31 Ağustos 2019 Cumartesi

Tasavvufun metafizik ufku: Mefatih'ul Gayb

13. yüzyıl Anadolu'su gerek Batı'dan gerekse Doğu'dan gelen alimler, sufiler, feylesoflar ile 1070'lerden beri bu topraklara yerleşen, başlangıçta sırf kılıç erbabı olarak bilinen Türkler'in ilerleyen sürede aynı zamanda iyi birer kalem erbabı olduklarını göstermeleriyle birlikte önemli bir aydınlanmaya şahit oldu. Elbette Haçlı seferlerinin bir şekilde bozguna uğratılması ile Selçuklu tahtı üzerindeki kardeş kavgalarının oluşturduğu hercümercin kısmen de olsa durduğu bir toplumsal vetirede yaşanan bu aydınlanma içinde bu toprakların sonraki sekiz asrını da derinden etkileyecek siyasi, kültürel, itikadi ve iktisadi gelişmelerin yaşandığını söylemek mümkün.
13. yüzyıl Anadolu'sunda bir şekilde bulunmuş sufi, alim, şair, feylesof ve büyük hukukçuları sıralarsak ne demek istediğimiz anlaşılır kanaatindeyiz: Ünlü Selçuklu vakanüvisi İbn Bibi'nin "Zamanın Ebu'lleysi Semerkandi'si" olarak andığı el-Kadı et-Tirmizi, Mecdüddin İshak, Muhyiddin Arabi, Şihabüddin Ömer en-Necib Sühreverdi, Sa‘deddîn-i Hammûye, Şihabüddin Sühreverdi el-Maktul, Abdülmümin el-Hoyi, Evhadüddin Kirmani, Burhaneddin Tirmizi, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Kadı İzzeddin, Ahi Evren, Siracüddin Urmevi, Kutbuddin Şirazi, Sadreddin Konevi ve onların talebeleri, tilmizleri... Konya, Kayseri, Sivas, Malatya, Tokat beşgeninde yoğunlaşan bu faaliyetlerin kısmen Arap ve Fars, kısmen Eş'ari ve Maturidi etkileri bünyesinde taşısa da en sonunda bir sentez olarak Hanefi-Maturidi bir eksene oturduğunu da sonraki yüzyıllar bize gösterdi.
Babası Endülüs göçmeni, diplomat ve devlet danışmanı, bilge Mecdüddin İshak olan Sadreddin Konevi, babasının 1221'deki vefatıyla onun yakın arkadaşı Muhyiddin Arabi'nin hanesine geçer. 8 yaşındadır o sıra. Malatya'da bir yandan hem öz babasının hem üvey babasının arkadaşı olan Evhadüddin Kirmani'den dersler alır, öte yandan da Muhyiddin Arabi'den öğrenmektedir. Sonradan tıpkı Mevlana gibi Suriye'de Halep ve Şam'da eğitimini ikmal edecek, üvey babası İbn Arabi'nin yanında, onun 1239-40'taki ölümüne dek yanında tedrisatına devam edecektir.
Anadolu'ya, Konya'ya geliş tarihi 1241'dir. 1262 yılına dek  tasavvuf derslerini sürdürür, o tarihten ölümüne dek geçen sürede sadece hadis okuttuğu kayıtlıdır. Hatta Kutbüddin Şirazi'nin Konevi'den hadis dersleri alıp ona "ilm-i heyet" (geometri) dersleri verdiği de mervidir. Öğrencileri arasında Müeyyidüddin Cendi, Saidüddin el-Fergani, Kutbuddin Şirazi gibi isimler olduğu gibi etkileri Davud-i Kayseri, Abdürrezzak el-Kaşani, Molla Fenari, Kutbüddin İzniki, Kutbüddinzade İzniki, Ahmed-i İlahi, Abdullah-ı İlahi, Bedreddin Simavi, Atpazari Osman Fazlı, Abdullah Bosnevi, İsmail Hakkı Bursevi gibi isimelr üzerinde de yoğundur. Muhyiddin Arabi'nin Şeyh'ul Ekber addedildiği vahdet-i vücud geleneğinde Şeyhul Kebir unvanı ona atfedilir.
Konevien temel eseri sayılagelen Miftahu'l Gayb'da tasavvufu "ilm-i ilahi" olarak, yani metafizik olarak niteler. Konevi için felsefi bilimlerde metafiziğin rolü neyse, ehl-i tasavvufun bilgi alanlarına verilen bir isim olarak "ilm-i ilahi" de aynı rolü haizdir. Bu yaklaşımıyla Konevi, Gazzali sonrası zayıfladığı kabul edilen metafizik tasavvurunu, irfani tecrübeyle uyumlu bir biçimde yorumlayarak daha önce İbn Sina tarafından Meşşai gelenek içerisinde ifade edilen  "metafizik bilginin imkanını"  bu kez tasavvuf çeperinden yeniden yoklayan bir tavır geliştirir. Konevi için metafiziğin konusu Tanrı'nın varlığıdır. Metafiziğin konusunu "varlık olmak bakımından varlık" olduğunu söyleyen İbn Sina'dan bu noktada ayrışan Konevi için “Varlık olmak bakımından varlık Hak'tır.” Metafiziğin en temel meselesini Tanrı-alem ilişkisi olarak belirleyen Konevi, ilahi isimleri metafizik yapmayı mümkün kılan araçlar ve ilkeler olarak kabul eder. Tanrı-alem ilişkisini açıklarken İslam felsefecilerinin ve kelamcıların kullandığı terminolojiyi kullanan, onların kavramlarını bazı alanlarda yeniden yorumlayan Konevi için Tanrı’nın alemi yaratması belirli bir sebebe dayanır. Bu sebep, daha önce İbniArabi tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmış olan Tanrı’nın bilinme arzusudur. Tanrı'nın alemi yaratması konusunda İbn Sinacı südur öğretisine yakın bir görüşle hareket eden Konevi, hangi kavramlar kullanılırsa kullanılsın bir yaratılış teorisinin en önemli yanının onun yaratanla yaratılan arasındaki ilişkiyi tesis edebilmesi olduğunu sarahaten vurgular. Demirli'nin aktarımıyla Konevi'ye göre "Yaratma sonuçta bir benzerlik meydana getirir. Bir şeyden kendine tamamen zıt bir şey meydana gelemeyeceği gibi yaratılış sürecinde bir şeyin kendini yinelemesi de söz konusu değildir. Şu halde yaratılan şey bir açıdan kaynağından farklılaşırken bir açıdan ona benzer."
Konevi’nin metafiziğe yüklediği görev ve anlamın İbn Sina’nın metafiziğin görevleriyle ilgili görüşünün bir yansımasından ibaret olduğunu vurgulayan Ekrem Demirli, Konevi'ye göre metafiziğib bütün tasavvufi bilgileri, keşifleri, ilhamları ve müşahedeleri değerlendiren, onları tashih eden ilim sayılması gerektiği gibi, Konevi'nin metafizikle uğraşan muhakkikleri de bütün sufileri ve onların bilgilerini değerlendirebilecek bir konumda addettiğini vurgular. Konevi'nin bütün sisteminde ve düşüncelerinde merkezi kavramın Tanrı olduğu ve bu kavramın akabinde insan tasavvurunun geldiği söylenebilir. İnsandan bahsetmeden Tanrı'dan bahsetmenin anlamı olmayacağı gibi, varlıktan ve Tanrı'dan bahsetmek de zorunlu olarak insandan bahsetmeyi intac eder.
Konevi'nin tasavvufa yaptığı en önemli katkı onu homojen bir yapı olarak bütünleştirmesi ve İbn Arabi'nin anlaşılmasına yaptığı büyük katkıdır. Füsus'ul Hikem'e sadece kendisi şerh yazmakla kalmamış, öğrencileri de şerhler yazmıştır. Konevi'nin felsefeve kelamdan da yararlanarak kendisinden önceki tasavvuf tarihinden ve eserlerden aktarımları yorumlayarak ortaya çıkardığı bu homojen ve tutarlı tasavvuf anlayışı, sonraki dönemlerde tasavvufun tedris edilebilmesine de imkan sağlamış, hatta onun "şerh dönemi"ne erişmesine katkıda bulunmuştur.

(Cins, Ağustos 2019)

28 Ağustos 2019 Çarşamba

Modern dünyada hatırlama ve unutmanın anlamı

Herhangi bir topluma mensup insanların ortak hatırlama ve unutma biçimlerini, tarif etmede kullanılabilecek bir kavram toplumsal hafıza. Yine de en azından Türkiye'de yapılan çeşitli araştırmaların bir eksiği olarak görülebilecek bir husus olarak söylenirse, toplumsal hafızanın ne olduğu, nasıl şekillendiği; gelenek, tarih, ritüel, beden, siyaset vb. kendisine müteallik diğer kavramlarla arasındaki bağların nasıl kurulması gerektiği de yeterince belirgin değil. Bu alanda Türkçede gerek teorik gerekse uygulamalı çalışmaların son derece az olduğu da vurgulanabilir. Var olan teorik metinlerin hemen hemen tamamı tercümedir; kavramın uygulamalı bir biçimde Türkçede en sık kullanıldığı alan olarak da "sözlü tarih araştırmaları" görülebilir. 
Sözlü tarih uygulaması olarak yapılan "toplumsal hafıza" çalışmalarının en önemli kusuru ise bu çalışmaların kahir ekseriyetine egemen bir "hesaplaşma siyaseti"nin gözetilmiş olmasıdır. Bir siyaset olarak hesaplaşmanın kendisinde herhangi bir kusur görmesek de herhangi bir ideolojik formasyonun güdümünde bir takım azınlık gruplarının ya da devlet tarafından zulme uğratıldıklarını düşünen/savlayan kesimlerin bu iddialarını sözümona sosyolojik ve bilimsel bir kisve içinde sunma çabalarına kolayca evrilebilen bu tür sözlü tarih çalışmalarının metodolojik olarak da epey eleştirilecek tarafı vardır. 
Buna karşın, toplumsal hafıza konusunun beşeri bilimlerin tam ortasında ve birçoğunun da merkezi ilgisini doğrudan etkileyebilecek bir pozisyonda olduğunu söylemek gerekir. Bununla birlikte psikolojiden sosyolojiye, tarihten felsefeye, antropolojiden siyaset bilimine, popüler kültürden çeşitli sanatlara ve hatta gündelik hayata kadar hatırlama ve unutmanın eylem analitiğini kuşatan bir çalışmayı geçerlileştirebilecek bir yöntem ya da teorik bir çaba ise pek öyle mümkün görünmemektedir. Bir kavram olarak toplumsal hafızayı sosyolojik boyutlarıyla inşa etmeyi amaçlayan Faruk Karaarslan'ın kitabı belki bu bakımdan Türkçede konuya hasredilmiş ilk teorik girişim olarak görülebilir. 
Dil müşterek fakat…
Kendi hikayemizi beşeri bilimler içerisinden anlatmayı deneyen her uğraşın bir şekilde "toplumsal hafıza" konusuna eğilmesi gerekli. Ancak bunu yaparken bilimsel olduğu kadar siyasal, akli olduğu kadar sezgisel, evrensel sayılabileceği kadar yerel de sayılabilecek bir yöntem çıkmazına girdiği görülebiliyor pekala. Çünkü anlatanına göre değişen hikayeler söz konusu, toplumsal bakımdan anlatımların dili "müşterek" olsa da bu dilin "kullanım biçimleri"nin müşterek olmadığını, olamayacağını görmek gerekiyor. 
Çalışmasında modernite kavramına bağımlı bir şekilde hatırlama ve unutma biçimlerinin toplumsal bakımdan nasıl şekillendirildiğini ele alan Karaarslan, modern dünyada hatırlama ve unutmanın anlamı sorusunu kendisine çıkış noktası ediniyor ve bu soru etrafında toplumsal hafızayı teorik uğraşısının nesnesi kılmaya çalışıyor. Tarihsel bir dönem olarak modernite ile toplumsal arasındaki geçişleri keşfetmeye çalışan Karaarslan'a tarihsel bir tecrübe olarak Türk modernleşme serüveni ve süreci de epey malzeme sunuyor. Eserinin son bölümünü Türkiye'nin modernleşme serüvenine, bu süreçte bize hatırlatılmak ve unutturulmak istenen unsurlara ve dolayısıyla modernleşmenin toplumsal hafızamız üzerindeki etkilerine dair bir mütalaaya yer veren Karaarslan'ın eseri, bu bakımdan sırf  "toplumsal hafıza" kavramının sosyolojik bağlamda mümkün bir inşa çabası olarak değerlendirilebileceği gibi Türkiye'de sosyal bilimler geleneğinin birçok kusurunun da bir şekilde açığa çıkartılmasına elverecek bir bakışı bize sunuyor. 

22 Ağustos 2019 Perşembe

Devlet ve mihrap arasında kalan bir kurum

Türk modernleşme tarihinde üzerinde tartışmaların bitmek bilmediği, sürekli lehte ya da aleyhte konuşulan, siyasi-ideolojik veçheleriyle birlikte ülkedeki hemen bütün meselelerle bir biçimde ilişkilendirilen konuların başında gelir din. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren din-devlet ilişkileri, kamusal hayatta dinin nerede ve nasıl durması gerektiği, dini hayatın nasıl şekillendirilmesinin icap edeceği gibi birtakım kamusal meselelerle beraber İslam'ın yeni kurulmakta olan ulus-devletin kamusal söyleminde nasıl ve ne şekilde yer alacağı da, alması gerektiği de sürekli tartışıldı. Cumhuriyet rejiminin kurucu dinamikleri bakımından İslam, bir yandan Osmanlı devletiyle simgelenen eski-geleneksel rejimin en esaslı parçalarından biri olarak görüldü, diğer yandan da yeni rejimin kendisine toplumsal meşruiyet devşirirken kullanmasının mutlaka elzem olduğunun düşünüldüğü simgeselliklerin madeni olarak addedildi. 
Çapraşık tutum
Kurucu iradenin din konusunda benimsediği bu çapraşık tutum, Türkiye'nin siyasi tarihine ve laiklik yorumu ve uygulamalarının üstüne de gölgesini düşürdü. Bir din olarak İslam'ın ve dini hayatın devlet ile toplum arasında nerede yer alması gerektiği Cumhuriyet'in kurucu kadrolarını en çok uğraştıran meselelerden biriydi. Başlangıçta dini dil ve söylemin Osmanlı rejiminden laikleşme ve millileşme siyasetiyle yeni rejime geçişteki muhtemel katkılarından sonuna dek yararlanılırken diğer yandan da dinin kamusal alandaki ağırlığının azaltılması, yeni rejimin dayanıklılığının tesisi bakımından tek partili yıllarda belki benimsenebilecek en geçerli siyaset olarak görüldü. 
3 Mart 1924'te Hilafetin kaldırılması, Şer'iye ve Evkaf Vekaletinin ilgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulüyle birlikte "İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek" göreviyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam'ı yeni rejime uygun bir hale getirme projesiyle yüklü bir şekilde hayata geçirildi. Elbette dini hayatı düzenleme ve yer yer bir takım dindışı icaraatları meşrulaştırma konusunda yeni rejimin ilk başvurduğu kaynak ve araç Diyanet İşleri Başkanlığı değildi ve hatta tek partili yıllarda dini hayatın yürütülmesi görevini yerine getirecek kuruma alan açılırken son derece temkinli bir siyasetin de izlendiği fark ediliyordu. 
1924 ila 1950 yılları arasında Türkiye'de geçerli tek partili rejimde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kendisine tevdi edilen bu zorlu görevleri yerine getirirken nasıl kılı kırk yararcasına bir çaba sarf ettiğini kurumun arşiv kayıtları, Meclis zabıtları, kanun teklifleri, döneme ait basınındaki haber ve yazılar kadar alandaki akademik yayınları da içeren zengin bir literatür eşliğinde tarihsel ve sosyolojik bir yöntemle ele alan Hicret K. Toprak'ın kitabı din, laiklik, siyaset, devlet ve toplum meseleleri etrafında neredeyse kangrenleşmiş bir meseleyi tartışmanın altından başarıyla kalkıyor. 

13 Ağustos 2019 Salı

Türk istihbarat ve gayrinizami harp tarihi

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Genel Sekreterliği görevinde bulunmuş, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’nın İdare Heyeti’nde görev almış bir isim Hüseyin Aziz Akyürek. 1932-33’te Lübnan’da yayınlanan el-Ahrar gazetesinde Dünya Savaşında Suriye ve Lübnan: Osmanlı Devletinde İstihbarat ve Casusluk adıyla Arapça olarak tefrika edilmiş ve daha sonra aynı isimle kitaplaştırılmış hatırat, hatıratı Arapça’ya çevirdiğini iddia eden Fuat Meydani’ye göre Birinci Dünya Savaşı’nın ikinci yarısında Emniyet Genel Müdürü olarak görev yapan Aziz Akyürek’e ait. Meydani’nin gazetede tefrika ederken isim zikretmediğine bakılırsa hatıratı kitaplaştırırken bazı merakları giderecek bir usul bulmuş. Teşkilat-ı Mahsusa’daki görevi dolayısıyla bilinen Aziz Akyürek’i kurmaca bir yazar olarak lanse ettiğini anlamak mümkün. Buna rağmen metnin tamamının “kurmaca” olmadığını da söylemek gerekiyor. Hatıratta 1909-1917 yılları arası, istihbarat ve casuslukla ilgilenen bir emniyetçinin gözünden okurlara aktarılıyor. Olayların büyük kısmı Lübnan, Suriye ve Filistin’de geçse de zaman zaman payitaht olarak İstanbul’da yaşanan olaylara da değiniliyor. 
Hatıratta bu bakımdan bölgede bulunan gayrimüslim gruplardan ayrılıkçı Arap hareketleri ve onların üstü örtük çalışmalarına, İttihat ve Terakki’nin üç önemli liderinden üçüncüsü olan Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan için Fransızlarla pazarlığından yine aynı cemiyetin ilk iki önemli ismi sayılan Enver ve Talat Paşaların Suriye’yi bir hidivliğe dönüştürme planlarına, bölgede faal Osmanlı istihbarat yapılanması ve karşı casusluk faaliyetlerinden gizli ödeneklere, Siyonizm tehlikesi ve Nili casusluk şebekesinden bölgede yayın yapan basına kadar birçok olay ve durum aktarılıyor. Bu olay ve durumlarla birlikte Birinci Dünya Savaşı sonuna dek Osmanlı’nın elinde kalmış Arap coğrafyasında ve özellikle Suriye ve Lübnan’da temayüz etmiş kimi önemli şahsiyetlere de hatıratta yer veriliyor. Emir Şekip Arslan’dan Aziz Ali el-Mısri’ye, 1934’e kadar Lübnan Cumhurbaşkanı olarak görev yapmış Şarl Debbas’tan ünlü İngiliz casus Thomas Edward Lawrence’e, Cevat Rifat Atilhan’dan İzzet el-Cündi ve Esad Şukayri’ye dek birçok ilginç isim bu vesileyle hatıratta yer verilenlerden. Bunların yanısıra Osmanlı’nın 4. Ordu istihbarat yapılanmasındaki bazı isimler ile onların mücadele ettiği düşman casusları, Osmanlı devletinde bir emniyetçi ve istihbaratçı olan bir kurmaca şahsiyetin gözünden ele alınıyor. 
Tedbiri elden bırakma
Kitaba yazdığı takdim yazısında Polat Safi, hatıratı kaleme alanın hakikaten Aziz Akyürek olup olmadığı sorusundan hareketle kitabın konu edindiği dönem, coğrafya ve kişileri, kitabın yayınlanmasına yol açan 1933’lü yıllardaki Lübnan siyasetinin bağlamı üzerinden okuyarak hatıratın özellikle Türk istihbarat tarihindeki yerine işaret ediyor. Türk istihbarat ve gayrınizami harp tarihimizin oluşma aşamasına ilişkin hatıratın etkilerini de yazısında tartışan Safi, metnin gerek okunurken gerekse de bilimsel bağlamda kullanılırken tedbirin elden bırakılmaması gerektiğine de değiniyor. 

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Efsane ve gerçekler arasında Yeni Dünya’nın oluşumu

Kristof Kolomb tarafından 1492’de keşfedildiği kabul edilen Amerika kıtası aynı zamanda “Yeni Dünya” olarak da adlandırılır. Avrupa’nın Hollanda, İspanya, Portekiz, İngiltere gibi ülkelerinden gelen işgalciler tarafından yerli halkların katledilmesiyle oluşturulan bu Yeni Dünya’da Avrupalı sömürgeciler tarafından aktarılan dinler ise Hıristiyanlık ve Yahudilik olmuştur. Sömürgecilerin yerli halkları katledip yok etmesi sürecinde oluşturulan çeşitli kültürel müesseselerin şekillendirilmesinde bu dinler kadar Avrupa dışı inanç sistemlerinin de bir payı olduğu muhakkaktır. Amerika’da 1619 yılında başlayıp 1865 yılında sözümona “resmi” olarak sona eren köle ticaretinde en önemli köle kaynağı ise Afrika kıtasıydı. “Kara kıta” kabul edilen ve bir “köle deposu” olarak görülen Afrika’nın çeşitli bölgelerinden yüz binlerce insan yerli işbirlikçiler ve tüccarların da katkılarıyla köleleştirilerek çeşitli işlerde bedava çalıştırılmak üzere Amerika’daki çiftlik sahiplerine satıldı. Afrika’da köleleştirilip Amerika’ya satılan bu kölelerin önemli bir kısmının da Müslüman olduğu tahmin edilebilir. 
Çeşitli yollarla köleleştirilen ve Amerika’ya getirilen Müslümanlardan geriye pek bir şeyin kaldığı söylenemez. Ömer İbni Said’e ait otobiyografi, günümüze kadar gelebilmiş yegane Müslüman Amerikalı köle otobiyografsi olması bakımından ayrı bir önem taşıyor. 1770-1863 yılları arasında uzunca bir ömür süren İbn Said, otuzlu yaşlarının sonunda Senegal’deki köyünden köle tüccarları marifetiyle zorla köle edilip Güney Karolina’ya götürülür. Uzun ve eziyetli bir yolculuğun ardından getirildiği Güney Karolina’da kendi deyimiyle “Allah korkusu olmayan kötü bir kafir”e satılır. Eziyet görür. Kaçıp bir kiliseye sığınır. Fakat sığındığı kilisede yakalanıp bu kez hapse atılır ve hapishane masraflarını karşılasın diye bir kez daha başka insanlara satılır. 
60 yaşlarındayken yazdığı otobiyografisinden anlaşıldığı kadarıyla İbni Said, Senegal’e, dinine ve inançlarına bağlılığını sürdürüp bunları koruma yolunda mücadele etmesine rağmen yine kendi deyimiyle “hem kendi dilinin hem de Arapçanın çoğunu” unutmasına karşın, kurtulma umudunu ölümüne kadar taşıdı; ancak kurtulamadan Amerika’da vefat etti. 
Müslüman köleler 
Merkezinde Ömer İbni Said’in Arapça kaleme aldığı biyografisinin hem Türkçe hem İngilizce tercümelerinin bulunduğu kitapta Amerika kıtasındaki köleciliği geniş bir arka plan eşliğinde yoklayarak Müslüman kölelerin Amerika’nın kuruluş ve iç savaş yıllarındaki durumunu konu edinen bir makale ve ayrıca İbn Said’in otobiyografisi etrafında oluşturulmuş çeşitli şüpheleri gidermeye dönük de son derece önemli bir metin bulunuyor. Bu haliyle kitap Yeni Dünya’nın oluşumuna ilişkin birçok efsanevi anlatımı yerle bir ederek Amerika’nın kanlı tarihine bir nebze de olsa ışık tutmaya namzet. 

5 Ağustos 2019 Pazartesi

ÜZGÜNÜM!

Bugün akşam üstü uğradığım Çizgi Kitabevi'nde karşılaştığım felsefeci bir akademisyen dostum hüzünlü bir şekilde "Neredeyse kalan tek İslamcı'sın Murat" dedi. Bunu beni esefle kınamak amacıyla söylemediğine gayet eminim. Aksine belli bir takdir hissi de sesinin tonuna yansımıştı. Üstelik son kertede kendisini "İslamcı" olarak nitelemekten çekinmeyen biriydi 1989'dan beri tanıdığım kadarıyla. Yine de düşünmek zorunda kaldım onun bu sözünü: Acaba sahiden "Son Mohikan" gibi Türkiye'de kalakalan "son İslamcı" ben miydim? Elbette değil. Başka başka birçok güzel insan var kendini böyle nitelemekten ar etmeyecek.

Akademisyen dostum sohbetimizin bir safhasında da zamanında bolca emek sarf ettiğim tezkire dergisine sözü getirerek onun kendisini "eleştirel sosyolojik çalışmalar"la sınırlaması hakkında ne düşündüğümü de merak ettiğini ifade etti. Doğrusu tezkire dergisinin yayın kurulunda değilim, en son 2018'de sadece bir yazım yayınlandı. 2004'ten beri dergiyle herhangi bir alakamın kalmadığını bilen biliyor. Dolayısıyla bu kararda bir dahlimin olmadığı besbelli. "Kanımı bulaştırmadığım kavgaya dilimi de bulaştırmam" güzel sözü sebebiyle kararı eleştirmeye yeltenemem de. Sadece kabahatlerimi hatırladım dergiye karşı. Derginin güncel politik ve sosyal gelişmeleri değerlendirmekten niçin el etek çektiğini de anlamaz değilim. Yine de bu kararı ilk öğrendiğimde aklıma 1996'daki tezkire toplantısında Erol Göka hocanın yaptığı eleştiriler geldi. Kendi kendime buruk bir biçimde gülümsedim.

Sadece Erol Göka hocanın eleştirileri mi? Heidegger'e atfedilen o muazzam söz de bir yerlerden sökün ediverdi zihnime: "Düşünmek teknik hale geldiğinde, kamusal alanın diktatörlüğüne bağlanır." Güncel siyasi-toplumsal meseleler hakkında görüş ifade etmekten sarfı nazar edip sözümona "akademik", "bilimsel" ve de! "eleştirel" etkinliğin görece gayet 'teknik' şemsiyesi altına sığınmanın gönül rahatlatıcı tarafları elbette vardır. En azından ofsayda düşmekten kurtulursunuz. Ancak diğer yandan da tehlikenin büyüğü, Heidegger'in uyardığı o "kamusal alanın diktatörlüğü"ne kapılmak da (örneğimizden yola çıkarak "akademik olanın diktatörlüğü" demeli buna belki) tehdit eder bütün düşünme uğraşınızı- varsa eğer böyle bir şey!

Kabahatim büyük demiştim, bir yerde mecburiyetlerim de vardı. O yüzden birilerinin çıkıp yukarıda yazdıklarımdan dolayı tezkire'nin kararını eleştirdiğim zehabına ya da bu yolda "yanlış sonuçlar"a kapılmasını istemem. Bu sonuçlar yanlış, çünkü 1991'de "İslami hareketin teorik derinlik ve sürekliliği"ni sağlama hedefiyle yayın hayatına başlayan tezkire'deki bu uğraşa ve hedefe en çok angaje olmuşlardan biri olarak ben bile buna sahip çıkamadım. Üzgünüm...

5 Ağustos 2019

2 Ağustos 2019 Cuma

"Yazmak, benim için bir varoluş mücadelesi"

Kitaplaştırmakta cimri davransan da çok yönlü bir yazarsın. Şiir, eleştiri, felsefe, sosyoloji, biyografi, tarih, kültür ve politika gibi birçok alana yayılmış yazılarını okuyoruz. Hatta roman yazdığını da biliyorum. Buradan başlayalım. Birikimin, okumaların, kimliğin mi zorluyor seni bu çeşitliliğe? Yoksa ödev ya da sorumluluk hissi mi daha baskın çıkıyor? Memnun musun, muzdarip mi?

Şiir ilk ve daimi gözağrım. Önem bakımından diğer alanların üstünde bu anlamda. Şiirle ortaokul-lise yıllarından itibaren ilgilenmeye başladığım için saydığın alanlardan onu ayırt ediyor ve diğerlerine yönelik ilgimin de okumalarımdan neşet ettiğini düşünüyorum. Bilinçli düzeydeki okuma serüvenime en önemli manevi ve maddi katkıyı da rahmetli babamın sağladığını düşünüyorum. Kendisi genetik hastalık sebebiyle ilkokul üçte okumayı bırakmış olmasına karşın bana elinden gelen bütün desteği verdi. Oysa işlettiği dükkan iflas etmek üzere olan bir esnaftı babam. Keza merhum annem de desteklerini hiç esirgemedi benden, çok kızdığı zamanlarda bile bilirdim ki o kızgınlığın ardında bana olan sevgisi ve şefkati yatardı. Her gün eve bir günlük gazetenin girmesinden tut da istediğin kitabı istediğin gibi alabilmene varıncaya dek, bir sürü güzellikti o çocukluk zamanları.

Elbette siyasi bilincimin oluşmaya başladığı ilk gençlik dönemlerimin parasız yatılı bir okulda, Fen Lisesi'nde, ailemden uzakta, tek ü tenha yaşamaya mecbur kalışımdan mütevellit geçmiş olmasından dolayı okuma serüvenimi etkileyen farklı etkenler de bulunabilir. Bu etkenlerin en önemlisi belki o yıllarda ülkenin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, kültürel ve fikri şartlardır. Bir yanda yoğunlaştırılmış bir şekilde fizik, matematik eğitimi alırken diğer yanda arkadaş çevrelerindeki gündelik tartışmalara cephane arayışının güdümlediği bir okuma serüveniydi o yıllarda yaşadıklarım. Felsefeye, özellikle "bilim felsefesi" okumalarıyla yaptığım girizgahta da 1985'lerde ateşlenen 'bilimsellik' ve pozitivizm eleştirileri vb. tartışmaların izinin olduğunu söyleyebilirim. Yine mesela o yıllardan hatırladığım bir şey. Daha 14-15 yaşında iken, yani lise birde iken, edebiyat dersinde ezanın Türkçe okunup okunamayacağı tartışması patlak vermişti. 1985'ti tarih sanırım. Yaklaşık on yıl sonra, 28 Şubat sürecinde yeniden gündemleşen bir konu. 20-30 yıl geçmiş bu konunun tartışılmasının üstünden, ama görüyoruz ki, tartışanlar değişmiş; fakat tartışmalardaki ana eksenler değişmemiş, konu değişmemiş ve hatta savunulan tezler bile değişmemiş. Bir anlamda aradan geçen süre içerisinde Türkiye'deki fikri-kültürel 'havanda su dövme'yi bize hatırlatan bir durum var ortada. Ya bu duruma katlanmak gerekiyordu benim açımdan, ya da ona tamamen zıt bir hareket alanı belirlemem. Başta şiir olmak üzere, eleştiri, felsefe, sosyoloji, tarih ve politikaya kadar ilgi alanlarımın çokluğunun bir sebebi 'havanda su dövmek' istemeyişim yani. Bu ne bir ödev, ne bir sorumluluk; sadece bir tercih. En azından ben havanda su dövmemeyi kendime şart koşmuştum.




Bazen hırslandığım oluyor elbette; okuduğum bir kitapta ya da yazıda beni rahatsız eden unsurları görerek "Bunlara, bu yazılanlara mutlaka haddini bildirmeliyim" duygusuna kapılıyorum. Yazı yazmayı da bir yerde varoluş mücadelemin bir tarzı olarak gördüğümü hissediyorum. Sadece böylesi bir hırstan değil; bu topluma, bu halka, sözgelimi merhum babama, anneme, kardeşlerime; önce aileme, sonra üzerinde yürüdüğüm topraklara borcumu ödeme şekli olarak gördüğüm söylenebilir yazı yazmayı bu anlamda. Benim mal varlığım, borcumu eda edeceğim imkan diyebileceğim yegane şey bu. Okumak ve yazmak bende bu anlamda borç ödeme şekli gibi. Tabii ki kimsenin beni borçlu duruma düşürdüğü de yok aslında. Belki de bir vehim, bir hüsnü kuruntu bu bendeki. Öyle olsa bile, durumu ancak bu şekilde tarif edebiliyorum.

Kitaplaştırmakta cimri davrandığım şeklinde ifade ettiğin üstü örtük tariz haklı. Ama bunda biraz da benim kendime özgü kaygılar başat rolü oynadı. "Şu dergide beş ürün var, üç de şuradaki dergiden, bir araya getireyim de bunları, bir kitap olsunlar" anlayışı benden hep uzak oldu. Salt şiirler için geçerli değildi bu; yazılar, bilhassa yazılar için de geçerliydi. Yazıların önemli bir bölümü  birer vesileyle yazıldıkları, yani çoğunlukla yazılma sebepleri kitaplaşmak olmadığı için, -eğer kitaplaştırmak istersem üzerlerinde daha çok çalışmamı gerektirecek bir şekilde yazılıp yayınlandılar- bir türlü kitaplaşma fırsatı da bulamadılar. O fırsatı bir türlü bulamadım, öylesi bir fırsat bir şekilde esirgendi sanırım benden.

Kolayca yazı yazabilen biri değilim ayrıca, en azından şiirden daha kolay yazı yazıyorum diyemeyeceğim şekilde tembel taraflarım var. Felsefe, sosyoloji, politika gibi konulara yönelmemde Ahmet Çiğdem, Erol Göka, Yasin Aktay, Alp Çakaloz, Ercan Şen gibi 20'li yaşlarımın başında tanıştığım güzel insanların bilmeden yaptıkları birçok katkı var. Zaman zaman bir Erol Göka'nın, bir Yasin Aktay'ın veludiyetine, bir Ahmet Çiğdem'in meseleyi ele alış şekline ya da bir Alp Çakaloz'un ortada durup duran meseleyi mesele olmaktan çıkarma biçimine hayran olup imrenmiyor değilim.

Yazı kendimizi içinde bulduğumuz toplumsal karanlığa ve karanlıkçılara, obskürantizmlere direnme şekliydi benim için en başından beri. Şiire ise kendim talip oldum. En azından bu kez kendi içimdeki karanlığı kürümek için. Şiir benim kendi mutsuzluğumla mücadele etme şeklimdi, kendi lanetimle.

Bundan memnun muyum, mustarip mi? Yazıp çizmeye başladıktan belli bir süre sonra, bu kez yazıp çizmekten başka bir şekilde geçimimi tedarik edemeyeceğim hususu ortaya çıkınca, amatör bir uğraş olmaktan öte yazmayı benimsemeye de başladım. Madem öyle, bu işin gerektirdiği ciddiyeti de takınmalıydım. Bundan dolayı ne memnunum ne de mustarip doğrusu. İnsan, yazgıysa başına gelen, katlanmayı bilmeli; olabildiğince soğukkanlı bir şekilde yapabilmeli üstelik bunu.

Sosyal medyada önerilerini, polemiklerini, hatta kültürün hayrına zarf atışlarını görsek de düşünce ve değerlendirmelerini dergilerde daha ayrıntılı takip etmek mümkün. Birçok Avrupa ülkesinde, matbu edebiyat dergisi kalmamış neredeyse. Bu alan Batı’da çökerken yahut dijital alana çekilirken bizde her gün bir dergi çıkıyor desek yeridir. Ölmekte olan bir aracı mı zorluyoruz yoksa dergilerin sandığımızdan daha fazla bir değeri, işlevi mi var bizde? Gençleri de saran bu ilgi, bu yöneliş; gecikmiş bir görünme isteğine mi hamledilmeli, varoluş cehdine mi?

İngiliz şair T. S. Eliot'ın şiir yazan gençlere ilişkin kriteri çıkan dergiler için de geçerli sanırım. Eliot, bir hevesle şiir yazanları değil, 25 yaşından sonra da şiir yazmaya devam edenleri şair sayma eğilimindedir. Çoğu genç, dergi çıkarmanın ne anlama geldiğini merak ettikleri için girişiyorlar bu zorlu çabaya görebildiğim kadarıyla. Yarı yolda kalan çok dergi de oluyor bu sebeple. İlk hevesler geçince, gençlik ateşi sönünce, ya da çıkan dergi üzerinden dönen birtakım iktidar hırsları sapasağlam görünen arkadaşlıkları parçalayınca o dergilerin akıbeti de belli oluyor. Yeni bir derginin çıkma sebebi ilk başta bir "görünme isteği" ya da "varoluş cehdi" olarak görünse de, dergiler artık ne edebiyat ne de fikir anlamında herhangi bir yeniliği bize göstermekten uzak kalıyor. O takati sonuna dek taşımaları bile beklenmiyor çoğu kez. Taktik bir amacı yerine getirmeleri yetiyor bazen. Bazen de bir yer ediniyorlar tabii, o da edinebilirlerse ve edindikleri yer mutmain olabilecekleri bir yerse. İçinde yaşadığımız zamane şartları dolayısıyla durum bana böyle görünüyor. Çoğu yazar ve şair için göründüğün kadar varsın ve dergiler de sana o fırsatı sağladıkları ölçüde muteber. Yoksa dergilerden, dergilerin kendi içlerinde yaşadıkları birtakım sorunlardan dolayı değil, başka bir çok sözümona yeni derginin çıkma sebebi. Oysa ki yaşadığımız zamanlarda, yeni bir şairin, bir öykücünün görünme şansı; futbola yeni başlayan bir futbolcudan, ya da ilk şarkısını yapan bir şarkıcıdan bile maalesef çok ama çok daha düşük.

Elbette bu olumsuz durumlar yeni bir dergi çıkarma faaliyetini tümden gereksizleştirmiyor. Gençler, buzdağını hohlayarak eritmek gibi zorlu bir süreç yaşamak zorunda kalsalar da, en azından kendi ürünlerini, eserlerini, yazıp çizdiklerini kamuya açma, kamuda tartışma fırsatı ediniyorlar. Onların sanatlarını geliştirmeleri için bu çok önemli. Kendini başarılı addetmemek şartıyla az şey değil yani. Çünkü edebiyat görünmekten daha fazla nitelikleri de göstermenizi şart kılıyor. Yeni ve değerli bir şey getirebilen ayakta kalıyor; tek tek şair, öykücü için geçerli olan, dergiler için niye geçerli olmasın? Zaten varolanı tekrarlayanlar ise o tekrarın çarkları arasında çürüyüp gidiyor. Bunun sebebi ise ayrımı salt eski-yeni diye yapmaları. Yenilik getirdiğini iddia edenler, getirdikleri yeniliğin direncini, değerini, kalıcılığını ve işlevliliğini de edebi anlamda ispatla mükellef olduklarını çoğu kez unutuyorlar. Çıkan dergilerin birçoğunun nakısası bu. Aynı kuşaktan olmayı dergi çıkarma sebebi sayanlarla bile karşılaşıyoruz. Bir çoğu "doğmuş" olmakla yetiniyorlar, küveze alınanlardan yaşayanlar oluyor elbette, ama çoğu zaten ölü doğmuş her nedense, küvez de kâr etmiyor onları yaşatmaya yani. Ölü doğan dergilerin edebiyatımız açısından imza mezarlıklarından başkaca bir işlevi de olmuyor sonuçta. Son nefesini çoktan vermiş bazı dergilerin bitkisel hayatını sürdürmesi belki gençleri yeni dergi çıkarmaya kışkırtan şey. Ama sonuç değişmiyor: Yeni bir dergiye ihtiyaç duyanların, öncelikle bunun kendileri için sahih bir ihtiyaç olduğunu okurlarına değil, kendilerine izah etmeleri, ispatlamaları gerekiyor.

İster eskiden beri çıkıyor olsun, ister yeni çıkmaya başlasın, dergilerin bundan öte bir değeri ve işlevi de yok aslında. Yine de bu söylediğim, onların düpedüz değersiz ve işlevsiz olduğu anlamına da gelmiyor elbette. En azından yeni bir dergi heyecanının ne olduğunu, bir derginin ne işe yaradığını, kalıcılaşmanın anlamını öğreniyoruz onlardan.

Ara sıra şöyle bir hisse kapılıyor insan: Onca dergi çıkıyor, “etkinlik yapılıyor”, kitap yazılıyor fakat üzerinde durulması gereken birçok köklü mesele var hâlâ. Anlatılması, tartışılması gereken birçok mevzu, kişi ve olay var. Edebiyat, sanat, fikriyat alanında kaide oluşturacak bir istikamete, işlek bir ilmihale, hafıza inşasına ihtiyaç var. Birçok gazete, dergi ve site, inatla çerçöp biriktiriyor zira. Doğru, nitelikli, gerekli olanı, merhem değeri taşıyanı da ya görmüyoruz ya da yamuk bakıyoruz onlara. Gençken yanlış örneklerle, yanlış yerden mi başlıyoruz? Suyun başı tutulmuş durumda mı hâlâ, yabancılaşma mazereti bitmedi mi? Yahut oryantalist bariyerlerin aşılması bu kadar güç mü hakikaten?

Neyi, nasıl arzuladığımızla alakalı çoğu kez bütün bunlar. Çoğu derginin çıkmasının, etkinliğin yapılmasının ya da kitabın yazılmasının sebeb-i hikmeti demek ki bizim "üzerinde durulması gereken köklü mesele" olarak gördüğümüz konular değil. Bu faaliyetlerin birçoğu bana öyle geliyor ki günü kurtarma, iş yapıyor görünme kaygusuyla kotarılıyor çoğu kez. Aradan parsa toplamak isteyen de fırsat bu fırsat deyip parsasını götürüyor.

Çerçöp de olsa kişioğlu biriktirdiği şeyleri ayırt etmeyi bilir, gelişigüzel istiflemez böyle. Az önce "havanda su dövmek" olarak nitelediğim konu da bundan kaynaklı zaten. Çöp yığınına dün ne attığını bile hatırlamayan kişiler bu çöp biriktirenler. O çöpten daha iyisinin kendisinde zaten var olduğunu ayırt edemiyorlar. İnsanlarımız neyi nereye yerleştireceği üzerine bile düşünmüyor, düşünmek istemiyor. Güncelin köpüğünde boğulup gitmek, denizin derinliklerinden inci çıkarmaktan daha yeğ geliyor. Değerli bulunan, inci sayılan, büyük pahaya satılan çünkü o çerçöp. Kolayca alınıp satılabiliyor üstelik, meta kılınıp fetişleştirilebiliyor da hatta. Bir zamanların mağlupları, kendilerine galebe çalanlardan çok şey öğrenmişler bu anlamda. Kasdettiğin oryantalist bariyerleri artık biz içimizde, birbirimize karşı, meselelerimize karşı örüyoruz. O meseleleri görünmezleştirdiğimiz zaman meseleleri çözmüş, halletmiş sayıyoruz kendimizi. Suyun başını tutanlar bizimkiler, bizden kişiler diye övünmek de bize kalıyor işte.

Tabii ki durum ne senin ne de benim resmettiğim gibi tamamen karanlık, tamamen içinden çıkılmaz bir halde değil. Hâlâ bir umut var, hayatın nabzı attıkça o umut da var olmayı sürdürecek. Bizim bazen farkına varamadığımız güzel şeyler de oluyor. Belki ilk anda bu güzel faaliyetlerin nelere yol açacağını kestirememiş olabiliyoruz. Gerekli mesafeyi kazandıktan sonra görebiliyoruz o katkıları. Hayatımız girift bir düğüm gibi. Gençken de öyleydi, şimdi de öyle. Nereden nasıl başlamamız gerektiğini bize öneren, gösteren birileri olmadı. Var olan örneklerin pek çoğu da alakasızdı zaten. Hep el yordamıyla yürüdük, buraya gelebilmiş olmamız bile büyük başarı aslını sorarsan. 2009'da bir yazı yazmıştım "Babasız oğullar, oğulsuz babalar gibiyiz" diye. Hâlâ o fikirdeyim.

Aşılamaz zannettiğimiz birçok sınır oldu 1990'lardan bu yana, gözümüzde büyüttüğümüz birçok kişi vardı. Gerçi haklıydık. Bu yüzlerin birçoğunun maske olduğunu bilmiyorduk. Gördük ki kağıttan kaplanmış hepsi. Kolay dönemlerde nara atanların zor zamanlarda, sözgelimi 28 Şubat sürecinde, 15 Temmuz gecesinde suspus olmasına şaştık. Oysa şaşmamamız gerekiyormuş. Mesele en başından beri gerek edebi gerek fikri gerekse toplumsal anlamda bir haysiyet ve onur mücadelesi idi. Ve hâlâ da öyle. Onur ve haysiyetlerine ne olacağını umursamayanlar olduğu gibi, buna karşın, onur ve haysiyetlerine, kendilerini var kılan endişelerine her daim sahip çıkanlar da olacak. Biz bunu öğrendik. Bizden sonra gelen kuşakların da öğrenecek bir şeyleri olacaktır muhakkak.

Edebiyat alanında da herkes yanında olanla seviniyor sanki. Gürültülü, renkli, safrasını atamayan, yatay olarak hâlâ yeni mevziler bulan fakat dirilip dikilene, nitelik ve derinlik taşıyana işaret edebilecek dürüstlükten ve mecalden yoksun bir ortam mı var gerçekte? Bunun en büyük nedeni iyi niyetli, etkili ve süreğen bir eleştiri olmayışı mı? Eleştiri niye gelişmiyor?

İşin doğrusu hiçbirimiz eleştirilmeyi sevmiyoruz. Övülmek pek bir hoşumuza gidiyor. Başarılı addedilmek gururlarımızı okşuyor. Kişisel hukuklar kurduğumuz, oluşturduğumuz arkadaşlarımızın ürünlerini eleştirince sanki onların bizatihi şahıslarını eleştirmiş hissine kapılıyoruz. Eee, onlarla arkadaşlık ettiğimiz için, bu eleştiriler nihayetinde kendimizi eleştirmeye dönüşüyor diye düşünüyoruz galiba. Eleştirilen de katlanamıyor elbette eleştirilmeye, hemence mutlaka cevap vermek ihtiyacı içine giriyor. Eserlerimizle, düşüncelerimizle, kişiliklerimizi özdeşleştirmemiz belki bunun temel sebebi. Ama elbette yanlış. Eser, son noktayı koyduktan ve yayınlandıktan sonra bizden bağımsız bir hayat sürecek. Bunu görmüyoruz. Ya da görmek istemiyoruz. Sonuçta eleştiriden uzak durmakla değerli ile değersizi ayırt etme melekemizi kaybetmeye de başlıyoruz. Yargılama yetimiz dumura uğruyor, kim ne sunmuşsa ona kapılıp gidiyoruz. Sonuç ortada.

Eleştirel bir zihniyetin geliştirilmesi, bağımsız bir eleştiri kurumunun oluşumuyla alakalı elbette, ama bununla sınırlı değil. Şiir, öykü yazan dostlarımız kendi eserleri, kendi sanat anlayışları üzerine de derinlikli bir şekilde düşünmeye, bu düşüncelerini kamuyla paylaşmaya pek yanaşmıyorlar doğrusu. Halbuki bu tefekkürü gerçekleştirebilseler bundan en büyük kârı yine kendi eserleri elde edecek.

Bağımsız bir eleştiri kurumu, teorisi, geleneği, artık buna ne dersek diyelim, nasıl adlandırırsak adlandıralım, edebiyatın özünü kavramakla, öze dönüşle ilgili bir çaba olmak zorunda. Oysa gerek sözümona eleştirmenlerimiz gerek sözümona yazarlarımız gerekse sözümona şairlerimiz aşmış bunları; öz, onlarda, onların eserlerinde zaten mevcut. Belki de bu yüzden eleştirmen figürünü Bernard Shaw'ın deyişiyle "hemen her şeyin nasıl yapılacağını bilen, ama kendisi yapamayan bir harem ağası"na benzetiyorlar. Oysa harem ağası benzetmesine gönül indirmek zorunda da kalsak, biliyoruz ki edebiyatımız ancak eleştirinin var olmasıyla bir anlam kazanacak. Cöntürk'ün eleştirel çabaları olmasaydı ya da Pazar Postası'ndaki tartışmalar gerçekleşmeseydi bugün kim İkinci Yeni şiirinden bahsedebilirdi ki? İkinci Yeni Şiiri dendiğinde sıfırdan başlamak zorunda kalmaz mıydık?

Eleştiri üstelik sadece yazar ve şairleri değil, okurları da eğiten bir işleve sahip. Eleştiri belki edebiyatın nabzını ölçebilme yeteneğidir. Eleştiri olmayınca her 5-10 yılda bir "Şiir ölüyor mu?" tartışması kaplar ortalığı. Bundan başka da bir şey olmaz. Yine havanda su dövme meselesi yani...

“Kültürel iktidar” tartışmalarının da bir vesileyle sürekli köpürtüldüğünü görüyoruz. En son Dücane Cündioğlu’nun sözleri üzerinden 15 Temmuz direnişi bile uluorta bu mevzuya dâhil edildi. “Kültürel iktidar” konusunun esası nedir, bu alanda doğru tartıştığımız bir şey var mı?

Cündioğlu'nun 15 Temmuz'un şiirinin yazılamadığı şeklindeki suizannını pek kaale alma yanlısı değilim. Birçok dergimiz 15 Temmuz'la ilgili pek çok şiir yayınladı, hatta özel sayılar yapanlar oldu. Başarılı-başarısız birçok şiir okuduk 15 Temmuz'la ilgili. Bunları eleştirmek başka, "...ilgili şiir yazılamadı", "Mehmet Akif'in Çanakkale Şehitleri ya da İstiklal Marşı çapında şiir yazılamadı" eleştirisini laf arasında söylemek başka. İlki hakikaten övülesi bir tutum olarak kabul edilebilir, ama ikincisi ise bunun tam zıddına kötü niyetli bir bakıştır.

"Kültürel iktidar" tartışmaları ise -bilen biliyor bunu- öteden beri örtük gündemimizin en önemli sorunu. Modernleşme çabalarını, Batılılaşma ihanetini ve birçok toplumsal, siyasal, kültürel sorunu bu minvalde yeniden düşünmek mümkün. Ancak bu tartışmaların üstü örtük, zımni şekillerde dile getiriliyor olmaktan çıkışı siyasal bir dile eklemlenmesiyle mümkün oldu, ki bu dil de yakın bir döneme ait. Yoksa gerek Hakan Arslanbenzer'in konuya ilişkin 2008 tarihinde basılmış kitabı, gerek benim 2004'te kaleme aldığım İktidar ve Nesneleri yazısı, gerekse 1980'lerden bugüne toplumsal süreçte, sanat ve edebiyat mahfillerinde dönen birçok dedikodu ve tartışma "kültürel iktidar"ın son dönemlerin sorunu olmadığına işaret eder.

Kültürel iktidar bize yüzünü kimileyin pozitivizm, kimileyin modernizm, kimileyin komünizm, kimileyin kapitalizm, kimileyin kültür endüstrisi, kimileyinse Avrupacılık olarak gösteren bir iktidar mekanizmasıdır. Sinema sektöründen müzik endüstrisine, edebiyat mahfillerinden resim ve heykel galerilerine, tiyatro sahnelerine kadar uzanır bu iktidar.  Hangi gazetelerin kültür ve sanat sayfasının olup olmayacağına bile karar verecek kadar da etkindir.

Peki “siyasal”ın oluşumunda, biçimlenmesinde, yenilenmesinde edebiyatın bir etkisinin olduğu söylenebilir mi? Yazar ve okur, siyasalla aradaki mesafeyi sürekli açıyor mu yoksa?

Edebiyatın etkisi uzun vadeli olagelmiştir hep. Siyasal ise hemence etkinliğini sergilemek ister. Edebiyat ile siyaset arasında bu sebeple daha baştan bir rezonans uyumsuzluğu, birbirine ayak uyduramama hali vardır. Birçok edebiyatçının, yazar ve okurun reel siyasete soğuk durmasının arkaplanında reel siyasete dair öteden beri ifade edilegelmiş bir takım telkinlerin, bir takım imajinatif çalışmaların olduğunu söyleyebiliriz. Hemen her meseleyi sorgulayan, yorumlayan ediplerimizin bazen kendi düşüncelerini yeterince didiklemediklerini, neyin kendilerinin üretimi neyinse ödünç alınmış bir takım algı yapımları olduğunu göremediklerini düşünmeye meyilliyim. Bu da yazar ve okurun siyasal ile arasındaki mesafeyi açmasına sebebiyet veriyor.

Başka ülkelerdeki yansımaları epeyce sönümlenmiş olsa da Türkiye’de “İslâmcıların” evinde, içinde büyüyen fakat çeşitli nedenlerle solun, anarşizmin hatta kemalizmin sularına dümen kıranlar var. İlahiyat alanında da var, politikada da, düşünce ve edebiyat alanında da. Soğumaya, bireyciliğe, komplekse giydirilen gömlekler mi bunlar? Arka planda ciddi bir sancı ve korku olduğu söylenebilir mi? 

Müslüman evlerde, İslamcı bir anne ve babanın oğlu ya da kızı olarak büyüyen ya da arkadaş çevresi genelde böyle olan birçok gencin bazen anne babasına bazen çevresine bazen de kendine olan kızgınlıklarından, küskünlüklerinden kaynaklı olarak solda, anarşizmde ya da kemalizmde kendilerine bir çıkış yolu aradıklarını kastediyorsan bunu son derece doğal, normal bir süreç olarak kabul etmek gerekir. Fakat kasdının bu olmadığını da tahmin ediyorum. Dindar aile çocuklarının dinden uzaklaştıklarını, hatta 'kanaat önderi' pozisyonunda olmasalar da bir zamanlar önemli etkileşim kanallarının başında olanlardan bazılarının sola, anarşizme, hatta kemalizme kaydıklarını görüyoruz. Dindar aile çocuklarında olana bakışım bu ikincilerden daha farklı elbette. Bu ikinciler, şimdi bize yanaşmış görünen tiplerden görece farklı değiller. Dünyevi hırslar, kırgınlıklar ve küskünlüklerden fikri vb. sonuçlar ve sapmalara çıkmak sancılarının da korkularının da "sahici" ve "ciddi" olmadığını gösteriyor bize. Demek ki diyorum, bizim içimizdeyken de beklentileri "has"mış, dünyevi çıkarlarmış. O zorluklara birlikte göğüs gerdiğimiz kişilerin şimdi bizi suçlayıcı dillere meyletmeleri, "o zorluklara birlikte göğüs gerdiğimiz" hissinde bizim yanıldığımızı gösteriyor. Onların o zorluklara göğüs germelerinin saiki ile bizim saiklerimiz farklıymış demek ki. Bizim için zorluklar hâlâ sürüyor üstelik ve yine üstelik bu sapmaları temsil edenler öyle pek zorluk içinde de değiller.

Kastedilen daha çok mevcut iktidar ve ona bitişik duran çevreler ve alanlar olsa da farklı kesimler tarafından dillendirilen İslâmcılık eleştirileri de artıyor. Hatta içeriden de sesler yükseliyor artık. Ben İslâmcılığın Türkiye’de partiler üzerinden konuşulmasına hep mesafeli durmuş, hatta kızmışımdır. Fakat daha sivil, bağımsız, küçük ölçekli refleksler de yeterince görülmüyor artık. İslâmcılık bir doyum noktasına ulaştı mı sence? Değişiyor mu? İktidar gerçekliği onu da bozup yozlaştırıyor mu? 


Bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde yazmayı düşünüyorum. Ama bana kalırsa hemen her fırsatta söylenmesi gerekli bir şey var, o da şu: Türkiye'deki diğer toplumsal düşünce mensuplarına nazaran İslamcılar hemen her zaman fikri bakımdan kendilerine karşı daha eleştirel, daha kıyıcı davranmayı bildiler. Öyle ki sözgelimi birçok modernistimiz neredeyse 1400 yıllık birikimin üstünü bir kalemde çizmekten bahsedebildi, kimilerimiz bazı hadis uydurucuları sebebiyle neredeyse Hz. Peygamber'in örnekliğini dışlamaya çalıştı, kimisi bunların tersine tarihi dondurmakla, yeni tecrübeleri tümden 'küfür'le suçlayabildi. Hepsi de son kertede İslamcı kalıyorlardı. Bütün bu tavır sahipleri 1990'larda son kertede yine İslamcı çeper içinde değerlendiriliyorlardı. Yine sözgelimi 1990'larda "post-İslamcılık" bile tartışıldı. 2000'ler bu kozanın parçalanmaya başladığını gösterdi bize. İslamcılığın doyum noktasına ulaştığı, değiştiği, iktidarın İslamcılığı yozlaştırdığı iddialarının da retorik yanlarının yanısıra böylesi bir iklimde dile getirildiğini görmek gerekiyor.

Bir toplumsal düşüncenin taşıyıcı özneleri zaman içerisinde değiştikçe, o düşünceye mensupların toplumsal konumları farklılaştıkça belli ölçülerde kabul edilebilir bir değişimin olması da kaçınılmaz. Sonuçta toplum değişiyor, toplumsal düşüncelerin değişmemesi mümkün mü? Bu değişimlerde iktidar ya da muhalif pozisyonlarda yer almanın etkileri de görülecektir tabii. Bu etkiler olumlu mu olumsuz mu? Kabul mü red mi edilmeli? Buna karar vermek güç. Yani muhalefette iken de yozlaşanlar yok muydu, başka türden bir yozlaşma yaşanmıyor muydu? Her durumun kendine özgü siyasal fıkhını üretemediğimizden dolayı dışardan gelen eleştirilere gereğinden fazla yüz veriyoruz. Bizim üzerimizden birtakım siyasal kârları devşirmek isteyenler de oluyor bu arada. Bu kâr avcılarının söylediklerine kulak asmamak gerekiyor. Öncelikle biz ne diyoruz, buna yeniden yoğunlaşmamız gerekiyor. Nasıl bir gelecek tasavvur ediyoruz? Bunu aramızda adam gibi tartışabilmeliyiz. Çoğu meselede olduğu gibi bunda da meselenin özü burada. Ama sözümona birtakım vaizler, sözümona akademisyenler, sözümona dava bağlıları bu tartışmanın "adam gibi" yapılmasından da rahatsız olabiliyorlar. Bu isimleri de ayrıca konuşmalı. Dertlerini, sıkıntılarını, beklentilerini, arzularını tartışmalı; anlayacakları dilden tabii. Bu kunt kafalara anlayamayacakları şekilde cevap yetiştirmeye çalışmak kıylu kâli çoğaltmaktan başka bir anlama gelmiyor. İslamcılığın AK Partili yıllardaki durumunu ise daha detaylı, bu türden bir söyleşinin çerçevesi içinde değil de başka türlü konuşmak gerektiğini düşünüyorum ben. Şimdilik kaydıyla bunları söylemekle yetineyim.

Şiirin bir felsefesinin olması iyi karşılanır fakat felsefenin içinde yol alması endişeye ya da dudak bükmeye yol açar genellikle. Şiir, felsefeden gelen sıkleti ne kadar kaldırabilir sence? 

Felsefe ile şiir arasında Platon'dan beri süregelen bir kavga var. Gerçi şiir eski Grek toplumu için felsefeden daha değerli bir pozisyonda imiş, doğrudan dinsel inançlarının temelini de oluşturuyormuş. Platon'un şairlere karşıtlığının sebebi bu sebeple sofistlere olan düşmanlığından ayrı ele alınmamalı. Yani şiir yazmayı beceremeyince yöneldiği felsefeye itibar kazandırmak amacında Platon. Bu itibara ihtiyaç duyan bir kişi. Düşüncesiz bir şiir olabilir mi? Beşeri duyguları harekete geçiremeyecek bir düşünce faaliyeti olarak mı ele alacağız felsefeyi? Bunlar üzerinde detaylıca durulması gereken büyük konulardan. Valery, düşüncenin şiir içinde eritilmesinden bahseder; şiir ile düşünce arasında elbette bir fark vardır; ama bu farkın bir sıklet farkı olduğunu da söylememek gerekir. İyi yazılmış, söylenmiş, şiir olarak adlandırılmayı hak etmiş bir şiir de efkârlıdır, fikir doludur yani. Ama yine de Rudyard Kipling'in Doğu-Batı meselesinde yazdıklarını pastiş ederek söyleyecek olursam "Şiir Şiir'dir, Felsefe de Felsefe! Bunlar hiçbir zaman buluşmaz!" Ayrı durmaları, birbirleriyle hiçbir münasebetlerinin olmadığını da göstermez.


Özellikle 90’larda birçok şair kendi poetikasını oluşturmaya çalıştı. Manifestolar dönemi kapandı, fakat yirmi civarında şiir görüşü, kuramı, etiketi ortaya çıktı. Şiiri de iyi izlediğini düşünüyorum. Ayakta kalanlar var mı? Halihazırda şiirimizi taşıyan, canlı tutan güç ve görüşler neler?

Zamanın nabzını tutanlar ayakta kalmayı da başardı. 90'ların ikinci yarısı ve 2000'ler kadar hareketli olmasa da edebiyat mahfilleri epey canlı görünüyor gözüme. Birçok iyi kitap yayınlanıyor. Bunların bazıları üstelik genç kuşaklara ait, bir "ilk kitap" yani. Şiirlerine ödev duygusunu yedirebilmiş isimlerin daha başarılı olduğunu düşünüyorum ben. Kendi kişiselliklerine gömülmüşlerin ise kalıcılaşmaları için gerekli iletişimi başaramayacaklarını öngörüyorum. Bu bakımdan her türlü imgecilik (imge değil!), her türlü ağlak lirizmin ve içimciliklerin geçici olduğunu görüyorum. Baudelaire'den sürrealizme nasıl Fransız şiirinde lirizm dönemi kısa bir dönem olarak kalmışsa, Türk şiirinde de ödev duygusundan yoksun, kişiselleştirmelere, simgeselleştirmelere, habise dayalı şiirlerin de geçici hevesleri tatmine yaradığını, bunun ötesine geçmelerinin mümkün olmadığını söyleyebilirim. Bugün Tevfik Fikret denince akla hemence "Tarih-i Kadim, Sis, Han-ı Yağma" vb. şiirler geliyor. Onun lirik şiirleri de elbette önemseniyor ama bu şiirler kadar değil. Cenap Şehabettin denince ise aklımıza Elhan-ı Şita'dan başka bir şiirin gelmesi handiyse imkansız. Mehmet Akif sözkonusu olunca epey rahatlıyoruz sözgelimi. Çünkü bir çırpıda birçok şiir sayabiliyoruz. Nazım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Faruk Nafiz denince de aklımıza gelen birçok şiir var bu anlamda. Dıranas denince akıllarımıza ilkin hep "Fahriye Abla" ve onun vardığı 'delikanlı'nın kafiye gereği 'Erzincanlı' olması gibi bir anektoddan başka bir şeyin gelmemesine de değinmeli. Dikkat edin Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim'in içimizde titreşimler oluşturan şiirleri de bireyselliklerini aştıkları şiirlerdir. Ziya Osman Saba'nın kendi tahassüsü aracılığıyla toplumsal tahayyülleri işleyebildiği şiirleri daha çok benimseniyor. Demem o ki herhangi bir ethosu hareketlendirmeyen bir pathos doğrusu çürümeye çok yakındır, muğberdir, tercih edilmemelidir bana kalırsa. Derinlerimize dokunmamaktadır çünkü. O iskandil görevinden caymaktadır. Sırf bireysel, lirik tahassüse yaslanıp yazılmış şiirlerin  verdikleri zevkler de bu sebeple gelip geçicidir. Anlıktır. İyi yazılmışlarsa eğer, şiiri okur, "Hoş!" der, başka da bir şey demeye ihtiyaç duymazsınız. Orada kalır işte. O şiirlere büyük anlamlar yükleyenler olacaktır öte yandan. Ama maalesef ben öyle kişilerden değilim. Onlar arasında da olmak istemedim hiç. Ödev duygusunun baskın olduğu şiirlerden daha çok hoşlanıyorum. Onların daha kalıcı olduğunu düşünüyorum.

Konuşturan: Ali Emre
Temmuz Dergisi, Temmuz 2019, sayı: 33

1 Ağustos 2019 Perşembe

"Varlık çün sefer kıldı/Dost andan bize geldi": Yunus Emre'nin İlahileri

1980'lerin sonu ile 1990'ların başlarındaki "radikal İslamcı" gençlerin en gözde tartışma konusuydu "halka inme" meselesi. Artık bu konuyu tartışmaktan sıkıldıkları besbelli 3-5 İslamcı gencin şu girişimleri de fıkra gibi anlatılırdı: Bu tartışmalardan feyz alan 3-5 genç hep birlikte bir şehrimizin dağ köylerinden birine gidip halkımıza gerçekleri anlatma, onları siyasi açıdan bilinçlendirme kararı alırlar. Köye varırlar. Köylüler; dilleri şahadetli, sineleri imanlı bu gençleri bağrına basar, "Gençler gelmiş, bize dinimizi anlatacaklar" deyip köyün camisine toplanırlar. Tanışma ve hoş beş faslından sonra köydeki ihtiyarlardan biri söz alır ve bombayı patlatır: "Hoş geldiniz, safa getirdiniz. Haydi bize bir ilahi söyleyin de dinleyelim!" Gençlerin lideri, önce sağındaki arkadaşına bakar, sonra solundakine. Gruptaki gençlerden hiçbiri bir ilahi bilmemektedir. Bunun üzerine başlar bildiği şarkıyı söylemeye: "Seher  yeli çık dağlara/Allah Allah/ Güneş topla benim için/Haber ilet dört diyara/Allah Allah/Güneş topla benim için." Bu fıkranın meramı ve manası bellidir: Müslüman gençler, siyaset uğruna halk ile aralarındaki gönül bağının önemli bir kısmını yitire yazmışlardır. O gönül bağının en önemli urganı ise elbette Yunus Emre şiirleri, daha doğrusu ilahileridir bize kalırsa.

Yunus Emre divanını her okuyuşumda bir şekilde bu fıkrayı hatırlar ve gülümserim kendi kendime. Türkçe'nin yaşayan ruhudur Yunus Emre'nin divanında yer alan şiirler ya da teknik tabiriyle ilahiler. Halktan seçkin tabakalara kadar hemen herkesin bir şekilde diline yerleşmiş birçok söz ve ifade kalıbının ilk kullanımına rastlarsınız bu ilahilerde. Halkın genelinin ilahi olarak bilip söyledikleri de hemen her zaman Yunus Emre'ye ait şiirlerdir. Yaklaşık 700 yıl önce bu topraklarda söylenmiş şiirleri muhtevidir Yunus Emre divanı. Öyle bir derviş ve şairdir ki Yunus Emre, gerek kullandığı kelimeler ve ifade kalıpları, gerekse bu kelime ve ifade kalıplarına yüklediği anlamlar ve mecazlar Türkçe’nin edebi bir dil haline dönüşmesinde önemli bir merhale sayılır. Süleyman Şeyhi, İsmail Hakkı Bursevi gibi müellifler bu hususu tastamam teslim ederler. Yunus'un Batı Türkçesi'ne getirdiği ses ve kelimelere yüklediği taze anlam ilahilerinin asırlarca okunup günümüze gelmesinin de belki en önemli sebebidir.
Yunus Emre'yi, Tanpınar'ın deyişiyle "vakitsiz bastıran kar fırtınası altında kalmış baharlara benzeyen" Selçuklu rönesansının son demlerine yetişmiş bir gönül adamı saymak yanlış olmasa gerektir. Muhyiddin Arabi, Evhadüddin Kirmani, Ahi Evren, el-Kadı et-Tirmizi, Mevlana Celaleddin Rumi, Sadreddin Konevi, Siracüddin Urmevi, Necmeddin Daye, Kadı İzzeddin, Kutbuddin Şirazi, Şihabüddin Sühreverdi el-Maktul ve Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi gibi birçok ilim ve irfan büyüğünü görmüş Anadolu topraklarında gezinen bu gönül adamı Moğollar'ın Anadolu'daki varlığının en şedit dönemlerini de yaşamıştır. Onun hayatından günümüze gelen birçok menkıbe Moğol zulmünün dehşetengiz izlerini kısmen de olsa barındırır.
Yunus Emre'nin menkabevi hayatı konusunda Uzun Firdevsi’nin Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli’de yazdıkları birçok araştırmacıya yol göstermiştir. Aziz Mahmud Hüdayi’nin, şeyhi Üftade’nin sohbetlerinden derlediği Vaḳıat’ta yazdıkları da Firdevsi'nin eserinde eksik kalan noktaları tamamlar görünmektedir. Moğolların Anadolu'yu işgalinden hemen önce 1238'de Sivrihisar'a bağlı Sarıköy'de doğduğu genel bir kabuldür. Ölüm yeri üzerinde ise epey bir tartışma mevcuttur. Eskişehir, Kırşehir ve Karaman etrafında süregelen bu tartışmalar, onun ilahilerine ilişkin bize ek bir yorumlama gücü kazandıracak değilse de Mustafa Tatçı hocanın oluştuğunu söylediği şu genel kanaat bu konuda paylaşılabilir: "Yunus, Orta Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerde doğmuş ve Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede Tapduk Emre Dergâhı’nda yaşamıştır. Sarıköy’deki arazisini zâviyeye bağışlamış, ölümünden bir süre önce Karaman’da arazi satın almıştır." Ona atfedilen makamların bulunduğu yerler listesine bakılırsa Anadolu'nun tamamına yayıldığı da görülebilir: Karaman, Aksaray Ortaköy, Bursa, Manisa Kula Emresultan köyü, Erzurum Dutçu köyü, Isparta Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Ankara Nallıhan Emremsultan köyü, Ünye ve Sivas.

Yunus Emre Divanı'nda tespit edilen şiir sayısı 417'dir. Bunlardan 138’i aruz, diğerleri ise hece veznindedir. Aruz veznine sahip şiirlerde bazı vezin bozuklukları varsa da bunu Tatçı hoca, "o devirde veznin henüz yeterince işlenmemiş" olmasına bağlamaktadır. Yunus Emre'yi, söylediği şiirlere bakılarak kolayca halk ya da divan şairi olarak tasnif etmek de zordur. Gazel şiirine hece veznini uyguladığı birçok şiiri vardır. Kafiye Yunus Emre'nin ilahilerinde bir 'ses estetiği' olarak mevcuttur ve genelde 'kulak kafiyesi' denebilecek bir usule başvurur.

Şiirlerinden yola çıkan birçok farklı yorum onu bazen "panteist", "mistik" veya "hümanist" görüşlere sahip ya da bu görüşleri taşıyanlara yakın kabul etse de bütün bu düşünceleri "aşırı yorum" saymakta pek bir beis yoktur. Onun şiirlerinde dile gelen anlayış, doğrusunu söylemek gerekirse, İslam tasavvufu üzeredir. Yunus'un esasen bir şairlik iddiası da yoktur. İlahilerinde sürekli çeşitli aşk hallerine düşer, bunları terennüm eder. “Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır”, “Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer” gibi dizelerden de fark edilebileceği üzere aşk onun için insanı ilahi fakra ve tevhide eriştirmede bir yoldur. "Aşk gelicek, cümle eksikler biter" diyen Yunus için aşk, kuldaki eksiklikleri tamamlar, onu Hakk’a layık  hale dönüştürür. Bu anlamda Yunus'ta aşk varolmanın da özüne tekabül eder.

Yunus Emre'ye "panteizm" atfedenlerin yanıldığı nokta şudur: Onun şiirlerinde dile gelen düşünceye göre mutlak varlık Allah'tır. Diğer her şey Hakk’ın esma, ef‘al ve sıfatlarının tecellisidir. Bu anlamda Hakk'tan gayrı olanın kendine ait müstakil bir varlığı bile yoktur. Varolanlara Hakk'tan gayrı bağımsız bir varlık nisbet etmek insanı şirke götürür. "Varlık çün sefer kıldı/Dost andan bize geldi", "Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu" vb. dizelerini bu veçheden yorumlamak uygun düşer çoğu kez.
(Cins Dergisi, Temmuz 2019)