grup üzerinde yaptığı araştırmada dünyanın dört bir yanındaki Almanlar, Japonlar, Hintliler ve İtalyanları, denizaşırı Çin'i, diaspora Yahudilerini konu edinen Sowell her çeşidiyle göçe ilişkin anlatıların insanlık tarihinin önemli bir kısmını oluşturduğunu vurguluyor. Göçün sebebi ve sonuçlarının göç edilen bölge kadar göçmenlerin yerleştiği bölgeler bakımından bile değiştiğini belirten Sowell, örneklem olarak kendine seçtiği yarım düzine grup etrafında toplumsal göçün sermaye, kültür ve eğitim farklılaşmalarındaki rollerini de irdeliyor.

17 Haziran 2021 Perşembe

Kuş bakışı kapitalizm tarihi

 Tarih boyunca şimdiye dek görülmüş en ilginç ve sözümona özgürleşimci olduğu iddia edilen bir toplumsal ve iktisadi örgütlenme biçimidir modern kapitalizm. Sözümona özgürleşimci, çünkü baskıcı yöntemlerle de rahatça uyum gösterebiliyor. Geleneksel zamanlardaki servet birikimlerini "kapital" olmaktan alıkoyan birçok sebebe karşın zaman zaman bu tür menkul sermaye birikimlerinin yol açtığı iktisadi faaliyetler bütününe finansal-ticari kapitalizm dense de modern kapitalizmin yeni bir iş örgütlenmesi olarak sınai faaliyetleri denetimi altına alan sermaye birikimi olarak düşünülebileceği de açık. Gündelik hayatlarımızı bu örgütlenme tarzına uyumlu hale getirmek handiyse hayatı sürdürmek için gerekli de üstelik.

Sosyal bilimler tarihinde en tartışmalı konulardan birini teşkil ediyor esasen modern kapitalizmin doğuşu meselesi. Sadece modern toplumların iktisadi örgütlenme biçimi olmaktan öte modernliğin gündelik hayatlarımıza bile nüfuz eden ilkelerinin kurumsallaşmasına yaptığı katkılar, yol açtığı siyasi, sosyal çalkantılarla birlikte neredeyse günümüzde karşılaştığımız birçok problemin kökeninde modern kapitalizmin yattığını söyleyen sosyologlar, tarihçiler ve hatta iktisatçılar var.

Karşılaştırmalı tarih

Türkçe'ye Modern Kapitalizmin Doğuşu adıyla çevrilen kitabında Henri Eugene Sée, genel bir kapitalizm tarihi yazmak yerine, sosyoloji ve iktisat disiplinleri tarafından toplanmış olan ve büyük ölçüde doğruluklarından emin olunan bazı tarihsel verileri derlemeyi tercih ediyor. Böylelikle herhangi bir siyasi ya da toplumsal görüşe bel bağlamadan ortaya kapitalizmin doğuşunu açıklayıcı bir sentez ve karşılaştırmalı tarih seçkisi çıkarmaya uğraşıyor. Kitabın en temel konusu tabii ki, ondokuzuncu yüzyılda (Sanayi Devrimi'yle birlikte) büyük sanayinin ve kapitalizmin galebe çaldığı ekonomik ve toplumsal gelişmeler bütünü. Bu gelişmelerin oluşum sürecini irdelerken Sée, mümkün mertebe somut olaylara başvurmayı tercih ediyor. Elbette somutluğa gösterilen bu özen bir tür sentezi amaçlayan ele aldığı konunun genelleme yapmaya çok uygun olması ve hatta genelleme yapılmazsa konunun muğlak kalma ihtimalinin bulunması dolayısıyla Sée'nin sık sık başvurmak zorunda kaldığı genellemeler dolayısıyla yer yer soyut ve muğlak bir anlatımın oluşmasına engel olamıyor. Bu tür muğlaklıklar büyük ölçüde genel tarihin dokusunu teşkil eden tekil olayların kitabın anlatımında sıkça gözardı edilişinden mütevellit.

Bugün tanıdığımız şekliyle kapitalist toplumun temel özelliklerinin şunlar olduğunu vurguluyor Sée: Uluslararası ticaretin genişlemesi, büyük sanayi ve büyük mali güçler. Modern kapitalizmi meydana getiren olayların bir bütün ortaya koyduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor Sée. Her ne kadar bazı geleneksel toplumlarda gerçekleştiği görülse de sermaye birikiminin tek başına kapitalizmin gelişmesine yetmediğini vurgulayan Sée, bu gelişimin tamamlanabilmesi açısından çalışma organizasyonlarının da dönüşümünün altını çiziyor. Ona göre çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki ilişkilerde görülen kapitalist dönüşüm hem sanayinin denetim altına alınmasını kolaylaştırmış, hem toplumsal sınıflarda hiç görülmedik hareketlenme ve değişimlere yol açmış hem de modern kapitalizmin zafer kortejinin oluşuma katkı sağlamıştır. Sée'ye kalırsa, kapitalist organizasyonun zaferi 19. yüzyıldan daha eski olmamış ve hatta hemen her yerde 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir.

Avrupa Ortaçağ'ında görülen kapitalizmin ilk belirtilerinden deniz ticareti, sömürgecilik, ticari ve mali kapitalizmin yaygınlaşmasına, endüstriyel kapitalizmin kaynaklarından 19. Yüzyılda kapitalist rejimin ortaya çıkışı ve iktisadi değişimlerin toplumsal yansımalarına kadar modern kapitalizmin temel özelliklerinin oluştuğu süreci genel hatlarıyla özetleyen Sée, böylelikle kapitalizmin genel tarihini kuş bakışı da olsa serimlemeye imkan sağlıyor.

8 Haziran 2021 Salı

Her birey, bir dünya olmak arzusunda

 1970'lerden beri dünya çapında vuku bulan olaylar, değişimler, gelişmeler ya da kötüleşmeler insanlara yaşadıkları toplumların bir aşırılıklar toplumu olduğunu düşündürdü büyük ölçüde. Bu toplumları ya da daha iyi bir deyişle içinde yaşadığımız zamanı, bu zamanın ruhunu niteleyen şeyin nasıl ve ne olarak belirleneceğine ilişkindi bu konuda yürütülen çoğu tartışmaların özündeki mesele. Bu aşırılıklar toplumunu ya da modernliğin geldiği bu noktayı postmodernlik olarak niteleyenler olduğu gibi sosyolojik bakışa uygun kaçacak tarzda düşünümsel modernlik olarak niteleyenler de oldu. Modernlikten sonrayı ya da modernliğin ötesini çağrıştıran postmodernliğe nazaran modernin daha kavileşmesini çağrıştıran düşünümsel modernlik deyişinin bir nevi postmodernist teorilere yönelik polemik maksadıyla kullanıldığı aşikardı; ancak 'durum'u adlandırmada 'öte'yi, 'sonra'yı kullanmanın kendiliğinden 'bura'yı, 'olan'ı düşünmeye de yol açacağı söylenebilirdi.

Üstmodernlik

Üstmodernlik, genelde yaşayan en önemli Fransız antropoloğu ve etnoloğu kabul edilen Marc Augé'nin hayat sürdüğümüz 'aşırılıklar toplumu'nu, yani modernliğin geldiği son noktayı adlandırmak için kullandığı bir kavram. Türkçe'ye "Yer-Değiller: Bir Üst-Modernite Antropolojisine Giriş" adıyla çevrilmiş kitabında hali hazırda yaşamakta olduğumuz 'çağdaş dünya'nın antropolojisi için gerekli olduğunu düşündüğü yöntemi ve bu dünyanın nasıl bir gözlem alanı olarak 'nesne'leştirilebileceğini tartışıyor. Egzotik kültürleri incelemekten edinilen deneyimlerin bakışlarımızın merkezini kaydırmamızı öğrettiğini düşünen Augé, yine de kendisine bakmayı hâlâ öğrenemediğimiz bir dünyada yaşadığımızı, mekânı düşünmeyi yeniden öğrenmemiz gerektiğini ileri sürüyor.

Augé, üstmodernitenin asli şeklinin 'aşırılık' olduğunu ve bu aşırılık durumunun da şu üç önemli kategoride ele alınabileceğini savlıyor: "hadiselerin aşırı bolluğu", mekânsal aşırı bolluk", "atıfların bireyselleşmesi." Üst-modernitenin, "postmodernliğin bize ters yüzünden başka bir şey sunmadığı madalyonun ön yüzü" oluğunun söylenebileceğini ifade eden Augé, "hadiselerin aşırı bolluğu"nun esasen 'hızlanmış zaman' deneyimlerimizin temel sebebi olduğunu da vurguluyor. Üst-moderniteyi karakterize eden ikinci figürü mekânın aşırılığında, bir anlamda gezegenimizin daralmasıyla irtibatlı düşünmemizi öneren Augé, mekânsal parametrelerinin önemli ölçüde yer değiştirdiğini tespit ediyor. Augé, nasıl ki zamanın zekası, tarihsel yorumların önde gelen kiplerinin devrilmesinden bağımsız olarak, bizatihi şimdiki zmaanın hadiselerinin bolluğu tarafından karmaşıklaştırıldıysa mekânın zekasının da benzer şekilde meri ters yüz edişlerden bağımsız olarak şimdiki zamana has mekânsal aşırı bolluk tarafından karmaşıklaştırıldığını belirtiyor. Bu karmaşıklığa etnoloji geleneğinin zamanda ve mekânda konumlandırılmış bir kültür kavramıyla ilişkilendirerek kullandığı sosyolojik 'yer' kavramına karşıt bir kullanıma sahip 'yer-değiller'in çoğalmasını örnek veren Augé, 'yer değiller'i "kişilerin ve malların hızlandırılmış dolaşımı için gerekli kurulumlar (ekspres yollar, havalimanları, otoyol kavşakları) olduğu kadar, ulaşım araçlarının kendileri veya büyük alışveriş merkezleri ve hatta gezegenin mültecilerinin kapatıldığı transit kamplar' olarak tanımlıyor. Üstmodernitenin karakterize edici üçüncü figürünün 'ego' olarak da tavsif edilebilecek 'birey' figürü olduğuna vurgu yapan Augé, onun antropolojik tefekküre dahi sızdığını ifade ediyor.

Çağdaş toplumlarda hemen her bireyin bir dünya olmak istediğini, kendisine gelen malumatı kendisi için kendisinin yorumlamayı amaçladığını ifade eden Augé, 'atıfların bireyselleşmesi'ne yol açan bu duruma yapılacak vurgu ile birlikte 'tekillik olguları'nın ihmal edilmemesi gerektiğini de savlıyor. Hangi tekillikler? Sözgelimi nesnelerin tekilliği, grupların ve aidiyetlerin tekilliği, mekânların yeniden terkibi, "kültürün türdeşleşmesi/küreselleşmesi" gibi ifadelerle indirgenen ilişkilendirme, hızlandırma ve yerelsizleştirme usullerinin paradoksal karşı savını tesis eden her türden tekillik.

4 Haziran 2021 Cuma

İmaj ve klişeler kıskacında diaspora Türkleri

 Türkler ile Avrupalıların ilişkilerinin bin yılı aşkın bir süreye dayanan bir geçmişe sahip olduğu bilinir. Her ne kadar bu ilişkilerin hakim kipi sürtüşmeler, savaşlar ve çatışmalar şeklinde açığa çıkan askeri-siyasi gerilimlerle biçimlenmiş olsa da kimi zaman kültürel ve toplumsal bakımdan iki taraf için de önemli birçok gelişmenin yaşandığı da görülür.

Büyük ölçüde her iki tarafta birbirleri hakkında oluşan imajları temelde besleyen siyasi-askeri çatışmalar olagelmiştir. Türklerin Viyana önlerine kadar gelmelerini sağlayan askeri başarılarının Avrupa'da onlar hakkındaki birçok olumsuz kalıp yargıya, klişeye ve imaja sebebiyet verdiği de hiç kuşkusuzdur.

Türkleri ilişkilerin başladığı ilk dönemlerden itibaren İslami Doğu medeniyetinin bir parçası addeden ve böylelikle rahatça 'ötekiler' olarak kodlayan Avrupalıların onlar hakkında oluşturduğu olumsuz klişe ve imajların dil, din ve kültürel unsurları baz aldığı kadar bizatihi Avrupalıların kendilerini tanımlama süreçlerinde etkin birtakım zihinsel nakısalardan neşet ettiğini de söylemek mümkündür.

Klişelerin tahakkümü

İki yüzyılı aşkın bir süredir yaşanan Batılılaşma sürecine rağmen Türkiye ve Türkler hakkındaki olumsuz imaj ve klişelerin varlığının Avrupa'da korunuşu, Türkiye'nin Avrupa ile yakın ekonomik, siyasal ve diplomatik ilişki kurma girişimlerine rağmen bu klişelerin bir türlü tamamen ortadan kalkmayışı, Türkler ile Avrupalılar arasındaki gerilimin tarihsel derinliği kadar dil, din ve kültürel unsurlardaki farklılığın öneminin de zannedildiğinden fazla olduğunu işaret eder. Elbette hemen her Avrupalının Türkler hakkında olumsuz bir imaj taşıdığını ileri sürmek doğru değildir; ancak yine de olumsuz imajların etkisinden sıyrılmış Avrupalıların genele nazaran epey azınlıkta kaldığını da söylemek gereklidir.

1989 ila 1999 arasındaki on yıllık bir dönemde İngiltere'de yaşayan, sonrasında akademik çalışmalar dolayısıyla çeşitli Avrupa ülkelerinde gözlemler yapabilme imkânı bulan Prof. Dr. Talip Küçükcan'ın 'Diaspora Türkleri: Avrupa'da Türk İmajı ve İslamofobi' ismiyle yayınlanmış kitabı bir taraftan Avrupalıların gözüyle Türkleri değerlendiren söyleşi, okuma ve tartışmaları; bir taraftan da Avrupa'daki Türkler, Müslümanların temsili, İslamofobi, kültürel kimlik ve gençlik gibi konuları ele alan çalışmaları içeriyor.

Özellikle son on yılda siyasal bakımdan giderek yükselen popülizmin Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin ve Müslümanların hayatlarında ne tür zorlukların yaşanmasına sebebiyet verdiğini ortaya koyan eserinde Küçükcan, Avrupa'da doğup büyüyen dördüncü ve beşinci kuşak Türklerin bile yaşadıkları ülkenin vatandaşı sayılmalarına karşın hâlâ olumsuz imaj ve klişelere, birtakım eşitsizliklere kurban olabildiklerinin altını çiziyor.

Kitabın ilk iki bölümünde bu olumsuz imajların tarihsel serencamını ve Batılı aydınların zihinsel haritasındaki yerini açığa çıkarmaya uğraşan Küçükcan, kitabının üçüncü bölümünde Avrupa'da, yani diasporada bir Türk olarak sürdürülen hayatın niteliklerini serimlemeye çalışıyor. Kitabının dördüncü bölümünü Avrupa'da yer yer ırkçı ve faşist bir biçimde yükselen popülist dalgayla birlikte gündeme gelen İslamofobi ve İslam karşıtlığının Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki yansımalarını irdeleyen Küçükcan'ın kitabı sosyoloji, antropoloji, tarih ve siyaset bilimi gibi çeşitli disiplinlerin verimlerini kullanarak diaspora Türklerinin yaşadığı temel sorunları ve Avrupalıların benimsemeyi tercih ettiği zihniyet yapılarını çözümlüyor.

26 Mayıs 2021 Çarşamba

Schmitt'in hukuk ontolojisi

 Türkiye'de kamusal olarak tartışılan müzmin konuların başında gelir hukuk ve elbette onun çağrıştırdığı tüm diğer meseleler. Sözgelimi tüm vatandaşların hukuk ve yasa önünde eşitliğinden hukuk devletine, hukuki sistemin kimlik ve kişiliğinden yargı bağımsızlığına, işlenen suçlara uygulanan cezaların yeterli veya uygun olup olmadığından, hukuki yetersizlik ve hukuki reformlara kadar birçok ikincil konu da bu tartışmalarla birlikte sürekli ülke gündemindedir. Özellikle 1850'li yıllardan bugüne, modernleşme dönemimizde ortaya çıkan ya da atılan düşüncelerin herhangi bir çözümü çağrıştırmadığı ya da sonuca ulaşmadığı da görülür. Hemen hemen birçok muhalifin dilindedir hak hukuk konuları ve hemen hemen hepsi hakkının yendiğini, hukukunun çiğnendiğini düşünmeye meyyaldir. Bunu düşünmenin ve söylemenin ötesinde müesses hukuki kurumlara ilişkin güvensizlik taşıyor ya da ısrarla böyle bir güvensizlik havasının yaygınlaştırılmasına çaba sarf ediyordur. Ülkede yerleşik hukuk sisteminin yetersizliğinden mahkemelerin iş yükünün fazlalığına kadar, adaletsiz kararlar verilmesinden adilane olduğu düşünülen kararların da verilmesinin gecikmesine kadar birçok ilginç gerekçe de bu güvensizliğe sebep olarak gösteriliyordur.

Bütün bu tartışmalara karşın, ülkede hukuk üstüne düşünmenin de yeteri kadar gelişkin olmadığı, hukuka ilişkin tasavvurlarımızın belirgin bir sistematik temellendirmeyle ifade bulmadığı da savlanabilir. Elbette bu tartışmalar boyunca dile getirilen her sav gibi bu sav da tartışmaya açıktır. Peki ama hukuk, siyaset, devlet, vatandaşlık vb. kavram ve konular, aralarındaki ilişkiler de gözetilerek bu tartışmalarda yeterince ele alınmakta mıdır?

Hukuk ontolojisi

Ülkedeki hukuki sistem hakkında konuşmaya başlayan herhangi bir kişinin yaşanan sorunları dile getirmede gösterdiği mahareti bu ilişkilerin 'adalet' bakımından herhangi bir yeni sorun ortaya çıkarmadan düzenlenmesine ilişkin bir fikri istikamet çizmede gösteremediğini düşünürsek bu soruya verilebilecek muhtemel cevapların hemen hepsinde olumsuzluğun ağır bastığını da görebiliriz.

Türkçeye Hukuki Düşüncenin Üç Türü başlığıyla çevrilen 1934 tarihli kitabında Carl Schmitt Batı hukuk bilimi tarihinde geçerli olmuş hukuki düşünce hatlarını Almanya, Fransa ve İngiltere'deki gelişimlerini de gözeterek birbirinden ayırt ediyor. Özellikle Siyasal İlahiyat ve Siyasal Kavramı gibi kitaplarında benimsediği politik ontolojiden kısmen uzaklaşarak bir tür hukuk ontolojisi geliştirmeye çalışıyor. Schmitt'in devleti bir varlık ve hukuku bir töz olarak ele alıp hukukun kaynağını halkın ortak varlığı üzerinden okuyan hukuk ontolojisinin, temelde hukuku siyasal kavramından ayrıştırarak ele alan, sadece kendi sınırları içinde işleyen ve meta-hukuki bakış açılarını da devre dışı bırakan Batı hukuk biliminin karşısında konumlandığını da sarahaten belirtmeli. Schmitt'e göre, hukukun kaynağını yasalarda arayan normativist rasyonel-doğal hukuk sistemi ile iradeyi hukuk kaynağı olarak belirleyen hukuki kararcılık arasına sıkışmış Batı hukuk bilimi şu basit gerçeği gözden kaçırır: "Düzenin kurulması meselesini yadsıyan bir hukuk kavramı işlerlik kazanmaz." Böyle bir hukuk kavramının teoride kalmaya mahkûm olduğunu ileri süren Schmitt, hukukun kaynağının normlara ya da kararlara değil, "hukuk kavramının gerçekliği"ne yönelen "düzen düşüncesi"nde yattığını düşünür.

Schmitt'in önceki çalışmalarında benimsediği "kararcı" bakış açısını eleştirerek "somut düzen"ci bir hukuk anlayışı benimsemesini yansıtan kitap birçok bakımdan Alman nazizmi ve İtalyan faşizmiyle birlikte de okunabiliyor. Kitaba editör O. Vahdet İşsevenler ile mütercim Toros Güneş Esgün yazdıkları birer yazıyla Schmitt'in eserinin nasıl okunabileceği konusunda okura katkıda bulunuyorlar. Kitapta ayrıca Schmitt'in "somut düzen" teorisini güncel olayları yorumlarken nasıl kullandığını gösteren "Uzun Bıçaklar Gecesi" üzerine yazdığı "Führer Hukuku Korur" başlıklı gazete yazısı da yer alıyor.

‘Kapitalist devrim bir efsane'

 Modern dünyanın oluşumunda 17 ile 18. yüzyılın büyük bir önemi olduğu düşünülür genelde. Bir hayat tarzı olarak modernliğin, ekonomik bir sistem olarak kapitalizmin, modern teknolojik gelişmelerin oluşumunda büyük bir "bilimsel" etkiye sahip doğa ve kâinat görüşünün ortaya çıkmasında bu yüzyıllardaki birçok olayın önemi olduğu düşünülür. Modern hukuk, ekonomi ve toplum modellerinin şekillenmesinde elbette Rönesans ve Reformasyon kadar bu yüzyıllarda ortaya çıkan ve devrim olarak nitelenen bilimsel, sınai gelişmelerin de önemi büyüktür. Peki ama bu gelişmelerin asli sebebi bu yüzyıllarda kalınarak mı araştırılmalı yoksa "karanlık Ortaçağ"a da bakılmalı mı? Bu gelişmelerin ilk görülmeye başlandığı bölgeler hangileri? İlk sanayileşen bölge olarak İngiltere'nin "kapitalizmin yurdu" olarak anıldığını biliyoruz, peki ama İngiltere'deki hangi toplumsal sebepler ve vetireler buna yol açmıştır? Kapitalizmin ilkin İngiltere'de görülmesinin sebebi nedir?

Batı'daki modern kapitalist ve sanayi toplumlarının kökenleri etrafında yapılan sosyolojik çalışmalarda Marx ile Weber'in teorilerinin etkili olduğu iyi bilinir. Genel olarak söylemek gerekirse her ikisi de Avrupa için 16. yüzyılı kilit önemde kabul eder ve bu yüzyılda yaşanan gelişmelerle feodal/köylü sistem yerini modern/kapitalist bir sisteme bırakır. Kapitalizmin niçin dünyanın diğer taraflarında değil de Batı'da ortaya çıktığını açıklamaya çalışan Weber'in Batı medeniyetinin hayatlarını akılcı bir ahlakla sürdüren insanların varlığından ötürü diğer medeniyetlerin ötesinde bir farklılığı haiz olduğunu savunduğu iyi bilinir. Diğer yandan her iki düşünürün de genel teorilerinin arka planında İngilizlerin whig dedikleri ve özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşmış "evrimci" bir tarih anlayışı olduğu söylenebilir. Bu anlayışın ana hattı düğüm noktası modern tarihin, küçük ve 'köylülerin' yaşadığı yalıtılmış topluluklardan 18. yüzyılın piyasalaşmış, tekelleşmiş, 'açık' toplum yapısına geçişin olduğu 'evrimci' bir hikayedir.

'Evrimci' çerçeve

İngiliz Bireyselciliğin Kökenleri adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında İngiliz antropolog ve tarihçi Alan Macfarlane, tarihçilerin uzaklaşmayı pek istemedikleri bu 'evrimci' çerçeveyi yanlışlayan bir örnek olarak İngiliz istisnailiğini konu ediniyor. Ona göre "ekonomiyi toplumdan ve büyük ölçüde siyaset ve dinden ayırmak anlamında İngiltere en azından 12. yüzyıldan beri modern"dir. Marx, Weber ve Durkheim'ı baz alan sosyolojik gelenekle yakından ilişkili paradigmanın 15. ve 17. yüzyıllar arasında feodal ve köylü bir dünyadan modern, kapitalist ve bireyci bir dünyaya geçişi öngören 'kapitalist devrim'inin bir efsane olduğunu savlayan Macfarlane, kitabında ekonomik antropolojinin en büyük teorilerinden birini teşkil eden köylü toplumdan 'ekonomi ile toplum'un ayrıştığı modern kapitalist topluma geçişi işaret eden teorinin de yanlışlığını böylelikle ortaya koymaya çalışıyor. yanlışlığını ortaya koymaya çalışıyor. İngiltere'nin kapitalistleşme yoluna geç bir zamanda çıkmadığını ve ayrıca ortaçağ ekonomik hayatında mütevazı bir rol de oynamadığını savlayan Macfarlane, kasabalar ve köylerdeki küçük piyasaların toplumsal ve ekonomik yapısı ve zihin dünyasının önemine işaret ediyor.

Batının sanayi teknolojisinin herhangi bir şekilde alınırsa bunun yalnızca sadece fiziksel ya da ekonomik bir ürün almak anlamına gelmeyeceğine de değinen Macfarlane, bu ürünün kendi yanında çok sayıda bireysel davranış ve hakkı, aile yapısını, bir takım coğrafi ve toplumsal hareketlilik kalıpların da içerdiğini kaydediyor. Kazanılan ekonomik faydaların ürünün getireceği yalnızlık, güvensizlik ve ailevi gerilimlere değip değmeyeceği ise elbette tartışılabilir.